10 Temmuz 2013 Çarşamba

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 3


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -3  

KIRK GAZİLER KAHRAMANI YÜZBAŞI NURİ VEYSİ 

Kırk gaziler kahramanı, muharebede ateş altında gösterdiği cesaret ve soğukkanlılığı son bir tehir olarak beklerken, cihan harbini kapayan acıklı ve sürekli geri çekilme başlamıştı. Nuri Veysi, Musul’u tahliye eden son kıtaya komuta ediyordu. Düşman, anlaşma hükümlerini dinlemeyerek devamlı ilerliyor. Hırs ve tama bürümüş gözleriyle, bu güzel yurdun neresine ulaşabilirse oraya kadar gitmek istiyordu. Kahraman Yüzbaşı, Zahoyu’da tahliye ederek çekilmek emrini almıştı. Düşman memurları Zaho’da ki cephane ve yiyecek depolarına el koymuşlardı. Saçı bitmedik birçok yetimlerin varını, yoğunu vererek sırf vatanı kurtarmak için, meydana getirdikleri bu yığınların düşman eline geçmesi; Nuri Veysi gibi bir Türk subayının kolay hazmedemeyeceği bir işti. Bunun için cephane ve yiyecek stokunu geriye taşıttırmıştı. Sabahleyin, hiçbir şey yokmuş gibi tabur yoluna devam ettiği zaman, düşman süvarisi de kasaba’ya yaklaşmış bulunuyordu. Nuri Veysi, taburunun kasabayı terk etmesini bizzat takip ediyor ve taburunun sonunu almaya çalışıyordu. Bu sırada yanına yaklaşan düşman; taburundan ayrı düşmüş bu aslana aç bir kurt gibi saldırdı. Yüzbaşı Nuri, keskin bakışlarında parıldayan intikam ateşi ile dolu nefret hislerini, kendisini bağlamak için yanına yaklaşan düşmanın suratına indirdiği sert bir kırbaçla cevap verirken, önünde kendisi için hazırlanmış olduğunu bildiği otomobile doğru yürüdü. Mert bir asker tavrıyla:

-      Nereye gitmemi istiyorsunuz? Dedi.

Düşman subayları bir tek cevap veremediler ve otomobil son süratle Musul’a doğru yollandı. Nuri Veysi, hiç beklemediği bu akibet; ona pek ağır gelmişti. Fakat o, yeni bir kahramanlık yaratmak için bu fırsattan istifade etmesini bildi.  

Düşman divani harbi onu; idam, işkence tehditleri altında günlerce rutubetli ve ışıksız hücresinde bir lokma ekmekle beyhude yere tehdide çalıştı. Günlerce mahkeme etti. Divanı harp reisinin mağrurane sorularına vakar ile cevap verdi. Onlara; “ ben vazifemi yaptım, sizde vazifenizi yapınız.”diyerek kati sözle cevap veriyordu. 

Kırk kişi ile imamı Muhammet’te sekiz tabur düşmana mukavemet eden ruh, şerefli bir vazife için ölümden kaçarmı? 

Bu sarsılmayan demir külçesinin karşısında, mağrur düşman hâkimleri bile gerilediler. Şimdi ona; para nişan rütbe vaadiyle aldatmaya çalışıyorlardı. Nuri Veysi para teklifine, boş kesesini, nişan vaadine yaralarını, rütbe vaadine de omuzlarındaki yıldızları işaret ederek;

-      “Gölgesinde çalıştığım bayrağa ihanet edemem bay hâkim; her şeyden önce, bir Türk subayı olduğumu unutmayınız” diyordu.

Divanı harp reisi bu fevkalade kahraman önünde hürmetle eğilerek takdirle elini uzattığı zaman. 

“Ben düşmanın elini sıkamam, henüz sulh olmamıştır.” Cevabı ile karşılaştı. Kırk gaziler menkıbesini tarihe mal eden bu kahraman ve mütevazı Türk subayı, idam sehpalarının gölgesinde bile ondan daha ulvi bir kahramanlığa örnek olmuştur. Yüzbaşı Nuri’nin bu cevabı ile idam sehpasına sürüklendiğini zannetmeyiniz. 

Kahramanlık yalnız dostun değil, düşmanın bile takdirine mazhar olur.  

5 Temmuz 2013 Cuma

TARİHİN İBRET SAYFALARI- 2


TARİHİN İBRET SAYFALARI- 2 

FİLİSTİN- 2 

Esirler sayılacak. Herkes tel örgünün dışına çıksın. Hepimiz güçlükle tel örgünün dışına çıkarak tek sıra olduk ve birer birer içeri girmeye başladık. Sayım bitmiş ve kendimizi çölün sıcak kumları üzerine bırakmıştık ki, tercümanın sesi tekrar duyuldu:  

-      Aranızda iki tane kaçak var. Tekrar sayım yapılacak, hepiniz tel örgünün dışına çıkın.

Oysaki hepimiz tamamdık. İçimizden kimse kaçmamıştı. Buna rağmen İngilizlerin, bize eziyet etme maksadı ile çıkardıkları bu yalanla, tekrar tel örgü dışına çıkmaya mecbur kaldık. Bu defa sayım tamam çıktı. Artık geceyi rahatça geçireceğimizi tahmin ederek olduğumuz yere çöktük. Fakat tercümanın sesi tekrar duyuldu.  

-      Esirler tel örgünün dışına çıkacak, hepsine yiyecek dağıtılacak!

Homurdanarak yerlerimizden güçlükle kalktık. Tel örgüden içeri girerken kapıdaki İngiliz subayı, hepimize birer baş acı soğan verdi. Güya İngilizler esirlerine yiyecek dağıtıyorlardı. Açlığa tahammülü kalmayan arkadaşlarımız, bu soğanı yedikleri takdirde susuzluktan kıvranacaklardı. O anda aklıma Arıburnun’da esir aldığımız İngiliz askerleri geldi. Birçoklarını ağır ağır yürüterek, yürüyemeyecek derecede bitkin olanlarını da sırtımızda taşıyarak, şefkatli sıhhiyelerimize teslim etmiştik. Hepsi muayeneden geçirildikten sonra, ağır yaralı olanlar revir çadırında bakıma alındı. Hafif yaralılara pansumanları yapılarak, bizim yediğimiz mercimek çorbasından birer tas verildi. Hatta hiç unutmam; tayınla mercimek çorbasını bitiren bir İngiliz esiri, eliyle sigara işareti yapınca Kirmastalı Yusuf belinden çıkardığı tütün kesesini İngiliz’in önüne atarak: 

-      “Sende kalsın, ben başka yerden bulurum”, diye Türk nezaket ve

Misafirperliğinin en güzel örneğini vermiş oldu. Bizim bu iyi niyet ve insani hareketimize karşı, İngilizlerin aç ve sefil olan bizlere kuru soğan vererek alay etmesi, aramızdaki farkı göstermesi açısından dikkat çekicidir.   

Özet olarak diyeceğim ki, bize yapılan bütün bu eziyetli davranıştan sonra çadırlarında viski, soda, havyarla zevki sefa yapan İngilizler; bize verdikleri birer baş acı soğanla açlığımızı gidermek ve susuzluktan yanmak, azap çekmek için bu oyunu oynamak adiliğinde bulunmuşlardı. Bir an düşündüm. 137 kişilik kafilemizin çoğunluğu binbaşı, albay rütbesinde olduklarından oldukça yaşlı idiler.   Ben ise 22 yaşında olmama rağmen etleri dökülmüş bir iskelet halinde idim. Kendimle kıyaslama yapınca, onların ne derece fazla azap çektiklerini takdir ettim. Fakat buna rağmen hiçbirisinin metanetini kaybetmeyişi ve olayları tevekkül ile karşılayışlarına da gıpta ettim. 

Vücutlarımız yorgunluğunu almadan sabah oldu. Ermeni tercümanın sesi ile uyanıp tek sıra oluyoruz. İngilizler ne tuvalet imkânı veriyor, nede bir yudum su. 

Tekrar yola çıkıyoruz. Güç hal ile kum çölü içinde ilerlemeye çalışıyoruz. Nereye gittiğimiz meçhul. Nereye gidiyoruz, ne olacağız, nasıl öleceğiz bunları düşünecek kadar dahi derman ve muhakeme kalmadı hiçbirimizde. Aç, susuz ve sefil bir halde kum deryası üzerinde ilerliyor, ilerliyoruz… 

Vakit akşama yaklaşırken nihayet bir istasyona geliyoruz. Yanımdaki kaymakam burada İngilizlerle savaştığından “ Gazze” diye bağırıyor. Burası Gazze. İngilizlere iki defa kötek attığımız meşhur Gazze.  

Çıplak vücutlu zayıf, sıska Araplar; İngiliz askerlerinin kamcısı altında demiryolu yapmaktalar. Kendi perişanlığımız, bunlara acımamıza mani oluyor.  

GAZZE ismi İngilizleri o kadar ürkütmüş ki, Osmanlılardan iki kere dayak yedikleri bu yeri bir türlü unutamıyorlar. Türkler burada çetin savaşlar yaparak İngilizleri perişan etmiş, iki defa Gazze semalarında Osmanlı sancağını şan ve şerefle dalgalandırmışlar.  

Nihayet trenimiz geliyor ve hareket ediyoruz. İkinci gün Süveyş kanalına geliyoruz. Bizi trenden bir kum vahasına indiriyorlar. Tercüman bizi sıralı safa sokarak soyunun diyor. Esasen üzerimizdeki paçavralar içinde, yarı giyinik yarı çıplak durumdayız. Neyi soyunacağız ki? Dipçik ve kırbaç darbeleri altında soyunuyoruz, ta ki anadan doğma oluncaya kadar. Bir elimiz önümüzde diğeri arkamızda, mukadderatımızı bekliyoruz. Etrafımızdaki İngiliz askerleri medeniyetten nasip almamış basit ve adi insanlar.

Tercümanın sesi tekrar kulaklarımıza kadar ulaşıyor:

-      Tek sıra haline geçin.

Vakur ve şerefli ordumun subayları, bu şekilde çırılçıplak olmaktansa ölmeyi tercih ediyorlar. İngilizler tek sıralı saf halinde bizi kum deryasının içine doğru yürümeye mecbur bırakıyorlar. 

Anlaşılan Çanakkale’de ve diğer cephelerde uğradıkları mağlubiyet ve hezimetleri, bir avuç Türk subayından çıkarmaya kararlı İngilizler. Yazık olmasın diye elbisemizi soydurarak çölde çırılçıplak öldürecekler. Fakat hiç birimizin yüzünde ölüm korkusu yok artık.  

Ölüm bizim ancak şerefimizi paklayacak. Bu alçalmayı çekmektense ölmeyi hepimiz istiyoruz.  

Kum sahada ellerimiz ayıp yerlerimizde olduğu halde ilerlemeye devam ediyoruz. Karşımıza dört tane İngiliz askeri çıkıyor, aralarında bir tanede fıçı var. İşaretle en önde yürüyenin fıçıya girmesini istiyorlar. Değerli bir arkadaşım güçlükle fıçıya giriyor. Başını fıçı içine sokmadığı için değnekle vurarak, başını da sokmaya mecbur ediyorlar. Hepimiz aynı suya giriyoruz. Fakat çıktıktan sonra günlerce sıcaktan kavrulmuş ve çatlamış olan yerlerimiz bu kükürtlü suyun tesiriyle yanmaya başlayınca, ayıp yerlerimizi saklamaya lüzum görmeden kumların içinde dört dönüyoruz. Allahın adi bir yaratığı olduğuna bu vesilelerle inandığım İngilizler ise, bu acınacak halimize sırıtarak gülüyorlar. 

Oradan tek sıra halinde, bir vagonun başına getiriliyoruz. Vagonun kapısını açan Araplar, elbiselerimizi tomar halinde dışarı fırlatıyorlar. İngilizler yine dipçik ve kırbaçla başımızda, tercüman ise:

-      “Çabuk giyinin” diye bağırıyor.

Bu çırılçıplak halden kurtulmak için elimize ne geçerse giymeye çalışıyoruz.

Pek tabi ki, hepimizin vücudu aynı olmadığından bazılarımıza dar gelen elbiseler, bazılarımıza bol geliyor. Acayip bir halde gelen ikinci trene binerek, Kahire’ye doğru hareket ediyoruz. Tercüman Kahire’ye gidiyoruz demesine rağmen trenimiz İskenderiye de duruyor. Trenden bizi indirerek, Seydibeşir denilen bir mahalle doğru sevk ediliyorlar. Seydibeşir, İskenderiye ye 6 kilometre mesafede ve deniz kenarında bulunan esir kampı. 

Bu birinci fasıl esaret hayatında geçirdiğimiz günlerin acı hatırası ile şu anda bile iliklerime kadar titriyorum. İngiliz askerinin esirlere karşı göstermiş olduğu gayri insani ve gayri ahlaki hareket, şu anda bile gözümün önünden gitmiyor. Ve Seydibeşer kampına getirilinceye kadar gördüğümüz muamele ile Şam’ın Mezra denilen o uğursuz yerinde şahit olduğum feci ve iğrenç manzaraları, ufak rütbeli bir subay olarak şiddetle telin ederken, takdiri büyüklerimize ve Türk tarihine bırakıyorum.  

Şahsen şu kanaatteyim ki: “Bir Türk askeri savaş sırasında esir olmaktansa; kanının son damlasına kadar savaşmalı ve düşman kurşunu ile şehit olmayı, esaret hayatına milyonlarca defa tercih etmelidir.” 

Bu yazı, Arma yayınlarının
Çanakkale Hatıraları adlı
Kitabından alınmıştır.

 

1 Temmuz 2013 Pazartesi

TARİHİN İBRET LEVHALARI- 1

TARİHİN İBRET LEVHALARI- 1

FİLİSTİN CEPHESİ- 1
Birinci Dünya harbinin son yıllarında idi. Ben 23. Alayın 1. Makineli tüfek bölüğünü kumanda ediyordum. Alayımız 48.Tümen kumandanı Asım Gündüz’ün emrinde, Filistin Şeria mıntıkasında İngilizlerle birçok muharebeler yaparak, altı aydır Şeria nehrinin gerisindeki sırtları tutuyoruz. Müttefiklerimizin teslim olduğu, İngilizlerin Filistin cephesinde başlarına Alenby namında eski bir kumandanın getirildiği duyumlarını alıyorduk. Düşmanın sağ yanımıza yaptığı saldırı neticesinde, bütün Filistin cephesinde geri çekilme hareketi başlamıştı.

İçinde bulunduğumuz durumun, harbin son safhası olduğu şeklinde yorumlanıyordu. 48. Tümenin, bulunduğu cephede hiçbir baskıya maruz kalmadan Şam istikametine geri çekilme emri alınmış, 23. Alayımız ise Alay kumandanı Ahmet Fuat beyin kumandası altında Şam’a doğru yürüyüşe geçmişti. Hâlbuki buradaki Türk Alayı, gerek kendi vatanımızı ve gerekse Osmanlı uyruğundan olan diğer toplumları korumak için gelmişti. Oysa Arap bedevileri bunu idrak edemeyerek, yaralılarımızın bile üstlerini soyarak öldürdükleri esefle görülüyordu. Şam’a geldiğimiz zaman caddeden geçen, geri çekilen Alman birlikleri havaya ateş ederek kamyonlar içinde ilerliyorlardı. Şam’da kısa bir moladan sonra, yolumuza tekrar devam ettik. Şam’ın sıcak iklimi içinde güneş adeta başımızı delercesine tepemize çökmüştü. Asker sıcaktan bitkindi. Alayımız ve diğer birlikler yürüyüş sırasında ikinci bir ateş tehdidi altında kaldık. İlk gördüğümüz manzara düşman birliklerinden gelen subayların bize seslenmeleri idi. Subaylar, silahlarımızı bırakarak teslim olmamızı istiyorlardı. Neticede bu durumu kabulden başka çare kalmadığını görerek teslim olup, diğer esirlerin bulunduğu yere götürüldük. Bizden önce esir düşenler müttefik birliklerine aittiler.

Sıcaktan bunaldığımdan bir kenara çekilerek, yorgunluğumu gidermek için uzanmıştım. Askerlerimizden birisi yanıma sokularak:

Kumandanım, dedi. Tümen kumandanımız Asım beyle, Alay kumandanımız Ahmet Fuat bey de buradalar. Bir zeytin ağacının altında esir olarak yatıyorlar. Hemen yerimden kalkarak yanlarına koştum. Kumandanlarım büyük bir ümitsizlik içinde idiler. Zaten hepimiz üzgün ve manen yıkılmış vaziyette idik. Fakat yinede cesaretimizi kırmayarak, kurtulmak ümidi içinde bulunuyorduk.

Burada geçirdiğimiz üç beş sıkıntılı günden sonra, kampta bulunan binbaşı rütbesine kadar yüksek rütbeli subayların adedi sorularak; kendilerinin başka bir yere nakledileceği söylenmekte idi. Yapılan bir sayımdan sonra kampta 136 subay olduğu İngilizlere intikal ettirildi. Bu durum beni fazlası ile üzmüştü. Her ne pahasına olursa olsun, kendime Binbaşı süsü vererek kumandanlarımdan ayrılmak istememiş ve onların kaderine kendimi severek ortak etmiştim.

Ertesi gün mevcudu bildirilen subaylar alınmak üzere, bulunduğumuz yere kamyonlar gelmişti. Bu kafilenin arasında bende vardım. Fakat tekrar sayım yapıldığı zaman, mevcudun 137 oluşu İngiliz kumandanı sinirlendirmişti. Sanki mutlaka benim bulunmam için alay kumandanını sıkıştırıyor, alay kumandanımız ise dikkatle beni süzerek “ Bize de mani olma, ne olur çık Sokrat der gibi içli bir bakış atıyordu.”

Ben bu tasarladığım planda muvaffak olmuştum. Zira meselenin üzerinde daha fazla durulmayarak, kamyonlara bindirilmiş, gideceğimiz yere hareket etmiştik.

Bir müddet sonra kamyonlar Taberiye gölü kenarında durdular. Burada hususi şekilde hazırlanmış bir kampa alındık. Tümen kumandanımız Asım Gündüz Bey ve Alay kumandanımız Ahmet Fuat Bey, açlıktan bitkin bir vaziyetteydiler. Naklimiz sırasında, kamyonlarda bulunan İngiliz askerlerinin erzak sandıklarındaki kuru peksimet kırıntılarını toplayarak, ceplerimi doldurmuştum. Bunları suyla ıslayarak kumandanlarıma ikram ettim. Çok sevinmişlerdi. Ama gelecek zaman için bir şey düşünemiyorduk. Tamamen burada açlığa susuzluğa terk edilmiş, kaderin hakkımızda kılacağı hükme boyun eğerek, beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yoktu.

Taberiye gölünün kenarında şafak yeni sökmüştü. İngilizlere hizmet eden Ermeni tercüman avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
- Esir subaylar, haydin kamyonlara binin.  
Bizi almaya gelen kamyonlardan birine binerek, öğleye doğru çadırlı bir ordugâhın bulunduğu mahalle geldik. Ermeni tercümandan öğrendiğimize göre, öğle yemeğini burada yiyecektik. Bir süre bekledikten sonra bizi sekizer kişi ayırarak, içimizden bir kişinin gelmesini ve yiyecek almamızı söylediler.

Erzak çadırına girdiğim zaman, içerdeki genç İngiliz askerlerine biraz taklit yaptım. İngilizler soğuk insanlar olmalarına rağmen, bazılarının da şakayı sever insan olduklarını daha önce öğrenmiştim. İngiliz bu hareketimden hoşlanmış olacak ki oda bana şaka yollu takıldı. Şakayı daha ileri götürmeden, işaretle karnımın çok aç olduğunu anlatmaya çalıştım. İngiliz yerden aldığı bir torbayı bana uzattı. Kaldıracak güçten yoksundum. Günlerce açlık ve sefalet çekmiştim. Fakat bir anda arkadaşlarım gözümün önüne gelerek, torbayı hemen kucakladım. Torbayı sırtladığım gibi doğru arkadaşlarımın yanına koştum. Torbayı açınca içinden, 10 okka kadar hurma çıkmasın mı? Hepimiz, günlerden beri aç midelerimizi bu nefis hurmalarla doldurma yarışına başladık. İkinci gidişimde erzak çadırında yine İngiliz vardı, biraz taklitten sonra bu defa bana bir torba kuru üzüm vermek lütfünde bulundu. Bu üzümlerden çok az kısmını yedik. Diğerlerini bu ziyafetten mahrum kalan arkadaşlarımızla gizli olarak, avuç avuç paylaştırdık.

Yemekten sonra bizi yola çıkardıkları zaman, yediğimiz hurma ve üzümün tesiri ile susamaya başladık. Fakat hiç suyumuz yoktu. Bir ara keşke hurma, üzüm yemeyip, diğer arkadaşlarımız gibi kuru peksimet yeseydik diye hayıflandık. Yol uzadıkça susuzluğumuz artıyor, bazı hayvan izlerinde tesadüf ettiğimiz bulanık sularda hararetimizi söndürmeye çalışırken, bizi takip eden İngiliz süvarileri kılıçlarının tersi ile sırtımıza, başımıza darbeler indiriyorlardı.

Nihayet hava kararırken; büyük bir tel örgü ile çevrilmiş kampa geldik. Mevcudumuz Binbaşı, Albay ve kaymakam olmak üzere 137 kişi idi. Daha doğrusu 137 iskelettik.

Günler boyunca Arabistan çöllerinin kavurucu sıcağında mücadeleden çok, müttefik kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile esir düştüğümüzden dolayı, manen bitik vaziyette idik. Tel örgülerden içeri girenler kendilerini oldukları yere atıverdiler. Yorgunluk ve azap içinde geçen günlere, vücudumuz artık mukavemet edemez oldu. Bu anda ermeni tercümanın sesi duyuldu:

1 / 2 Devam edecek.
 
Bu yazı, Arma yayınlarının

Çanakkale Hatıraları adlı

Kitabından alınmıştır.



 

25 Haziran 2013 Salı

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 2 KIRK GAZİLER


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI - 2 

KIRK GAZİLER 

GARAF SAVAŞLARI- Birinci Dünya savaşı sırasında, Irak cephesinde Kutülamare" çevresinde Türkler ile ingilizler arasında yapılan dört savaşa verilen ad (25 ocak 1915 -3 şubat 1917)” 

16 Nisan 1332 de Kutülamare düşmüş, Irak cephesinde yepyeni bir vaziyet meydana gelmişti.  Dicle sol sahili Felâhiye’ye kadar elimizde, sağ sahilde yalnız İmamı Muhammet ve Garaf mıntıkalarıyla daha gerilerde birkaç köprübaşı, kıtalarımız tarafından tutulmuştu. 

Felâhiye de takviye edilmiş bir tümenimiz, Felâhiye ile Kutülamare arasında sahil kısmında bir tümene yakın kuvvetimizle Kutülamare Kuzey-batısında bir alaya yakın kuvvetimiz ihtiyatta bulunuyordu.  

Irak illerinin bu kahraman müdafileri, düşmanın öldürücü ateşi ve tabiatın amansız kırbacı altında; mevcudunun çoğunu kaybetmiş ve mesafelerinin uzaklığı dolayısıyla, ana vatandan ancak zayıf kuvvetlerle takviye edilebilmişlerdi. Buna rağmen askeri ve subayı her birisi birer harika olan bu kahramanlar, bir dakika olsun düşmanın ezici üstünlüğü karşısında irkilmemişlerdi. Düşman yalnız bu kuvvetlerimiz karşısında, dört piyade tümeni ile bir süvari tümeni bir çok müstakil tugaylar, topçu kuvveti, hava kuvveti ve nehir filosu bulunuyordu. 

Düşman netice almak için, devamlı saldırı istikametini değiştiriyordu. Bir gün Felahiye ye saldırıya geçiyor, yüzlerce topun desteklediği onbinlerce insanın korkunç akışı, yalın kat siperler ve diz boyunda çamur içinde savaşan Mehmetlerin imanlı göğüslerine çarpıyor, duruyor ve kırılıyordu. 

Garafa taarruz ediyor, İmamı Muhammed e saldırıyor, fakat her yerde her zaman aynı ruh, aynı kudret ve aynı imanla karşılaşıyordu. Ne Irak’ın kızgın güneşi, ne Dicle’nin taşan suları, ne gecelerce süren uykusuzluğun yorgunluğu, savaşan Mehmetlerin gücünü eksiltmiyordu. 

Ölmek için karar vermiş bu kahramanlar kitlesine, ölümü göze almadan saldırmak elbette mümkün değildi. 

Düşman Felahiye ye karşı yaptığı taarruzlarda ağzının tadını aldığı için, artık kesin neticeyi orada değil, Garaf mıntıkasında arıyordu. 1 /2. Kasım / 1916 dan itibaren Garaf mıntıkasında ciddi muharebeler başladı. 

Düşman Garaf’a karşı yaptığı taarruzları örtmek için, İmamı Muhammet’e karşı gösteriş saldırıları yapıyordu. Zayıf bir alayımız tarafından tutulan İmamı Muhammet mevzi’i Kutülamare şimalinde ve Dicle’nin sağ sahilinde, Garaf la nehir boyunca irtibatı olan köprübaşı mevzii idi. Bu mevziinin önemi dolayısıyla buraya gösteriş saldırıları yapan düşman, cephesinin tehditkar durumu sebebiyle imamı Muhammed’e karşı da ciddi hareketler yapmaya mecbur oldu. 

Bu ciddi saldırılar 4 / 2. Kasım / 1916 da başlamış ve 4, 11, 18, 22 kasım  tarihinde meydana gelen her defasında birer tugay ile icra edilen çeşitli saldırılar, azimkar subaylarımızla, kahraman Mehmetlerimizin azim ve sebatı karşısında buz kütlesi gibi erimişti.  

Düşman 27/2. Kasım / 1916 da bu cepheyi muhakkak almak gayesi ile 48 saatlik cehennemi bir topçu hazırlığından sonra, tekrar saldırıya geçti. Yüzlerce topun engin gümbürtüleri, tüfek ve makineli tüfek ateşleri altında Türk siperlerinde barınmak mümkün değildi. Buna rağmen toprağa gömülen Mehmetler yılmıyor, yıkılan siperler yeniden yapılıyor, zayiat telafi edilmemesine rağmen, Mehmet içinde saklı bulunan enerjisini derece derece yükseltiyor ve eksilen Mehmet’in yerini engin ruhlu bir Mehmet alıyordu. Düşman ateşten bir silindir arkasında siperlerimize kadar sokulmaya, bir kısım kuvveti ile girmeye muvaffak oldu. Fakat öldürücü ateşlerin kalktığı bu anda, yağız çehresiyle yalnız süngüsüne iman etmiş kahraman Mehmetlerin, en cesur insanların bile yüreğini titretecek kadar korkunç saldırışları önünde düşman geriye atıldı. 

Düşman devamlı takviye alıyor, her defasında daha büyük kuvvetle saldırıyordu. Burada tarihin kaydetmediği kanlı bir boğuşma başladı. Türk birlikleri takviye alamıyordu. Gerisindeki derme çatma bir geçitte, düşman topçu ateşi altında idi.  Düşman günlerce süren bombardımandan sonra, ellerini kollarını sallayarak gireceklerini sandıkları siperlerimizin içinde, toza ve toprağa boğulmuş Mehmetçikleri görünce hayret ve korkularından ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. 

Alay, mevcudunun 2/3 kaybettiği halde geriden emir verilmedikçe bir adım geri adım atmadı ve bir adım attırmadı. Buna karşı düşmana mevcudunun iki misli zayiat verdirdi. Her biri birer harika olan Mehmetler, bu muharebelerde tarihinin kaydetmediği engin kahramanlıkları ile vatanseverlik ve alicenaplıkları ile Türk ruhunun ne demek olduğunu cihana ispat ettiler.   

Müslim onbaşı bölük komutanına-“ komutanım ölürsem ne olur, devlet millet yaşasın. Siz başımızda bulunun, sizin gölgeniz bize yeter.” diyordu. 

Kara Mehmet öğüt veriyor- “ Onun topu çoksa, bizim haklı davamız, allahımız var.” diyor. Bu kahraman Türk yavruları, muharebenin en feci ve en şiddetli devrelerinde İmamı Muhammet’te sağa koşuyorlar, sola koşuyorlar ve erata ( Merak etmeyin arkadaşlar. Düşmanımız korkaktır.) diyerek moral veriyordu. 

Bu iki yiğit siperlerimize atlamak isteyen beş düşman erini tepeledikten sonra, ellerindeki bombaları bıraktırarak tekrar düşmana karşı kullanan, yaralandıkları halde şehit oluncaya kadar savaşmak isteyen ve savaş alanından çekilmediler. Türklüğün cesaret timsalleri olan, bu şerefli Türk yavrularının kahramanlıkları, bizlere ve bu vatanın evlatlarına bıraktıkları en etkili ve ölmez birer hatıradır. 

İmamı Muhammet’te, düşman toplarının Sema’ya kadar yükselttiği rengarenk ve devasa ateş sütunlarının vücuda getirdiği müthiş tahribat sonucu siperlerimiz tamamen yıkılmış ve Mehmetçiklerimizin çoğu enkaz altında kalmıştı. Bu zamanda, insan asabının ve ruhunun dayanamayacağı sanılan bu tufanda, Türk subayı büyük vatanper merhum Kemalin “ Felek her türlü esvabı cefasın toplasın gelsin; dönersem kahpeyim millet yoluna hizmetten.”   Mısrasını söylüyor ve tek başına kaldığı siperinde perişan, bölüğünün 3 /4 kaybetmiş, bir avuç eratı ile son kurşununa, son bombasına, süngüsüne, dibçiğe varıncaya kadar boğuşuyor, kahramanca müdafaa ettiği ve mübarek kanı ile suladığı toprağa düşüyordu. Emirsiz terk etmeyeceklerine yemin ettikleri bu mevziide, etten bir kale vücuda getiriyorlardı.

142. Alayımızın İmamı Muhammet müdafaası, emsaline dünyada ancak Türk tarihinde tesadüf edilecek bir harikadır. Vazifesini şan ve şerefle yapan bu alay, büyük zayiata uğradığından 28/29 ikinci Kasım gecesi geri alındı ve yerine 43. Alayın 2. Taburu ile Garaf kahramanı 3. Alayın birinci bölüğü geçirildi. 29. Günü düşmanın Lahor tümeninden iki tugay bir taburluk kuvvetimize tekrar saldırıya başladı. Burada o kadar zayiat veriliyordu ki, esasen bütün Irak’ı müdafaaya tahsis edilen kuvvetlerin azlığı yanında, fazla zayiat ve bunun doldurulmaması, sonraki hareketimize tesir edebilirdi. Bu sebeplerden dolayı, burada 43. Alaydan birinci bölük bırakıldı ve diğer kuvvetlerimiz geri çekildi. 

Bu bölükte mevzii, üç gün kahramanca müdafaa etti. Koca bir taburun cephesini, aynı kuvvetle saldıran düşmana karşı, kuvvet farkını düşünmeden silah ve malzeme üstünlüğüne aldırış etmeden, durmadan azalan mevcuduna rağmen cephede tutundu ve düşmanı bir adım attırmadı. Ne yazık ki bu bölükte eriyordu. İnsan takatinin üstünde bir direnişle, kırk kişi kalıncaya kadar savaştılar. Genel durum icabı, bu cephenin tutulmasına gerek kalmadığından, emirle İmamı Muhammet mevziini terk ettiler. İşte bunu içindir ki buraya kırk kahraman adına izafeten orduca Kırk Gaziler ismi verildi.  

Akşam olmuştu. Güneş, etrafını çevreleyen bulutlar arasından sıyrılarak, bütün ışığını İmamı Muhammet’te yatan aziz Türk şehitleri üstünde topluyor, Dicle sabahtan beri kahramanlıklarına şahit olduğu Kırk Gaziden ürkmüş gibi yatağına çekilmiş sessiz ve sakin akıyordu. Düşman koca bir tümenle kırk kişiye galebe çalmış olmaktan dolayı haz içinde şenlikler yaparken, beriki sahilde mağrur ve vakur dolaşan Türk nöbetçilerinden başka kimse görünmüyordu. 

“Zaferi Mehmetler kazanmış, şenliğini düşman yapıyordu.”

           

 

    

 

24 Haziran 2013 Pazartesi

YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8


YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8 

ÇAĞIL
 
Uzaktan gelirken görünce, önce ot yükü ile bahçeden evine dönen biri sandım. Değildi. Eşeğin ipinden tutan adam bağırıyordu:

-      Çağıl, çağıll, çağıılll.

Eşeğin yalnız kulakları görünüyordu. Üstü yabani hanımeli çiçekleri, yapraklar, dallarla süslenmişti. Bu çiçek, yaprak yığını arasından iki meşe fıçı zor seçiliyordu. Demek adam su satıyordu. 

Çağıl, kasabanın bir su kaynağının adıydı, sonradan öğrendim. Buz gibi suyu varmış. Biraz sertmiş. Ama suyun soğukluğuna diyecek yokmuş! Havanın ısınmaya başladığı, haziran ayının ilk günlerinden itibaren, bütün yaz çağıl suyu böyle satılırmış. Fıçıların iki yanında iki musluk, adamın elinde eski bir maşrapa, durmadan bağırıyor. Çağıl, çağııl, çağıılll. 

Köylüler, kasabalılar, çoluk çocuk, hemen yanaşıyorlar. Adam bir maşrapa dolduruyor. Maşrapayı eline alan önce başını tutuyor, sonra maşrapayı kafasına dikiyor. Ağzının iki kenarından suları bağrına akıta akıta içiyor. Maşrapadan suyun arttığı hiç olmuyor. Sonra maşrapayı su satana uzatıyor. 

Sucu maşrapayı çalkalamadan ikinciyi, üçüncüyü dolduruyor. Havanın pek sıcak olmamasına rağmen, çağıl suyu içenler o kadar çok ki. Sucunun hiç boş durduğu yok. Maşrapa bir doluyor, bir boşalıyor. İçenler önce bir oh çekiyorlar, sonra şükür’ü unutmuyorlar.

-      Nasıl lan?

-      Buz gibi.

Sucu hemen yapıştırıyor.

-      Buz gibi, buz, çağıl, çağııll.

-      Ve bide bana.

-      İç gardaşım iç. Çağıl bu çağııll.

Ve böylece taslar, dolup boşanıyor. Eşek ayak değiştirip, sinekleri kovalıyor. Fıçıların üzerinden taze bahar kokuları etrafa yayılıyor. Fıçılar öylesine süslü ki, çağıl suyunu içmeden geçmeye imkan yok.. Nitekim bir delikanlı daha yaklaştı:

-      Ve bi tas, dedi. Arkadaşı sırtını dürttü.

-      Bayakdan inek gibi su içdin lan. Kurbamısın sen? Dedi.

Diğeri aldırmadan tası başına kaldırdı. Açık yakasından akıta akıta suyunu içti. Sonra arkadaşına döndü:

-      Söz temsili, bi odada oturuyok. İçeri paşa girdi, yer yok denümü? Demezsin elbet. Buyur edersin, baş köşüye otudursun deelmi? Çağıl suyu sularun paşasudur. Misal dedi. Kol kola girip gittiler.

Sonraki günlerde sucular iki, üç, dört oldular. Kır çiçekleri ile süslü eşekleri ile sabahtan akşama kadar, Pazar yerinde yaz boyunca su sattılar. 

YİVLİK     

Kasabanın, yamaçlarına yaslandığı yüksek bir tepesi var. Adı yivlik. Bu gökleri tırmalayan kayalık, kasabanın sembolü gibidir. Yarı beline kadar toprakları öyle verimli ki, bağlık, bahçeliktir. Bağ- bahçenin bittiği yerde de kayalar başlıyor. Bundan sonrası dik ve çıkılmaz bir duvardır.  Şaha kalmış bir yağız at gibi. Truva atından daha gösterişli. Atın yeleleri göğün bulutlarına değiyor. Bu kayaların dibinden, bağ- bahçelerin üstünden, yivlik suyu fışkırmış. Serin, tatlı, gözyaşı gibi dumduru bir su.  

Kasabanın bu yakasındaki mahallenin her dar sokağı, sizi sonunda yivliğin yamaçlarına çıkarır. Evler bitince, dolana dolana bir keçi yolu, bağlar bahçeler arasından geçerek kayalığa varır. Bahar gelince, yamaçlarda yabani bademler çiçek açar. Ardından bağlar yeşerir. Cevizler yeşillerini giyer. Erik ve elmalar da çiçek açtı mı bir renk cümbüşüdür başlar.   Kayalara kadar olan bu yamaç birden meram olur.  

Bahar aylarında kasabanın her yönü, yurdun hiçbir köşesinde göremeyeceğiniz ayrı bir görünüş kazanır. Hele yivliğe dolana, dolana çıktıkça, altınızda her an değişen, güzelleşen bir yeşil senfonisi ile karşılaşırsınız. Tepeleri mor kayaların süslediği iki sıra dağın, dar vadisi inanılmaz bir yeşil denizidir.

Yeşilin her tonunu, açığını, koyusunu, tatlısını acısını bulursunuz. Ceviz yeşili, badem ağaçlarının açık yeşili, kavaklar, söğütler, bağlar, yer yer arpa tarlaları… Hepsi ayaklarınızın altındadır. Yeşiller, yeşiller, yeşiller… Başınızı yukarı kaldırınca koyu morların kayalıklarda kavgasını görürsünüz. Daha yukarda, morları süsleyen bulutlar, abanı abanıverir kayalıklara. Siz yerde olduğunuz halde, bir uçağın içindeymiş gibi kasabanın üzerinde dolaşırsınız.  

Taa… Aşağılarda kasaba, yığın yığın evleriyle ayaklarınızın altında küçülür kalır. İp gibi uzayıp giden sokaklar görürsünüz. Meydanlarda yumak olan sokaklar. Elinizi uzatsanız, bir evin damını alıp açacakmışsınız gibi gelir içinize. Sanki küçük oyuncak evlerdir bunlar. Sokakları karınca gibi kaynaşan insanlar doldurur. Meydanlarda kamyonlar durur. İnsanlar, arabalar gider gelir. Evlerin arasından minareler ve kavaklar yükselir. Uludere ( meydan çayı), dolana dolana kasabayı ikiye böler. Derede oynayan çocuklar, yanınızdaymış gibidir. Karınızı bahçede çamaşır asarken tanırsınız. Her şey, bir sihirbazın aynasındaymış gibi görünür. Küçücük.
 
Fakat sesler… Sesler aksine, büyür yivlikte.  Bir radyonun fazla açılan hoparlörü gibi, oturduğunuz ağacın altından kasabanın seslerini daha büyümüş olarak duyarsınız. Pazar yerinde seslenenleri yanınızdaymış gibi sanırsınız.  

Birden gözleriniz uzaklardaki bozkırı görür. Ağaçsız, otsuz, insansız bozkır uzanır uzaklarda. Sıradağların bittiği yerde, dolana dolana Kızılırmak akar. Bulanık sularda gün ışığı yansır. Toz bulutları yükselir kenarında. Yivliğin yamaçlarından bunları da görürsünüz.  

Radyo susar, Yakın nahiye ye müşteri arayan kamyonun şoförü bağırır Bayat, Bayat.  Bozkırın çoraklığından, kendinizi bu sesle kurtarırsınız.  Ayaklarınızın altında uzanan yeşile dönersiniz. Sonra bakırcılar çarşısının çekiç sesini duyarsınız. Şimdiye kadar bu sesleri neden duymadığınıza şaşarsınız. İçinizde deniz canlanır. Doklardan gelen çekiç seslerine benzetirsiniz bunları. Yosun kokusu sarar içinizi. Ayaklarınızın altındaki deniz, burada yeşildir.  

Yivlik suyunun çıktığı yerde eskiden büyük bir pınar varmış. Yivlik suyu bir zamanlar; tamamen bu bağ ve bahçelere akarmış. Sonra suyu kasabaya almışlar. Bağlara hiç bırakmamışlar. Pınarın eski olukları, su yalakları duruyor. Pınar kurumuş, oluklar suya hasret. Bağ- bahçe su bekler olmuş.  Pınarın gürlediği altın çağda, kasaba kadınları buraya gelir, çamaşır yıkarlarmış. Her biri birkaç metre karelik çamaşır taşları artık yosun tutmuş. Bir zamanlar genç kız elleri gören yerlerde, şimdi böcekler dolaşıyor. Örümcekler ağ tutuyor. Kazanların kurulduğu ocaklar, tütmüyor artık. Güzel bir gelenek unutulup, yitip yok olmuş. Al, yeşil, beyaz çamaşırların rüzgârda savrulduğu, genç kızların türküler okuduğu bu güzel yamaç, şimdi kimsesiz, susuz, bomboş. Dağlara hüzün çökmüş. 

Koyu gölgeli ceviz ağaçlarının altında dinlenen kadın kümeleri yok artık. Yivliğin bir zamanlar kalabalık bu semti şimdi sesten, sazdan, sözden öksüz kalmış. Buralarda buğday kazanları kaynamıyor, helvalar yapılmıyor, sofra kurulmuyor gayrı. Boz kanatlı üveyikler bile eğleşmez olmuş. Karaçalılarda saksağanlar tünüyor. Nemli serin rüzgâr boşuna esiyor. Yivlik kasabalıları boşuna bekliyor.  

Yazık olmuş yivliğe. Tatlı serin suyu küçük bir pınardan akmalıydı. Yivlikten kasabaya türküler gelmeliydi. Ocaklar tütmeli, kazanlar kaynamalıydı.  

KEÇİ VE ELBİSE  

Bir memur arkadaş kasapla konuşuyor, hayat pahalılığından dert yanıyordu. Kasap’a şöyle bir hesap verdi.

-      Ben dedi, 15 yıllık memurum. İlk tayin edildiğim zaman elime 53 lira para

geçerdi.  53 lira ile 8 altın almak mümkündü. Aradan bu kadar zaman geçti. Terfi ettim, yüksek tahsil yaptım. Mesleğimde ilerledim. Şimdi elime 294 lira geçiyor. Bu para ile altı altın alabiliyorum. Demek ki ben gerilemişim. 

Kasap, bu cevap karşısında güldü. – Ben dedi: 15 sene evvel bu kasabaya en iyi cinsten 9 keçi getirmiş, tanesine üç liradan zorla alıcı bulmuş, sonra da bu 9 keçinin parası ile kendime güzel bir elbise yaptırıp köye dönmüştüm. Şimdi köyden iki kel keçi getiriyorum, 150 liraya elimden kapıyorlar. Yine 150 liraya aynı elbiseyi yaptırıyorum. Eskiden 9 keçiyle giydiğim elbiseyi, şimdi iki keçi ile giyiyorum.  

           

18 Haziran 2013 Salı

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- GARAF SAVAŞLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -1 

Cennet gibi bir ülkede, dört mevsimi doyarak yaşıyoruz.

Bu ülkede büyük bedeller ödeyerek, ecdadımızın döktüğü kanın bedelinde, çektiği sıkıntıların, haçlı seferlerinin, 93 Harbinin, Balkan harbinin 1. Cihan harbinin, Çanakkale harbinin, İstiklal harbinin, halen devam eden soğuk savaşların bedeli olarak yaşıyoruz. 

Aç kurtlar yine başımızda kanımızı içmek, birbirimize düşürmek için bekliyor.

Darbeler, yurdumuzda meydana gelen iç kalkışmalar, ses getiren ölüm hadiseleri onların eseri. Onlar organize ettiler, bizim kanımız aktı, binlerce insanımıza hapishanelerde işkence ettiler. Analar ağladı. Ülkemiz her seferinde geriye götürüldü.

Zaman uyanık olma zamanıdır.

Zaman oyuna gelmeme zamanıdır.  

Parça parça yayınlanacak bu yazı dizisinde, ülkemizin her kısmında meydan gelen, kahramanlık şeref levhaları ile unuttuklarımızı hatırlayacak, o günleri tekrar yaşayacağız. “ Anlayana sivrisinek sazdır. Dersini almayana davul zurna azdır.”  

“GARAF SAVAŞLARI- Birinci Dünya savaşı sırasında Irak cephesinde Kutülamare" çevresinde Türkler ile ingilizler arasında yapılan dört savaşa verilen ad (25 ocak 1915 -3 şubat 1917)”

Garaf Kahramanları -1 

1331- 1332 Senelerinde Irakta çok sürekli, aynı zamanda çok kanlı ve şiddetli muharebeler olmuştu. Bu muharebeler Selman Paktan Kutül’- amaraya kadar hareket harbi halinde cereyan etmiş ve Kutül’ammare etrafında ise mevzi muharebeleri şeklini almıştır.  Bu bölgede cereyan etmiş olan Felâhiye Sabes, Beyti İsa, İmamı Muhammet ve Garaf muharebeleri Irak muharebelerinin merkezini teşkil eder. Bunların her biri muazzam ve muhteşem birer eserdir. 

Yüzlerce kilometre uzunluğundaki çöllerde günlerce, kızgın güneş altında birlikler, nehir sularının taşması ile diz boyunda çamur içinde kalan cephelerde savaşan Mehmetler, gününü birkaç hurma ile geçiren subaylar. Düşmanın günlerce süren cehennemi topçu ateşi altında sarsılmayan çelikten bir kütle, bir avuç Türk birkaç misli düşmanı aylarca, senelerce hırpaladılar, kırdılar ve ondan sonra bir adım geri çekildiler. Buradaki savaşları, yalnız Türk’ün kahraman varlığı, yüksek maneviyatı, cengâverlik hasleti başarmıştır. Yoksa hiçbir tarih, on misli düşmanla çarpışarak muzaffer olmuş bir millet, bir ordu gösteremez. Bu, yalnız Türk tarihinde ve onun mütevazı sayfalarında bulunur. Garaf’takiler de eski Türk adsızları gibidir.  Garaf, insanüstü bir kudretle kanının son damlasına burada savaşan, gücünün son sınırına bir kütleden bir zerre kalmayıncaya kadar savaşan, mütevazı, fedakâr ve kahraman Türk ordusunun bir abidesi olarak tarihe geçmiştir. Nereye bakarsanız, bir kahramanlıkla karşılaşırsınız. Alayı kahramandır, taburu kahramandır, bölüğü, takımı, mangası kahramandır. Komutanlar, subaylar, Mehmetler hepsi erişilmez yılmazlıkları ile bir birleriyle yarışırcasına gösterdikleri kahramanlıklarıyla, en zor zamanlarda bile sarsılmayan maneviyatlarıyla, temiz bir mabedin kutsallığı kadar ölmez varlıklarıyla hepsi, birer kahramandır. 

“ Mevziimiz dardır. Düşman ateşi çok şiddetlidir. Durup da bu ateşin altında ezilmektense, karşı saldırıya geçmemizi müsaadelerini” diyen komutanlar, taburundan yüzlerce zayiat verdikten sonra “ bizi geri alın” demiyor, “ sebat edeceğim de demiyor, taarruz istiyor. 

Alay komutanı öğüt veriyor: “ Düşmanla süngü süngüye gelelim. Ondan sonra zaferin bizim olacağına herkes emin olsun.” Diyor. Ne yazık ki aradaki kuvvet, malzeme ve silah farkı düşman lehine çok fazladır. Buna rağmen çelikten iman, sönmeyen bir zafer azmi, Anadolu’nun sert havası ile demirleştirilmiş bu aslan yapılı Mehmetlerin insan takati üzerindeki tahammülü karşısında, yalnız maddi kuvvetle çarpışan düşman, maneviyatın ne kadar kıymetli olduğunu defalarca öğrendi. 

12/ 2 a kanun/ 332 de, günlerce yaptığı neticesiz taarruzlardan sonra, kesin bir netice elde etmeye karar vermiş olarak görünen düşman, 23 gündür durmadan dövmekte olduğu, hiçbir hayat eseri kalmadığı sandığı mevzilerimize yeniden talihini denemek cesaretinde bulundu. Düşmanın cehennemden bir levha diye tasvir ettiği Türk mevzilerinde, Mehmetler Türk’e has vakarlarıyla siperlerini güçlendiriyor, yıkılanları yeniden yapıyorlar, gece gündüz uyumuyorlar ve devamlı yağan düşmanın mermilerine, imanlı göğüslerini ve sevgili topraklarını siper ediyorlardı. 

Düşman hücuma kalkmıştı. Kendini destekleyen yüzlerce top, havan, tüfek mermilerinin baş kaldırtmayan uğultuları arasında ve önünde ilerleyen çelikten bir set himayesinde olarak mevzilerimize kadar sokulmaya muvaffak oldu. Taarruzun siklet merkezi bilhassa üçüncü alay cephesine yöneltmişti. Alay, kendinden on misli üstün 13. Kiçner tümeninin onbinden fazla olan mevcuduna binbeşyüz mevcuduyla karşı koyacaktı. Bütün subaylar ve erler kahraman alay komutanları Nazmi beyin “ Emekli Korgeneral Nazmi Solak “  Düşmanla süngü süngüye gelelim. Ondan sonra zaferin bizim olacağına emin olun” diyen kahramanca öğütlerini hatırladılar. Düşman gittikçe siperlerimize yaklaşıyordu. Mehmetler üzerlerine yağan bu çelik tufanın kalkmasını, pazunun imanın, süngünün son sözü söyleyeceği anı bekliyorlardı. Siperlerde hiçbir hareket yok, herkes yerli yerinde, süngüler takılmış, bombalar elde, gözler düşmanda. 

Düşmanla aramızdaki mesafe 20- 30 metreye inmişti. Birden bire o sessiz ve ölü sükûneti içinde sanılan siperde, bir gürleme duyuldu ve arkasından her iki tarafın fırlattığı binlerce bombanın gümbürtüleri arasında, bir dağın çökmesini andırır uğultularla, Mehmetler siperlerinden fırladılar. Bu esnada artık fikir elamanları durmuş, yalnız maneviyat ve cesaret hükme başlamıştı. Bir insan mahşerini andıran bu boğazlaşmada, karları eriten ılık bir sonbahar güneşi gibi her iki tarafta yavaş yavaş, fakat korkunç rakamlarla devamlı eriyordu. Mehmetlerin intikam ateşi ile yanan bağırlarını körükleyen ( Allah Allah ) sedaları, şakırdayan süngüler, yırtılan gırtlaklar, delinen göğüsler, kopan kafalar ve bunları çerçeveleyen acı feryatlar arasında düşman, mevcudunun yarısını Mehmetlerin ayakları altına serdikten sonra geri çekildi. Bu muharebede 13. Kışner Tümeni 5000 kadar zayiat vermiş ve 1570 mevcutla muharebeye girişen kahraman 3. Alayda akşam olduğu zaman 24 subay ve 489 erle bu cehennemi savaştan çıkabilmişti. Bu alaya mensup 1. Taburun 416 mevcudundan 69 kişi ve taburun 2. Bölüğünden yalnız bir er sağ kalmıştı. 

Bu kahraman er 2. Bölüğün kahraman ve ( yedi canlı ) diye tanınan, gözünü bir şeyden sakınmayan Memik Çavuşu idi. Memik çavuş 12/2 Kanun 332 de düşman ateşleri ve bir çok hücumları neticesinde erimiş olan, bölükten kalan birkaç erini kendi ateşi, cesareti ve nişancılığı ile takviye ye çalışırken, birden hain bir kurşun bölük komutanı’nı yere serdi. Memik bu gibi durumlarda harika olan soğukkanlılığını kaybetmedi. O yanı başında şehit olan kardeşine bile koşmamış ve gözünü düşmandan, elini tüfekten ayırmamıştı. Yalnız yaşlı gözlerini küçüğü olan Hüseyin’e dikmiş ve ona gözlerindeki kıvılcımla, içinde yanan ve bağrını dağlayan acıyı göstermişti. Memik bir taraftan düşmanın yaklaştığını, diğer tarafta komutanının kanlar içinde yatan baygın vücudunu görüyordu. Bir yandan düşmanı durdurmak, diğer taraftan bölük komutanını kurtarmak lazımdı. Memik; bu iki vazife arasında sendelemedi. Kucağında taşıdığı bölük komutanını o esnada bölükten geriye giden yaralı bir ere, Haymanalı Mehmet e teslim etti, sipere döndü. Yaralı er bölük komutanını son takatine kadar kâh sırtında, kâh kucağında götürüyordu. Fakat ne yazık ki bu fedakâr Mehmet bu emanetini götüremedi. Baygın olan Yüzbaşısını bir çalı dibine yatırdı ve kendiside orada ruhunu teslim etti. Memiğin bundan haberi yoktu. O siperde mıhlanmış, düşmanın binlerce mermisi altında sönmeyen ve gittikçe şiddetlenen bir volkan gibi ateşine devam ediyordu. 

Yanında birer birer hayata gözlerini kapayan arkadaşlarının acı iniltileri ve koca bir bölüğün cephesindeki boşluk içinde ve saatlerce süren ateşler neticesinde cephanesi tükenmiş, şehit arkadaşlarınınkini de harcamıştı. Sağındaki üçüncü bölükte de çok az sağ kalan vardı. Memik cephane bulabilme ümidi ile oraya koştu ve saatlerdir sağ kalan birkaç erle kahramanca mukavemete devam eden, 3. Bölüğün yiğit evladı Halinin yanına koştu. Düşman şiddetli topçu ateşine devam ediyor, yüzlerce Mehmet in cansız yattığı siperleri alt üst ediyor, bir adım atabilmek için çaba harcıyordu. Buna rağmen sessiz yatan Mehmetlerin bekçisi olan kahramanlar; kendilerine emanet edilen bu perişan ve iç yakıcı siperler içinde, insan gücünün üstünde bir enerji ve kahramanlıkla direniyorlardı. Bu sırada havada korkunç vızıltılarla uçuşan obüslerden bir tanesi, Halinin bulunduğu siperde patladı. Şiddetli bir gümbürtüden sonra bir toprak sütununun havaya yükseldiği görüldü. Ortalık dindiği zaman, Halil’den eser yoktu. Kafatası uçmuş, kanlar içinde olan gövdesinde konuşan bir çif gözden başka hayat eseri kalmamıştı. 

Memiğin heyecan ve telaşını gören Halil eliyle ekmek torbasını işaret etti ve bununla torbasında cephane olduğunu anlatmak istedi. Arkasından yüzünde beliren tebessümle, gözlerini ebediyen hayata kapadı. Düşman hayatta hiçbir kudretin çöktüremeyeceği kadar azimli ve cesurane çarpışan 3. Alay önünde son kudretini, son takatini, son topunu da muharebeye sokmuştu. Buna rağmen ne Mehmetleri sindirebildi, ne de bir adım atabildi. Evvela durdu ve sonra perişan bir sürü gibi karma karışık eski mevzilerine çekildi. 

Muharebe artık sükûnete ermiş, ölüm kusan namlular susmuş, ortalıkta yaralıların acı iniltilerinden başka bir ses kalmamıştı. Herkes bu sükûnete eren cehennemden sonra biraz dinlenmek, yarasını sarmak, karnını doyurmak için çömelirken, Memik fırladı ve yüzbaşısını aramaya çıktı. Bu kum deryasında sendeleyerek, dermansız vücudunu sürükleyerek yorgun gözlerle etrafı arayarak ilerledi.  

Memik bir müddet daha yürüdükten sonra uzakta yerde yatan iki kişiye gözü takıldı ve çölde, evladını kaybetmiş bir ana heyecanıyla bu istikamete koştu. Birde ne görsün! Sevgili Yüzbaşısı. Memik; başını Yüzbaşısının göğsüne koymuş uyuyor sandığı Mehmet’i evvela sarstı, fakat yana kaymış gözleriyle cansız olan yüzünü görünce “ Vah sendemi Mehmet?” diyerek bu, kardeşine dahi sızlamayan koca Memiğin gözlerinden oluk gibi yaşlar boşanmaya başladı. Evvela Yüzbaşısını kucakladı. Bütün gücünü sarf ederek tehlikede olan bu aslanı sargı yerine ulaştırdı ve sonra da Mehmet’e döndü. Onu kasaturasıyla kazdığı bir çukura yerleştirdi, üstünü örttü, fedakârlığıyla tanınmış bu kahraman arkadaşının mezarı başında gözyaşı döktü. Ona çöllerin yegâne süsü olan birkaç çalıdan ibaret çelengini koydu, kendisinden başka mürettebatı kalmayan 2. Bölüğün mukaddes mezarına doğru gitti.  

 

   

 

                     

 

 

 

 

MÜRSEL ŞAHİNBAŞ HOCA


MÜRSEL ŞAHİNBAŞ HOCA 

Rahmeti Rahmana kavuşan Mürsel hoca, 1933 yılında İskilip’te dünya ya geldi.

Babası İsmet hafız, İskilip Ulu Camisinin imamı idi. İki erkek kardeştiler. Diğer kardeşi olan Faik Şahinbaş’ta müftülük yapmış, emeklilikten sonra İskilip’e dönmüştü. İskilip’te vefat etmiştir.

Mürsel Hoca hafız olduktan sonra, İskilip’te Osman Kalfa hocadan Molla camiye kadar Arapça dersi aldı.

Şiranlı Mustafa Efendinin oğlu, Hacı Faik Efendinin kızı ile evlendi.

İskilip’te Hanönü camisinin yanında medreseler vardı. Bizim evimizde bu medreselerin yanında idi. Bu medreselerden birini Mürsel hoca kullanıyordu. 1963 Yılı yazında, bu medrese’de Mürsel hocadan kuran okudum.

Mürsel hocanın mimar olan oğlu Muhlis Şahinbaş genç yaşında vefat etmişti. Bu ölüm Mürsel hocayı üzmüştü.

Çorum’a konuşma yapmak için gelen Ahmet Taner Kışlalı, Atıf Hoca hakkında menfi şekilde konuşma yapınca, konuşulanlara katılmadığından salonu terk etmişti.

Şiranlı Mustafa Efendiye ait Çorum’da iki adet medrese bulunuyordu. Bunların onarılarak, eski işlevine kavuşması için, Mürsel hocaya müracaat ettiklerinde; kendisinin yapması gereken ne varsa, yapmaya hazır olduğunu bildirmişti.

Ben kendisi ile telefonla görüşmüştüm. Eşi konuşmamıza aracılık ediyordu. O sıralarda, Şiranlı Mustafa Efendi hakkında yazmakta olduğu kitap hakkında konuşmuştuk. Kitap konusundaki çalışmalarını kutlamış, sağlık dilekleriyle konuşmamız sona ermişti. 

Mürsel Şahinbaş hocamız arkasında güzel bir seda, eserler bırakarak yalan dünya’dan ayrılıp gerçek dünyasına kavuştu.

Hocama Yüce Allahtan rahmet ve mekânının cennet olmasını diliyorum. 
 

MUSTAFA YOLCU