24 Ağustos 2013 Cumartesi

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI 8- 2 AYDIN KAHRAMANLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 8-2 

AYDIN KAHRAMANLARI- 2 

Düşman güzel ege bölgesini istilaya yeltendikçe mukavemet gittikçe artıyor    ve her gün yeni bir gurup dağlara çıkarak bu saldırıyı durdurmaya çalışıyordu. Dağa çıkan bu kahramanlardan Gökçen namıyla anılan Fatal’lı Hüseyin efe ve Puslu Mestan efe düşmana baskın yapmakta mahir kimselerdi. Aydın ve Ödemiş cephelerinde düşmana o kadar korkunç darbeler indirmişlerdi ki, düşman bu efelerin isminden bile ürkmeye başlamıştı. Hüseyin efe kara yağız çehresiyle, levent boyuyla heybetli bir babayiğitti. Onu tanıyanlar, kahramanlıklarına şahit olanlar, bu aslanda yanan vatan aşkının ne kadar yüksek olduğunda aynı fikirdeydiler. Gökçen efe mütevazı, fedakâr, merhametlidir. Onun bu şahsiyetine rağmen, düşman karşısına çıkınca bütün sinirleri gerilmiş yırtıcı bir kaplan gibidir. Düğüşü sert, attığı mermi ölümdür.  

1919 Senesi temmuz ayında idi. Gökçen Hüseyin efe Ödemişin Birgi civarındaki sırtları tutmuş, ilerlemek isteyen düşmana mani oluyordu. Düşman kendisinden 100 misli güçlü olmasına rağmen, kahraman efe tereddüt etmeden tuttuğu sırtlarda direniyor, yanındaki kızanlar bir bir şehit olmasına, düşmanın şiddetli ateşine rağmen savaşa devam ediyorlardı. Efe ikindiye kadar devam eden 7-8 saat zarfında düşmanı bir adım attırmamış, kendiside bütün maiyeti şehit olduktan sonra tek başına kalmıştı. Çekilmeyi onuruna yediremeyen aslan yüreli efe, tüm cephanesini harcayıncaya kadar savaşmıştı. Tek başına akşama kadar devam etti. Artık ne beklediği yardım, nede cephane gelmiyordu. Cephanesi tükenmiş olmasına rağmen yine çekilmedi. Poturuna asmış olduğu gümüş kakmalı kamasını çekti ve elinde mavzeri olduğu halde –“ Alçaklar! Teslim mi olacağımı sanıyorsunuz?” diye düşman üzerine atıldı. Boğaz boğaza savaşıp, birçok süngü yarası aldığı halde son takatine kadar savaşa devam eden efe, birkaç düşmanı daha yere serdikten sonra düşman süngüleri ile şehit edildi. 

Puslu Mestan efede kahraman Gökçenin tabiat ve karakterinde bir kahramandı. Hüseyin efenin ölüm haberini aldığı zaman “ Yandım bu baba yiğide “ diyerek gözyaşlarını zaptedemiyen efe hüngür hüngür ağlamış ve birden dağları titreten gürleyişi ile “ Allah şahidim olsun ki Gökçen; senin canına  karşılık yüz düşmanın canını bedel alacağım.” Diyerek kızanları önünde yemin etmişti.
Mestan efe, dağların kartalı puslu efe hakikaten Hüseyin’in bedeli olarak yüz değil, binlercesinin canını almıştı.  

O artık ateş külçesi olmuştu. Girdiği savaşlarda ya ölür, ya da öldürürdü. Esir olmak, esir almak yoktu. Savaşa çekinmeden atılır, yağan düşman ateşi altında ayakta mavzer atardı. Her kahramanın olduğu gibi bir gün kendisinin de şehit olacağı belli idi. Kızanlarının ricalarına, bir şimşek gibi sert olan gözlerini diker ve “  Korkaklar öğüt vermeyin, bir kez daha bu lafları duymayayım.” Diyerek ona canını esirge diyenlerin de ağzını böyle kapardı.  

Mestan efe Haziran 1920 senesinde, Nazilliye girmek isteyen düşmanla meydana gelen muharebe de heyecanını ve kinini zapt edemedi. Tufan gibi yağan düşman ateşi altında, siperinden fırlayarak düşman üzerine atıldı. Düşman çok korktuğu hedefi önünde bulmuştu. Birden yüzlerce namlu bir heykel gibi dik duran mağrur efeye çevrildi ve bir dakika sonra delik deşik vücuduyla halen düşmana doğru sürüklenen efenin cesedinin düşman tarafından alınıp götürüldüğü görüldü. Mestan efede göçüp gitmişti. Fakat Aydında her göçen kahraman yerine binlercesi doğuyordu.
 
Düşman Aydını almıştı. Aydının işgaline tahammül edemeyen kahramanlar, düşmanı tahliyeye mecbur etmek için bütün kuvvetleri ile savaşıyorlardı. Fırsat buldukça düşmana baskınlar yapıyor, gerideki faaliyetlerini bozuyor, birliklerini ateşe veriyor, düşmana bir dakika huzur ve emniyet vermiyorlardı. 

Mestan efeden açılan gediği Kadri bey doldurmuştu. Kadri bey etrafına topladığı kuvvetlerle, düşmanı epey hırpalıyordu. Bir gün Kadri beye düşmanın Aydın’ın 20 km. batısında olan Erikli istasyonunun hangarına, bir müfreze askerle geldiği haberi verildi.   

Bunun üzerine harekete geçen kahramanlar, 20-21 Haziran 1920 yılı gecesi Menderes köprüsüne gelerek bahçelikler arasında hangarı çevirdiler. Düşman da ne bir ses, ne bir hareket vardı. Müfrezeden ayrılan bombacılar, 55 yaşında Çineli Mehmet ağanın komutasında, sessizce hangara yaklaştılar. Mehmet ağa bombasını hazırladı ve gecenin sessizliği içinde düşmanın ortasına fırlattı. Birkaç dakika sonra bunu takip eden yüzlerce bombanın gümbürtüsü koca ovayı sarsarken, havaya uçan hangardan, neye uğradıklarını anlamayan yüzlerce düşman askerinin fırladığı görüldü. Gece karanlığında düşman rastgele ateş ediyor ve kendini toplamaya çalışıyordu. Çarpışma uzun sürmedi. Esasen görevde yapılmıştı. Düşmana 80- 90 kişi zayiat verilmiş ve bizden de yedi kişi şehit olmuştu. Bu sıra da kahraman Mehmet ağa da kasığından ağırca yaralanmıştı. Müfreze bu kahraman ihtiyarı omuzlarında taşıyarak, yuvaları olan dağlara taşıyorlardı. Bu sırada Mehmet ağanın sesi duyuldu. “ Kızanlar bırakın ben yürüyeyim. Size yük olmayayım.” Diyordu. Ağa bütün ısrarlara rağmen, koluna giren iki delikanlının desteğiyle, bir saat yürüdükten sonra takatten kesildi ve olduğu yere yığıldı kaldı.
 
Kahraman ihtiyar artık götürülmesine razı değildi. “ Ben anlıyorum oğullarım, göçüyorum gayrı siz varın gidin, düşman sizi tutmasın.” Diyerek onlara devamlı yalvarıyordu. Muhterem ve kahraman ihtiyar arkadaşlarının kolları arasında son nefesini verirken, köylüsü olan gence dönmüş ve- “ Oğluma haber sal, babasının yerini boş komasın, hakkımı helal etmem sona  .” demiş ve çehresinde acı bir ızdırabın son tebessümleri belirirken o da öteki kahramanlar gibi Türk Milletinin sıcak ve vefakâr bağrına göçüp gitmişti. 

myolcu@ttmail.com

 

 

 

 

 

 

 

18 Ağustos 2013 Pazar

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 8 AYDIN KAHRAMANLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 8

AYDIN KAHRAMANLARI- 1 

Düşman Anadolu ya ayak bastığı gün güzel İzmir matemlere bürünmüş; yüz yıllardan beri hürriyet, şeref, istiklal uğrunda savaşmış vakur ve mağrur Türk evlatları en hakir muameleye tabi tutulmuştu. Yurdun düşman çizmesi altında ezildiğini gören halk, yas içinde kaynayan volkan haline gelmişti.

Kasabalar, köyler, şehirler yanıyor,  halk evini barkını terk etmiş dağlara kaçıyordu. Şimdi, ne Menderes kenarında sürüsünü otlatan temiz ve mert çobanlar, ne bağlarında üzüm toplayan genç kızlar ve nede yağ akan topraklarını süren çiftçiler görünüyordu.

Halk muhacir olmuş, erkekler dağa çıkmış, şehirler virane olmuştu. 27 Haziran 1919 günü idi. Etrafı yakıp yıkarak, vatandaşlarımıza olmadık zulmü yaparak ilerleyen düşmanın, Aydına yaklaştığı haberi bütün şehirde bomba tesiri yapmıştı. Halk heyecan ve nefretle sokaklara dökülmüş, bir tarafta halkı savaşa çağırmak için coşkulu nutuklar atan hatipler, diğer taraftan şehri korumak için taş, toprak taşıyan yüzlerce arabalar gidip geliyor ve herkes yarın başlayacak olan savaş için hazırlanıyordu.  

Bir gün evvel “ Vatan ve millet uğrunda kanımızın son damlasına kadar muharebe etmeye hazırız. Birbiri üzerine yığılacak şehitlerimizle ikinci bir kale teşkil edeceğiz. Bütün aile ve çocuklarımızla, bu mesut gaye uğrunda öleceğiz ve ölmeden bu şehri terk etmeyeceğiz.” diyen Aydınlılar, Allahın ulu adını anarak, tekbir getirerek, sokaklarda dolaşıyor, şehri savunmak için ve yarın tarihe geçecek olan aydın savaşlarına hazırlık yapıyordu. 

28 Haziran günü düşman Aydına yaklaşmış ve şehri işgale başlamıştı. 28-29-30 Haziran günlerinde aydında durmadan, dinlenmeden geceli gündüzlü üç gün savaş yapıldı.

Korkunç uğultularla şehir üzerinde patlayan mermilerin yıktığı evlerin, Sema’ya yükselen alevleriyle bir cehenneme dönen Aydında, eli silah tutan herkes vazife almıştı. Bir yanda gözü yaşlı analar, ihtiyarlar, kadın, erkek çiftçisiyle, balta, kazma, satır bulamayanlar sopa ile sokaklara döküldüler. Sokaklar mahşer olmuştu. Yaşlı analar bohçalarla ekmek, testilerle su taşıyor, kahramanlar seline yanık memleket türküleri söyleyerek, intikam ateşini körüklüyorlardı. Menderes köprüsünün hemen yakınında bulunan Balta köylüler, Aydında gerçekleşen ve tarihin kaydetmediği kahraman Aydınlıların savaşına seyirci kalmadılar. Büyük harpte kaybettikleri, evlatlarını, kocalarını, kardeşlerini hatırlayarak, ortaya atılan ak saçlı bir Türk anası: 

-      Daha ne duruyorsunuz kızanlar, elimiz, kolumuz bağlı seyir mi edeceğiz?
Diyerek ileri atılmışlar ve bu kızgın alev çemberinin içinde savaşan kahramanların arasına onlarda katılmışlardı.  

Umurlu istikametinde ilerleyen milli kuvvetlerimize de, bu kahraman milletin fedakâr evlatları aynı hizmette bulundular. Ayşe, Emine, Fatma gibi genç ve güzel kızlarımız silahlandılar ve muharebe meydanlarında şehit olan babalarının, kocalarının, kardeşlerinin intikamını almak için, yetimlerini komşularına bırakarak onlarda Aydına ve onun ateşine katıldılar.
“Türk kadını feragat, hamaset ve kahramanlığını bir kere daha, altın sahifelerle tarihe geçiriyordu.”

Bir taraftan bağrına bastığı yavrusunun acı iniltilerini susturmak için emzirirken, öte taraftan malına, ırzına kıymak isteyen düşmana karşı elindeki satırla karşı koyan genç dullar. Ötede yavrusunun şehit olduğuna bakmayarak kurşun sıkan gözü yaşlı analar, beride anasının düşman kurşunu ile kanayan yarasını sarmadan ilerleyen yiğit yavrular, daha ötede gelinlik duvağı ile yavuklusunun yarasını saran genç kızlar görülüyordu. Sonunda ölümü göze almış ve şerefi ve yurdu için savaşan bu kahramanlar önünde düşman, topuyla, tüfeğiyle ve muntazam ordusu ile Türk azmi önünde geriledi ve Aydına saldırmaktan vazgeçti. 

Aydınlılar; 14 yaşındaki gencinden, 80 yaşındaki aksakallı ihtiyarına kadar bu savaşa katıldılar. Düşmanın onbinler’ce askerini perişan ve mağlup ederek, geri çektirdiler. Ne yanan evlerine, yıkılan ocaklarına, ölen hemşerilerini düşünmediler. Ya bağımsız yaşayacağız veya Aydında yanıp kül olacağız dediler. Bu güçlü ordunun önünde silahsız, cephanesiz yalnız bedeniyle savaşan Aydın bir süre sonra düşmanın eline geçti. Bunun üzerine bir şair:
 Aydın Türk’ün ana yurdu.
Vermez onu Altın ordu
Düşman İzmir’e girerken,
Bütün millet ağlıyordu.
Aydın Aydın güzel Aydın
Ah bir kere kurtulaydın.

Doğma güneş yasımız var,
Git haber ver diyar diyar
Türk’ün kolları bağlandı
İzmir’i ondan aldılar.
Aydın Aydın güzel Aydın
Ah bir kere kurtulaydın
.

Derken bütün bir Aydının kahramanlarına ve onların ruhlarına hitap ediyordu. 

Aydın-Didim Altunkum’a, Didim Belediyesince Yunan Tanrısının heykeli yaptırılmıştır. Bu heykeli gördükçe içim sızlıyor, buraya bir efenin heykelinin yapılması daha uygun olurdu diye düşünüyorum. 

Mustafa Yolcu

11 Ağustos 2013 Pazar

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 7


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 7

ÇANAKKALEDE MUSTAFANIN HİLESİ 

Büyük harpte Türk askeri, bütün cihanda saygı ve sevgi ile anılan, dost ve düşmanca takdir edilen, eşi emsali bulunmaz kahramanlardı. Onun mert tabiatı, en korkunç ve tehlikeli anlarda bile koruduğu soğukkanlılığı ve ince zekâsıyla, yaratıcı gücüyle Mehmet bir harikadır. 

Mustafa’nın menkıbesini bölük komutanının hatıra defterinden okuyalım:
 
“ Hiç unutmam, bir sabahtı. Fakat pek gürültülü bir sabahtı. Komuta mahallinde oturuyordum, bölük erlerinin bağırmalarını işittim.
-      Vay Mustafa ülen bunlar ne? Nerden? Diyorlardı.
Nihayet Mustafa’yı katırı ile birlikte içeri tıktılar. Mustafa kabalağının sivri tarafından fıldır fıldır bakan, al yanaklı ince burunlu, tostoparlak bir erdi. 

Sert bir tavırla elini alnına götürdü; bekledi. Gözlerinde korku ile karışık bir         “ affet komutanım” deyişi vardı ki, “ rahat dur.” Demeye mecbur oldum. 

-      Nereden geliyorsun, seni buraya niçin getirdiler? Dedim. Eliyle işaret
ederek: “ Ta öte yandan!” diye cevap verdi. “ komutanım yolu kaybettim, zabaha karşıydı. Tabura su lazım geldi, gatıra fıçıları yükledim, dereye indim. Çıkarken düşman gine zam zuma başladı. Hele şöyle siper alıyım dedim, göz açtırmadı. Önüme çalılık bir yol çıktı. Hayvanı çektim, meğer bayırmış, ikimizde kendimizi tutamadık, gülle gibi indik içlerine. Düşman ( fan, fin, fon ) diye bağırıştılar. Gözün kör ola Mustafa dedin, emme velâkin iş işten geçmişti. Herifler etrafımı sardılar, emme kurtuldum, gatırı tekrar yükledim.  

Sonra bir yarım sağa döndü. Uzunca kulaklı bir katır, arkasında duruyordu ve safiyetle devam etti: “ Vallahi çocuklar, ne deveni nede balığın guldünü gormedim emme bu gatır gulüyordu. Bu gadar yükden bu gatırın beli nasıl kırılmamıştı bilmiyom “ 

Su fıçıları inmiş, onun yerine çikolata kutuları, gevrekler, bonbonlar, peynirler, pastalar, konserveler, reçeller konmuştu.
-      Bunlar ne? Diye bağırdım. Rengi solarak:
-      İte, kaka beni sürdüler, bağırdılar. Tekme, tokat, yumruk gırla gidiyodu.
Bir iki bende yerleştirdim emme, napıyım çokdula. Gatırın ipi elimde, bırakmıyodum. Git gide bol ışıklı bi yere, gözü tek camlı bi İngilizin karşusuna dikdile. Sırmasından anadım, subaydı. Resmi selamı yerine getüremedim. “ Ülen beni çözün diye bağırdım. Etrafına bişiyler söyledi. Tercüman getüdüle. Herüfe dedim ki: “ Gomutana söyle, gendine bi diycem va.” Bunun üzerine beni çözdüle, hemen zıpladım. Resmi selamı mı vedim. İri dişlerini gosterip guldü. Ben dayağı yerken ne diycemi düşündüydüm. Tercumana sorup suale başladı: 

-      Gaçakmısın? Dedi…
-      Gabul etmen, dedim.
-      Nerelisin? Dedi.
-      Gastanbolluyum, dedim.
-      E, burada ne haltediyodun, dedi.
-      Azını bozma depelerin, dedim. Silleyi patlatıcadım emme önüme geçtile.
 Ülen sen beni bırak, yüzbaşıya bi diycem va, dedim. Meramımı onun diline çevürdü. Ben de hemi gıvırmaya başladım. Bi guzel ösürdüm, sona dedim ki:
“ beyim ben gırba eriyim. Yaniya bölüğe su taşırın. Bizim tarafta Cenabı Mevla’ya şükür, sudan bol ne va? Emme sizin taraf da su az. Bizim binbaşı beni çağırdı:
“ Mustafa, fıçıları doldur, gatıra yukle. Garşu siperde düşman susuzluktan ölüyü, biz karşumuzda süngümüzle geberecek düşman isteruk, susuzluktan deel. Yüzbaşıya selam söyle, seni geriye bırakmak, gayrı onun erliğine kalmış bişiy. Haydi, yolun açık olsun, dedi. 

 Amanın … bir çığluktur kobdu; herüfler gızdıla, depeliycekler dedin emme baktım ki, sıcraya sıcraya biri bağırıp, biri sarılarak suratımı öpücük içinde bırakdıla. Hele durun be yahu dedim. Ülen beni avrat mı sandınız? Subay gulerek yanıma yanaştı. Garşısına oturttu. Demin beni tekmeletip tohatlayan herüflere şöyle bir yan bakdım. Subaya söyleyip hepsine sopa attırmak işten bile deldi. Emme hadi gammazlık etmiyeyin dedin. 

Erin biri, tövbe estağfurullah, rakı dolu bi maşraba dayamasınmı?
-      Eyvallah emme haramdur, hemde bize yasakdur, dedim.
 Subay tercümanla dedi ki:
“ Vay Türkoğlu, korkuyorsun ha? Gullelerimizden, tüfeğimizden, gemilerimizden gorkmuyon ha öylemi? İşte biz insanoğlunu mutlaka bişiyle korkuturuk demez mi? 

Vallahi korkan köpekdür diye bağırdım. Mevlam affetsin. İstersen öldür. Subayla bi toha ettim, gadehi bi kalduruş da bütürdüm. Allahın belası gozumden alev çıharttı emme, İngiliz’e: Türk içkiden ağlıyor dedirtmemek için yaşımı göstermedim. 

Erler el çırptılar. Subay bana beraber yemek yiyelim dedi emme ben gabul etmedim. Sona öyle üstü beni aldıla, sahallı bi gomutana gotüdüle.  

Etrafımda sırmalı subaylar fırıl fırıl dönüyolarıdı. Anadım ki bizim paşalar gibi bişiy; onada zohayı yutturdum, paşaynanda tohalaştuk. Paşa:  

-      Binbaşına selam söyle; bizim     hediyeyi de o gabul etsin, dedi. Resmi salamı verip yanından çıktım, yahalandoom yere geldük.
Orada bizim yırtık palanlı gatır, nah böyle geline dönmüşüdü.
-      Bunlar ne? Dedim.
-      Yemiş, yemiş dedile.
-      Biz, hediyeyi kabul etmek dedim.
Olmaz daruluruk dedile. Herüflerin canına ohuyok, bari dargın ölmesinle dedim. Gatırı çektim, yola düştük. Subay yanıma biraz daha sohulup elime, bi kese sıhıştırmaya galkmaz mı ? geri vedim.
-      Biz su satmıyok, dedim. Şaşurdu.
Atuk bizim siperler yahındı. Arhamdan:
-      Eyvallah, eyvallah diye bağırışdıla.
Ben de döndüm: - Guggug! Diye bağırdım.                          

8 Ağustos 2013 Perşembe

MOMMOM NURİ


YIL 1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 9
 

MOM MOM NURİ


Karşıdan gelirken görseniz, İngiliz konsolosu sanırsınız. Eksik olan bastonudur. Gelişini çok uzaklardan fark edersiniz. Dik yürür. Sağına soluna bakmaz. Uzun boyludur. Bir İngiliz gibi zayıftır. Kuru yüzünde asalet vardır. Daima aynı adımları atar. 

Sabahın erken saatlerinde, fırından aldığı pideleri eve götürürken görürsünüz. Bin bir özenti ile pideleri sol kolunun üzerine alır. Sağ elinde bir sepet vardır. Onu hep bir acele içinde bulursunuz. Sık ve kesik adımlarla, hemen eve varmanın telaşı içindedir.  

Sabahları yolculuğu olaysız geçer. Fakat küçük yaramazların okula gidiş, okuldan dönüş saatlerinde mom-mom Nuri, hiçbir zaman evine rahat gidemez. 

Onu, daha köşeyi dönerken görenler, birbirlerine: “ geliyor.” Diye haber verirler. Kendilerine doğru geliyorsa, yanlarından geçmesini beklerler. Sonra, Nuri biraz uzaklaşınca ona döner, bazen hep bir ağızdan:
-      Mom mom Nuri, şapka beeenimmm. Diye bağırırlar.
Nuri, çoğu zaman birinci bağırışa aldırış etmez. Ama ikinci bağırışta, elinde ne varsa yere atar. Birden anlaşılmayan sesler homurdanır. Sonra, güç fark edilir bir dille en ağır küfürleri savurur. Daha sonra yerden taş arar. Bulursa taşı alır, gelişi güzel fırlatır. 

Nuri, önceden normal bir delikanlı imiş. Sevda yüzünden böyle olduğunu söylerler. İhtimal doğrudur. Çünkü Nuri mahallemizden geçerken kendisine yapılanlardan içlenerek, sessizce ağladığını çok gördüm. Gözyaşlarının, adaleleri kasılmış yüzünden aralıksız, sessiz inişi, katı yürekleri üzecek niteliktedir. İyi bir ailenin çocuğu. Gelgelelim çocuklar söz dinlemiyor.  

Onun bu içli halini büyükler görseler, bu eziyete son verirler sanırım. Ne felaket ki bacaksızların ateşlediği ilk olaylar, sonraları büyükler tarafından da yardım görür. Bazen kahvelerin önüne oturan delikanlılar da küçüklerin bağırışlarına katılırlar: 

-      Mom mom Nuri, şapka benim.

Nuri sara nöbetleri geçirir. Parmaklarını ısırır. Şapkasını çıkarır, yırtar, yere atar. Onun bu ızdırablı durumu etrafındakileri neşelendirir. Bağırışlarını artırırlar: 

-      Mom mom Nuri, ceket benimmm.

Nuri bu defa ceketini çıkarır, ayakları altında çiğner. Yerden bulduğu taşları oraya buraya atar. Bazen kendini yere atardı. Çocuklar onun bu haline bayılırlar. Büyüklerin aynı sevinç içinde:- Şapkayı çiğniyi, lannnn, diye kahkahalarla güldükleri olur.  

Bir gün yine Nuri’yi kızdırmışlardı. Kendileri köşe başlarını tutmuşlar, o ana   yol üstündeydi. Nuri, elindeki sepeti yere atmıştı. Evine dönüyordu herhalde. Sepet içindeki tabak yere düşmüş, çarşıdan aldığı tahin yere dökülmüştü. Küçükler yine heyecan içindeydiler. Pazara odun getiren köyüler de onları seyrediyor, onlarda gülüyordu. Dükkânlarından çıkmış ayakkabıcı çırakları hem önlüklerini silkeliyor, hem de bağırıyorlardı:

-      Mom mom Nuri, şapka benimmm.

Nuri şimdi şapkasını eziyordu. Öyle üzüntü içindeydi ki, etrafını hiç görmüyor, homurdanıyor, ağlıyordu. Onu insan içinde ağlarken ilk defa görüyordum.  

O sırada yan sokaklardan gelen bir köylü, odun yüklü eşeğini caddeye geçirmek istedi. Hayvan yol kenarındaki şarampolü geçemedi. Ayağı kaydı, yattı. Köylü eşeğin kuyruğundan tutup çekti. Eşeği kaldıramadı. Nuri ile uğraşanlar başlarını bu yeni olaya çevirdiler. Her gün gördükleri önemsiz bir yük devrilmesi olduğunu görünce, tekrar Nuriye döndüler.  

Köylü eşeği kuyruğundan tutup kaldıramayınca, bu defa dayak faslına başladı. Elindeki sopayı bütün gücü ile hayvanın neresine gelirse gelsin vuruyor, ağza alınmadık küfürler savuruyordu.  

Biraz ötede Nuri, kaderi ile boğuşmaktaydı. Onu bu kadar perişan hiç görmemiştim. Küçük yaramazların, ayakkabıcı çıraklarının, köylülerin neşesine diyecek yoktu. Bu karmaşa içinde uzaktan bir muhterem adamın, bu kalabalığı yararak geldiğini gördüm. Çok şükür Nuri’yi savunacak biri çıktı diye içimden seviniyordum. Yaşlı adam:

-      Dur lan, dur lan diye yürüdü. Fakat Nuri’yi geçti. Eşeğini kaldırmak için uğraşan köylünün yanına gelip durdu

-      İnsafsız teres, dedi. Senin dinin imanın yok mu? Ne istiyon elin dilsiz hayvanın’dan. Şu bastonu gafana indürürüm şindi! Dedi. 

VAKTİ- SALAAAA EY MÜSLİİMİNNNN

Kasabanın öyle yerleşmiş gelenekleri var ki, hiç değişmiyor. Bunlardan biride, en ufak olayları dahi halka tellal ile haber vermektir.  Belediyenin bu işler için ayaklı bir adamı var. Onun, ufak tefek belediye işleri yanında asıl vazifesi: her türlü haberi halka ulaştırmaktır.  

Saat değil dakika geçmez ki, tellalın sevimli sesini duyar görürsünüz.  Kasabaya gelen her yabancının yadırgayacağı bu yumuşak, fakat anlaşılmaz ses, size eski zamanları hatırlatır. Köşe başında, iyi giyimli elbisesi, tıraşlı, sevimli yüzüyle, elleri ceplerinde bir centilmenin durduğunu görürsünüz. Sol elini yavaşça ceketinin cebinden çıkarır, sol kulağı ile yanağının üzerine kor. Sonra derinden gelen tatlı bir sesle:

-      Buugüüüünnn, seat filanda…

Diye bağırmaya başlar. Birçok şeyler söyler. Dinleyenlerin çoğu söylenenleri anlamaz. Hele yabancılarla köylüler hiç anlamazlar. Fakat yerliler onun her dediğini anlarlar. Anlamayana da anlatırlar.  

Onun sesini tanımayan yerli yoktur. Daha ilk haberi okumaya başlayınca işlerini bırakır, dinlerler. Bakkalların şekeri kese kâğıdına dökerken, onun sesini duyunca, işlerini bırakıp, kepçedekileri yere döktüklerine çok rastladım.

-      Gine ne diycek bizimki! Der, gülerler.

Onun bir işi de çarşı esnafına ezan vaktini önceden haber vermektir. Öğlen ve ikindi ezanlarının okunmasına 10- 15 dakika kala, onu çarşı meydanında bulursunuz. Bu vazifesini büyük bir ciddiyet ve zevkle yapar. Her köşe başında tekrarlar. Taki bütün çarşı esnafı duysun diye.

-      Vaati- salaaaa eyyy müslimiiiinnn.
 
 

31 Temmuz 2013 Çarşamba

ERZURUM AZİZİYE KAHRAMANLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -6  

ERZURUM AZİZİYE KAHRAMANLARI
 

8/ 9 Kasım/ 1877 Gecesi. Günlerden beri Erzurum etrafında cereyan eden kanlı boğuşmanın sükûnete erdiği tek gece, şehir kendini kahraman evlatlarına emanet etmiş uyuyor. İstihkâmlarda dolaşan nöbetçilerin ayak sesinden başka ses duyulmuyordu.  

Sabaha daha iki saat var.

Birden Top dağı üzerindeki Aziziye istihkâmında şiddetli bir ateş başladı. Biraz sonra bütün istihkâmlar gece karanlığında birer ejderha gibi gürlemeye başladılar.

Ne oluyordu? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Hatta ordu komutanı Mareşal gazi Ahmet Muhtar bile.

Emir subayları konuşuyor, telgrafla tabyalardan bilgi isteniyordu. Erzurum halkı uyanmış, heyecan içinde olup biteni anlamaya çalışıyordu. Biraz sonra her tarafta ateş durdu. Fakat Aziziyede halen devam ediyordu.

İş anlaşılmıştı. Tabya baskına uğramıştı.  

Düşman Aziziyeye komşu olan ERMENİ köylerinden istifade ederek, arazi hakkında bilgi edinmiş, bunlardan rehber edinerek öğrendikleri parola sayesinde önce nöbetçilerimizi, sonra tabyalarda uyuyan Mehmetçiklerimizi kıyasıya süngüden geçirmişlerdi. 

Bir gün önce ordu komutanına “ Vatan ve millet uğrunda, kanlarımızın son damlasına kadar savaşmaya hazırız. Birbiri üzerine yığılacak şehitlerimizle ikinci bir kale teşkil edeceğiz. Bütün aile ve çocuklarımızla bu ulvi gaye uğrunda öleceğiz, ölmeden bu şehri terk etmeyeceğiz.” Diyen Erzurumlular, ettikleri yemini ve verdikleri sözü hatırladılar. Hürriyete tutkun, esarete düşman Türk ruhu, bir yanar dağ gibi coştu. Bir anda uyuyan şehir ayaklandı.
 
Ortalık henüz ağarıyordu. İç kalede Ayaz paşa müezzini olan, 80 yaşındaki hacı Abdullah, aksakalıyla, güngörmüş temiz olan yüzüyle içinde yanan intikam ateşini, her sabah Allaha yakın olmak için çıktığı minaresinden söndürmeye çalışıyordu. Hacı Abdullah, gecelik entarisi ile minareye çıkmış, var gücüyle “ Ey Erzurumlular, aziziye istihkâmına düşman girdi. Eli silah tutan herkes, düşman üzerine hücum etsin.” Diye bağırıyordu. 

Her sabah bu minareden Allahın yüce adını duyan halk, bugün minareden bu acı haberi aldı. Aziziye ye baskın yapılmış, yüzlerce askerimiz uykuda iken şehit edilmişti. Bu kahpeliğe hangi Türk dayanır? Bir anda Erzurum, gözü yaşlı analar, ihtiyar, çoluk, çocuk, kadın kız, erkek, çiftesi, balta, kazma, satırıyla, bulamayanlar sopasıyla bir anda mecidiye istihkâmına doğru akmaya başladılar. Sokalar mahşer olmuştu. Yaşlı analar bohçalarıyla ekmek, testileri ile su taşıyor ve coşkun kahraman seline, yanık memleket türküleri söyleyerek intikam ateşini körüklüyorlardı. 

Bu sırada Mareşal Gazi Ahmet Muhtar ve General Kaptan Mehmet komutasındaki ihtiyat taburları Mecidiye istihkâmına gelmiş, her taraftan akıp gelen bu kahramanlarla karşılaşmışlardı.

Güneş yeni doğuyor, ortalık aydınlanmamıştı. Yapılan gözetleme ve keşifler sonucu üç tabya ve bir müdafaalı kışlası bulunan Aziziyenin yalnız bir tabyasında karşılıklı ateş devam ediyordu. Bu tabyayı savunan kahramanlar, başlarında Albay Bahri olduğu halde; sayıca çok üstün düşmana karşı korkusuzca bu tabyayı koruyorlardı. Kolundaki yarasına rağmen genç bir atlet çevikliği ile her tarafa koşan albay, bir avuç kahramanın arkasında binlerce tabur değerinde bir kuvvetti. 

Onu görenler ölümden korkarlar mı? Ceketini daha giymeye fırsat bulamamış, kanlı gömleğiyle, ah demeden namusuna emanet edilmiş bulunan tabyayı son erine kadar savunmaya azmetmiş bu aslan karşısında düşman bir adım atamadı. Diğer iki tabya ve bir müdafaalı kışla düşman elinde idi. 

Mareşal gazi Ahmet Muhtar, çok az bir kuvvetle düşmanı defalarca mağlup ve perişan etmiş, cesur, bilgili, soğukkanlı bir komutandı. Bir taraftan General kaptan Mehmet’e, düşmanın çekilmesine meydan verilmeden yok edilmesini emrederken, diğer taraftan da devamlı sel gibi akmakta olan kahraman Türk evlatlarına keskin ve vakur bakışlarıyla zafer saatinin yakın olduğunu müjdeliyordu. Halk dakikaları sayıyor, sabırsızlanıyor ve her ne pahasına olursa olsun ileri atılmak istiyorlardı. Fakat baştaki komutanlarına güvenen eğitimli askerler gibi içlerinde taşan hırsa, alevlenen intikama rağmen ondan işaret bekliyorlardı. Bu uzun süren bekleme anı, birden Mecidiyenin onbeşlik toplarının gürlemesiyle sona erdi. Asker ileri atılırken halk koşuyor, yağan ateşe, önlerine serilen cehenneme bakmadan devamlı koşuyorlardı.  Düşman,   Türk evlatlarının etten duvar gibi omuz omuza ilerlemesinden çok faydalandı. Bütün ateşini bu imanlı topluluğa çevirdi. Yer yer boşluklar oluşmaya başladı ve çok zayiat veriliyordu. Bütün bunlara kimse aldırmıyordu. Şehit sayımız çoğalmıştı. Ötede yavrusunun şehit olduğuna bakmadan, kurşun sıkan analar, beride düşman kurşunu ile kanayan yarasını sarmadan hücuma devam eden yiğitler, daha ötede gelinlik duvağıyla askerinin kızıl kanlarını dindirmeye çalışan genç kızlar görülüyordu. 

Topçumuzun gittikçe artan ateşleri ve coşkun bir sel gibi taşan Türk şahlanışı önünde düşmanın eli ayağı tutmaz oldu. Yalnız vatan ve namusunu düşünen kahramanlar önünde, binlerce elden fırlayan bombasıyla, sopaya karşı süngüsüyle, intikam için çarpışan bu kahramanlar önünde Ruslar duramadı, tutunamadı. 

Halk ve asker yan yana kışlanın iki tarafından akarak istihkâmların içine girdiler. Burada asker süngüsünden ve kundaktaki yavrusuna sabah sütünü vermeden fırlayan anaların değneğinden harikalar doğdu.  

Parçalanan yavrusunun intikamını almak için, yarasından boşanan kana ehemmiyet vermeden eline geçirdiği bir düşmanın gırtlağına dişini geçirmiş analar, kaçan düşmanı yerden kaptığı taşla kovalayan genç dullar, yetimler, bütün Erzurumlular, evlatlarının akan her damla kanına karşılık avuç dolusu kan akıttılar. 

Aziziyede tarihin kaydetmediği kanlı ve korkunç bir boğuşma başladı. Durmadan, dinlenmeden savaşıldı ve nihayet düşman binlerce cesedini, sağlam ve kırık binlerce silahını bu kahramanların ayağına sererek kurtuluşu kaçmakta buldu. 

Aziziye sağlam toplarıyla, cephanesiyle mağrur askerlerimizin eline geçmiş ve saatlerdir hasret kaldığı bayrağını tekrar dalgalandırmıştı. Düşman akşama kadar kovalandı. Gittikçe sertleşen hücumlarımız karşısında geldiği yere, Deve boynuzu mevziine kadar çekildi. 

Akşam olmuştu. Bu günün batan güneşi, Türk’ün yüce zaferini selamlarken bu kanlı savaşın ağır yükünü ve büyük şerefini paylaşan kahraman Erzurum halkı da zafer türküleri söyleyerek yuvalarına döndüler.    

23 Temmuz 2013 Salı


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 5 

YÜZBAŞI ABDURRAHMAN 

11 Haziran 1915 günü. Bir gün evvel düşmanın Karapınar doğusundaki mevziimize yaptığı saldırı üzerine, 82. Alay 2800 rakımlı Hüseyin bey tepesine daha geceden yerleşmişti. Düşmanın kudurmuş sürülerine karşı, yalın kat siperler içinde savunmak zorunda kalan alay, bir avuç kuvveti ile korkmadan kendisinden beş misli üstün düşmana karşı yarının zaferini bekliyorlardı. 

Alay 10/ 11 Haziran gecesini göklere doğru uzanan korkunç zirvesiyle, insana ürperme veren derin uçurumuyla kartallar yuvası olan bu tepede geçirmişti.  Haziran ayı olmasına rağmen, tepelerde kar vardı. Hava eksi 20 derece, ne barınacak bir çatı veya çadır ne örtünecek battaniye nede yeterli yiyecek var. Buna rağmen, geceleri tahkimatla, gündüzleri muharebede yorgun düşen erlerimiz, son takatlerine kadar ellerinden tüfeklerini bırakmıyorlardı. Onlar bundan çok daha kötü günler yaşamışlardı. Allahü Ekber dağlarını, şubat ayında bütün yokluğa rağmen aştılar. Hayvanların çekemedikleri topları, kendileri çekerek bu korkunç dağlardan aşırdılar. Geriden bir lokma yiyecek gelmiyor, açlık, sefalet ve bütün zor şartlara rağmen ilerliyorlardı. Bu savaşa katılmış olanlar bilir. Bir tarafta kırılmış toplar, atılmış cephane sandıkları, diğer taraftan açlıktan ağaç kabuklarını kemiren zayıflamış hayvanlar, soğuktan ayakları donduğu halde silahlarını atmayıp, kayışlarından boyuna takmış sürünen ve melül bakışlarında ıstırabın acı ifadesi okunan mert yürekli Mehmetçikler.  Ötede beride soğuk yüzlü karlar üzerinde inleyen hasta ve yaralılar. Henüz kanları kurumamış şehitler yürekleri yakan bu manzaranın acılıkları ile Sarıkamış’a kendilerine verilen hedefe gittiler. 

11 Haziran sabahı güneş, bu vahşi dağların yegâne süsü üzerinde kar bulunan zirveleri devirerek yükseliyor. Mehmetçikler gecenin soğuğundan yeni kurtulmuşlar, güneşin ışıkları ile ısınmaya başlamışlardı. Bugünde düşman saldırısı bekleniyordu. Ortalık aydınlandıkça, yılan soğukluğu ile ilerideki kayalıklardan düşmanın gelişi görülüyordu. Bir süre sonra ıssız vadileri inleten sert gümbürtüler, kartalları kaçıran sesleri ile düşman topçusunun ateşi başladı. Patlayan her mermi, bir kaya parçasını kül ederek parçalıyor, toprakla taştan oluşan siyah bir siklon havaya yükseliyor, bu şekilde vadilere sığınan düşmanlara saldırı yolu hazırlanıyordu. Bu şimşek yağmurunda, siperlerinde bulunan Mehmetler toprağa gömülüyor, yaralanıyor, şehit düşüyordu. Fakat mevziilerinde karşı koymaya devam ediyorlardı. Her göğüs kinle kabarmış, çehreler intikam hırsıyla kasılmış, gözlerde nefret, düşmana saldırmak sırasını bekliyorlardı.
 
Alay, dikkatle yaptığı ateşler sayesinde, düşman alaylarından birini vadiye sermiş, düşman saflarında karışıklıklar baş göstermeye başlamıştı. Bu sırada uzun boylu, aslan yapılı bir yüzbaşı, düşmanın bu karışıklığını bozguna uğratmak için siperden ileri fırladı. Güneşten kararan dolgun çehresine, dik kaşları, siyah ve uzun bıyıkları heybet veriyordu. Gözleri ateş saçıyor, zafer için çarpan kalbi ve şahlanan cesaretiyle heyecanla ölüme atılıyordu. Bu kahraman Yüzbaşı Abdurrahman’dı. 

Şiddetli bir azim ve kuvvetli bir iman, ölümle kucaklaşmış bu kahraman subayın bütün varlığını kaplamıştı. Elindeki tabancası ile düşmanı göstererek ıssız dağlarda davudi sesiyle bağırdı. İleri… Bölüğü ile şimşek gibi düşmanın üzerine atıldı. Bu sırada düşman çakal sürüsü gibi kaçmaya başladı. Ne çare ki tehlikenin büyüklüğünü hisseden düşman, bozguna engel olmak için, dört taburluk yeni bir alayı karşı saldırıya geçirdi. Öldürücü ateşi bölük üzerine çevirdi. Bu sırada düşman mermisi, bölüğün önünde ilerleyen kahraman yüzbaşının bacağına isabet etti. 200 Er kuvvetindeki bölük; 24 saatten beri aç ve uzun muharebenin verdiği yorgunluk ile kuvveti tükenmiş olduğundan yavaş yavaş gerilemeye başladı. Bu sahneyi gören yaralı aslan, bacağının ıstırabını unuttu. Yerden kaldıramadığı vücudunu sürüyerek, çekilen bölüğünü karşı koydurmaya uğraştı. Fakat iş işten geçmişti. Düşman taarruzu; önündeki her şeyi yıkarak istilaya başlamıştı. Artık durmak imkânsızdı. Yüzbaşı için değil yürümek, kımıldamak bile mümkün değildi. Bu sırada yiğit bir çavuş ileri atılarak, yüzbaşısını bir kâğıt hafifliği ile omuzladı. Yağan mermi yağmuru arasında, koşarak Yüşbaşıyı kurtarmaya çalıştı. Elli metre gitmişlerdi ki, yanındaki tepenin arkasından çıkan bir düşman subay:
 
-      “Yüzbaşı gitme, yaralısın, teslim ol!” Diye bağırdı.
Yüzlerce namlu üzerlerine çevrilmiş, yüzlerce düşman askeri üzerlerine atılmaya hazırdı. Yaralı aslan düşmanı sindiren gür sesiyle:
-      “Türk subayı esir olmaz, şehit olur.” Cevabını verdi. Şaşkın duran Salih
Çavuşa
-      “ Haydi, Salih daha çabuk yürü.” Dedi.

Düşman, aciz sandığı bu yaralı karşısında bir an şaşırdı ve yüzlerce namlu dağların bu namlı kartalına çevrildi. Yüzlerce mermi attılar, yüzbaşı birkaç yerinden daha yaralanmıştı. Buna rağmen üç defa tekrarlanan teslim ol teklifini, reddettiler. 

Yüzbaşı bağırıyor: “ Ne duruyorsunuz alçaklar? Esir mi almak istiyorsunuz? İşte size iki ceset parçalayın köpekler.” 

Bir köpek sürüsü kadar adi, bir hayvan kadar vahşi olan bu insanlık fukaraları, ecelle savaşan bu kahramanlar üzerine süngüleri ile saldırdılar. Ne Abdurrahman Yüzbaşı, nede Salih bir tek söz, bir tek ah bile demeden süngü altında can verirken, kartallar yuvasından bu olayı seyreden alay, Allahın ulu adıyla inlettiği vadileri sarsarak korkunç bir çığ gibi çakal sürüleri üzerine atıldı. Düşman mağlup ve perişan olmuştu. Hiçbir yerde tutunamıyor, binlerce ceset bırakarak kaçıyordu. Akşam olmuştu. Bu ıssız dağların akşamı tepelere çökerken, Abdurrahman Yüzbaşı ve Salih çavuş, bölüğünün elleri üzerinde, uğrunda can verdikleri toprağa, 82. Alayın mihrabına doğru bütün alayın gözyaşları arasında gidiyorlardı.   

 myolcu53@gmail.com 

 

        

17 Temmuz 2013 Çarşamba

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 4


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -4 

AĞLAR KAYA KAHRAMANI ÜSTEĞMEN ULVİ 

CİHAN harbinin bitmez tükenmez muharebeleri içinde; daima sağlam maneviyatıyla, bütün yokluklara rağmen kazandıkları zaferlerle tarihte büyük işler başarmış Türk orduları, gün olmuştur ki, zayıf hücumlarına, azlığına rağmen yine çarptığı hedefleri kırmış, parçalamış ve bir avuç Mehmet karşısında bir kaya kadar sert duran düşman tuzla buz olmuştur. 

Tarihe bakıyoruz. Üç tarafı kesme kaya üzerine oturmuş ve her tarafı o zamanki silahların yıkamayacağı kadar sağlam yapılmış ve uzaktan göğe baş kaldırmış heybetiyle zabtedilmez sanılan Eğri kalesi, Türk askerinin kahramanca hücumları sayesinde ve bütün Avrupa’nın hayretini kazanacak derecede kısa bir zapt olunmuştu. 

Kanijeyi, Plevneyi, İşkodrayı savunan, Şıpkaya, Conkbayırına, Tınaztepeye, Kutkaya ya saldıran ruh, hep aynı milletin hep aynı milletin fedakâr evlatlarının tarih boyunca tanınan geleneğinin, kudretini ispata yeterli değil midir? Türk için zapt olunmaz kale, aşılmaz mani, yıkılmaz engel, mağlup edilmez ordu yoktur. O, silah eksikliğini içindeki cevherle takviye eder ve daima her yerde, her zaman düşmanından üstün görür. 

Kafkas cephesinin tarihini okuyanlar ve burada çarpışanlar bilir. Burada semaya ser çekmiş çıplak uçurumları, ıssız vadileriyle, korkunç zirveleri, yazın bile insana dehşet veren bu dağlarda, insan boyu karlar eriyince, birliklerimiz buralarda  kahramanca savaştılar. Aşılmaz sanılan dağlardan toplarını aşırdılar ve düşmana bu dağları mezar yaptılar. 

9 Haziran 1915 de 2900 rakımlı Karadağ, 94. Alayın kahramanca hücumları neticesinde ele geçirilmişti. Bu dağda meydana gelen muharebe de bombası ve mermisi tükenen Mehmetler, kaya parçalarını kopararak düşmana attılar. Düşmanın göz açtırmayan ateşine göğüslerini siper ederek, taarruzlarına devam ettiler.  

Düşman, Türk askerinin ölümden korkmayan saldırıları karşısında Karadağ’ı bıraktı ve Ağlar kaya denilen sarp, erişilmesi güç bir tepeye çekildi. Burasını en modern vasıtalarla tahkime başladı. Kahraman 94. Alay 19 Haziran tarihine kadar, 10 gün bu minareye benzeyen tepeye saldırdı. Her seferinde zayiat verilerek geri püskürtüldü. Ağlar kaya 2900 rakımlı Karadağ’ın en yüksek noktasında, iki tarafı uçurum ve 50 metre genişliğindeki boyun noktasıyla Karadağ’dan ayrılıyordu. Bu kadar dar sahada bir bölüğün serbestçe açılıp yayılması mümkün değildi. Buna rağmen vazife almış olan Alay, üzerine yağdırılan mermilere rağmen kayalara tırmanıyor, acı çığlıklarla yüzlerce metre yüksekliğindeki uçurumlara yuvarlanıyor, yine saldırıya devam ediyordu. Alay bu saldırılar neticesinde 350 subay ve erini şehit vermişti. 

32. Tümen komutanı 19 Haziran 1915 sabahı 94. Alayı takviye maksadıyla, 96. Alayı da karadağa göndermiş, her iki alayla da yapılan saldırıdan netice alınmamıştı.  

Düşman gerek kuvvet, gerekse arazi yapısı itibarı ile o kadar kuvvetli bir yere yerleşmişti ki, buradan söküp atmak imkânsız gibiydi. Tümen komutanı planını değiştirerek, Ağlar kaya’yı küçük bir kuvvetle, baskınla ele geçirme kararını verdi. Günlerdir süren taarruzlar neticesinde, iki alayda yorgun düşmüştü. Ağlar kayanın matemli ve heybetli duruşuna bakan Mehmetler hem ürperiyor, hem de içindeki kini söndürememiş olmaktan dolayı üzüntü duyuyordu. Onlar bütün kuvvetleri ile bu duvara taarruz etmişler ama muvaffak olamamışlardı. 20 Haziran günü öğleden sonra taarruz kesilerek alaylara eski mevzilerine çekilme emri verildi. Bu arada siperlerde, Tümen komutanının bir emri gezdiriliyordu. Bu emirde: “ Ağlar kayayı baskınla ele geçirecek gönüllü bir subay isteniyor, bu subaya başarılı olduğunda bir üst rütbe verilerek terfi edeceği “ yazıyordu. Bu emrin ulaştığı siperlerden birinde mütevazı ve sakin genç bir üsteğmen yerinden fırladı ve doğruca Tabur Komutanının yanına gitti ve

-      “Komutanım, bu vazifeyi ben yapmak istiyorum.” Dedi.

Tabur komutanı şimdiye kadar beraber savaştığı bu subayda, hiçbir fevkaladelik görmemişti. Önce duraladı. Karşısında ince uzun boyu ile fidan kadar narin yapısıyla duran, taburun sessiz ve şakacı üsteğmenine gözlerini dikti. Onun ruhunu okumaya çalıştı ve arkasından;

-      “Peki, isminizi tümene bildireceğim.” dedi. 

Bu gönüllü kahraman Üsteğmen Ulvi idi. Nevi şahsına münhasır, mütevazı ve feragat sahibi olan Ulvi’yi ekseriyetle bir kaya arkasında, bir siper içinde, Tokat’lı olan emir erinin pişirdiği çayı içmekte, elindeki peksimeti kemirmekte iken görürsünüz. Onun bütün günler boyu yiyeceği çay ve peksimetti. Emir erinin elinde isli bir matara, sırları dökülmüş çinko bardak, çay, şeker, peksimetten ibaret yiyeceği bulunur. Erleriyle aynı hayatı yaşar, muharebe hayatı boyunca erlerine kurulmadıkça, kendisine çadır kurulmamıştır. Ulvi, bölüğünün hem komutanı hem de ağabeysidir. Muharebenin sükûnetli zamanlarında erlerinin mektuplarını yazar, gelenleri okur ve bu suretle, savaş alanında erlerinin neşesiz kalmamasına özen gösterirdi.  O, bölüğünü ölüme sürdüğü zaman; eğer Ulvi istemişse son eri dâhil ölecek kadar kendisine bağlıdır.  Onun sert bir bakışı mermiden daha tesirlidir. Bölüğüne bu derece hâkim, kendisini bu derece sevdirmiş bir subay elbette, muvaffak olmak hakkını kendinde bulurdu.  

Aradan birkaç saat geçmişti. Tabur komutanı tümenden muvafakat cevabı almış, lazım gelen emirleri vermek üzere Ulviyi yanına çağırtmıştı.

Tabur komutanı heyecanla konuşuyor, her ihtimali hesap ediyor ve defalarca Ulviye soruyor: “ Nasıl, Ulvi bu işi başarabilecek misin? Ama düşman çok kuvvetli yavrum...  

Ulvi her zamanki sakin tavrı ile cevap veriyor: “ Merak etmeyin komutanım, yarın sabah alayın sancağını Ağlar kayada dalgalanırken göreceksiniz.” Diyordu. 

Bu kudretli iman önünde tabur komutanın da Ulviye olan itimadı ve zaferine olan güveni arttı. Onu kucakladı ve : “ Haydi yavrum, Allah yüzünü ve yüzümüzü ak etsin!” diyerek temennilerle onu uğurladı. 

Ulvi komutanından ayrıldığı zaman gün kararıyordu. Yolda Ulviye haber soranlara Ulvi, her zamanki sakin ve mütevazı tebessümüyle mukabele ediyor, ne yapacağını hiç kimseye söylemiyordu. O, bölüğüne geldiği zaman başçavuşu çağırdı. Gizlice bir şeyler konuştular. Karanlık bastıktan sonra başta Ulvi, geride bölüğü olduğu halde Ağlar kayanın karşısına, siperlerimizin gerisine yanaştılar.

Ulvi baskın planını hazırlamıştı. Günlerdir saldırdıkları Ağlar kayanın her tarafını iyice biliyordu. Bölüğüne gerekli talimatı verdi.  Hava karardıktan sonra, düşmanın siperleri önüne koyduğu kirpileri iplerle çektirdi. Bu şekilde birinci güçlük yenilmişti. Fecirle beraber hiç ateş himayesi yapılmadan baskın yapacak olan Ulvi, bütün tertipleri almış sabırsızlıkla baskın anını bekliyordu. 

Alayların bütün subayları heyecanla baskını bekliyorlardı. Ateşsiz, himayesiz yapılacak olan bu baskın ve elde edilecek başarı herkesin merakına neden oluyordu. 

21- 22 Haziran 1915 gece yarısından sonra saat 3.30 Ulvi erlerine süngü taktırmış, çantalarını, kazma ve küreklerine varıncaya kadar her şeyi çıkarttırmış, erlerin ayaklarına keçe ve çuval parçaları sardırmış ve onları taş siperler gerisinde saklamıştı. 

O; kırk metre kadar ileride yağmur bulutu gibi kararan Ağlar kayanın hazin ve yaralı cehresine, Türk analarının kalbini dağlayan bu heybetli som kaya parçasına gözlerini dikmiş bakıyor, beş on dakika sonra bu nankör kayada, düşman cesetleri üzerine dikeceği şanlı sancağın düşman sürüleri üzerine yapacağı tepkiyi düşünüyordu. 

Saat 3.50… Düşman siperlerinde ne bir ses, ne bir hareket var. Ulvi sol elinin şahadet parmağını ağzına koydu ve hafif bir ıslık çaldı. Siperde sessiz ve sakin duran aslanlar derhal dikildiler. Sonra ikinci ıslık ve buna müteakip Ulvinin şimşek hızıyla siperden fırladığı görüldü. Ulvi iki elinde tuttuğu bombaları ateşledi ve bir anda düşman siperlerine fırlattı. Bunu yüzlerce bombanın gümbürtüsü takip etti. Bölük düşman siperlerine girmiş, bölüğe on misli üstün olan düşman şaşkın ve perişan kaçmıştı. 

Birkaç dakika sonra Ağlar kayada ve gecenin sessizliği içinde vadiler susmuş, biraz evvel alev halini alan tüfek ve bomba sesleri, süngü şakırtıları dinmiş, acı feryatlar susmuş, alev halinde yanan kayayı kesif bir karanlık kaplamıştı. Bölükten bir haberci alaya müjdeyi veriyor, ağlar kaya elimizde, düşman perişan olmuş kaçıyor. 

Ulvi çakal sürüsü gibi kaçışan düşmanı ateşle takibe devam etti. Artık bir daha erişemeyeceği Ağlar kayaya, halen inleyen düşman cesetleri üzerine alayının şanlı sancağını dikti. 

Sabah olmuştu. Başta tümen komutanı olduğu halde bütün subaylar tepeye gelmişlerdi. Yerde yatan yüzlerce düşman cesedi ve bunlar arasında birkaç yüksek rütbeli subayın bulunuşu, kazanılan zaferin önemini anlatmaya kâfi idi. Buna rağmen Ulvi, yine o mütevazı hali ile hiçbir iş yapmamış gibi ortadan silinmişti. Tümen komutanının yanına geldiği zaman Ulvi, mahcubiyetten kıpkırmızı olmuştu. Tümen komutanı kısa bir hitabeden sonra bu kahramana yüzbaşı rütbesini taktı. Ona bundan sonra Ağlar kaya kahramanı ismiyle çağrılmasını emretti. Ulvi bütün tümenin gıptasını celbeden bu haklı iltifatlar arasında dahi gururlanmadı. Kendisini tebrik eden arkadaşlarına: “ Eser, bölüğümündür. Ben kaderin sevkiyle başlarında bulundum.” Diyerek, bölüğüne karşı bağlılığını ve kadirşinaslılığını gösterdi.   

myolcu53@gmail.com