2 Kasım 2017 Perşembe

İSMAİL BEŞİKCİ- AZMİ MİLLİ İLKOKULU (2)


İSMAİL BEŞİKCİ- AZMİ MİLLİ İLKOKULU (2)
İsmail Beşikci ağbeyin bu güzel yazısını' da sizlere sunuyorum.
Emekleri için kendisine teşekkür ediyor, yazmasa idi bütün bunları bilen hiç kimde kalmayacaktı. Kendisinden başka yazılar da bekliyorum. MUSTAFA  YOLCU
İlkokula 1946 yılında başladım. O dönemde, Hanönü Camisi önünden ve köprüden geçerek çarşıya, caddeye ulaşan  bugünkü yol yoktu. Arada geniş bir bahçe vardı. Bu bahçeye cehrilik denirdi. Cehrinin boya yapımında, kök boya üretilmesinde kullanılan bir bitki, bir ağaç olduğu söylenirdi. Cehrinin çiçeklerinden ve tohumlarından sarı ve kırmızı renkli boyalar üretilirmiş.
Boyacıların dükkânları, Salliler başındaydı.  Boyaya batırdıkları iplikleri, bukle bukle, tezgâhlarının önüne asarlardı. Sarı, kırmızı, yeşil, mor pembe, kara iplik buklelerini böyle kuruturlardı. Renkleri çok canlı dururdu.
Hanönü Camii’ni köprüyü geçtiğimiz zaman,  Azmimilli İlkokulu’na gitmek için iki yol vardı. Birinci yol Pirinç Pazarı’ndan geçerdi. Önce Susuz Han’ın, sonra Sulu Han’ın önünden geçerek Ekin Pazarı’na, Belediye’nin önüne varırdık. Oradan da İskilip- Çorum yoluyla okula. İkinci yol da,  Akçay’ın (Boklu çay)  kıyısındaki Anaçların evinin önünden, Felekler Aralığı yoluyla Mısdaklar Konağı’na varıp oradan kıvrılarak, İskilip-Çorum yolundan okula varırdı. Bu yollar bana çok uzun gelirdi. Kanımca, bugünkü yol 1947-1948 yıllarında açıldı.
 O yıllarda, Anaçlar’ın evinin sokak kapısı her zaman açık olurdu. Bu ev okulun bahçesine bitişikti. Evin avlusundan okulun bahçesine ulaşılabiliyordu.  Bir duvarla,  ev okulun bahçesinden ayrılıyordu. Avludan okulun bahçesine açılan, genişçe bir delik te vardı.  O zamanlar, o deliğe zunnuk deniyordu. Zunnuktan geçmek… O delikten geçerken yere yatıp iyice sürünmek gerekiyordu. Ahmet Kazez ikinci, üçüncü sınıfta o yolu çok kullanıyordu. Kestirme bir yoldu.   Bazen bu geçişler sırasında evden bir kişi yakalar, “bir daha buralarda sizi görmeyeyim…” diye bağırır, azarlardı.
Felekler Aralığında,   bakımsız bir ev daha vardı. O evin avlusundan da önce Kilci Hamdi’gilin bahçesine, oradan da okulun bahçesine varılabiliyordu. O evin sokak kapısı da her zaman açık olurdu. O avludan geçişler daha rahattı.
O yıllarda Eylül ayı sonlarında,  okul yöneticileri kendi okullarına bağlı mahalleleri, sokakları dolaşarak,  yedi yaşına gelmiş çocukları okula kaydederlerdi. Aileler, çocuklarının okula kaydedilmesini engellemek için onları kaçırırlardı. Özellikle kız çocuklarını çok kaçırırlardı.  Sınıfımızda, Hüseyin Karhınlı isimle bir arkadaş vardı. Numarası bir idi.  1 Hüseyin Karhınlı. Demek ki babası oğlunun okula gitmesini, okumasını çok istemiş. Belki de bizzat kendisi okula giderek, oğlunun kaydedilmesini sağlamış. Hüseyin Karhınlı’yı orta boylu, tıknaz bir arkadaş olarak hatırlıyorum.  Bir de 9 numaralı Ali Çiçek vardı.  9 Ali Çiçek… Ali Çiçek’in siması daha açık gözümün önüne geliyor. Uzun boylu, zayıf bir arkadaştı.
Birinci sınıfa öğretmeniz Nadir Beydi. İskilipli değildi. Okulun başlamasından 8-9 gün sonra, bir hafta kadar derslere gelmedi. Derslere başka hocalar giriyordu, çoğu zaman da dersler boş geçiyordu. Son dersten sonra, okuldan eve ablam Satı ile birlikte giderdik. Akşam karanlığı başlamış olurdu. O üçüncü sınıftaydı. Öğretmeni, Mehmet Kısar hocaydı. 
Dersimizin boş geçtiği bir gün, ablamım sınıfının önünde, dersin bitmesini bekledim. Ders bitince beraber eve gidecektik. Kapının önünde beklerken, Mehmet Kısar hoca beni gördü. Neden beklediğimi sordu. Öğretmenimizin gelmediğini, dersimizin boş geçtiğini,  ablam Satı’yı beklediğimi, beraber eve gideceğimiz söyledim. Hoca benim iki koltuğumdan tutarak, sınıfa soktu. Ablamın yanına oturttu.
Ablam o zaman, Şaziye isimli bir kızla oturuyordu. Ablam onunla iyi arkadaştı. Onların evini biliyorum. Ulaştepe’ye giderken, en son köprünün başındaki, kalenin hemen eteğindeki bir ev. Ondan sonra yol yoktu.  Kale doğrudan çaya iniyordu. Şaziye’nin babasının Mutaflar Çarşısı’nda,  bakkal dükkanı vardı. Babası ve ağabeyi aynı dükkan’ da çalışıyordu. Kalenin arkasına geçmek için,  kalenin eteklerini tırmanarak yol almak gerekiyordu.
Satı ablam ve arkadaşı, pencerenin yanındaki sırada oturuyorlardı. Oradan, karakolun merdivenleri ve cezaevinin alttaki kapısı çok açık bir şekilde görülüyordu. Sınıfla bina arasında 3-4 metre kadar mesafe vardı. Azmimilli İlkokulu’na çok yakın olan bu binanın alt katının cezaevi, üst katının karakol olduğunu, İskilip Hükümet Konağı’nın tam karşısında yer aldığını daha önceki yazıda belirtmiştim.
Karakola dışarıdan merdivenle çıkılıyordu. Askerler, elleri kolları bağlı birilerini karakola çıkarıyor,  başka askerler de yine elleri- kolları bağlı birilerini karakoldan indirip, alttaki cezaevinin kapısına doğru yöneliyordu. Askerlerin, yanlarındaki adamlarla birlikte paldır-küldür inişleri, çıkışları çok dikkatimi çekiyordu. Bazen elleri-kolları bağlı bu adamlar,  zincirlerle de bağlanırdı.  Zincirlerin şangırtısı, sınıftan çok rahat bir şekilde duyuluyordu. Askerlerin süngüleri bu zincirlere çarptığı zaman, süngülerin ucunda parıltılar meydan geliyordu. Ablam sık sık beni dürterek “  kımıldama, ayaklarını sallama, pencereden dışarıya bakma tahtaya bak…” gibi şeyler fısıldıyordu.   Ama ben de dışarıya bakmaktan kendimi alamıyordum.  Ablamın bu dürtüklemelerini Mehmet Hoca fark etmiş, “baksın baksın, istediği gibi otursun. O bu sınıfın öğrencisi değil, henüz küçük, okula yeni yeni alışıyor.” Demişti.
Mustafa ben vasat bir öğrenciydim. Durumum zayıf, orta, iyi, pekiyi sıralamasında, iyiye tekabül ediyor. Ama ablam çok zeki idi. Hesap-kitaptan çok iyi anlıyordu. Çantası, çok tertipliydi. Kitapları, defterleri çok temizdi.  Kitaplarının, defterlerinin sahifelerinin hiç birinde kıvrık yoktu. 1948 yılı 23 Nisan Bayramı’nda, ‘Samsun’dan Doğan Güneş’ tablosunu, bir erkek arkadaşı ile birlikte ablam Satı’ya taşıtmışlardı. Bayram yerinden okula dönünce onlara, bir tarafı mavi, bir tarafı kırmızı olan kalemden armağan etmişlerdi. Mehmet Kısar hoca, ablamın çok iyi bir öğrenci olduğunu söylerdi.
Hacıpiri Mahallesi’nde bizim sokak’ta, bir komşumuz vardı.  Celal Emmi’yi hep, hasta yatağında hatırlıyorum. Celal Emmi’yi çarşıda-pazarda, sokakta hiç görmedim. Kapının önünde de görmedim. Hep, evlerinin giriş katından sonraki katta merdivenin karşısındaki dip odada, hasta yatağındaydı.  O eve doktor da girmezdi. Bazen kurşun dökme, tuz çevirme gibi pratikler uygulanırdı. Bunlara ‘koca karı ilaçları’ denirdi. Yoksul bir aileydi. Celal emminin tabakhanede, deri ıslahında çalışırken hastalandığı söylenirdi.
Evi, Celal Emminin eşi Hatice teyze idare ederdi. Hatiplerin Hatice. (Hatıpların Hacca) Celal Emminin ilk eşi vefat edince, Hatice teyzeyle evlenmişti. İlk eşinden, Nuriye (Noriş, o biraz uzun söylenirdi. ) ve Ganime,Hatice teyzeden de Sami isimli çocukları vardı. Nuriye ablamım sınıfındaydı. Ama okula devamında sık sık kesintiler olurdu.
İskilip’in hemen yakınında, Abdıliçi denilen bir mevki de bahçeleri vardı. Hatice teyze o bahçeyi, baharda tek başına teper, ekim yapar, fidelerin otlarını ayıklardı. Yazın  sulama işlerini yapar,  elde ettiği ürünleri toplar,  sırtında taşıdığı bohçalarla, ellerinde taşıdığı çit ve sepetlerle eve getirirdi. Ürünlerin bir kısmını da, Kadınlar Pazarı’nda satmaya çalışırdı.  Bahçeye giderken de sık sık Nuriye ablayı, yardım etmesi için yanında götürürdü.  Bu yüzden Nuriye sık sık devamsız olurdu.  Daha önceki yazımda, okula devam etmeyen öğrencilerin ebeveynlerinin cezaevine konulduğunu belirtmiştim.  Nuriye’nin devamsızlığı yüzünden Hatice teyzeyi de, birkaç defa cezaevine koymuşlardı.  Hasta olan Celal emmi’yi götüremedikleri için, Hatice teyzeyi cezaevine kapatırlardı.
Ganime ve Sami o zaman çok küçüklerdi. Onlara ve babasına Nuriye abla bakardı. Aslında o da bizlerden biraz büyük, 12-13 yaşlarındaydı. Ahmet Kazez’ le birlikte, cezaevine babasına yemek götürürdük. Hatice teyze cezaevine konulduğu zaman anam, birçok defa yemek hazırlayıp, benim cezaevine yemek götürmemi istemişti. O zaman da Ahmet Kazez’le birlikte giderdik.
Erkeklerin ve kadınların koğuşları, ayrı ayrıydı. Parmaklıklar arasından tutukluların, mahkûmların, havalandırmada nasıl dolaştıklarına bakardık. Kadınların gardiyanı, bizim mahalleden Nuriye teyzeydi. Ayakkabı boyacısı Mehmet ve İsmail ağabeyin analarıydı. Babaları da bekçiydi.  İsmail ağabey, bizlerden büyüktü ama Taş Mektep ’de bizim sınıftaydı.  Mehmet Ağabey ondan daha büyüktü. Nuriye teyzenin çok sert bir gardiyan olduğu, tutuklu kadınlara iyi muamele etmediği söylenirdi.
İkinci sınıftaki öğretmenimiz Gülay isimli kadındı. O da İskilipli değildi. Gülay öğretmenin bir kız kardeşi daha vardı, o da öğretmendi. O da Sakarya İlkokulu’nda öğretmendi. Kanımca ikiz kardeştiler. Tanayların evinde kirada oturuyorlardı.  Bugün, İskilip Hükümet Konağı’nın bulunduğu alan, Tanayların evi ve evin bahçesiydi. Gülay öğretmen ve kardeşi cadde üzerindeki bir evde oturuyorlardı.
1955’de, Çorum’da çimento fabrikası kurulmuştu. Bir ara kalenin  arka tarafı, çaydan yana olan kısmı dinamitlerle parçalanır,  elde edilen  taşlar Çorum’a götürülüyordu. Çimento için gerekiyormuş. Kalenin o kısmında, ‘Kırk badallar’ dediğimiz merdivenler vardı. Bu merdivenler kalenin zirvesine doğru tırmanıyordu…  Birkaç defa bu basamakları ben de çıkmıştım. Kalenin dinamitlenmesi sırasında bu ‘Kırk badallar ’tahrip olup,  kayboldu. Bir süre sonra, kalenin dinamitlenmesi durdu.   Kale taşları çimento üretimi için uygun değilmiş…
Üçüncü sınıfta öğretmenimiz İbrahim Kestek’ti.  İlkokul deyince hemen zihnimde,  Azmimilli İlkokulu ve İbrahim hoca canlanıyor. Sanki beş yılda da hocamız İbrahim Kestek’ti gibi bir algılama var.  Hâlbuki sadece üçüncü sınıfta öğretmenimizdi. Hoca, bir bahar günü bizim bütün sınıfı, Kireçdere’ye doğru geziye götürmüştü. Şüphesiz yürüyerek… O zaman İskilip’te, motorlu araçlar zaten çok çok az, nadirdi. Kireç Dere’ye varmadan solda, cevizlerin altında eğlenceli bir gün geçirmiştik. Hoca bize burada, çiçekler, böcekler, kuşlar…  Hakkında bilgi vermişti. Yolda, gelirken de, giderken de… doğa iyice çiçeklenmişti. Bu alan, cevizlerin altı, hala öyle duruyor.
İbrahim hoca bir gün de bizi, Hindoğlu Yokuşu tarafına götürmüştü. Bugün, kaymakamın lojmanın yer aldığı alanda, tepenin eteğinde bir çeşme vardı.  O çeşmenin suyu da, Boşça Kavak Deresi’nden geliyordu.  Hoca bize, suların yer altında süzüle süzüle temizlendiğini anlatmıştı. O gün bu çeşmenin kaynağı olan, Boşça kavak Deresi  tarafına da gitmiştik. Oraya da su Yivlik tarafından, dağlardan tepelerden  süzülerek geliyordu.
O yıllarda İskilip’te, orta halli ailelerin inekleri ve eşekleri olurdu. Bu ailelerin bağları ve bahçeleri de olurdu.  Bağa, bahçeye giderken yükleri eşekler taşırdı. Motorlu araçlar 1940’larda, 1950’lerin başlarında çok azdı. Bizim de ineğimiz ve eşeğimiz vardı. Bağımız, bahçemiz de vardı.
İnekleri sığıra katmak önemli bir olaydı. İskilip’in bazı mahallelerinin inekleri, sabahleyin Hacıkarani Köprüsü’nün başında toplanır, çoban onları yavaş yavaş, Kaçak tarafına otlatmaya götürürdü. O zamanlar,  1940’lar, 1950’lerin başları,  bugünkü sanayi sitesinin olduğu alanlar otlaktı. Bu şüphesiz bahar, yaz, sonbahar aylarında olurdu.
Sabahleyin ineği sığıra katmak, benim işimdi. Akşam sığırdan gelen inekleri, Hacıkarani Köprüsü’nün başında karşılardık. Herkes kendi ineğini bulur, evine götürürdü. Akşam sığırdan dönen ineği karşılamak ve eve getirmek de benim işimdi. İnekler dönünceye kadar bir süre, Koçkayası’nın eteklerinde arkadaşlarla birlikte bekleşirdik.  Hacıyolu bekler gibi… Çoban bizim mahalledendi. Evleri Koç Kayası’nın eteklerindeydi.  Mehmet Ağabey’in, Azize’nin babası… Mehmet Ağabeye Morfinli Mehmet  de denirdi İskilip’ de getir-götür işleri yapardı. Çok içki içen biriydi. Sık sık sarhoş olur, sokaklarda yatardı. 1970’lerde, 80’lerde biraz uslandığı söylenirdi.   Eşeği günde bir defa suya götürmek ise, ağabeyim Muhittin’in işiydi.
1949-1950 yılı eğitim devresinde, Misak-Milli İlkokulu’na gönderildik.  Gönderilen  öğrenciler arasında,  Yaşar Çizikçi, Ahmet Kazez, Mürsel Kazez, Ahmet  Namlı, Halil Ustaların Ahmet Namlı, Ahmet Kaltakçı ,Ahmet Kaymak, İsmail Yağlıcı, Yaşar Kaygusuz, Sungur, İsmail Yağlıcıların sokağından Mustafa,  Kadriye, Ayşe, Nezihe, Nahide, Zahide, Nebahat, Behiye… vardı.
Misal Milli İlkokulu’nu da bundan sonraki bir yazıda anlatayım Mustafa…




26 Ekim 2017 Perşembe

BİSİKLET MACERASI




BİSİKLET MACERASI

Küçüklüğümüz de bisiklet, çok pahalı idi. Sadece zengin aileler, çocuklarına bisiklet alabilirdi. Ben babama, bisiklet aldırmak için çok uğraştım ama aldıramamıştım.

İskilip’te Meydan Mahallesi karaağaçların orda, Hacı Karani’ de spor sahasının yanın ’da, beş dakikası 25 kuruşa bisiklet kiraya verilirdi. Bende buralarda bisiklet kiralar, bisiklet sürme zevkini tatmaya çalışırdım.

Karaağaçların orda, bisiklet kiralamıştım. Ayaklarım bisikletin pedallarına yetişmiyordu. Yarım pedal ile bisikleti sürüyordum. Daha kötü olanı, bisikletin zinciri pantolonumun paçasını kapıyordu. Böyle olunca da pedala basamıyor, bisiklet devriliyordu. Aynı tarafıma düşüyor, tekrar kalkıp bisikleti sürüyordum. Daha sonra, kalçamın üzerine düştüğüm tarafı ağrımaya başladı. Eve gidip kalçamın yan tarafına baktığımda, kara bere olduğunu gördüm. Oranın ağrısı 5-10 gün sürdü. Sonra kendiliğinden geçti. Merhem falanda kullanmamıştım.

Sanırım ilkokul 3. Sınıfta idik. Okulda sabahçı olarak okuyor, öğleden sonra boş kalıyorduk. Bir gün eve gelip, okul önlüğümü çıkarıp sokağa çıkınca, aynı sınıfta okuduğum akrabam ile karşılaştım. Çarşıya doğru gidiyordu. Nereye gittiğini sordum. “ Kaçağa annemlerin yanına gidiyorum.” Dedi. Yalnız başına gidilir mi?   Diye ikaz ederek, bende yanına katıldım. Bu akrabam, rahmetli Ahmet Dursun’un yeğeni idi. Hacıkarani köprüsüne gelmeden, Ahmet ağabeyim ile karşılaştık. Bir arkadaşının bisikletine binmiş, kaçağa gidiyordu. Bize nereye gittiğimizi sorunca, kaçağa gidiyoruz dedik. Oda binin bisiklete dedi. Ben ön tarafa, yeğeni de arka seleye oturdu.

O zamanlar yollar, stabilize kaplı idi. Yanımızdan araç geçince, bizi toza boğuyordu. Bir bisiklette üç kişi idik. Yokuşa gelince bisikletten iniyor, yokuş aşağı süratle gidiyorduk. Ahmet ağabeyim çok yoruluyordu. Sporcu yapısı ile yola dayanıyordu. İne çıka kaçağa gelince, bisikletten inip meyveliğe doğru koşmaya başladık. Bizimkiler bizi görünce şaşırdılar. Nasıl geldiniz diye sorunca “ Ahmet ağabeyim ile geldiğimizi söyledik.” Öyle yemeğini de birlikte yedik.

Çarşı da eczane de çalışan Yaşarın, siyah bir bisikleti vardı. Bazen onun bisikletini kiralıyor, Hacıkarani ye doğru gidiyordum. Yaşar bana, bisikletini Hacıkarani de kiraya vermemi söyledi. Teklifini kabul ettim. Böylece istediğim kadar bisiklete binecek, para vermeyecektim. Eczaneye geliyor, bisikleti alıp gidiyordum. Bir gün Hacıkarani’de Ahmet Çorsuz, Ali Kalın, Eczanenin sahibinin oğlu ben, hepimizin altında bisikleti ile karşılaştık. Sabah erkendi. Evden kahvaltı yapmadan çıkmıştım. Hadi biraz bisiklet sürelim dedik. Önce Hindoğlu yokuşuna, sonra kanara çeşmesine geldik. Karnımız acıkmıştı. Çeşmeden su içtik ama karnımız doymuyordu.

Bağına bahçesine gidenler, hayvanlarını sulamak için çeşmeye geliyordu. Kimseden yemek için ekmek isteyemiyorduk. Bir kişiden istedik, oda ancak kendine yetecek kadar azığının olduğunu söyledi. Geldiğimize, geleceğimize pişman olmuştuk. Dönüp gelirken, pedala basacak takatimiz kalmamıştı.



Zorlanarak çarşıya geldim. Bisikleti teslim edip, fırından pide alıp eve gittim. Rahmetlik annem, yoğurtlu dünür çorbası yapmış, sıcağı ile duruyordu. Pide ile yediğim o çorbanın tadını unutamıyorum.

Büyüyüp çocuklarım olduğunda, iki çocuğuma da yaşlarına göre binebilecekleri iki kere bisiklet aldım. Benim bisikletim olmamıştı ama çocuklarım bisiklete binme zevkini doyasıya tattılar.

Mustafa Yolcu
26. 10. 2017 







17 Ekim 2017 Salı

ÖNCE SELAM, SONRA KELAM




ÖNCE SELAM, SONRA KELAM


Arkadaşıma telefon etmiştim. Arkadaşım telefonu açınca, konuşmaya başladım. Arkadaşım bana” Önce selam, sonra kelam.” Dedi. Önce şaşırdım sonra arkadaşımın ne dediğini anlayarak, haklısın dedim. Önce selam verip, sonra konuşmaya başlamalıydım.

 Selçuklu eserlerinin hitabelerinin başında, Önce Selam, Sonra Kelam  sözü yazılıdır.  Bu tespit çok doğruydu. Birçok şeyin yanında, bir birimize selam vermeyi de unutmuştuk.

Küçükken eşeğimize biner, annemle bahçeye giderdik. Ben karşılaştığım insanlara selam verirdim. Bu durum annemin hoşuna gider,” maşallah oğluma, adam olmuşta selam da verirmiş.” Derdi.

İnsan selâm vererek karşısındaki insana, bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla, dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır. Yüzler tebessümle güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.

İnsan, yaşadığı toplumun; âdet, dil, inanç, kültür gibi değerlerini dikkate almak zorundadır. Toplum, ortak değerleri benimseyen, onları hayatlarına yansıtan insan topluluğudur.
Ortak kültürel değerler, ortak bir yaşama biçimi oluşturur. Ortak değerlere aykırı davranan insan, kendi toplumuna yabancılaşır.

Ortak değerler, yaşandıkça gelişir. Bu değerler, toplumun bütün insanlarını bir arada, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını sağlar.

Toplumda yaşayan insanların, kendi aralarında sağlam köprüler oluşturmaları ve sağlıklı bir iletişim kurmaları gerekir. Bu iletişimin ilk basamağı selâmlaşmaktır.

Selâm, insanlar arasında kurulacak iletişimde önemli bir adımdır.Okulda, çarşıda, pazarda, camide, selâmla kurulan yakınlık, dostluğa, kardeşliğe dönüşür.

Günümüz de aynı apartmanda yaşayan, aynı kurumda görev yapan insanların, birbirlerine selâm vermeden merhaba demeden yaşadığı ne yazık ki bir gerçek.

Aynı apartmanı paylaşan, bindikleri asansörde birbiriyle selâmlaşmayan asık suratlı insanlar, insanlara tebessüm etmenin, güler yüzlü davranmanın bir ibadet olduğunu bilmiyorlar.

Selâm vermek, “selâmünaleyküm” demek, güler yüzün, iyi niyetin kelimelerle bir ifadesidir. Selâmdan uzak, böyle insanlardan oluşan bir toplum, sağlıklı bir iletişim kuramayacağı gibi, birlikte yaşamanın mutluluğunu da yaşayamaz.

Sevgili Peygamberimiz, insanların birbirini sevmesinin ve birbiriyle kaynaşmasının reçetesini şöyle veriyor: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..."

Birbirimizi sevmek, inancımızın bir gereğidir. Birbirimiz için güzel şeyler dilemek de hem dinî, hem de insanî görevimizdir. Birbirimizi sevmenin, en önemli reçetesi ise selâmlaşmadır.
Selâmı vermek sevmeye; selâmı yaymak, selâmlaşmak, sevgiyi topluma yaymaya vesile olur.

Selâmlaşan iki insan arasında; sevgi, saygı, kaynaşma canlanır ve büyür. Bir selâm, bir güler yüz, iletişimin altın anahtarı olur. Selâm, konuşmanın önünü açar: “önce selâm” verilir “sonra kelâm’a/söze geçilir. Atalarımız, “önce selâm, sonra kelâm” demiyorlar mı?
Dünyevî hiçbir kaygı gütmeden, belki hiç de tanımadığımız bir insana, “Allah’ın selâmı üzerinize olsun!” demek, ne güzel bir dilek, ne güzel bir duadır!

İnsan verdiği selâmla,  selam verilen insana bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla,dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır . Yüzler tebessümle daha bir güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.

Günümüz de yoğun bir tempo ile yaşıyor, selâma, konuşmaya, hatır sormaya, ziyarete gitmeye vakit ayıramıyoruz.

Mutlulukların paylaşıldıkça artacağını, dert ve sıkıntıların ise azalacağı gerçeğinin farkına varamıyoruz. Bu durum bizi strese, sıkıntıya sokuyor, sinirli çekilmez bir hâle geliyoruz. Kendimizle barışık olmayınca, kendimize ve ailemize, çevremize sıkıntı verir hale geliyoruz.

Bu olumsuz tabloyu sağlıklı kılacak şifre; selâmdır. Selâm, sevgi, saygı ve insanlığın anahtarıdır.

İnsanı insana yakınlaştıran, sevdiren, saydıran, anlaştıran şifreli kelime "selâm" dır. Bu şifreli kelime, ilişkilerimizi ısıtacak, dostluk, kardeşlik kapılarını açacak, bizi daha olgunlaştıracak ve mutlu bir insan kılacaktır.

Bunun için " ÖNCE SELAM, SONRA KELAM" şartını unutmayalım.

Mustafa Yolcu
17.10.2017

14 Ekim 2017 Cumartesi

AZMİ MİLLİ İLKOKULU- İSMAİL BEŞİKCİ



AZMİ MİLLİ İLKOKULU- İSMAİL BEŞİKCİ
( İSMAİL BEŞİKCİ abinin bana yazdığı yazıyı aynen yayınlıyorum)


Merhaba Mustafa,
Selamlar, sevgiler…
Azmimilli İlkokulu ile ilgili yazını dikkatle, heyecanla okudum. Yazı çok ilgimi çekti. Ben de Azmimilli İlkokulu’n da okudum. Bununla ilgili duyguların düşüncelerimi kısaca belirtmek istiyorum.
1946 yılında okula başladım. O zaman Azmi milli İlkokulu tek katlı bir okuldu. Çarşı içinde, İskilip-Çorum yolunun sol tarafında yer alıyordu. Azmi milli İlkokulu ve Ortaokul aynı bahçeyi kullanıyordu. Okulun hemen yanında, alt tarafı Cezaevi, üst katı Karakol olarak kullanılan bir yapı vardı. Yolun sağ tarafında, bu yapının hemen karşısında, Park’ın bir köşesinde Hükümet Konağı yer alıyordu. Hükümet Konağı çok görkemli, iri bir yapıydı. Odalar çok büyüktü. Tavanlar çok yüksekti. İkinci kata çıktığımız zaman, kendimizi gökyüzüne çıkmış gibi hissederdik. Park’ın bir köşesinde de çeşme vardı. O zaman park çok güzeldi.


Dikkat ettim, sen bu tek katlı okulu anlatmıyorsun. Bu okul yıkıldıktan sonra, Bahabey Mahallesi’nde çok katlı, yeni bir Azmi Milli İlkokulu yapıldı, kanımca, onu anlatıyorsun…
İki ay kadar önce vefat eden Yaşar Çizikçi, Yusuf Zontur sınıf arkadaşlarımdı.  Ahmet Namlı, Hüseyin Güler, Ahmet Kazez, Mürsel Kazez,  arkadaşlarımdı. Mürsel ağabey bizden biraz büyüktü ama bizimle aynı sınıfta okuyordu. Mürsel Ağabey, sık sık okuldan kaçardı. O zaman devamsız olan çocukların babalarını, çocuklarının devamsızlığı yüzünden cezaevine koyarlardı. Bizim mahalleden, İsmail Çorsuz da sınıf arkadaşımızdı. O da sık sık okuldan kaçardı.  Bu yüzden Bekir emmi de birkaç kere cezaevine konulmuştu. Evleri kalenin eteğinde, Kadınlar Hamamı’na, (Deri Hamamı) yakın olan bir Ahmet Namlı daha vardı. ‘Halil ustalardan Ahmet… Öğretmendi. O da sınıf arkadaşımdı. O’nu yıllar önce kaybetmiştik. Evleri Kale’nin eteğinde ve Deri Hamamı’na yakın olan, Hacı isimli bir arkadaşımız daha vardı. Hacı’yı da yıllar önce kaybetmiştik. Hacı’nın ablası Türkan da benim ablam Satı’nın sınıf arkadaşıydı. Onların öğretmeni Mehmet Kısar’dı. 
Azmimilli İlkokulu’nun üç köşesinde sınıflar vardı. Dördüncü köşede de tuvalet bulunurdu. İki sınıf salonu daha vardı. Onlar da köşelerdeki salonlara bitişikti. Taban tahtaları iyi döşenmemişti. Tahtalar arasında bazan üş-beş santim ırıklar olurdu. Kalemler, silgiler sık sık düşer bu ırıklardan bodruma kaçardı. Bordum da kırık masalar, kırık dolaplar, evrak dosyaları karmakarışık bir şekilde, birbirleri üzerinde, birbirleri arasında dururdu. Okulun kalfası Kamil ağa, bodruma düşün kalemleri silgileri arar ama çoğu zaman bulamazdı. Bizlere, “kaleminize, silginize iyicene mukayyet olun, bodruma düşünler bulunmuyor…’ derdi.  Buna rağmen kalemler, silgiler sık sık, bu ırıklardan bodruma kaçardı. Bazan kitaplar, defteler bile düşerdi.
Mürsel Ağabey’i, İsmail Ağabey’i yıllar önce kaybetmiştik.  Ahmet Kazez’i, Ahmet Namlıyı da kaybettik.
Abdurrahman Ertürk, Nuri Coşkun sınıf arkadaşlarımdı. Abdurrahman’ın kız kardeşi Hanife ve Nuri’nin kız kardeşi Emine de sınıf arkadaşlarımdı. Üçünce sınıfta, öğretmenimiz İbrahim Kestek’ti. İbrahim hoca, Nuri’nin ve Emine’nin dayısı olurdu. Abdurrahman ve Nuri, sınıfta kız kardeşleriyle aynı sırada otururdu. Nurigil’in evleri kaleye çıkarken çeşmenin hemen yanındaki evdi. İbrahim hoca da, Abdurrahman’da, Nuri de vefat etti. 
Sınıfta ben Ahmet Namlıy’la birlikte otururdum. Arkamızdaki sırada, Ahmet Kazez’le Mehmet Bocu birlikte otururdu.
Fazlı Helvacı, Mehmet Şekerci, Mehmet İnce,  Mehmet Bocu sınıf arkadaşlarımdı. Bu arkadaşların bazılarının okul numarası da aklımda. Çok bilmişlik etmeyeyim diye bunları yazmayayım Mustafa… Ama Mehmet Bocu’nun numarasını yazmak durumundayım.  Çok daha sonraki yıllarda, İskilip’de, mahallede, çarşıda, pazarda karşılaştığımız zaman, kendisini hep  ’45 Mehmet Bocu’ diye tanıtırdı. Mehmet Bocu, 1950’lerde, çıkrık yapımı üzerinde çok ustalaşmıştı. Kadınlar, çıkrıklarının Mehmet Bocu’ya tamir ettirirlerdi. O zamanlar, çıkrık kıl eğirmekte kullanılırdı. Kanımca, Bocular’dan kimse kalmadı. Mehmet de, ağabeyleri Ahmet ve Osman ağabeyler de çoktan vefat ettiler. Yıllar önce, Osman ağabeyin eşi Sultan ablayı görmüştüm. Dilerim çocuklarıyla, torunlarıyla mutlu olarak yaşıyordur.
Mehmet Şekerci, Mürsel ağabeyin ve Ahmet Kazez’in dayısı olurdu. Mürsel ağabeyden küçük, Ahmetle yaşıttı. Mehmet Kazez emmi, eşi, Mürsel ağabeyini ve Ahmet’in öz anaları vefat ettikten sonra, Mehmet Şekerci’nin ablası ile evlenmişti.
Bizim mahallede üç Mehmetler vardı.  Üç Mehmet de hızarcıydı. Zebil’in Mehmet, Kazez’in Mehmet, Karabıyıkların Mehmet… Üçü de hızarcıydı, birlikte çalışırlardı. Bizim mahallede üç Mehmetler daha vardı. Kara Mehmetler, Ak Mehmetler, Sarı Mehmetler… Üçü de farklı işler yaparlardı. Kara Mehmetler, yukarıda belirttiği gibi hızarcıydı. Ak Mehmetlerden Mustafa emmi, at arabası sürerdi. Sarı Mehmetlerden Mehmet Ağabey, İskilip-Ankara ve İskilip-Çorum arasında yolcu taşıyan, otobüs işletmesinde çalışırdı.
Mustafa Çalık sınıf arkadaşımdı. Mustafa ağabey bizden biraz büyüktü. Aynı zamanda benim teyzemin oğluydu.  Çok yaramaz, feşel bir çocuktu. Sık sık Ulaş Tepe’deki, Yukarı Taslı’daki eve, teyzeme giderdim. Evin ikinci katında, çardağın üzerindeki tavan iyi döşenmemişti. Tahtalar arasında çok büyük mesafeler vardı. Bir gün çatıda, oynarken, Mustafa ağabey, beni koltuklarımdan tutup çardağa doğru sallandırmıştı. Gürültü üzerine teyzem yetişmiş, bana bir şey olacak diye çok korkmuştu.  Bağırıp çağırmalar üzerine beni tekrar yukarı çekmişti. Mustafa ağabeyin küçük kardeşi Mehmet çok sakin bir çocuktu. Bizlerden epey küçüktü.
Mustafa ağabey de okuldan sık sık kaçar, okula geldiği gün, öğretmenin, “oğlum neden okula devam etmiyorsun, neden hep geç kalıyorsun” sorularına muhatap olmamak için gizlice, pencereden girer, sınıfın arka taraflarında bir sıraya otururdu. Bir gün o pencereden girerken İbrahim Kestek öğretmen de sınıfa giriyordu. Ve O’nu gördü. ‘Oğlum, neden normal kapı dururken pencereden giriyorsun’ demişti…  O zaman, pencere ‘Kilci Hamdigil’in bahçesine bakıyordu. Bahçede, pencereye yakın bir yerde zerdali ağaçları vardı. Bahçe biraz haraptı. Bahçenin duvarları vs. yoktu. 
Mustafa ağabey de okuldan sık sık kaçardı. Ama bu yüzden Ali eniştenin cezaevine konulduğunu hatırlamıyorum.  Ceza işlerini herhalde, başka yöntemlerle hallediyordu. Ali enişte o zamanlar,  İskilip’te tek otel olan Yıldız Oteli’nin hem sahibiydi, hem işletmecisiydi. Ali Çalık enişte, 1940’larda, başka nedenlerden dolayı,  Çorum Cezaevi’nde kalmış, Kemal Tahirle de tanışmış,  aynı koğuşta kalmış bir kişiydi.


İlkokulun ilk üç yılını 1946-1949 arasında Azmi milli İlkokulu’nda okuduk. 1949 eğitim yılı başlarında, yukarıda da bazılarının isimlerin bildirdiğim arkadaşlarla birlikte Misakı Milli İlkokulu’na gönderdiler. Son iki yılı orada okuduk. 1951 yılında Misakı milli İlkokulu’ndan mezun oldum. 


Ağabeyin Yaşar’la ilgili olarak da biraz konuşmak istiyorum Mustafa. Ahmet dedemin ikinci eşi Şerife ananın Hatun isminde bir kızı vardı. Bizlerden, ablam Satı’dan da biraz daha büyüktü. Benimle ablam Satı’dan daha çok ilgilenirdi. Şerife ananın ilk evliliğinden olan bir kızıydı. Bizim evde, onların kaldığı odanın rafında Billur Köşk Masalları isminde bir kitap vardı. Kapağı falan olmayan, hatta ilk 20-30 sayfası kopmuş bir kitaptı. Yırtık-pırtık bir kitaptı. Her sayfasının başında Billur Köşk Masalları yazıyordu. Hatun abla o kitaptan masallar okur, bana da anlatırdı. 1943, 1944, 1945 yılları. Masal dinlemek çok hoşuma giderdi.
Ali Erdoğan’ın anası Emine abla ve İsmail Çorsuz’un anası Rahime abla da kış gecelerinde masallar anlatırlardı.  Akşamları bir komşunun evinde toplanılır, hedik pişirilirdi. Kuru yemişler yenirdi. Elektriğin henüz olmadığı yıllar… Sokaktan öbür sokağa çıraların alevinde gidilirdi. Ben de dinlediğim bu masalları, daha sonraki yıllarda, sokaktaki arkadaşlara anlatırdım.  Arkadaşlar, bu masallara pek kulak asmazlardı. Ama Yaşar, hayranlıkla, ilgiyle dinlerdi. Sokakta, mahallede her karşılaştığımızda ‘İsmail ağabey, bir masal anlat…’ derdi. Yaşar’a çok masallar anlattım. 1950’lerin başları…


Mustafa ,senin yazın bende bu tür duygular, düşünceler uyandırdı . Daha anlatılması  gereken pek çok konu var. Umarım, onlara da sıra gelir.
Tek katlı Azmi Milli İlkokulu’nun,  sende fotoğrafı var mı Mustafa. Veya Metin Kalyoncu ağabeyde olabilir mi? Taş Mektep ’de,  beşinci sınıfta öğretmenimiz Ali Kınak’tı. Acaba senin yazıda adı geçen Ümit Uzel Ali hocanın oğlu mu?


İsmail Beşikci
13 Ekim 2017

 

12 Eylül 2017 Salı

12 EYLÜL DARBESİ VE SONRASI


12 EYLÜL DARBESİ VE SONRASI

Türkiye 27 Mayısı, 12 Mart muhtırasını, 12 Eylül’ü, 28 Şubat, 15 Temmuz darbe ve darbe teşebbüslerini yaşadı. Bu olaylardan sonra hapishanelere doldurulan binlerce insanı, bunlara yapılan sayısız işkenceleri darbe teşebbüsü sırasında öldürülen yüzlerce insanımızı unutmadı.

12 Eylül sonrası Mamak ceza evine konularak altı yıl boyu hapis yatan,  işkenceleri yaşayan çilekeş bir insanımız, şunları anlattı:
“Bize her gün sistematik olarak işkence ettiler. Günlük en az 40 cop yiyorduk. Filistin askıları, elektrik şokları, kafes olayı vb. işkenceler.

İşkence sırasında diyorlardı ki-” Bizi Türkeş azmettirdi diye ifade verin yeter. Bizde sizi hemen serbest bırakalım.” Bir arkadaşımız dahi, bütün işkencelere rağmen böyle bir ifade vermedi.

Dayak yiyip koğuşa gelen arkadaşlarımızın, acıdan inlemesi ses çıkarması yasaktı. Koğuştan inleme sesi duyarlarsa; ses çıkaran arkadaşı koğuşun önüne çıkararak, ortalarına alıp copla dövüyorlardı. Bizde gelen arkadaşımızın sesi duyulmasın diye üzerine battaniye örtüyorduk.

Yemek için sıraya giriyorduk. Sırada beklerken, yanımızdan geçen gardiyanlar bizi coplayarak yürüyorlardı. Yemek alma sıramız gelince “ Ahmet Güneş Ankara. 3. Koğuş, 5. Ranza yemek almaya hazırdır komutanım. Karşıdan bağırıyorlar” Ne dedin duymadım lan.”  Bizim adımız lan, onların adı komutan. Böyle birkaç kez tekmilden sonra hakaret duyarak, yemeği alabiliyorduk. Yemeklerin içinden genellikle taş çıkardı.

Zorunlu banyo ihtiyacını, kışın bile dışarıda soğuk su ile yapıyorduk. Amaçları, hastalanıp ölmemizdi.

Hapishaneye gönderilen askerler, birliklerinden özel olarak seçilmiş, sadist yapılı insanlardı. Bunlar özel olarak işkence yapma eğitiminden geçirilmiş, bizim bu vatanın düşmanı olduğumuz şeklinde şartlandırılmışlardı. Bazı askerler bizi coplamak istemediğinde, başındaki komutan onu copla dövüyordu.

İşkenceden ölen, askıda beli kırılan, sakat kalan arkadaşlarımız oldu. İşkence görmenin sağcısı solcusu olmadı. Herkes aynı muameleye tabi tutuldu.

İranlı bir Azeri de bizim koğuşa atıldı. Ona 30 adet marşı yarına kadar ezberleyeceksin demişler. Adam gece gözünü kırpmadı, az ışıklı lambanın altında sabaha kadar marşları ezberledi. Sabahleyin koşar adım ile cop yiyerek toplanma alanına geldik. Bu Azeri’yi çağırdılar. Koşarak gardiyanların karşısına gitti. Şu marşı oku diyorlar,  söyledikleri bütün marşları okuyunca-“ Aferin böyle adam ol.” dediler. Bunun üzerine Azeri” Vallah komutan, siz İran’da benim elime düşerseniz, size bir gecede Kuranı ezberlettiririm.” Dedi.

Konuşurken gardiyanların yüzüne bakmak yasaktı. Göz göze gelirsek copu yiyorduk. Devamlı havaya bakmamız isteniyordu.

Darbe mantığı bu işte. 15 Temmuz darbesi gerçekleşseydi yapılacak olanda bunlardı. Konuşmalar kayıtlara geçmiş, toplantılar yapılmış, planlar hazır ama Allah onlara bu fırsatı vermedi.

Milletimizin açıkça farkına vardığı gibi, darbelerin arkasında Amerika ve diğer ülkeler bulunmaktadır. Amaç, darbe yapılan ülkeyi yeniden dizayn etmek kendi istedikleri kuralları kabul ettirmektir. Bununla da kalmayıp, bankaların içini boşaltıp ülke ekonomisini sorunlu hale getirmektir.
Ülkemiz bundan sonra, darbelerle anılan ülke olmasın. Analar ağlamasın. Gelişme düzeyimizi daha ileri seviyelere çıkaralım


Mustafa Yolcu – 12.9.2017

29 Ağustos 2017 Salı

TERÖRLE MÜCADELE DE HATALARIMIZ

TERÖRLE MÜCADELEDE HATALARIMIZ

Türkiye büyük bir terör batağına sokuldu. 37 yıldır devam eden PKK- PYD-DHKP-C- terörünün yanına FETÖ- IŞİD terör örgütü de katıldı.

Bu durum terör olaylarını büyütüp, yaygınlaştırdı. Türkiye 1999’a gelindiğinde, PKK terör örgütünü arazide askeri anlamda yenmiş, topraklarımızın dışına çıkarılmasını sağlamıştı. Ancak siyasi iktidarlar, terörle mücadelenin diğer alanlarındaki tedbirlerini almadığından, terör olayları daha da büyüyerek yurdumuzu sardı.

Yıllardır terörle mücadele içinde olmamıza rağmen, her seferinde aynı hataları yapıp, terörün büyümesine ortam hazırlarken, içi boş slogan ve konuşmalar ile uygulamaya geçmeyen günlük karar ve düşüncelerle olaylar geçiştirildi.

Özellikle 2003 sonrası dönemde terör örgütünün, sözde ateş kes oyalaması ile yoğun bir terör dönemi yaşadık. 7 Haziran seçimleri sonrasında başlayan terör döneminde, öldürülen terörist sayısı, hayatını kaybeden siviller ve şehit sayısı bakımından, en büyük terör döneminin yaşandığı ortadadır. Terörle mücadelede üstünlüğü ele alamamak, ateşkes gibi aldatmaca girişimlerin ABD- AB ülkeleri ve diğer dış güçlerin güdümündeki sivil toplum örgütlerinin girişimlerinin neticesiydi.

Terörle mücadelede sürekli zemin kaybettik. Önceleri terörle tek başına mücadele eden Türkiye, sonra ABD, AB bilahare Irak, sonra Iraklı Kürt gruplar terörle mücadele uygulamasına dâhil edildi.  Çözüm süreciyle de terörü yaratan, terörün nedeni terör örgütünün bizzat kendisi terörle mücadelede ortağımız oldu.” Çözüm sürecini de eski bir MİT Müsteşarımız, hükümete kendisinin tavsiye ettiğini bildirdi.”

Terörle mücadelenin uzun zaman alacak ve hiç bitmeyecek bir süreç olduğunu unuttuk.
Terörle mücadeleyi, ülkemizin gündeminde öncelikli yere oturtamadık, AB’ye giriş sürecinde olduğu gibi, terörle mücadeleye zarar verecek düzenlemeler ve gerçeklerin göz ardı edilmesiyle, terörle mücadelede boşluklar ve zafiyet meydana geldi.

Sorunun gerçek kaynağını, boyutunu, kapsamını, nereden gelip nereye gittiğini zamanında tam olarak ortaya koyamamak ve örgütle mücadele edilecek harekât alanının belirlenmemesi sorun yarattı,
Sorunun temelinde “dış desteğin” ana belirleyici unsur olduğunu geç fark ettikten sonra da, çözüm için sorunun ortaya çıkmasına destek veren ülkelerle işbirliğine muhtaç duruma düşmek, onlara büyük umutlar bağlamak zafiyetine düştük.

Diğer alanlarda olduğu gibi, terörle mücadelede kullanılan imkânlarda “araç, gereç, silah, mali kaynak gibi” da dışa bağımlılıktan kurtulamamak (istediğin silahı/teçhizatı parasını da versen alamamak, silahlarını kullansan insan hakları bahanesiyle zor durumdaki ekonomi için kredi alamadık), acil ihtiyaçlarımız için yerli - milli savunma sanayi üretiminde ısrar etmedik.

Terörün dış desteğini engelleyememek, yurt içi desteğin artmasını önleyememek, bu bağlamda teröre özellikle yurt içinden verilen ekonomik, finansal, siyasi desteği kesememek, bunları yapanlara kesin ve sert yaptırımlar uygulayamamak.

Terörist ile halk ayırımını yapamamak ve mücadelenin halk ile değil, terörist ile yapıldığını anlatamamak.

Terörle mücadeleyi her şeyden bağımsızmış gibi yürütmek, terörün Türkiye ve dünya genelindeki yerini, etkisini, rolünü göz ardı etmek “terör örgütlerinin ülkeler tarafından bir manivela olarak kullanılmakta olduğunun farkına varamamak”

Terörün bir dış politika aracı olarak kullanılmakta olduğunu fark etmemek, Türkiye’ye karşı terörü kullananları deşifre etmemek, caydırıcı olamamak.

Terörle mücadelenin, sadece askeri tedbirlerle önlenebileceğine inanmak. Konunun siyasi, sosyal, ekonomik, idari, hukuki, diplomatik, istihbarat, bilgi harekâtı boyutlarını ihmal etmek.

Terörle mücadeleyi, merkezi bir örgütlenme ile yapmamak. “terörle mücadele konusunu merkezi olarak planlayacak, organize edecek, istihbarat, bilgi toplamasını paylaşımını yapacak, tekrarları önleyecek bir yapı kurmamak”.

Terörle mücadele unsurlarını, uygun teşkilat ve modern teçhizat ile donatmamak. Uygun eğitimi verememek, bu unsurların faaliyetlerini destekleyecek hukuksal alt yapıyı oluşturamamak. Var olan hukuki yapıyı, güvenlik güçleri aleyhine bozmak.

Keskin hiyerarşik yapıya sahip terör örgütünün dağılmasına en büyük etken olacak, lider kadroya yönelik operasyonlar yapmamak.

Terörist elebaşının 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinin, terör örgütünün dağıtılmasından çok, PKK terörünü siyasallaştırmak ve Türkiye’nin terörle mücadelesini zafiyete uğratmak üzere bir Truva atı rolünde Türkiye’ye teslim edilmiş olduğunu anlayamamak,

Bütün bu saydıklarımız, terörle mücadele de ülkemizin hataları oldu. Terörü bitireceksek bu hatalardan uzaklaşmalı, her türlü terör yuvasının içine girip dağıtılmalıdır.

Mustafa Yolcu

22 Ağustos 2017 Salı



UÇMAYAN KARTAL

Ankara’da Belediye otobüsü ile yolculuk ederken, yanımda bulunan kişi ile sohbete başladık. Oradan buradan konuşurken, yol arkadaşım bir konu anlattı.
Hayvanat bahçesine iki adet kartal alırlar. Kartalın birisi uçar, daldan dala konar. Diğer kartal ise, pineklediği dalda durur. Ne yaptılarsa bu kartalı uçuramazlar. Kartal uçmayınca kartalın hasta olmasından, kanadının kırık olmasından endişelenirler.

Çareyi, kartalı aldıkları yeri arayıp, sormakta bulurlar. Kartalı aldıkları yere “ – Aldıkları kartalın birisinin bir dala pineklediğini, ne yaptılarsa da kartalı uçuramadıklarını, çaresiz kaldıklarını.” bildirirler. Konuştukları kişi -“ Kartalın pineklediği dalı kesin” der. Başka çareleri olmadığından, umutsuzca dalı keserler. Dal kesilir kesilmez, kartal uçmaya başlar. Sorun da biter.

Bunu anlatan kişi, bu olaydan ne anladınız diye bana sordu. Bende- “ Bazen dalımıza birileri konuyor. Ne yaparsak, bu birilerini uçuramıyoruz. Hem kendisi sorunlu oluyor, hem de bize sorun yaratıyor.” Dedim. Evet, doğru dedi.

Bu dalımıza konanlarla ne yapacağız?  Bunları nasıl uçuracağız. Gün geçiyor. Gençlik elden gidiyor. Akranları ev bark olup, ev geçindirirken, bazı kuşlar dalımız da pinekleyip duruyor.
Tabi hatanın büyüğü, biz ebe beyinler de. Onlar yavru iken, onlara sorumluluk vermedik. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmedik. Onları suya atıp, yüzmesini öğretmeliydik.

Küçükken çarşıya çıktığımda, zengin bir ailenin çocuğunu görmüştüm. Eline ayakkabı boyama sandığını almış-  “ Boyacı, ayakkabınız boyanır, parlatılır.” Diye bağırarak, çarşı da dolaşıyordu. Yanımda dayım vardı, ona sordum-  “ Dayı bunlar zenginler, bu niye ayakkabı boyuyor?”  Dayım cevaben- “ Babası ona hayatı anlaması için, ayakkabı boyacılığı yaptırıyor.” Demişti.
Ebe beyin önlerinden gidince, mecburen uçmaya çalışıyorlar. Başarıyorlar veya yere çakılıyorlar. O zaman yanlarında kendilerini tutup kaldıracak kimseyi de bulamıyorlar.

ÇOK İSTESENDE İNADIN OLMAZ,
TAKDİRDEN ÖTE MURADIN OLMAZ,
O UÇURURSA, SENİN KANADIN OLMAZ,
UÇMAYI KUŞUN KANADINDAN MI SANDIN!

Yıllar evvel, zengin bir ailenin çocuğunu tanıyordum. Bir baltaya sap olmuyor, okumuyor, sanat öğrenmiyor, gününü gün ederek boşa vakit geçiriyordu. Ailesi oğullarını evlendirdiler. Acaba adam olur muydu?
Nafile evine içkili gidiyor, hanımını da annesini de dövüyordu. Bu arada babası öldü. Babadan kalan malları içki, kumar ile yiyordu. Babadan kalan malları da yiyip bitirildi. Sıra annenin mallarına geldi. Annesini döverek elinden mallarını alıyor, eviyle ilgilenmiyordu. Bu sıkıntılara dayanamayan eşi, çocuğunu alıp baba evine gitti.  Kısa bir süre sonra annesi de vefat etti. Artık başkalarının verdikleri ekmekle hayatını sürdürüyordu.

Memlekete gittiğim de, birlikte gezdiğimiz arkadaşım belediyenin temizlik işçisine göstererek- “ bunu tanıdın mı”  ? diye sordu. Bana sorulan kişiyi önce tanıyamadım. Dikkatli bakınca “ zengin ailenin adam olmayan çocuğunu “ tanıdım. Hayat bu işte. İnsanı vezir de ediyor, rezilde ediyor. Ama bu şanslıydı. Belediyede iş bulmuş, gözünün önüne bakarsa geçinir giderdi.

Allah tüm evlatlarımıza yardım etsin. Başarsınlar, taşı sıkınca suyunu çıkarsınlar. Hem kendilerini, hem de ailelerini mutlu etsinler.

Mustafa Yolcu- 20.08.2017