Sessiz çığlık: ÖLÜM
Bazı yazılar vardır ki, onu siz yazmasanız bile
önünüze konulduğunda altına imzanızı atarsınız. O yazıda sizin hislerine
tercüman olunmuştur. Sizin düşünüp yazmadığınız konular yazılmış dile
getirilmiştir.
Yaşar DEĞİRMENCİ beyin yazdığı Sessiz Çığlık:
Ölüm yazısı da karşıma böyle bir yazı olarak çıktı. Baştan sona her
kelimesinde mutabık kaldığım yazıyı, sizlerle de paylaşmak istedim.
Yaşar beyi arayarak; yazıyı yayınlamama müsaade
istediğimde.” Hay hay yayınlayabilirsin.” Dedi. Kendisinin bu güzel yazısını
sizlerle paylaşırken, kendisine bu anlayışından dolayı teşekkür ediyor, sizleri
bu güzel yazı ile baş başa bırakıyorum.
Yaşar Değirmenci- sessiz Çığlık: Ölüm
“Ölümün
bizi nerede, ne zaman bekleyeceği belli değil, en iyisi biz onu her an, her
yerde bekleyelim.” Ne güzel sözdür. Ölüm yokmuş gibi yaşayanların halini
gördükçe insan ayrıca hüzünleniyor.
Cenaze namazı değil de “cenaze töreni!” Namaza
kabul edilmeyip, camiden içeri giremeyip dışarıda bekleyenlerin hali içler
acısı. Ya o çelenkler, yakalara iliştirilen fotoğraflar, alkışlar, (sanki
faydası varmış gibi) tabutu görev yapılan mekânlarda dolaştırmalar… Üstad asıl
hüneri ne güzel söylemiş:
O dem ki perdeler kalkar,
perdeler iner
Azrail’e hoş geldin,
diyebilmekte hüner
Eskiden mezarlıklar şehirlerin en ücra ve en uzak
köşelerine değil, mücavir alanlara, mutena yerlere ve hatta şehrin merkezine
kondurulurdu. İnsanların ölümle savaş halinde olduğu değil barış halinde olduğu
İslam medeniyetinde, insanlar ölüleriyle yüz yüze, kapı komşusu gibi
yaşarlardı. Aslında bu, kendi ölümleriyle yüz yüze yaşamak anlamına gelirdi.
Sabah perdelerini açtıklarında mezar taşlarını
görmek, onlara modern insana verdiği gibi ürküntü değil, muhasebe ve sorumluluk
hissi verir, kabirleri kendilerine devamlı nasihat eden bir
"nasihatçi" gibi değerlendirirlerdi.
Ölümü öldürmek istediği halde bir türlü bunu
beceremeyen modernite ise, çareyi ölümü hatırlatan her şeyi insandan
uzaklaştırmakta, yani insana bu en yakın ve en yalın gerçeği unutturmakta
buldu.
Hâlbuki biz ölülerini bile yaşatan bir kültürden
geliyorduk. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Yahya Kemal’in Madrid büyükelçisi
olduğu bir dönemde, kendisine Türkiye’nin nüfusu sorulduğunda Üstat,
tereddütsüz “80 milyon” der.
“Ne
diyorsun ekselans? Biz 10-15 milyon biliyorduk” dediklerinde,
Şair yine tereddütsüz cevap verir: “Biz
ölülerimizle birlikte yaşarız, mezardakiler de nüfusumuza dâhildir.” Ne
kadar güzel! Bu güzelliği, nezaheti, nezaketi, hassasiyeti unuttuk.
Mekanikleştik! O kadar ki tespihat bile tespihle
değil, ‘zikirmatik’ ile yapılıyor.
Son günlerde meşhurlar da dâhil her seviyeden
ölümler, malum tarzda konuşmaları tekrar gündeme getirdi.“Ölüm yakışmadı.
Hiç beklemiyorduk. Erken kaybettik, vs.”
Her yirmi dört saat, bir ölüm provasıdır insan
için. Gündüzü dünya, gecesi kabir, sabahı "ba'su ba'de'l-mevt"
(ölümden sonra diriliş) olan bir prova. Bu ölüm provasını vicdanında
hissedenler, gündüzün muhasebesini, kabre girer gibi girdikleri yataklarına
girince vicdanlarında yapar, yargılanmadan önce kendilerini yargılarlar. Asıl
uyanış değil midir ölüm.
Modern toplumun hiç işitmek istemediği kelimedir
ölüm! “Her nefis ölümü tadacaktır!” ilahi ikazını bile ‘moral bozucu’
bulmuştu günümüz insanı. Ölüm konuşunca herkes susmaz mı? Ölümün sesi, bütün
seslerin üstünde değil mi?
Ölüm hayatın diğer yüzüdür. Ölüm, ‘sessiz çığlık’
Ârifler, ölümle hayat arasındaki mesafeyi sadece bir ‘nefes’ olarak görmüşler.
Kur’an-ı Kerim, “Ne ölü zannettiklerimiz var ki diridirler, ne diri zannettiklerimiz
var ki ölüdürler.” Hitab-ı ilahi ile ikaz eder bizleri.
Bir yere toplanmış bir kalabalığa:
“–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyen ayağa
kalksın!” diye ilân edilse, bir tek kişi ayağa kalkmaz. Şaşılacak şeydir
ki, bu hakikate rağmen, bütün halka:
“–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise, ayağa
kalksın!” diye ilân edilse, yine bir tek kişi yerinden kalkamaz!” İnsan,
hiç düşünmez mi ki; ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir.
Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler,
meydana gelen felâketler, hayatta
her an mevcut olan, fakat insanın gaflet ve aczi
sebebiyle çok defa habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan
arasında ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?
Almanya’da bir klinikte “Öleceğini hatırla!”
diye yazılı levhaya rastlamış Türk’lerden biri.
Bizde mezarlıkta bile ölümü hatırlatan âyete
tahammül edilmez. Batı’da hekimler haddini bilir. Ameliyatıyla sağlığına
kavuşan hastasına o anda bile sağlığına kavuşturanın ‘Allah’ olduğunu, bugün
iyileşirsiniz ama yarın yine de “öleceksiniz!” ikazını yapar.
Biz de ise ölümü kabullenemediği için doktorlara
saldırıyorlar, sanki onlar öldürmüş gibi.
Ecel, takdir, kader, ‘emri hak’ bu
kavramlarla tekrar düşünmeye ihtiyacımız var.
‘Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak!’ sıkıntı
burada. Belki de onun için ‘her an ölecekmişiz gibi ahrete hazırlık’
gerektiğini vurgulamış inanan insanlar, hayatlarının hesabını vermek için ölüme
hazırlanır ve giderken "er-Rafiku'l-a'lâ" (Yüce Dost'a!...) diyerek
giderler.
Ahrete inanmayanlar için ölüm bir kaçış, müminler
için ise ölüm bir kavuşmadır.
Peygamberimiz:“Her derdin, her hastalığın çaresi,
şifası vardır, ölüm müstesna. Lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlayınız.
Dünyada tıpkı bir gurbetçi veya yolcu gibi ol. Kendini kabre girmiş say! Nasıl
yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl
dirilirseniz öyle mahşere çıkarsınız.“ Buyuruyor. İnsan bedeninde ölüm ve hayat
her an yan yana, iç içe ve yüz yüze; insan hücre hücre, her an ölmekte ve her
an dirilmekte. Her nefes verişte ölmekte ve her nefes verişte dirilmektedir.
Hz. Ebubekir'in "Ölüm'ü nasıl
bilirsin?"
Sorusuna verdiği cevap, adeta bu gerçeği
hatırlatıyor: "Ölümü; Nefes aldığım zaman veremeyecekmiş, verdiğim zaman
alamayacakmış kadar kendime yakın bilirim."
Ölümle ilgili okuduğum dede-torun arasındaki şu
manidar konuşma ile bitireyim.
Dedeme: ‘Hayat nedir dedeciğim?’ diye sormuştum.
“Ezanla namaz arasıdır” dedi. “Bu da ne demek! Ömür o kadar kısa mı dedeciğim?”
Tebessüm ederek: “Ne zannettin ya… Evet o kadar kısa!..” dedi.
“Ama bu ezanla, bu namaz nedir bilir misin?” diye
sordu. Bilemedim. “Nedir ki?” dedim.
“O namaz: ezansız namaz, o ezan ise; namazsız
ezandır.” “Onlar da nedir dedeciğim?”
Dediğim de, başımı okşayıp: “Hani geçen gece
Talip amcanın bebeğinin kulağına o gün ezan okumuştuk ya… “Namazsız ezan” değil
miydi o ezan?” dedi.
“Ya
ezansız namaz?” diye sordum. Yüzüme baktı, baktı, baktı ve: “Bir gün deden
öldüğünde onu da öğrenirsin!” dedi.