12 Aralık 2013 Perşembe

Milli Mücadele Kahramanı Kara Fatma


 Milli Mücadele Kahramanı Kara Fatma’nın İzmit’teki Mücadelesi



Kara Fatma (Fatma Seher Hanım) Kimdir?

Kara Fatma lâkabıyla tanınan Fatma Seher Hanım, 1888 yılında Erzurum'da doğmuştur. Babasının adı Yusuf Ağa, kocasının adı ise Derviş Bey'dir. Kocası da asker (Binbaşı) olan Fatma Seher Hanım, Edirne'de görev yapan eşiyle birlikte Balkan Harbi'nde yer almıştır. Daha sonra ise kendi ailesinden 10'a yakın kadını örgütleyerek 1.Dünya Savaşı'na katılmıştır. Mondros Mütarekesi'nden sonra ise eşi Derviş Bey'in vefat haberini almış ve Erzurum'a dönmüştür.

Erzurum'da bir süre kalan Fatma Seher Hanım, Sivas Kongresi'nde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşmek için Sivas'a gitmiş, kendisinden Milli Mücadele'ye katılmak için görev istemiştir. (Fatma Seher Hanım, bu dönemle ilgili anılarını 1944 yılında yapılan bir röportajda şu şekilde anlatmaktadır:


"Atatürk'ün Sivas'ta faaliyete geçtiğini haber aldığım dakikadan itibaren duyduğun sevinci tariften acizim ve ilk işim kısa bir hazırlıktan sonra Sivas'a müteveccihen hareket etmeyi kararlaştırdım; hemen yola çıktım ve Gülcemal Vapuru'yla Samsun'a, oradan da Sivas'a vardım.

Mustafa Kemal'in huzuruna çıkabilmek için muhtelif kıyafete girerek üç günlük bir mücadeleden sonra, devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas'ta öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken yolda yakaladım. Üzerimde çarşaf vardı, yüzümde peçe ile kapalı idi. Kendisiyle bir mesele hakkında görüşmek istediğimi söyleyince, ilk defa sert bir lisan kullanarak, "Ne görüşeceksin?" mukabelesinde bulundular. Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye galip gelerek derhal peçemi kaldırdım ve İstanbul'dan buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi, maruzatımın bir dakika için dinlenmesini rica ettim. Bunun üzerine pek yakında bulunan bir lokantaya beni kabul ettiler.

Mustafa kemal bu görüşme sırasında ona adını, silah kullanmayı, ata binmeyi bilip-bilmediğini, savaştan korkup-korkmadığını sormuştur. Kara Fatma'nın verdiği cevaplar Mustafa Kemal'i memnun etmiş, "Kara Fatma, bütün kadınlar keşke senin gibi olsaydı" demiştir. Bu olaydan sonra Fatma Seher Hanım'ın adı "Kara Fatma" olarak kalmıştır.


Daha sonra ise Mustafa Kemal eline aldığı kâğıda bazı notlar yazarak Kara Fatma'ya vermiş "Haydi göreyim seni, verdiğim talimatı unutma, bir an evvel İstanbul'a git, hazırlan ve işe başla" demiştir (Tansel, 2001, s.41). Fatma Seher Hanım, Mustafa Kemal'in bu isteği üzerine Sivas'tan hemen İstanbul'a geçmiştir.

Bir süre sonra İzmit'in işgal edildiğini duyan Kara Fatma, Topkapılı Pire Mehmet, Laz Tahsin, kardeşi Süleyman ve oğlu Seyfeddin'nle birlikte bir çete kurarak, trenle gizlice İzmit'e geçmiştir. Bahçecik ve Servetiye yoluyla Paşaköyü'ne geçen Kara Fatma ve adamları burada karargâh kurmuşlardır. Bu bölgede kısa sürede teşkilatlanmalarını tamamlayan Kara Fatma çetesi, çevredeki Türk köylüleriyle birlikte Yunanlılara karşı uzun süre mücadele etmişlerdir. (Özellikle, Bahçecik, Yeniköy, Değirmendere, Servetiye, Kaynarca ve Fındık Tepe civarında faaliyet gösteren Rum ve Ermeni çetecilere karşı, büyük bir başarı kazanmışlardır.)

İzmit, Kara Fatma gibi cesur yürekli insanlarımızın üstün gayretleriyle, 28 Haziran 1921 tarihinde düşman işgalinden kurtarılmıştır. Kara Fatma ve ailesi, İzmit'in kurtarılmasından sonra bir süre daha bu bölgede kalmışlardır.

Balkan, Sakarya, Başkomutanlık Muharebeleri'ne de katılarak Üsteğmenlik rütbesine kadar yükselmiş olan Kara Fatma, 1955 yılında İstanbul'da vefat etmiştir.

Kara Fatma'nın İzmit'teki Faaliyetleri

30 Ekim 1919'da yürürlüğe giren Mondros Mütarekesi'nden sonra, 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul işgal edildi.

İngilizlerden oluşan emperyalist güçler, İstanbul'un işgalinden sonra İzmit Körfezi'ne yönelerek, bu bölgeyi de kontrol altına aldılar. Bu durum sonucu İzmit yöresindeki ortam iyice gerginleşti. Bölgede yaşayan bazı gurupların, Türkler aleyhine çeşitli faaliyetlere giriştiği görülmeye başlandı. Özellikle Rum ve Ermeni nüfusun yoğun olduğu bazı bölgelerde, İşgal güçlerinden güç alınarak çeşitli çeteler oluşturuldu. (Oluşturulan çetelerden bazıları: Yeniköylü Deli Yani ve Çetesi, Kocabaş Hıristo, Barbar Yani, Deli Hıristo, Çakır Yorgi, İzmit Mihaliç Köyü'nde Kostantin Çetesi, Deli Petro Çetesi, Köse Dimitri Çetesi, Pandeli Çetesi, Yuvacık'tan Vahan Çetesi, Donik Çetesi, Karamürsel'de Artrınik Çetesi, Darıca'da İstel Çetesi)

Ermeni ve Rumların kurduğu bu çeteler bir süre sonra, askeri güçlere saldırmaya, çevredeki Türk köylerini basarak evleri yakmaya, burada yaşayan insanlara zulmetmeye başladılar.

İzmit'te bu üzücü olayların yaşandığı dönemde, Kara Fatma İstanbul'da bulunuyordu. Durumun her geçen gün daha kötüye gittiğini gören Kara Fatma, kardeşi Süleyman'ı, kızı Fatma'yı ve arkadaşlarını alarak İzmit'e geçmeyi planladı. Muhacir kılığına giren Kara Fatma ve arkadaşları tirenle İzmit'e geldi. Buradan Bahçecik-Servetiye yoluyla Paşaköy'e geçerek karargâhını kurdu. Bölgedeki teşkilatlanma çalışmalarını hızlandıran Kara Fatma ve arkadaşları, bir yandan da çevredeki çetelerle mücadele etti.


İşgal dönemin de yayınlanmış olan bazı gazeteler, Kara Fatma'nın İzmit'teki faaliyetleriyle ilgili önemli bilgiler vermektedir. Özellikle İstikbal ve Tevhid-i Efkar gazetelerinde Kara Fatma ile ilgili çeşitli haberlere rastlanılmaktadır. Mesela İstikbal Gazetesi muhabiri, Kara Fatma ile 1922 yılında görüşmüş, bu görüşme sırasında edindiği izlenimlere köşesinde şu şekilde yer verilmiştir:


"...Bir gün İzmit civarında Davulcular Ormanı'ndan Arpalık Köyü'ne doğru yorgun argın beş kişi iniyordu. Bunlardan üçü erkek, biri küçük bir kızdı. Köye indikleri zaman, köylüler bu garipleri biraz tuhaf karşıladılar. Garipler Karamürsel Muhacirlerinden olduklarını söylüyorlar, iş arıyorlardı. Uzun pazarlıklardan sonra dört çoban, Kasım'a kadar yirmi liraya çalışmaya razı oldular. Ertesi gün, yamaçlara doğru sığırları süren dört çoban gayet neşeli idiler. Üç-dört gün sonra, dört çoban sığırları Gülbahçe Deresi'nin etrafındaki yamaçlara salmışlar, oturuyorlardı. Bu sırada uzaktan iki silahlı belirdi. Az sonra yanlarına geldiler. Bunlar Gülbahçe, Orhaniye, Arpalık, Mecidiye köylerindeki Ermeni Jandarmalarındandı. Dört fakir çobana şüphe ile baktılar; onlara kim olduklarını sordular. 'Arpalık'ın çobanlarıyız' cevabı şüphelerini izale edemedi. O akşam Arpalık Ormanı'na doğru dört çoban ellerinde iki tüfekle dönüyorlardı. Bunlar Kara Fatma ile oğlu Seyfeddin ve iki kardeşi idi.

Ertesi gün, kaç zamandır Davulcular Ormanı'nda gizlenmiş olan yüzeli kişilik çetesinin başına geçen Kara Fatma, Gülbahçe, Orhaniye, Arpalık, Mecidiye köylerinin imam ve muhtarlarını ormana çağrttırdı, onlara; "Ben Kara Fatma'yım, Ermeni jandarmalarının sizden her ay aldıkları iki yüzer lirayı bundan sonra vermeyeceksiniz. Sizin ırzınızı, namusunuzu ben bekleyeceğim" dedi.

Köylüler memnun döndüler. Kara Fatma artık kendini meydana vurmuştu. Bir taraftan Sapanca havalisindeki (...) Bey vasıtasıyla silah satın alıyor, bir taraftan civar köylerden gelen delikanlıları çetesine yazıyordu. Az zamanda mevcudu 480 kişiyi bulmuştu" (Tansel, 2001, s.43).


Tevhid-i Efkar Gazetesi muhabiri de Kara Fatma ile görüşmüş (1922), yapılan bu görüşme sonrasında şu bilgileri aktarmıştır:

"Fatma Seher Hanım, çeşitli muharebelerde erkeklerden daha büyük hizmetler ifa etmiş, düşman karşısında bir dişi arsan gibi çarpışmıştır.

Onu geçen kış İzmit'te gördüm. Ne olursa olsun böyle pür silah omuzdan aşağı fişeklere sarılı, belinde uzun kaması ve tabancasıyla bir Anadolulu kadın. İlk defa görünce insana önce derin bir hayret hissi geliyor, sonra bu hayret yavaş yavaş bir kahraman karşısında duyulan hürmet ve tazim hislerine karışıyor ve insan ne büyük bir milletin evladı olduğunu o zaman anlıyor, gurur ve iftihar duyuyor"

Kara Fatma ve Çocukları: Kızı Fatma, Oğlu Seyfeddin

Kara Fatma İzmit'te savaşmaya başladığı zaman kızı Fatma, oğlu Seyfeddin ve iki kardeşi yanında idi. Özellikle kızı Fatma ve oğlu Seyfeddin'in İzmit'te Rum çetecilere karşı verilen mücadelede önemli gayretleri vardır. Hatta kızı Fatma, bir mücadele sırasında koluna isabet eden şarapnel nedeniyle sağ elini kaybetmiştir.

Fatma Seher Hanım çocuklarıyla ilgili şu bilgileri vermektedir.

"- Bu kız da deli midir, nedir bilmem şimdiye kadar yanımdan hiç ayrılmadı. Onu ekseriya İzmit'te bırakıyordum, fakat durmuyor, neferlerin peşine takılarak tâ siperlere kadar geliyordu. Kaç defa harb ederken bana ve askerlerime mataralarla su taşımıştır. Bu çarpışmada zavallı kız sağ elini kaybetti. Şimdi İzmit'tedir" diyor.

Fatma Hanım bu defa izinli olarak Ankara'ya geldiğinde kızı bir mektup yazdırarak ona göndermiş, mektubunda kendisinden küçük bir tabanca isteyerek, "Sağ elim yok ama sol elle pek güzel atıyorum anne!" diye yazmış. İzmit'te, Yakın Şark Yardım Heyeti Reisi bir gün kendisinden bir fotoğrafını çıkarmaları için müsaade talep etmiş. Fatma Hanım da müsaade etmiş. Fotoğrafı alındıktan sonra Amerikalı kendisinden bu hediyesine mukabil ne hediye edilirse memnun olacağını sormuş. Fatma Hanım,

"-Hani onbeşli İngiliz filintaları vardır" demiş. "Onlardan bulamadım, hediye edersiniz, nihayetsiz derecede makbule geçer."Amerikalı; yüzük, bilezik, küpe yerine silaha, bombaya meyli olan bu kadının karşısında cidden hayrette kalmış. Ancak, o silahtan bulamayıp, iki tane saplı Ingiliz bombası hediye etmiştir.


Kara Fatma İzmit'te Dinleniyor, Buradan Asker Topluyor

İzmit ve havalisinde katıldığı savaşlarda yorgun düşen Fatma Seher Hanım, bu bölgede bir süre dinlenmek amacıyla, ayrıca gönüllü askerler toplayabilmek için Kocaeli Gurubu Kumandanı Halid Bey'e (Nam-ı Diğer Deli Halid Paşa) 24 Ekim 1921 tarihli bir telgraf çekerek bu isteğini bildirmiştir.

Kocaeli Gurubu Kumandanlığı’na

İzmit’ten- 24.10.1337

"12 Teşrinievvel tarihinde Müfrezeler Kumandanı Reşat Bey'den aldığım emir üzerine 9 kişilik maiyetimle eşnan harici efraddan gönüllü toplamak ve cepheye avdet eylemek üzere hareket eylemiştim. Teşkilatı tevsi ile topladığım 25 kişilik maiyetimle emr-i 'âlinize muntazırım. Büyük Milletimin 'uhdeme verdiği Çavuşluk rütbesinden dolayı 'arz-ı şükran eyler ve iki seneden beri çok yorgun bulunduğumu da arz ederek İzmit civarında veya cephe gerilerinde az bir müddet istirahat içün istihdam olunmaklığımı istirham eylerim efendim."

Mücahide
Fatma Seher

Bu istek karşısında, Kocaeli Gurubu Kumandanı Halid Bey’de Fatma Seher Hanım’a şu telgrafı çekmiştir.

Tegraf Geyve İstasyonu

170 24.10.1337

30

İzmit’te Mücahide Fatma Seher Hanım’a

Emr-i ahire kadar maiyetinizle birlikte İzmit’te istirahat etmeniz muvafıktır.

Kocaeli Gurubu Komutanı Halid


UNUTULAN KAHRAMAN: KARA FATMA

Kara Fatma, 1930'lu yıllarda büyük bir perişanlık içerisindeydi. Bu yıllarda kendisiyle röportaj yapan gazeteci Mekki Sait Bey'e acı ve üzüntü içerinde şunları anlatmıştır.

"İşten bahsediliyor... İş bulamıyorum ki... Kapıcılık, kolculuk bulsam çöplüğe de razıyım. Kızımla torunlarıma bakayım.

-Kaç yaşındasın?

-55 yaşındayım. Askere 24 yaşında girdim. Seferberlikte Kars, Kağızman, Beyazıt taraflarında çalıştım. 275 kişilik bir çetenin reisi idim. İstiklal Harbi'nde Garp Cephesi'nin hemen her tarafında bulundum. Bereket Alakaya taarruzunda, sonra Düzce'de eşkıya ile müsademede Sivrihisar'da, birde Değirmendere'de yaralandım. Bunlardan başka ufak tefek sıyrıklar, çizikler onları saymıyorum. Kızımın parmaklarını da şarapnel kesti. Zavallı yarı deli vaziyettedir. Yetimleri bana kaldı. Çalıştığım sürece amirlerimin takdirlerini kazandım. Bütün sefaletimi unutturan, beni yaşatan bu İstiklal madalyasıdır. Açım ama şerefliyim!

Kadıncağız ağlamaya başladı.

-Bazen çocukların elinden tutuyor "Şu yetimler aç kalmış ölecekler..." diye torunlarım olduğunu sezdirmeden, onlar için yardım toplamaya çıkıyorum. Ne yapayım siz söyleyin! (Yedigün, 9 Ağustos 1933, s.10)

Hayatı cepheden cepheye koşmakla geçmiş, birçok yörenin düşmandan kurtarılmasında önemli gayretler sarf etmiş olan Fatma Seher Hanım, hayatının son zamanlarında -ne yazık ki diğer birçok milli kahramanda olduğu gibi- büyük sıkıntılar çekmiştir. Hatta bir ara kalacak yer bulamayınca, İstanbul'da ki bir Rus Manastırına sığınmak zorunda kalmıştır. Kara Fatma gibi bir Milli Kahramanı Rus manastırına muhtaç etmek...


Ne acı değil mi? Ama ne yazık ki tarihimiz böyle acı hatıralarla dolu. Tıpkı Çanakkale Savaşı Kahramanı Havranlı Seyit Onbaşı'nın sahipsizlikten, bakımsızlıktan vereme yakalanarak ölmesi gibi, tıpkı İstiklal Şairimiz Mehmet Akif Ersoy'un çocuklarının ilgisizlik nedeniyle sefil-perişan olarak bu hayattan kopup gitmeleri gibi, tıpkı Gökbayrak Taburu Komutanı Cemal Bey'in haksız yere hapise atılması, hapisteyken gözlerini kaybetmesi ve dahada acısı daha sonra Cemal Bey'in suçsuz olduğunun anlaşılması gibi, tıpkı Kara Fatma gibi...

Bunlar isimlerini bildiğimiz kahramanlar. Ya isimlerini bilmediğimiz kahramanların acı akıbetleri...

DERLEYEN- MUSTAFA YOLCU


5 Aralık 2013 Perşembe

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 18


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 18  

ŞEHİTLERİN ÖLÜMSÜZLÜĞÜ 

Bu konuda çok sayıda menkıbe anlatılmaktadır. Bunlardan biri de, 1961-1967 yılları arasında Eceabat-Alçıtepe Köyü’nde öğretmenlik yapmış olan İffet Başaranın anlatmış olduğu menkıbedir:

“Ben, 1960-1961 yılında Edirne Öğretmen Okulu’ndan mezun oldum ve Çanakkale Savaşları’nın en yoğun geçtiği Alçı tepe Köyü’ne tayin edildim. Köylüler savaş sonrası Romanya’dan göçmen olarak gelmiş, buraya yerleştirilmişlerdi. Köye vardığımda bana “Hoca’nım, biz buraya yerleştiğimiz günlerde, yağmur yağdığı zaman yerden kırmızı su fışkırırdı. Bizim köyümüzün her karış toprağı şehit kanıyla sulanmıştır. Bunun için, olur olmaz yerlere olur olmaz şekilde çöp dökmeyin, hele hele besmelesiz hiç gezmeyin” dediler. 

Bu sözlerden çok etkilenmiştim. Her gece yatmadan önce şehitlerin ruhlarına bildiğim bütün duaları okur öyle yatardım. Bu durum aylarca devam etti. Bir gece, gecenin ilerlemiş bir saatinde at sesiyle, yüzlerce atlı, nal, zincir sesiyle uyandım. O anda camdan dışarı bakmak istedim. Fakat cesaret edemedim. Evim Cadde üzerindeydi. Aynı zamanda köy, askeri bölge olduğu için bir askeri deniz taburu vardı. Herhalde bir alarm vardır diye düşündüm. Ertesi gün, babaları subay olan öğrencilerim vardı, onlara sordum : “Bu gece alarm var mıydı? Babanız evde miydi?” diye. Onlar da babalarının evde olduğunu, alarm filan da olmadığını söylediler. 

Ertesi gece, yine aynı saatlerde yüzlerce atlı sesi camımın önünden geçiyordu. Atlı sesleri, zincir sesleri öylesine çoktu ki, gidiş yönlerinin bugünkü Mehmetçik Abidesi’nin bulunduğu Morto Koyu’na doğru olduğunu hissettim. O tarafa doğru gidiyordu atlılar. Ve ben tekrar kalkıp oturuyor ve o sesi dinliyordum.

Aradan bir müddet geçtikten sonra bu sefer tüm atlı sesleri aksi yöne doğru gidiyorlardı. Aradan bir saat geçti-geçmedi o at seslerinin bu sefer ters yöne, Nuri Yamut Paşa Abidesi’ne doğru gittiğini hissediyordum. Ayak sesleri o tarafa doğru gidiyordu.

Bu durumu anneme anlattım. O da bana “yok kızım, öyle şey mi olur, sen çok korktuğun için öyle gelmiştir dedi”. Ben de kendisine “eğer bu sesleri yeniden duyarsam, seni de uyandırıp sana da duyurtacağım” dedim. 

Bir süre sonra bir gün yine at seslerine, nal seslerine uyandım. Sanki birisi beni dürtüyor, sarsarak uyandırıyordu. Ben de hemen anneme seslendim, onu da uyandırdım. O da uyandı ve dinledi. O da aynı sesleri duydu. O da cesaret edip bakamadı, korktu. 

Öylesine huzursuz olmuştum ki, devamlı kulaklarımda bu sesler vardı.

Bir gün bir aile toplantısında konu şehitlerden açıldı. Şehitlerle ilgili olarak herkes bir şeyler anlatıyordu. Bu konuyu en iyi bilenin İsmet Teyze olduğunu söylediler. Ben de gittim her şeyi olduğu gibi İsmet Teyze’ye anlattım. İsmet teyze bana dedi ki; “ah evladım, neden korktun? Korkulacak hiç bir şey yok ki. Eğer perdeni açıp da dışarı baksaydın yüzlerce atlının, üzerlerinde bembeyaz kefenleriyle Morto Koyu’na doğru gittiğini görecektin. Ben de buraya ilk geldiğimde (İsmet Teyze Şehitler Abidesi’ni yapan mimar-mühendisin annesidir) şantiyede aynı sesleri duydum, birdenbire kalkarak perdeyi açtım. Bir de ne göreyim. Mehmetçik Abidesi’nin denize bakan kesiminde binlerce, onbinlerce beyaz kefenli namaz kılıyordu. Bir müddet sonra hepsi atlarının üzerine binip nal sesleri arasında kaybolup gittiler” dedi. Sonra devam etti: “Kızım, sen onlara çok dua okuduğun için sana görünmüşler. Bundan sonra onları görmek istemiyorsan, korkuyorsan dua okuma, onlar da sana görünmezler.”

Ben de İsmet Teyze’nin dediğini yaptım. Bir daha da ne seslerini duyabildim, ne de kendilerini gördüm.”

Aslında gördüğümüz ve dinlediğimiz bütün menkıbelerde dolaylı da olsa manevi bir sır yer almaktadır. Fakat bazı menkıbeler doğrudan insanların Müslüman oluşundan dolayı teşekkül etmiştir. Bu konuyla ilgili olarak Şefik Başaran (Banka Müdürü) şunları anlatmaktadır:

“Düşman gemileri Çanakkale’yi sürekli top ateşine tutmuşlar, fakat kolayca isabet ettireceklerini sandıkları deniz kıyısındaki evlere hiç tutturamamışlardır. Hep arkalara ve iç kısımlara isabet ettirmişlerdir. Çünkü deniz kıyısındaki evler hep Müslümanların evleri, arkalardaki evler de Rumların evleridir. Toplar hep Müslümanların evlerine hedeflenerek atıldığı halde top savrularak Rumların evlerine düşmüş, deniz kıyısındaki Müslüman evleri sağlam kalmış, Rum evleri İngiliz ve Fransız toplarıyla harap olmuştur.

myolcu@ttmail.com

 

25 Kasım 2013 Pazartesi

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI-17 AYŞE ANA


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 17 

AYŞE ANA 

Havadis çok kötü idi. Deminden beri köyün içi mahşer yerine dönmüştü. Herkes kaçıyordu. Çoluğunu, çocuğunu kapan, yatağı yorganını sırtına alan kendini köyden dışarı atıyor, küçük ormanın yolunu tutuyordu. 

Yarım saat evvel “ kocabaş” köyünden doludizgin gelen bir atlı, heyecanla” Daha ne duruyorsunuz, düşman bizim köyün sırtını çoktan aştı, bu tarafa geliyor.” Demiş ve sabahtan beri ordumuzun çekildiğini, düşmanın her tarafı ateşe vererek ilerlediğini söylemiş ve geçip gitmişti. Bu habere pek inanmak istemeyen köylüler sağa sola adam çıkarmışlar, hakikaten düşmanın süvarilerinin iki saat önce Sarı höyükte göründüğünü bütün ova köylerinin ateş içinde kaldığını, köylülere yapmadıklarını bırakmadıklarını yana yakıla anlatmışlardı. 

Biraz sonra, aşağı yoldan Türk süvarilerinin Eskişehir’e doğru koştuklarını gördükleri zaman; Bey pınar köyü halkı da artık kaçmaktan başka çare kalmadığını anlamışlardı. Köyü en son terk eden iki ihtiyar, Ayşe ananın yolun üst başındaki büyük ve eski evinin önüne geldikleri zaman durdular. Ayşe anayı evinin samanlığının arkasında cephane sandıklarını saklamaya çalışırken buldular ve:
-    Haydi ana gidelim, köyde kimse kalmadı. Düşman nerede ise gözükür, demişlerdi.  O, hiç istifini bozmayarak:
-    Bunları saklamayınca nereye giderim ben, dedi. Köylüler onu işinden vazgeçirip beraber götürmek için zorladılarsa da, o bir türlü buna razı olmamış:
-    Bunca cephane düşman eline mi geçsin, yazıktır oğul…

Demiş ve bütün cephaneleri samanlığın arkasındaki hendeğe doldurduğunu ve şimdi de üstünü çalı çırpıyla örtmeye çalıştığını söylemişti. Ayşe ana kendisine yardım etmek isteyen köylülere:
 
- Siz varın gidin. Ele geçerseniz düşman sizi sağ koymaz. Ben nede olsa kadınım, demiş ve atının ahırda hazır olduğunu, çok eğleşmeyin arkadan yetişeceğini söylemişti. Ayşe ana Bilecik civarındaki Bey pınar köyünün üst başında, yanında gümüş gibi parlak bir dere geçen, büyük ve eski bir evde oturuyordu. Bu ev ona vaktiyle, köyün en zenginlerinden biri olan rahmetli babasından kalmıştı. Genişlikten, büyüklükten, güzellikten yana onun eşi yoktu. Yol üstünde olduğu için gelip geçen garipler, yolcular hep bu evde konaklarlar, burada sığınacak bir yer bulurlardı. Ayşe ana bu evde tek başına oturuyordu. Kocası, Balkan harbinde kaybolmuş, iki oğlundan büyüğü Birinci İnönü de şehit düşmüş, küçüğü de ağır yaralanıp Eskişehir hastanesine yatmıştı. Şimdi Allahtan başka kimsesi yoktu. Şimdi köyün bütün yaşlıları, delikanlıları, kızları… Hep onun evlatları idi. Herkes Ayşe anayı öz anası gibi severlerdi. Başı sıkılan, derdine çare arayan hep ona koşardı. Elli yaşlarında, uzun boylu, iri kemikli, kuvvetli bir Türk anasıydı. Az söyler, çok gülmez, şakaya gelmez birisiydi. Düşman Anadolu ya saldırıp ta Bursa’yı aldıklarını duyduğunda, o yaralı bir aslan gibi köpürmüş, kendi oğulları başta olmak üzere bütün köyün delikanlılarını milli kuvvetlere, çetelere yardıma göndermişti. Çok geçmeden kendisi de kocasından kalan tüfeğini omzuna asıp, kağnı arabasını arkasına alarak orduya katılmıştı. O zamandan beri durup dinlenmeden, yağmura kara bakmayarak, her sıkıntıya göğüs gerip askerlere cephane, tel örgü, yiyecek taşıyor, sıkışınca harbe giriyor, hülasa cephede ve gerilerde umulmadık hizmetler yapıyordu. Hatta hizmetlerine karşılık harp madalyası bile almıştı. Son defa düşman Bileciği alıp da Eskişehir’e doğru ilerle diği zaman, Ayşe anada beş fedakâr kadınla beraber, düşmanı karşılayan askerlerimize cephane taşıyordu. Düşman bu defa İnönü cephesine kuvvetli gelmişti. Çok kalabalıktı. Komutanlarımız düşmanla buralarda savaş etmektense, düşmanı daha gerilere çekip Sakarya boylarında karşılamaya karar vermişlerdi. İşte bunun için askerlerimiz geri çekiliyor, düşman da arkasından yakıp yıkarak geliyordu.  

Ayşe ana ve arkadaşları bu kara haberi işitince, hemen geri dönüp arabaları Bey pınar köyünün üst başına çekmişlerdi. Bu sırada köylüler de kaçışıp duruyorlardı. Arkadaşları da çıkıp gitmişlerdi. Şimdi şaşırıp kalmıştı. Bu cephaneleri ne yapacaktı... Kime teslim edecekti. İleriye götüremezdi. Cepheden çekilenler ordunun çoktan geri çekildiğini söylüyordu. Köylüler kendini ormana atarken, oda beş araba dolusu cephane sandığını, kendi evinin samanlığının yanındaki hendeğe doldurmuş, üstünü çalılarla örtmüştü.  

Samanlıkta işini bitiren Ayşe ana eve girdi. Odanın pencere kepenklerini kapadıktan sonra ufak yağ kandilini yaktı. Şimdi rahattı. Uzun bir nefes aldı. Artık korkulacak bir şey kalmamıştı. İki rekât namaz kılacak, sonra ala atına binip yola çıkacaktı. O namaz kılarken hava iyice kararmıştı. Bey pınar köyü   bir gecenin karanlığına gömülürken, Ayşe ana birden uzaklardan kopan top seslerine benzeyen gürültü ile sarsıldı. Kalbi şiddetle atmaya başladı. Kulak verdi: Gök gürlüyordu. Kulakları yırtan bir çatırtıdan sonra, şiddetli bir yağmur başlamıştı. Aman vermeyen rüzgâr ağaçları, dalları koparan bir fırtına halinde evi yerinden oynatır gibi sarsıyordu. Ayşe ana namazını bitirmişti. Dua ediyordu. Dışarıda ayak sesleri duyar gibi oldu. Yüzünü sıvazladı. Tüyleri ürpererek kalktı. Pencereye koşup kulak verdi. Sesler gittikçe yaklaşıyor ve çoğalıyordu. Acaba düşman mı? Diye düşündü. O, düşmanın bu kadar çabuk gelmesine ihtimal vermiyordu. Fakat o esnada evin aralık duran kapısı şiddetle açılmıştı. Süngülü iki düşman askeri içeriye girdi. Bunlardan biri kötü bir Türkçe ile:

-    Hey kadın… Kim var evde?
Diyerek odaya daldı. İçerde kimse olmadığını anlayınca, dışarı çıkıp kapının önünde duran subaylarına haber vermişti. Düşman burasını, bu gece için tabur karargâhı yapmayı karar vermişti. Taburun bir bölüğü de geceyi Bey pınar köyünde geçirecekti.  

Bir dakika sonra askerler, parlak şeritli, sırmalı üç subayın ıslak paltosunu çıkarmaya uğraşırken, süngülülerde kudurmuş canavar gibi Ayşe ananın üzerine atılmışlar, dipçikle döverek dışarı çıkarıyorlardı. Oracıkta işini bitireceklerdi. 

O esnada subaylardan biri, ıstıraptan inleyen Ayşe ananın bağırmasını duydu ve askerlere: “ Dokunmayın ona… Burada dursun; soracağım şeyler var.” Askerler Ayşe anayı baygın bir halde oraya, sofanın bir köşesine bırakmışlardı.  

Biraz sonra tabur komutanının portatif masasını kurduğu büyük oda, gaz lambasının ışıkları ile aydınlandı. Ocağın içinde yanan çam odunları, kısa alevlerle çatırtılar çıkararak yanıyor, odayı ılık bir sıcaklıkla dolduruyordu. Ayşe anayı ite kaka içeri getirdiler. Tabur komutanının karşısına bıraktılar. Komutan koca bıyıklı, gök gözlü, meymenetsiz bir adamdı. Ayşe anayı yukarıdan aşağı şöyle bir süzerek alay eder gibi güldü. Ayşe ana yaralanmış dişi kaplan gibi soluyordu. Başörtüsü yırtılmış, sacları yolunmuş, yüzü gözü kan içinde kalmıştı. İhtiyar bir kadına karşı yapılan bu hareket en katı kalpli insanları bile merhamete getirebilirdi. Fakat düşman subayının umurunda değildi. Küfür eder gibi bir şeyler mırıldanıyor, yanında duran er tercümanlık yapıyordu.  

-    Doğru söyle, sonra karışmam… Köyde kimse kalmamış, sen niye gitmedin?
-    Burada ne yapıyordun?
-    Hiç.
-    Anlaşılan dayak yemeyince söylemeyeceksin.
Komutan hiddetle elini sağ tarafa uzattı. Orada ayakta duran, asker elbiseli birini gösteriyordu.
-    Bu adamı tanıdın mı?
 
Ayşe ana kafasını sağa çevirince dona kalmıştı. Ne söyleyeceğini şaşırdı. O gösterdiği adam, kasabada her zaman alışveriş ettiği Dimo çorbacı idi. Komutan ilave etti.

-    Bu senin millicilere cephane taşıdığını görmüş, öylemi?

Ayşe ana susuyordu. Komutan cephaneleri nereden aldığını, nereye götürdüklerini, ellerinde cephane olup olmadığını sormuş, fakat Ayşe anadan:
-    Bilmiyorum, hiçbir şeyden haberim yok, hayır.

Cevabından başka bir şey öğrenememişti. Herif fena halde köpürmüştü. Elindeki kırbacı Ayşe ananın yüzüne şiddetle vurdu. Avaz avaz bağırarak: “ Kadın doğru söyle, söylersen evini yaktırmam.” Diyordu.

 

Ayşe ananın artık şüphesi kalmamıştı. Etrafında kendisine haydut gibi bakan bu gözü dönmüş herifler, kendisini öldürecekler, evini de yakacaklardı. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, bir şey söylemek istemiyordu. Tek memlekete zarar gelmesinde, o ölüme razı idi. 
 
Bu esnada aklına müthiş bir şey geldi. Birden gözleri parladı. Elini kaldırarak kendisini süngülemeye götürenlere: 

-    Durun şimdi söyleyeceğim. Hakikaten Ayşe ana, cephane taşıdığını itiraf
etmişti. Nereden nereye ne kadar götürdüğünü söyledikten sonra dedi ki:
-    Son taşıdığım cephane, mezarlığın alt tarafında toprağa gömülüdür. Bu

çamurda karanlıkta yerini size gösteremem. Yarın sabah gidersek bulup çıkarırız.

Sabaha karşı idi. El ayak çekilmiş, herkes mışıl mışıl uyuyordu. Ayşe ana samanlığın kaplamasına dayandı. Kulak verdi. Nöbetçi dışarıda dolaşıyordu. Ayağa kalktı. Samanlığın arkasından yavaşça üç tahta söktü. Kaçacak kadar bir delik açılmıştı. Açılan delikten temiz bir toprak kokusuyla karışık ıslak bir hava yüzüne çarptı. Uzun bir nefes aldı. Sonra akşam kandilini yakarken cebine attığı kibrit kutusunu çıkardı..  Bir kibrit yaktı; elinde tuttuğu bir demet otu tutuşturup samanların arasına bıraktı. Samanlar için için yanmaya başladı. Samanlığın kapısını içeriden kilitledikten sonra, kendisini delikten dışarı attı. Nöbetçi evin ön tarafına geçmişti. Köşede durdu, biraz bekledi. Nöbetçi bulunduğu tarafa doğru gelirken, hemen dolaştı. Evin önüne gelince merdivenden tırmandı. Cebindeki anahtarla sokak kapısını kilitledi. Artık canavarlar tuzağa düşmüştü. Kimse kaçamazdı. Nöbetçi halen öbür tarafta idi. Aşağı indi. Ağaçların arasından geçerek derenin kenarına vardı. Şimdi artık ormana doğru giden yoldan bütün
hızıyla koşuyordu.  

Biraz sonra Ayşe ana ormana ulaştığı zaman durdu, arkasına baktı. Bey pınar sırtlarından kızıl alevler yükseliyordu. Her tarafı korkunç bir kızıllık kaplamıştı. Bombaların müthiş gürültüleri vadileri inletiyor, askerlerin acı acı bağırışları duyuluyordu.  

Kahraman ananın güzel evi, içindeki haydutlarla beraber yanıp kül olurken, Ayşe ana bitkin vücudunu sürüyerek, orduya yetişmek için ormanın karanlıklarına dalıp gitti. Ayşe ananın intikamı, yerini bulmuştu.  

myolcu@ttmail.com

 

 

 

 

14 Kasım 2013 Perşembe

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 16


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 16

“Galiçya Cephesi:

1914 yılında savaş başlayınca Ruslar Galiçya'yı işgal ettiler. 1915 yılında Almanlarca takviye edilen müttefik güçler, Rusları mağlup ederek tekrar Galiçya'yı ele geçirdiler.

1917 yılı Temmuzunda Ruslar Galiçya'da tekrar taarruza geçtiler. Başlangıçta hızla ilerleyen Rus birlikleri, on gün sonra duraklayarak geri çekildiler. I. Dünya Savaşı'nda Macaristan'ın kuzeydoğusuna düşen Galiçya (Lehistan) bölgesinde bir Osmanlı Kolordusu Alman, Macar ve Avusturya kuvvetleriyle birlikte RUSLARA karşı savaştı
.”

 

 

GÖZCÜ ALİ 

“Ölüm en çok 57. Alay´a yakışırdı sanki. O alay ki düşmana savaş meydanını dar etmiş, nasıl dövüştüğümüzü gören düşman çareyi kaçmakta bulmuştu. Çünkü 57. Alay, muharebe meydanında var olmak için ölüme meydan okumuştu. Ölmekle hayat bulacağını çok iyi anlayan kahraman alayımız, bu sebepten Arıburnu Çıkarması´nın ilk iki gününde üçte ikilik mevcudunu yitirmişti. Çok iyi hatırlarım; bölüklere kumanda edecek subay bulunamayınca, tabur imamlarına kumandanlık görevi verilmişti.” Onlar Çanakkale Cephesinden sonra yine ateşe atılmak için sekiz haftalık bir yolculuğun ardından Galiçya ya gittiler. Vatanlarından uzakta, savaşmaya mecburdular. Görevlerini hakkıyla yerine getirdiler. Bu görev esnasında Türk ordusu tam 12 bin şehit verdi. Bunlardan 95´i subay, 7 bini er idi. Diğerleri ise “kayıp” diye tarihe geçtiler. Süleyman Nazif´in dediği gibi, “Çanakkale bundan sonra bir isim değil, bir tarih olacaktır. Galiçya da onun zeyli. 

Galiçya da 17 Eylül taarruzunda, sahra bataryalarımızdan birisi, ilerdeki sık ormanlık alana bir gözcü göndermişti. Gözcü Ali onbaşı yüksek bir ağaç seçti. Üzerine çıktı. Bu yüksek mevkiden düşman siperlerini ve taarruz edecekleri sahayı, bir kartal gibi gözetliyor ve neticesini telefonla batarya komutanına bildiriyordu.  

Öğleye doğru düşman piyadesi saldırıya kalktı. Bunun üzerine birliklerimiz düşman saldırısını boşa çıkarmak için ileri araziyi terk etmiş ve geri çekilmişlerdi. Çekildikleri siperlerde, Ali onbaşının bir hayli gerisinde idi. Piyadelerle pek fazla temas etmeyen Ali onbaşı, işte burada yanılmıştı. O; bizim piyadeleri daha ilerdeki siperlerde zannediyordu.   

Bir aralık ormandan sesler gelmeye başladı. Ali onbaşı bunu evvela bizim birliklerden biri zannetti. Kulak verdi, konuşulanlar Türkçe ye benzemiyordu. Belki Avusturyalı ve Almandır diye biraz daha bekledi. Bir de ne görsün, bir sürü düşman askeri, bulunduğu ağacın biraz ilerisinden ilerleyip gitmiyor mu?  

Önce içine hafif bir ürperme, korku düştü. Bu binlerce düşmanın içerisinde tek başına ne yapacağını, “ Şimdi telefon telini bulurlar da, benim ağacın altına gelirlerse ne yaparım.” Diye düşündü. Biraz durakladı. Sık ve minare boyu ağaçlar arasında ne kimsenin kendisini fark etmek ve nede ince telefon kablosunun görülmek ihtimalinin bulunmadığını kanaat getirdikten sonra, her topçu gözcüsünün görmesi mümkün olmayan, öndeki manzarayı ve bundan istifadeyi düşündü. Telefonu eline aldı, yavaşçacık düğmesine bastı, arı sesini andıran vızıltı işitildi. Demek ki bataryası ile halen irtibatı vardı. Gayet yavaş sesle konuşmaya başladı. 

-      Alo… Komutanım…
-      Ne var Ali onbaşı?
-      Ben düşman içinde kaldım komutanım.
-      Nasıl düşman içinde?
-      Yani Rusların arkasında… Yanımdan hinci bölük bölük geçiyorlar.
-      Sen neredesin Ali onbaşı?
-      Şu koca dereden Tabur karargâhına inerken sol tarafta hani kırmızı topraklı bir kıvrım yok mu? Oradan yukarı çıkınca en yüksek ağaçlar vaya,  işte onların üzerindeyim.
-      Hay Allah iyiliğini versin be çocuk… Sen ne arıyorsun oralarda? Bizim askerlerin oradan çekildiğini bilmiyor musun?
-      Bilmiyordum komutanım…
-      O halde orada bekle… Ben, o civara ateşe başlayacağım, diğer bataryalara da haber vereceğim. Sen oradan ateşimizi idare eder ve bize bilgi verirsin.
-      Başüstüne komutanım. Yalnız, benim ağacı gözetleyin…

Kapalı ormanda görülmediklerini sanarak, rahat rahat ilerleyen Rus askerleri, ansızın bir top mermisinin civarlarına düşmesini hayretle gördüler ve bunu tesadüfen düştü sandılar. Fakat mermiler gittikçe yaklaşıyordu. Çünkü ağaç üstündeki Ali onbaşı durmadan:

Yüz metre daha uzat. Elli metre daha kısalt…
Diye yavaş sesle söylenip duruyordu. Beşinci ve altıncı mermi tamamıyla düşman yürüyüş kolunun içerisine düştü. Ali onbaşı artık kendisini tutamayarak bağırdı:

-      Tam isabet… Grup ateşine geçin…

Ali onbaşının bataryası grup ateşine başladı, dört top durmadan ateş saçıyordu. Batarya komutanı, gözcünün düşman gerisinde bulunduğunu ve ateşi oradan idare ettiğini, diğer bataryalara da haber vermişti.

Hedef göremedikleri için düşmanın ileri siperlerimize çatmasını bekleyerek susan Türk, Avusturya, Alman bataryaları da ateşlerini bu sahaya çevirmişler. 

Ali onbaşı şimdi bu müthiş ateşin düşman hücum kollarını ormanda nasıl çil yavrusu gibi dağıttığını görmekle, neşeden kabına sığmıyor, bir taraftan da durmadan komutanına bağırıyordu:

-      Aman komutanım altımdaki ağaç zıngıldıyı… Bahtına düştüm gayrı. 

Bu sırada birden Ali onbaşının sesi kesildi. Devamlı telefonun ziline bastığı halde, artık ondan cevap alınamadı.

O gün akşam yaklaştığı için, bizim karşı saldırımızda ertesi güne kaldı. Ertesi sabah başlayan karşı saldırımız, düşmanı önüne katarak ilerideki yüksek ağaçlıklı ormanı silip süpürdüğü zaman, birliklerimiz yukardan bir ses işittiler:

-      Sen kimsin hemşeri? Yanılıp ta, benim yanıma geldikleri için daha şuracıkta    zıbarıp kalmış o düşmanların canına ot dıhıyan topçu gözcüsü Ali onbaşıyım…                  

 

 myolcu@ttmail.com

7 Kasım 2013 Perşembe

HASAN OKUMUŞ


HASAN OKUMUŞ 

2.11.2013- 1960- 1965 Yılları arasında İskilip Ortaokulunda Müdürlük yapmış olan, Fen Bilgisi derslerine giren Hasan Okumuş hocamız ile yapmış olduğumuz bu röportaj ile sizleri o günlere götürecek, unuttuklarımızı hatırlayacaksınız. 

M.Y- Sayın hocam bize kendinizi tanıtırmısınız?
H.O- 1925 Yılında Sugıylan köyünde doğdum. Babam çiftlik ağası idi. Annemi dört yaşında, babamı sekiz yaşında kaybettim.  İlkokulu Bayat yatılı ilkokulunda okudum. Ortaokulu İskilip Ortaokulu’nda okudum. Ortaokulu bitirdikten sonra Balıkesir Öğretmen Okuluna girdim. Öğretmen okulunu bitirince Köy Enstitüsüne tayinim çıktı. Ben ilkokul öğretmenliği yapmadım. Ankara da fen fakültesi biyoloji bölümüne müracaat ettim. 400 Kişi imtihana girdik. Biyoloji bölümünü 20 kişi kazandık. Aynı okulda bizim mahalleden Ahmet Dumanoğlu vardı. Erdal İnönü’de bizim dönemde fizik bölümüne girdi.  

M.Y- Sizi okumaya kim teşvik etti.
H.O- İskilip’teki Kalyoncular akrabalarımızdı.  Beni manevi olarak okumaya onlar teşvik ettiler. Öğretmen okulunu bitirip İskilip’e geldiğimde,   Mürsel Kalyoncu ile karşılaştım. Bana ilkokul öğretmenliğine gitmememi, üniversiteye gitmemi söyledi. Böylece Ankara’ya gelip, fen fakültesine müracaatımı yaptım.  

M.Y- Fen Fakültesini bitirince nerede görev aldınız?
H.O- ilk tayinim Trabzon Beşikdüzü ortaokuluna çıktı. Orada dört sene kaldım. Okulda laboratuar kurarak, yörede bulunan kuş ve balık çeşitlerini sergiledim. Balık çeşitlerini kavonozlar’da muhafaza ettim. Kuşların ise içini boşaltarak ilaçlayıp dolgu maddeleri ile doldurdum. Beşikdüzü’nden askere gittim. Askerden sonra Sungurlu ortaokuluna tayin oldum.
Sungurlu’da bir süre öğretmen olarak, daha sonra müdür muavini olarak toplam sekiz yıl görev yaptım. Sungurlu’da ortaokul binası eskimişti. Yeni bir arsa temin ederek, yeniden bina yapmak faaliyetine girdik. Bu bina inşaatı, ben Sungurludan ayrıldıktan sonra tamamlandı. 

M.Y- İskilip’e tayin olma sürecini anlatırmısınız?
H.O- İskilip Ortaokulunda okuyan, Emniyet Amirinin haylaz bir kızı varmış. Bu kıza bazı öğrenciler mektup yazıp, sırasına koymuşlar. Bu kız durumu babasına bildirmiş. Babası’da durumu okul müdürüne iletince; mektubu yazdığından şüphelendikleri öğrencileri karakola götürüp dövmüşler. Bu duruma İskilip halkı isyan etmiş. Kalabalık halk karakol önüne yığılmış. Bunun üzerine Valilik, Emniyet Amiri ile okul müdürünü görevden almış. Çorum Milli Eğitim Müdürü, İskilip Ortaokulundaki bu durumu ancak; İskilipli bir müdür çözer düşüncesini Bakanlığa ileterek, benim İskilip’e Müdür olarak tayinimi talep etmiş. Böylece İskilip’e 1960 yılında tayinim gerçekleşmiş oldu.  

M.Y.- İskilip’e tayininiz çıkınca ne hissettiniz?
H.O- Tabi’i ki memleketime, okuduğum okula müdür olarak tayin olmaktan gurur duydum. İskilip’e geldiğimde, okul anarşi içinde idi. Bir ay içinde okulu düzene soktum. Okulda öğretmen adedi yetersiz idi. Bakanlığa yazı yazarak, öğretmen atanmasını talep ettim. Bakanlık talebimi uygun görerek, gerekli öğretmen tayinini yaptı. 
Okul binası eskimişti. Ahşap merdivenler kırık, yağmur yağdığında tavanda akıntılar oluyordu. Sınıf sayısı yetersizdi. Tüm bunları ortadan kaldırmak için okula ilave yapmak, sinema salonu yapmak faaliyetine girdik. Benim çalışmalarımı gören Kaymakam bana yardımcı oldu. Köylere gidip buğday toplayıp sattık. Özel İdareden’de kaynak aktarıldı. Böylece okul ilavesinin zemin katı ile sinema salonunu tamamladık.
Pansiyon’u da düzene sokup, işler hale getirdim. Böylece köy çocuklarının ortaokul’da okumasını sağladım. Onlara yemek çıkarttım. Daha önce anlaşma yapılan bir lokanta’da sabahları çorba, öyle ile akşam’da aynı yemekleri yiyorlarmış.  Çocuklar lokanta’da yemek yemekten bıkmışlar. Biz ise pansiyonun bodrum katında yaptığımız yemekhanede, kalori hesabına göre değişik yemekler çıkarıp, gerekli besini almalarını sağlıyorduk.  

Bir seferinde UNESCO ya yazı yazarak, pansiyonumuza gıda yardımında bulunmalarını istedim. Kısa bir süre sonra okulumuzun kapısına, bir kamyon gıda yardımı geldi. Bize un ile Hollanda peyniri göndermişlerdi. Çocuklar undan helva yaptırıp yemeyi çok sevmişlerdi. Pansiyon aşçısına, sık sık helva yaptırıp yediler.
Okulumuzun önünde, Çarşamba günleri sebze pazarı kuruluyordu. Çocuklar ders saatinde dışarı bakıp, dersi verimsiz hale getiriyorlardı. Öğretmenler bu durumdan rahatsız oldular. Bende sınıf pencerelerinin alt camlarını beyaz yağlı boya ile boyattım. Bu duruma engel oldum. Bu kez camdaki boyaları değişik şekillerde kazıyarak, dışarı bakmaya çalıştılar.
İstanbul’da avukatlık yapan Hamit Çağıl adında bir hemşerimiz vardı. Okulda benim ziyaretime geldi ve bir süre sohbet ettik. Daha sonra bana- “ Hocam izin verirsen, boyattığın çamların yerine ben buzlu çam taktırayım.” Dedi. Bende talebini kabul ettim. Ölçüsünü aldırıp kestirdiği camları, okulumuza getirip taktırmıştı.

İskilip halkı mutaassıptır. Veliler kızlarının şort giyerek 19 Mayıs Bayramı törenine çıkmasını istemediklerini bildirdiler. Yönetmelik ise buna izin vermiyordu. Talepleri önce reddettim. Daha sonra veliler okula rapor alıp getirdiler. Bunun üzerine okul aile birliğini toplantıya çağırarak, kızlarımızın siyah saten pantolon ve kısa kollu beyaz gömlek ile bayrama çıkmasını teklif ettiğimde, hepside bu teklifi kabul ettiler. Bende raporları kendilerine iade ettim. Bayram hareketlerini yaptırmak için okulumuz dışından gelen yedek genç öğretmeni kabul etmediklerinden, bayramda hareketleri ben yaptırdım. İskilip halkı bayram günü sahaya gelerek, bayramı coşku içinde kutladılar. Benim ortaokulda görev yapmam, hemşerilerime güven telkin etti. Hiç çekinmeden kızlarını okulumuza gönderdiler.

Okul ile pansiyon arasında alçak bir duvar vardı. Beden eğitimi dersi sırasında bazı insanlar duvar kenarına geliyor, bahçeye bakıyorlardı. Kız çocuklarımız bu durumdan rahatsız olmuştu. Betoncu Kamil olarak bilinen müteahhide, bu duvarlar üzerine ilave yaptırarak, duvarı yükselttirdim. Böylece yoldan gelip gidenler tarafından, okul bahçesi görünmedi. Buraya yapılan açılır kapanır demir kapı ile okula gelip gidenleri kontrol edebilme imkan’da sağlandı.
Okulumuzda tüketim kooperatif kurarak, talebelerin ihtiyacını ve kitaplarını daha ucuza sağlamalarını temin ettim. Okulumuzun öğretmen kadrosunu tamam olduğundan, eğitim seviyemizde yükselmişti. Başarılı öğrencilerin üzerinde özellikle duruldu. Bu öğrencilerimiz yılsonunda Robert koleji imtihanına girdiler.
Bunlardan iki tanesi kolej imtihanı kazandı. Bu talebelerim üniversiteyi bitirerek Amerika’ya gittiler.
Kayseri’de bulunan öğretmen okulunun müdürünü tanıyordum. Onu arayarak ortaokulu bitiren öğrencilerimizin okullarına girebilmesi için yardımcı olmasını rica ettim. Oda bana-“ Ne kadar öğrencin varsa gönder.” dedi. 22 Tane kız öğrencimiz bu okula girdi. Burayı bitirip öğretmen oldular.
Kiriş Ahmet adında bir velimiz vardı. Benimle karşılaştığında- “ Müdür bey bu çocukları okumak için yaban illere gönderiyorsun. Oralarda bunların ahlakları bozulacak.” Dedi. Bende merak etmemesini, kızının öğretmen okulunu bitirip öğretmenliğe başladıklarında, kendisine maddi olarak yardımcı olacağını söyledim. 

Şikâyet üzerine Bakanlıktan okulumuza gelen müfettiş, 19 Mayıs Bayramında kız öğrencilerin saten pantolonda törene katılması yönetmeliğe aykırı diye beni sorguladılar. Bende müfettişlere” Velilerin kızlarının şort giyerek bayrama katılmasını istemediklerini, bunun için doktordan bayrama katılmamak için rapor aldıklarını, çocukları bayrama katılmaktan mahrum etmemek için böyle bir karar aldığını, İskilip’in mutaassıp bir yer olduğunu.” Bildirdim. Müfettiş- ” ben olsaydım aynı şeyi yapardım.” Dedi. Raporunu’da bu şekilde düzenledi. Daha sonra Bakanlık yönetmeliği tatil ederek-“ her yöre mahalli karakterine göre karar vererek, kızların bayramda giyeceği giysiyi kararlaştıracaktır.” Hükmü konuldu.  

İskilip’te yaptığım bu çalışmalar Bakanlığa ulaşmış ki; Ortaöğretim Öğretim
Genel Müdürü beni telefon ile arayarak, lise müdürü olarak bir ile tayinimi yapmayı düşündüğünü söyledi. 

1965 Yılı Aralık ayında Bitlis iline lise müdürü olarak tayinim çıktı. İskilip’te beni istemeyenlerin gayreti ile Ulus gazetesinde- “ Ortaokul müdürü Hasan Okumuşun sürgün olarak Bitlis’e tayini çıktı.” Diye haber yayınlandı. Birileri Bitlis iline, Lise Müdürü olarak tayin olmamı bile bu şekilde haber ettiriyordu. 

M.Y- Bitlis’i nasıl buldunuz. Sizi nasıl karşıladılar?
H.O- Bitlis’te İskilip gibi mutaassıp bir yerdi. İçki satılmıyor, kızlar okula gönderilmiyordu. Görev yaptığımız lise binası bakımsızdı. Valiliğin, halkın katkısı ile binayı elden geçirdim. Böylece düzgün bir hale geldi. Halkla bütünleştim. Onların içine girdim. Beni çok sevdiler. Aşiret reisleri ile tanışıp irtibatım oldu. Çocuklarını daha rahatlıkla okula gönderir oldular. Bitlis’te dört yıl kaldım. İki yıl lise müdürlüğü, sonraki iki yıl milli eğitim müdürü olarak görev yaptım.

Bitlis’te bulunduğum sırada Koçero adı ile anılan, dağlarda yaşayan bir eşkıya vardı. Yol keser, haraç alırdı. Benimde ilçe ve köylerde bulunan okulları gezip, denetlemem gerekiyordu. Bir ilçeye giderken, yolum kesilirse vereyim diye yanıma yüz lira aldım. Aracımızla yola çıktık. Yolumuz hiç kesilmedi, dersine açıldı. Aşiretin ileri gelenleri bana dokunulmamasını ona bildirmişler. Benim yola çıkmamdan haberi oluyordu ki bana hiç zarar vermedi. 

AP. Milletvekili Kamuran İnan’ın Şıh Selami adındaki babası, Bitlisin bir köyünde yaşıyordu. Bizimde bir açılış için onların köyünün yakınına gitmemiz gerekti. Şıh Selami’nin küçük oğlu yanıma gelerek- “ Ben Şıh Selami’nin oğluyum. Bizim oraya gelecekmişsiniz. Babam sizi evimizde ağırlamak istiyor.” Dedi. Bende olur geliriz dedim. Vali Yardımcısı ile birlikte açılıştan sonra köylerine gittik. Evlerine gelince iki korumanın, evinin önünde beklediğini gördüm. Kapıya bizi karşılamaya küçük oğlu geldi. Bizi yukarı çıkarıp koltuğa oturtarak “Babam birazdan gelecek” dedi. Ben şıh deyince sakallı, cübbeli birini bekliyordum. Biraz sonra gelen Şıh Selami’nin ise lacivert takım elbisesi, beyaz gömleği, ayağında ise şık bir ayakkabısı vardı.

Her yıl bir aylığına İsviçre’ye giderek çekaptan geçtiğini, daha sonra Fransa’nın Nis kentine giderek, orada mali müşavirleri ile görüşüp, vergisini algısını hallettiğini anlattı. İyi bir avcı olduğunu, bizim için elli adet keklik vurarak, keklik pilavı yaptırdığını söyledi. 

Bitlis’ten sonra 1969 yılı sonunda tayinim İstanbul- Fatih ilçesi Yedikule Lisesi Müdürlüğüne çıktı. Yedikule lisesinden emekli oldum. 

M.Y- Hocam iyi bir öğretmen nasıl olmalıdır?
H.O- Öğretmen öğrencilerini iyi tanımalı. Toleranslı hoşgörülü olmalı. Onların ruh haline göre onlarla diyalog kurup ilgilenmeli. Ben bahçede gezen öğrencileri izler, onları tanımaya çalışırdım. Talebelerime cezalandırıcı olarak değil, bir baba gibi yaklaşır, onların sorunlarını çözmeye çalışırdım. 

M.Y- Hocam verdiğiniz bilgiler için teşekkür eder, sıhhat ve afiyetler dilerim.
 
Mustafa Yolcu