14 Nisan 2016 Perşembe

MUHACİR OLMAK

Muhacirlik, düşmandan kaçmak için evini barkını, vatanını terk etmektir.
Yaşadığımız Anadolu coğrafyası, muhacirlerle dolu bir coğrafyadır. Aile kökleri araştırıldığında, muhacirlik yaşamayan aile sayısı nadirdir. En büyük muhacirlik hadisesi 93 Harbi, Balkan Harbi, 1. Cihan harbi yıllarında olmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Muhacirler için söylediği şu sözler çok manidardır:
“Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ri’cat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacirler, kaybedilmiş topraklarımızın milli hatıralarıdır.”

Muhacirliğin ne demek olduğunu ancak muhacirliği yaşayanlar, yaşayanları anlayanlar bilir. Afete maruz kalma, harp sırasın ’da veya muhacirlikte insanlar, zenginken fakir hale gelirler. Sağlıklı iken hasta olur, yakınlarını sevdiklerini kaybederler.

Gittikleri yerin insanlarınca hor görülürler. Yabancı gözü ile bakılırlar. Çocuklarına kız vermek istemezler. Kuru yere ocak yaktıkları için çalışkan olurlar. Yaşamak için taşın suyunu çıkarırlar. Bir süre sonra ev ve mülkleri olur. Kendi yemek, tarım, zanaat kültürlerini bulundukları ortama yayarlar. Bu sebeple ülkemiz, çeşitli kültürün izlerini bıraktığı alan olmuştur.

Sizlerle Bayburt’tan başlayan, muhacirlik hatırasını paylaşacağız. Birçoklarımız kendisini hatırada yaşananların içinde bulacak, muhacirliği onlarla yaşayacaktır.

 Muhacirlik-   Bayburt-Manşet 

O gün şehirde birileri, çok önemli şeyler diyeceği için, Kale ardının büyükleri de toplanıp şehre indiler. Çarşı meydanında, sehpanın üstüne çıkan rütbeli bir asker; bağıra bağıra haber veriyordu:

— Allah’ını seven; karısını kızını, çoluğunu çocuğunu alsın Bayburt’tan çıksın. Artık Rus’u tutamıyoruz. Altı aydan beri Ruslarla savaşan askerlerimiz; Ruslar karşısında artık tutunamayarak, geri çekiliyorlardı. Büyük ağabeyim Abu zer on iki senelik askerliğini bitirmiş, altı ayın üstüne seferberlik ilan edildiği gibi, küçük ağabeyim Cafer’le beraber tekrar Rus cephesine gönderilmiştiler.

Babam eve geldiğinde, anama toparlanmamızı söyledi. Muhacir çıkıyorduk! Hayvanlarımız dağdan henüz gelmemişlerdi. Danalarımız ise bayırda otluyorlardı. Ogün nasılsa sürüye karışmayan bir inek ve deli tosunumuzu yanımıza aldık. İneğimizin üstüne yarma, bulgur, un, tencere, kap kacak yerleştirdik. Tavuklarımızı evin içerisine toplayıp önlerine, yarma, bulgur döktük. Daha doğrusu götürebileceğimiz kadar gıda maddesini yanımıza aldık, diğerlerini tavukların önüne koyduk. Büyükçe de kaplara su doldurup içerisine taş koyduk, bizden sonra hayvanlarımız aç susuz kalmasınlar diye. Diğer hayvanlarımız ve eşyalarımız kalıyordu. Teciri, tereği düzülü evimize son kez doya doya baktık. Belki de bir daha göremeyecektik.

Anamla babam sırtlarına yorgan yastık, götüre bileceği eşyalardan şelek yapmışlardı. Benim sırtıma da bir yorganla bir yastık verdiler. Topu topu iki yorgan iki yastık almıştık.

Komşularımızdan Ağa Efendilerin öküz arabaları vardı. Birde Halil Efendinin babası Çavuş emi vardı, onlarında iki öküz arabaları vardı, bizim eşyalardan birazda Çavuş emmigilin arabasına koyduk.

Kale ardı olarak; biz, emmim Yakup Efendi, Çavuş emmigil, Ağa efendiğil, Kör Ağagil birde hatırlayabildiğim kadarıyla dul bir kadın vardı. Evin anahtarını da kapının önündeki kaldırım taşının altına koyduk. Küçük kardeşim Nuriye yi Çavuş emiğilin arabaya oturtturduk. Ablam Rukiye’yle; sırtlarımızda şeleklerimiz, el ele tutarak Şingah mahallesinden yukarıya doğru yola düzüldük. Keçevi’nin düzüne geldiğimizde, yollar mahşer gününe dönmüştü. Mahallenin hayvanlarını gütmeleri için içimizden üç tane çoban ayırdılar. Ama bizim deli tosunun hiç rahat duracağı yoktu. Devamlı kaçıyor ekin tarlalarına giriyor çobanları sürekli bezdiriyordu.

Muhacirliğin esintileri, daha yolun başında hissedilmeye başlamıştı. Büyük harp çıktıktan bir sene sonra Ermeniler arasında huzursuzluk çıkmaya başlamış, ağır ağır göç ediyorlardı. Hatta bir keresinde annemle, iki komşu kadın, Bent mahallesinde ki manifatura satan ermeni evlerinden birine gittik. Annemgil elbiselik kumaş alacaklardı. Ermeni kadınlar “ Hatunlar kumaş topları çok ağır içeri gelin de bakın” dediler. Bizlerse evin çevirmesinde oturduk, ev dehliz gibi içerden içeri gidiyordu. Şüphelenip korkmaya başladık. Annemler içeri girmeyeceklerini söylediler. Bu arada ermeni kadınlar kendi aralarına da telaşlı telaşlı konuşmaya başladılar. Kumaşları, tekrar getiremeyeceklerini söylediler. O zaman annemgil eve giremeyeceklerini söyleyerek çevirmeden dışarı çıktılar. Bent yolundan evimize giderken Of tarafından toplu olarak getirilen ermeni kafilesine rastladık. Başlarında askerler vardı. Ermeni kadınlardan biri bize bakıp şöyle dedi. ”KAA DACIKLAR; YAĞMUR YAĞAR ÇİSE ÇİSE, BUGÜN BİZE YARIN SİZE,”BOZ OĞLAN” (RUS) GELİYOR, GELDİ Mİ GÖRÜN NE YAPACAK SİZE, BAKIP TA GÜLMEYİN BİZE.” Dedi.

Bundan altı ay sonrada biz muhacir olmuştuk.
Arada bir Kale ardında, Taşın başına çıkar (Kale ardın da yüksekçe bir yerdir) Ordumuzun top ateşlerini seyrederdik. Top seslerini duymazdık ama namluların ağzından çıkan ışıkları görürdük. Işıklar bir açılır bir kapanırlardı.

Bayburt’ta genel bir huzursuzluk başlamış, her şeyin pahası düşmüştü. Kimse bir şey almıyordu. Herkes muhacirliğin hesabını yapıyordu. Ve nihayette muhacir olmuştuk.

O yıl ekinler öyle bir oldu ki; “yılan yaramazdı”. Öyle bir ekin! Hepsi Rus’a kalmıştı.

Bizden sonra Ruslar makineleri getirmiş, buğdayları toplayıp hepsini kendi memleketine götürmüş. Birde Çitenos köyünün Lıklıklar diye bir mevkisi vardı. Oraya yaklaştın mı ortalığı keskin bir kükürt kokusu sarar, sular, yeraltında lık lık sesleri çıkararak yeryüzüne çıkardı. Oranın suyu şifalıydı. Rus buraya öyle bir teneke yığmış ki, bu suyu tenekelere doldurmuş ağzını lehimleyip arabalarla Rusya ya götürmüş. Bayburt’tan gidene kadarda taşımışlar. Rus Bizim Çoruh nehrini gördüğü zaman derin bir ah çekip şöyle demiş. “Aaah Türk! Bu su ortadan akar, Türklerde suyun yüzüne bakar.”

Hayvanlarımız ekinleri yiyerek Kelkit’e doğru ilerliyorduk. Ekinler, nede olsa Rus’a kalacak diye, çobanlar seslerini çıkarmıyorlardı.

Kelkit’e vardığımızda; Kelkitliler muhacir malı diye, hayvanlarımızı yağmaya başladılar,. Yolda bir sürü muhacirlerin hayvanları da karışmış koca bir sürü olmuştu. Hayvanları tutan; büyük küçük demeyip götürüyorlardı.

Bizim deli tosunu da altı yedi Kelkitli yakalamış çeke çeke götürüyorlar. Babam eline değneği alıp seğirtti. Korkunç bir muharebe başlamıştı. Babam hangisine bir değnek vuruyorsa yere yatırıyordu. Bir yatan bir daha kalkamıyordu. Tek başına altı yedi kişiyi yerlere sermişti. Deli tosunu tek başına kurtarmıştı.

Kelkit’ten sonra yolumuzu Suşehri’ne çevirdik. Artık yollar ana baba gönüne dönmüştü. Kağnıların gürültüsüne öküzlerin böğürtüsü karışıyor, insan bağırtıları, çocuk ağlamalarına karışıyordu. Yollarda ki insan seli mahşeri andırıyordu. Hepimizin amacı birdi: Rus geliyor, nere olursa olsun bir an önce gidelim.

Bir dağdan aşağı inerken, Çavuş eminin arabası uçurumdan aşağı yuvarlandı. Üzerindeki eşyalar bir yana, öküzler bir yana savruldu. Araba ise paramparça olmuştu. Bizimde eşyalarımız olduğu için babam gil hep beraber eşyaları topladılar. Bereket versin ki öküzlere bir şey olmamıştı. Bu sefer eşyaları insanlar şelek edip sırtlarına aldılar. Tekrar yollara düştük.

Bizim deli tosun artık kabına sığmaz olmuştu. Bütün çobanlar yaka silkeliyorlardı. Bir düzlüğe geldiğimizde, babam kesmeye karar verdi. Ateşler yakıldı deli tosunu kavurma edecektik.

Üç asker yanımıza geldi “Ne duruyorsunuz kaçın! Rus geliyor.”

Ey aman Allah! Nuh tufanı kopmuştu. Artık muhacirleri kim tutabilir ki. Kazanı olduğu gibi ters çevirdik. Kavurmalardan bir “tike” bile yiyememiştik. Kazanı arabaya koyup yola düştük.

Bu kaçış öyle bir kaçıştı ki!
Millet birbirini geçiyor; arkada kalanlar, ağlayanlar, bağıranlar, arkada kalıp yalvaranlar, kırılan arabalar, savrulan eşyalar, yollara atılan; yaşlı, sakat, çocuklar… KİMİ HASTASINI ATIP KAÇIYOR, KİMİ KUNDAKTA Kİ ÇOCUKLARINI, ÇALILARIN DİPLERİNE ATIP KAÇIYORDU. ARTIK ÇALILARIN DİPLERİNE GİTMEYE KORKAR OLMUŞTUK. HER ÇALININ DİBİNDEN BİR AĞLAMA, İNLEME SESİ GELİYORDU.

Üç gün böyle yol aldık.
Nihayetinde bir atlı subay yanımıza geldi. “Niçin böyle birbirinizi helak ediyorsunuz” diye bağırmaya başladı.

Çavuş eminin karısı, subaya karşı çıkıp “Oğlum ne yapalım üç asker geldi, ‘ Ne duruyorsunuz! Kaçın Rus geliyor’ dedi.

Subay “Yok anam bacım yok. Rus bugün gelim dese, üç günden aşağı gelemez. Rus’un önünde asker var, savaşıyor. İçiniz rahat olsun. O diyenler sizin yiyeceğinizi yemek için demiştirler.”

Meğerse askerlerimiz haftalarca açlık çekerlermiş. Ne yapsın zavallılar; aç susuzlar. Demek ki onlarda öyle bir çareye başvurdular.
Bizden sonra hükümet dağda taşta sağ kalanları toplatmış.

Sahipsiz çocukları Eytam Hanelere koymuştu.
O subaydan Allah Razı olsun bizi rahatlatmıştı.

Sıkıntının biri bitip biri başlıyordu. Şimdide kolera salgını çıkmıştı. Hem de ne salgın. Akşamdan vurduğunu sabaha alıyor, sabahtan vurduğu akşama kalmıyordu. Ölenleri hemen elbiseleriyle küçük bir yarın ağzına getirip üzerine biraz toprak atıp yolumuza devam ediyorduk. Cenaze namazı bile kıldıran yoktu.
Nihayetinde Suşehri’ne vardık. Orada on beş gün kaldık.
Bir bahçede dut topluyorduk: dut çorbası yapmak için. Bu arada birisi; Tahir emi, Cafer geldi, diye bağırdı.
Babam, ablam, ben, dut ağacından atlar atlamaz, sesin geldiği yana koşmaya başladık.
Büyük ağabeyim Abu zeri ile küçük ağabeyim Cafer Kop cephesinde Ruslarla savaşıyorlardı. Hiçbirisinden bir haber alamıyorduk.
Bahçenin kenarında ki yolda elinde bir sopa olan çavuşun yanında yedi sekiz yaralı asker vardı.
Babam hemen yaralıların yanına koştu. Abu zer sen misin diye sordu. Ama karşısında ki asker, Cafer ağabeyimdi.
Bahçenin kenarına gelen yaralı asker kafilesi burada mola verirler. Cafer ağabeyim bahçede tut toplayan muhacirlere; burada Bayburtlu var mı? diye sormuş. Sorduğu kişi tesadüf, Çavuş emi.
Çavuş emi; “Var, kimi aradın asker ağa” diye sormuş.
Cafer ağabeyim; “Beni tanımadın mı? Çavuş emi”
Çavuş emi bir müddet ağabeyime bakmış “sen misin Cafer”, “Benim Çavuş emi” diyerek, sarmaş dolaş olurlar.
Cafer ağabeyimin geldiğin duyanlar; birer ikişer yanına geliyordu.
Elinde sopa olan asker; yaralı askerleri toplamaya başladı. Babam Çavuşa; “Çavuşum bu asker yolda ölür, biz annesi babasıyız. Bizimle kalsın dediler. Çavuş “Olmaz, ben onları Ankara’ya götürüyorum, orada tedavi olacaklar.” Dedi. Cafer ağabeyim üç yerinden yaralanmış. Mermilerin biri midesinin altından yarmış çıkmış, iki mermi içerde kalmıştı. Merminin biri yürümesine sürekli engel oluyor. Eğilip doğruldukça batıyordu.
Ağabeyimin o şekilde yürüyemeyeceğini anlayan çavuş; ağabeyimi bize teslim etti.
Cafer ağabeyim, insan kılığından çıkmıştı. Üstü başı yırtık, karnı sarılı, günlerdir aç susuz yayan yolculuk ağabeyimi bitirmişti.
Babamgil hemen sargılarını açıp, ottan merhem yapıp tekrardan sardılar. Ama yürüyecek vaziyette değildi.
Etrafımız bayram yerine dönmüştü. Her gelen oğlunu, akrabasını, eşini dostunu veya bir tanıdığını soruyor, heyecanla ağabeyimin vereceği cevabı bekliyorlardı.
Kale ardından tanıdıklarımızdan hemen hemen hiç kimse kalmamıştı. Onu soruyorlar; kulak tozundan vurulmuş, berikini soruyorlar anlından vurulmuş. Ekseriyetle vurulanlar ya anlından ya kulak tozundan, başka bir tarafından vurulan yok. Komşularımızın çocukları, ağabeyimin çocukluk arkadaşları hep şehit olmuşlardı. Büyük ağabeyim Abu zer den ise hiçbir haber yoktu.

Az sonra bayram havası, mateme dönmüştü. Ağabeyimin çevresini saranlar birer ikişer kenara köşeye çekiliyor iç çekerek ağlıyordu.
Suşehri’n de kaldığımız bu on beşi gün zarfında; ağabeyim biraz olsun toparlanmaya başladı. On beşinci günün sonunda Sivas’a gitmek için tekrar yola koyulduk.
Yolda sürekli ağabeyim rahatsızlanıyor, ikide bir mola veriyoruz, içerdeki mermi eğiliyor batıyor, doğruluyor batıyordu.
Baktı ki bu böyle olmayacak, tekrar mola verdik. Ağabeyim: çavuş emmiye dedi ki “Çavuş emi; usturayı kaynat yarayı yar. Ben kurşunu çıkarırım.
Çavuş emi usturayı kaynatıp yarayı midenin altından boydan boya yardı. Ağabeyim iki başparmağını yaraya sokup kurşunu ileri doğru sürmeye başladı. Nihayetinde kurşun fırlayıp çıktı. Yuvarlak misket mermisi. Bu arada ağabeyimde bayılmıştı. Nuriye’yle ben uzun müddet bu misket tanesiyle oynayacaktık.
Babam ermeni karısından öğrenmiş olduğu kara merhemi yapıp, yarayı bağladı. Ağabeyimi de öküz arabasının bir köşesine yatırdılar. Tekrar yola koyulduk.

Tokat’ın Çamlıbel’inden geçtik. Babamgil Köroğlu’nun konaklarının temellerini, atının ahırının yerini gidip gördüler. Sivas’a ulaştık.
Sivas kaymakamı bizleri toplayıp bize dedi ki “Burası pahalı bir şehirdir. Gelin Yozgat’a gidin. Orası ucuzdur. Hükümet size ev bark verir.” Babam gil beş on gün müsaade istediler.
Bir caminin havlusunda toplandık, göçlerimizi caminin havlusuna yıktık, beş on gün orada kaldık. Muhacir olarak; halk bizden korkuyor, kimse yanına yanaştırmıyordu. Muhacirlerse girdiği yerleri harabe edip çıkıyorlardı. Çoğu zaman köylerin içine sokmazlardı. Köyün alt başında konaklatır, sabah yol verirlerdi.
Beş on gün Sivas’ta kalıp tekrar yola düştük, Yozgat’a gitmek için. Bu ara da muhacirlerden her biri bir yerlere dağılmıştı. KİMİ YOLLARDA ÖLMÜŞ, KİMİ ÇOCUĞUNU KAYBETMİŞ, KİMİ HASTASINI BİR YERLERE BIRAKMIŞ, KİMİ SAHİPSİZ KALMIŞ, KİMİ İSE AKLINI KAYBETMİŞTİ.
Yozgat’ta devlet bize Metrukeden (Ermeni Tehcirinden sonra boşaltılmış Ermeni evleri) ev verdi. Emim Yakup Efendi, ailesiyle Sungurluya gittiler.
Kaymakam bize; “Bu evde kalın, çalışın, yiyin. Burası iş yeri; bağ, bahçelik…” Diyerek bazı talimatlarda bulundu.
Yozgat’ta; bağlara bahçelere çapaya giderdik. Babam hamallık ederdi. Ağabeyim ise kâh hasta oluyor, kâh iyi oluyor; iyi olduğu zamanlar oda hamallık yapıyordu.

Büyük ağabeyim Abu zerden hiç haber alamıyorduk. Kimi diyordu: Gece bir göreve gitmişler, bir daha dönmemişler. Kimi de diyordu ki yessir (Esir) gitmişler. Annem için için ağlar “ Aaah Abu Zerim hasretlik kıyamete kaldı” derdi.

Artık durumumuz çok düzeldi. Babam tekrar değirmencilik yapmaya başladı. Öyle oldu ki küçük bir torba para biriktirmişti.
Yozgat’a geldiğimizin ikinci yıllarıydı. Annemle babam hastalandılar, ikisi de hastanede yatmaya başladılar, ağabeyimde hastalanıp hastaneye yattığı gibi. Biz üç kız kardeş yapayalnız kaldık. Yalnızdık ama erzakımız boldu.

Önce babam öldü, babamın defin işlerini hükümet yaptı, ardından yirmi gün sonra annemde öldü. Annemin son sözü: “Abuzer’im hasretliğin ahrete kaldı, seninle ahirette görüşeceğim. “oldu. Onu da hükümet kaldırdı. Mezarlarını bile bilemedik.

Yirmi gün içerisinde hem yetim, hem öksüz kalmıştık. Ağabeyimin içerisinde kalan mermiyi çıkarmak için ameliyat yaptılar ama mermi karaciğere çok yakın olduğu için çıkaramadılar. Çok uzun süre hastane de kaldı. Artık sahipsiz kalmıştık.

Emim Yakup Efendi Sungurludan gelip bizi aldı. Sungurluya gider gitmez Nuriye ile beni yetim mektebine verdiler. Ablamdan ayrılmamak için o kadar ağladık, o kadar yalvardık ki. Kim dinleyecek! Emimgil bir lokma yiyeceğe muhtaç, bizi nerden doyuracaklar. Zaten ablam fazlalık oldu. Evimizdeki erzakı da emimgile götürdüler. Emim hamallık yapıyordu, kıt kanaat geçiniyorlardı. Bizden giden erzakta bitince, ablam o kadar açlık çekmiş ki. Acından ölse; kimseden bir şey istemezdi. Konu komşu acır bir lokma ekmek verirlermiş.

Mektebimizin ismi Leyli mektebiydi. Bayan bir öğretmenimiz vardı. Miyase hanım. Kara çarşaflı, uzun ince endamıyla ellerine sürekli beyaz eldiven takar, bizlere birer anne gibi davranırdı. Artık annemiz yoktu da bize mi öyle gelirdi bilmiyorum. Annemin kokusunu ondan alırdım. Nuriye ise benden. Onun hem annesi hem babası olmuştum. Hiç ayrılmazdık. Eteklerimden tutar, öyle dolanırdık. Beraber aynı yatakta yatardık. Miyase hanım bizi salonda gördü mü; “Lütfiye, Nuriye’yi eteğinden, kendi elbisene dik” derdi.

On beş günde bir okuldan izin verirlerdi. Bir gün yine okuldan izin vermişlerdi. Nuriye’yle el ele tutup emimgile gittik. Ablamı göremeyince ağlamaya başladık. Emim; ağabeyimin gelip ablamı aldığını başka bir evde kaldıklarını söyledi.

Ağabeyim hastaneden çıkıp, ablamı da yanına almış metrukeden bir ev alarak, oraya taşınmışlar. Yine bağlarda bahçelerde çalışıp geçimlerini sağlıyorlardı.

Leyli mektebinde; bize on beş günde bir helva verirlerdi. Nuriye ile birini yer ötekisini ablama götürürdük. Zavallı ablam helvayı nerden bulacak, bir lokma ekmeğe muhtaç! Helva günü oldu mu bayram ederdik. Daha çok ablamın bayramına iştirak ederdik. Ağabeyim geldikten sonra ’da, hasta olduğu için ona götürürdük. Yarısını ağabeyim yer yarısını ablama verirdi.

Her şeyin bir zevali olduğu gibi bizim bu okulumuzun da zevali gelmişti. Leyli mektebini İstanbul’a taşıyacaklardı. Bir buçuk senelik okul hayatımızın sonlarına gelmiştik. Miyase hanım sürekli söylerdi: “Lütfiye sen okursunda Nuriye’yi bilemem.”

Ne kadar ısrar etti ağabeyime “Lütfiye’yi benimle gönderin, Lütfiye okur, ilerde öğretmen olur, yazık ziyan edersiniz ona.” Miyase hanım ne kadar ısrar etti ise ağabeyimi ikna edemedi. “Felek bizi zaten parçaladı, onu da mı kaybedelim hoca hanım, onlar benim artık anam babam oldular.”

Okulumuz İstanbul’a taşındı. Güzeller güzeli Miyase hanımı bu son görüşümüzdü.
Felek bir kere kancasını takmıştı ya, şimdide ablam Rukiye’yi, Bayburt’un Saracık köyünden yaşlı bir adam istiyordu. Ablam mümkün değil gitmem diyordu. Ağabeyim ise ısrar ediyordu. “Kızım ben hastayım, bakarsan bu garip illerde bende ölürüm. Bu sefer hepten sahipsiz kalırsınız.” Ne yaptı ise ablamı ikna edemedi. Sevmiyordu adamı. Hem de ondan yaşça çok büyüktü.
Ağabeyim, ablamı ağlata ağlata verdi.
 Devlet; enişteme, Sungurlunun Alaca köyünden arazi ve öküz verdi. Onlar oraya taşındılar. Çiftçilik yapıyorlardı.

Ağabeyim çerçilik yapmaya başladı. Ankara’ya, Haymana’ya giderdi. Kışın çerçilik, yazın gabala tarla biçerdik. Durumumuz bayağı düzelmişti. Ağabeyim; keseyle paraları önüme döker Lütfiye istediğini al derdi. İçlerinde; altın çeyreklikler olurdu, onları almamı isterdi. Ben ağabeyime kıyamaz tekrar besmele ile kesesinin içine kordum. İlerde ağabeyimden kalan tek hatıra bu kese olacaktı, onu da öldüğümde göğsüme koymalarını vasiyet ettim.

Evimiz Sungurlu caminin yanında idi. Ak saçlı, aksakallı bir müezzini vardı. Uzun seneler Yemende askerlik yapmış alevi bir deli kanlısı imiş, askerden sonra Sünniliği tercih etmiş, Sungurlu müftüsü de onu camiye müezzin tayin etmiş. Günde beş vakit minareye çıkar ezan okurdu.

Birde Hatice ablamız vardı, kapı komşumuz. Kocası on iki sene Bayburt ve civarında askerlik etmiş. Askerde ahit etmiş “Oğlum olursa adını Bayburt koyacağım.” Oğlu olmuş ismini Bayburt koymuş. Bir ev gibi geçinir giderdik. Beni büyük oğluna almak isterdi. Ablamın evliliğinden ağzı yanan ağabeyim asla söz konusu bile yapmazdı. Ablam eşine çok uzun süre alışamamıştı. Eniştem ise ablamı deli gibi severdi. “Rukiye’den başkası bana haramdır” derdi.

Sungurlu da neler yapmazdık ki. Hele bağ bozumu geldi mi etrafı tuhaf bir kızıllık sarardı. Üzüm, ayva, dut bahçelerinde hem çalışır hem kendimize toplardık. Öyle olurdu ki sahibi koca bir bahçeden alacağını alır, gerisini bize bağışlardı. Sararmış üzüm hevenklerinin içerisinde, sararmış ayvalarla adeta sarmaş dolaş olurduk.

Eşkıya o kadar azmıştı ki askerden kaçan, asker kaçakları dağlarda eşkıya olmuşlardı. Kemal Paşa onları öyle bir toparladı ki dağı taşı tertemiz etti. O zaman asker kaçağını tek cezası vardı. Asılmak.

Sungurlu caminin önüne iki tane darağacı kurulmuştu. Her sabah su almaya giderdik. İki baba yiğit asılıyor. Beyaz elbise giydirmişler. Elleri arkadan bağlı. Boyunlarında hükümleri asılı… Dilleri dışarı düşmüş. Ayakları neredeyse sehpaya değecek.

Arada sırada pehlivan güreşleri olurdu. İki pehlivan vardı. Biri babayiğit ki “odaya direk olur”. Çam gibi delikanlı... Biride çöp gibi… Cılız mı cılız… Yalnız, cılız olanın boynunda bir muska vardı. İri olan sürekli, boynundaki muskayı çıkarsın öyle güreşelim dermiş. Cılız olan “Annem ben küçükken hastalanmışım onun için yaptırmış. Ben muskayı çıkarırım, o, güreşe hazır olsun.” Diye haber salmış.

Caminin önünde güreş meydanı kurulmuştu. Pehlivanlar peşrevden sonra birbirlerini tartmaya, el ense çekmeye başladılar. Kısa bir oyundan sonra cılız olan, şişman olanı tutuğu gibi “ Ya Allah” deyip havaya kaldırdığı anda savurdu. Şişman olan; yuvarlanarak gidip caminin duvarının dibinde kaldı. Ayağı kalktığın da; dirsekleriyle dizleri sökülmüş kanıyordu. Gelip hemen cılız olanın elini öptü “ Ustamsın” dedi.

Sungurluda bir tane de kilise vardı. Papaz efendi bizi çok severdi. Kiliseyi gezmemize müsaade ederdi. Arada bir ayinleri olurdu. Ermeni kızları ayin sırasında ilahi söylerlerdi “Asvans yardımcın gıllans….” öyle bir şey derlerdi. Ya da biz öyle anlardık. Papaz efendi bize İncil’den ayetler okurdu. Kimi ayetler bizim dinimize çok yakındı. İncilin kimi sahifelerini “Çiriş unuyla” yapıştırmıştı. Bunları niye yapıştırdığını sorardık. “Orasını karıştırmayın” derdi. Büyüklere sorardık. Bu sahifelerde; bizim peygamberimizin geleceğini haber veren ayetler varmış!

Sungurluda ki muhacirliğimiz dokuz seneyi bulmuştu. Bir gün yine gabala tarla biçerken iki jandarma yanımıza geldi. Cafer onbaşıyı arıyoruz dediler. Memlekette nişanlın varmış, hükümete bildirmişler derhal Bayburt’a gitmen lazım dediler. On beş gün müsaade aldık.

Muhacirliğimizin ikinci senesinde ağabeyim, Kale ardından bir kızla nişanlanmıştı. Nişanlısının, ailesi hemen memlekete dönmüşlerdi. Aradan yedi sene geçmişti. Ağabeyim; şimdiye evlenmiştir diyordu. Evlenmemiş yedi sene beklemiş!

Göçü külahı toplayıp dönmeye karar verdik. Ablam haber almış, kendini yerlere atıyordu. “Beni bırakıp nereye gidiyorsunuz, hani benim annem babam sizlerdiniz, ben ne yaparım yalnız başıma! İki oğlan bir kızı olmuştu. Bir çocuklarına sarılıyor, bir bize sarılıyor “ Bırakmam” diyordu. Ağabeyime sarılıyor “ Gardaş hasretlik ahrete kaldı” diyordu. Onu Sungurlu’nun Alaca köyünde bıraktık. Bıraktık ama ömrümüzün sonuna kadar yüreğimiz orada kalmıştı. Bir daha da ablamı göremedik.

İki eşeğe eşyalarımızı yükleyip dönüş yoluna düştük. Yol arkadaşımız Kelkitli Hayri dayıda bir eşeğiyle bize katıldı.
Bazen bir dağdan, bazen bir köyün altında mola vererek, arada bir köyün muhtarı; köyün camisinin avlusunda geceleterek günlerce yol aldık. Tokat’ın meşesine gelmiştik; meşenin altında büyük bir nehir geçiyor. Meşede ilerlerken büyük bir gürültü gelmeye başladı. Hayri dayı hemen bizi durdurdu. Kılavuzumuz Hayri dayı olduğu için hemen gizlenmeye başladık. İçimize büyük bir korku girmişti. Hayri dayı buraları avucunun içi gibi biliyordu. Defalarca bu yollardan gidip gelmiş, bizleri de en kısa yoldan götürdüğü için, dağdan bayırdan gidiyorduk.

— Cafer onbaşı ben buraları çok iyi bilirim. Bir keresinde bu ormanda eşkıyalar gözlerimin önünde, adamı vurup malını, parasını aldılar. Allahtan beni görmediler. Ağaçların arkasına saklandım da hayatımı kurtardım.

Ağabeyim bizleri gizleyerek, sesin geldiği yere doğru gitti. Biraz sonra gelerek “ Korkmayın odun kesiyorlar.” Diyerek, tekrar yolumuza devam ettik. Geceleri bu ormanda çakal ulumaları gelirdi ki; tüylerimiz diken olur, hepimiz sabaha kadar uyumazdık. Üç gece üç gündüz yürüdük ancak ormandan çıka bildik.
Kelkit’e geldiğimizde Hayri dayıyı uğurladık. Bir buçuk aya gittiğimiz yolu, on beş güne de gelmiştik.
Dokuz senenin üzerine evimize geldiğimizde temellerine kadar yıkılmış bir enkaz bulduk.
Ağabeyimin hanımının tarlasının başına bir ev yapıp, düğününü yaptık. Yine gabala tarla biçerdik.

Muhacirlikten döndükten sonrada ağabeyim sık sık rahatsızlanırdı. Karaciğerine yakın olan mermi ona bir türlü sıhhat vermezdi.

Yine sıcak bir yaz günü kabala tarla biçiyorduk. Ağabeyim kendisinden geçip başak yığınlarının üzerine devrildi. Hemen yanına koştuk. Yüzünü gözünü su ile yıkadık. Kendisine geldiğine de rengi kül gibi olmuştu. Bir tabak siyah kan kustu. Bir daha da sıhhat bulamadı. Dört beş sene yarı yatalak yaşadı. Sürekli söylerdi: “Rus’un kurşunu bitirdi beni.” Nihayetinde kırk yaşlarında çok özlediği şahadete kavuştu.

Muhacirlik ve muhacirlikte yaşananların bunlar bir kısmı. Atalarımızın Orta Asya’dan başlattığı yolculuk, nesiller boyu devam ediyor belki de.


Mustafa Yolcu

Hatıra Bayburt- Manşet gazetesinden alınmıştır.