İSMAİL BEŞİKCİ- AZMİ MİLLİ İLKOKULU (2)
İsmail Beşikci
ağbeyin bu güzel yazısını' da sizlere sunuyorum.
Emekleri için
kendisine teşekkür ediyor, yazmasa idi bütün bunları bilen hiç kimde
kalmayacaktı. Kendisinden başka yazılar da bekliyorum. MUSTAFA YOLCU
İlkokula 1946 yılında başladım. O dönemde, Hanönü Camisi önünden ve
köprüden geçerek çarşıya, caddeye ulaşan
bugünkü yol yoktu. Arada geniş bir bahçe vardı. Bu bahçeye cehrilik
denirdi. Cehrinin boya yapımında, kök boya üretilmesinde kullanılan bir bitki,
bir ağaç olduğu söylenirdi. Cehrinin çiçeklerinden ve tohumlarından sarı ve kırmızı
renkli boyalar üretilirmiş.
Boyacıların dükkânları, Salliler başındaydı. Boyaya batırdıkları iplikleri, bukle bukle,
tezgâhlarının önüne asarlardı. Sarı, kırmızı, yeşil, mor pembe, kara iplik
buklelerini böyle kuruturlardı. Renkleri çok canlı dururdu.
Hanönü Camii’ni köprüyü geçtiğimiz zaman, Azmimilli İlkokulu’na gitmek için iki yol
vardı. Birinci yol Pirinç Pazarı’ndan geçerdi. Önce Susuz Han’ın, sonra Sulu
Han’ın önünden geçerek Ekin Pazarı’na, Belediye’nin önüne varırdık. Oradan da İskilip-
Çorum yoluyla okula. İkinci yol da,
Akçay’ın (Boklu çay) kıyısındaki
Anaçların evinin önünden, Felekler Aralığı yoluyla Mısdaklar Konağı’na varıp
oradan kıvrılarak, İskilip-Çorum yolundan okula varırdı. Bu yollar bana çok
uzun gelirdi. Kanımca, bugünkü yol 1947-1948 yıllarında açıldı.
O yıllarda, Anaçlar’ın evinin
sokak kapısı her zaman açık olurdu. Bu ev okulun bahçesine bitişikti. Evin
avlusundan okulun bahçesine ulaşılabiliyordu.
Bir duvarla, ev okulun
bahçesinden ayrılıyordu. Avludan okulun bahçesine açılan, genişçe bir delik te
vardı. O zamanlar, o deliğe zunnuk
deniyordu. Zunnuktan geçmek… O delikten geçerken yere yatıp iyice sürünmek gerekiyordu.
Ahmet Kazez ikinci, üçüncü sınıfta o yolu çok kullanıyordu. Kestirme bir
yoldu. Bazen bu geçişler sırasında
evden bir kişi yakalar, “bir daha buralarda sizi görmeyeyim…” diye bağırır,
azarlardı.
Felekler Aralığında, bakımsız
bir ev daha vardı. O evin avlusundan da önce Kilci Hamdi’gilin bahçesine,
oradan da okulun bahçesine varılabiliyordu. O evin sokak kapısı da her zaman açık
olurdu. O avludan geçişler daha rahattı.
O yıllarda Eylül ayı sonlarında,
okul yöneticileri kendi okullarına bağlı mahalleleri, sokakları dolaşarak, yedi yaşına gelmiş çocukları okula
kaydederlerdi. Aileler, çocuklarının okula kaydedilmesini engellemek için onları
kaçırırlardı. Özellikle kız çocuklarını çok kaçırırlardı. Sınıfımızda, Hüseyin Karhınlı isimle bir
arkadaş vardı. Numarası bir idi. 1
Hüseyin Karhınlı. Demek ki babası oğlunun okula gitmesini, okumasını çok istemiş.
Belki de bizzat kendisi okula giderek, oğlunun kaydedilmesini sağlamış. Hüseyin
Karhınlı’yı orta boylu, tıknaz bir arkadaş olarak hatırlıyorum. Bir de 9 numaralı Ali Çiçek vardı. 9 Ali Çiçek… Ali Çiçek’in siması daha açık
gözümün önüne geliyor. Uzun boylu, zayıf bir arkadaştı.
Birinci sınıfa öğretmeniz Nadir Beydi. İskilipli değildi. Okulun başlamasından
8-9 gün sonra, bir hafta kadar derslere gelmedi. Derslere başka hocalar
giriyordu, çoğu zaman da dersler boş geçiyordu. Son dersten sonra, okuldan eve
ablam Satı ile birlikte giderdik. Akşam karanlığı başlamış olurdu. O üçüncü sınıftaydı.
Öğretmeni, Mehmet Kısar hocaydı.
Dersimizin boş geçtiği bir gün, ablamım sınıfının önünde, dersin
bitmesini bekledim. Ders bitince beraber eve gidecektik. Kapının önünde
beklerken, Mehmet Kısar hoca beni gördü. Neden beklediğimi sordu. Öğretmenimizin
gelmediğini, dersimizin boş geçtiğini,
ablam Satı’yı beklediğimi, beraber eve gideceğimiz söyledim. Hoca benim
iki koltuğumdan tutarak, sınıfa soktu. Ablamın yanına oturttu.
Ablam o zaman, Şaziye isimli bir kızla oturuyordu. Ablam onunla iyi
arkadaştı. Onların evini biliyorum. Ulaştepe’ye giderken, en son köprünün başındaki,
kalenin hemen eteğindeki bir ev. Ondan sonra yol yoktu. Kale doğrudan çaya iniyordu. Şaziye’nin babasının
Mutaflar Çarşısı’nda, bakkal dükkanı
vardı. Babası ve ağabeyi aynı dükkan’ da çalışıyordu. Kalenin arkasına geçmek
için, kalenin eteklerini tırmanarak yol
almak gerekiyordu.
Satı ablam ve arkadaşı, pencerenin yanındaki sırada oturuyorlardı.
Oradan, karakolun merdivenleri ve cezaevinin alttaki kapısı çok açık bir şekilde
görülüyordu. Sınıfla bina arasında 3-4 metre kadar mesafe vardı. Azmimilli İlkokulu’na
çok yakın olan bu binanın alt katının cezaevi, üst katının karakol olduğunu, İskilip
Hükümet Konağı’nın tam karşısında yer aldığını daha önceki yazıda belirtmiştim.
Karakola dışarıdan merdivenle çıkılıyordu. Askerler, elleri kolları bağlı
birilerini karakola çıkarıyor, başka
askerler de yine elleri- kolları bağlı birilerini karakoldan indirip, alttaki
cezaevinin kapısına doğru yöneliyordu. Askerlerin, yanlarındaki adamlarla
birlikte paldır-küldür inişleri, çıkışları çok dikkatimi çekiyordu. Bazen
elleri-kolları bağlı bu adamlar,
zincirlerle de bağlanırdı.
Zincirlerin şangırtısı, sınıftan çok rahat bir şekilde duyuluyordu.
Askerlerin süngüleri bu zincirlere çarptığı zaman, süngülerin ucunda parıltılar
meydan geliyordu. Ablam sık sık beni dürterek “
kımıldama, ayaklarını sallama, pencereden dışarıya bakma tahtaya bak…”
gibi şeyler fısıldıyordu. Ama ben de dışarıya
bakmaktan kendimi alamıyordum. Ablamın
bu dürtüklemelerini Mehmet Hoca fark etmiş, “baksın baksın, istediği gibi
otursun. O bu sınıfın öğrencisi değil, henüz küçük, okula yeni yeni alışıyor.”
Demişti.
Mustafa ben vasat bir öğrenciydim. Durumum zayıf, orta, iyi, pekiyi sıralamasında,
iyiye tekabül ediyor. Ama ablam çok zeki idi. Hesap-kitaptan çok iyi anlıyordu.
Çantası, çok tertipliydi. Kitapları, defterleri çok temizdi. Kitaplarının, defterlerinin sahifelerinin hiç
birinde kıvrık yoktu. 1948 yılı 23 Nisan Bayramı’nda, ‘Samsun’dan Doğan Güneş’
tablosunu, bir erkek arkadaşı ile birlikte ablam Satı’ya taşıtmışlardı. Bayram
yerinden okula dönünce onlara, bir tarafı mavi, bir tarafı kırmızı olan
kalemden armağan etmişlerdi. Mehmet Kısar hoca, ablamın çok iyi bir öğrenci
olduğunu söylerdi.
Hacıpiri Mahallesi’nde bizim sokak’ta, bir komşumuz vardı. Celal Emmi’yi hep, hasta yatağında hatırlıyorum.
Celal Emmi’yi çarşıda-pazarda, sokakta hiç görmedim. Kapının önünde de
görmedim. Hep, evlerinin giriş katından sonraki katta merdivenin karşısındaki
dip odada, hasta yatağındaydı. O eve
doktor da girmezdi. Bazen kurşun dökme, tuz çevirme gibi pratikler uygulanırdı.
Bunlara ‘koca karı ilaçları’ denirdi. Yoksul bir aileydi. Celal emminin
tabakhanede, deri ıslahında çalışırken hastalandığı söylenirdi.
Evi, Celal Emminin eşi Hatice teyze idare ederdi. Hatiplerin Hatice.
(Hatıpların Hacca) Celal Emminin ilk eşi vefat edince, Hatice teyzeyle evlenmişti.
İlk eşinden, Nuriye (Noriş, o biraz uzun söylenirdi. ) ve Ganime,Hatice
teyzeden de Sami isimli çocukları vardı. Nuriye ablamım sınıfındaydı. Ama okula
devamında sık sık kesintiler olurdu.
İskilip’in hemen yakınında, Abdıliçi denilen bir mevki de bahçeleri vardı.
Hatice teyze o bahçeyi, baharda tek başına teper, ekim yapar, fidelerin otlarını
ayıklardı. Yazın sulama işlerini
yapar, elde ettiği ürünleri toplar, sırtında taşıdığı bohçalarla, ellerinde taşıdığı
çit ve sepetlerle eve getirirdi. Ürünlerin bir kısmını da, Kadınlar Pazarı’nda
satmaya çalışırdı. Bahçeye giderken de sık
sık Nuriye ablayı, yardım etmesi için yanında götürürdü. Bu yüzden Nuriye sık sık devamsız
olurdu. Daha önceki yazımda, okula devam
etmeyen öğrencilerin ebeveynlerinin cezaevine konulduğunu belirtmiştim. Nuriye’nin devamsızlığı yüzünden Hatice
teyzeyi de, birkaç defa cezaevine koymuşlardı.
Hasta olan Celal emmi’yi götüremedikleri için, Hatice teyzeyi cezaevine
kapatırlardı.
Ganime ve Sami o zaman çok küçüklerdi. Onlara ve babasına Nuriye abla
bakardı. Aslında o da bizlerden biraz büyük, 12-13 yaşlarındaydı. Ahmet Kazez’
le birlikte, cezaevine babasına yemek götürürdük. Hatice teyze cezaevine
konulduğu zaman anam, birçok defa yemek hazırlayıp, benim cezaevine yemek
götürmemi istemişti. O zaman da Ahmet Kazez’le birlikte giderdik.
Erkeklerin ve kadınların koğuşları, ayrı ayrıydı. Parmaklıklar arasından
tutukluların, mahkûmların, havalandırmada nasıl dolaştıklarına bakardık. Kadınların
gardiyanı, bizim mahalleden Nuriye teyzeydi. Ayakkabı boyacısı Mehmet ve İsmail
ağabeyin analarıydı. Babaları da bekçiydi.
İsmail ağabey, bizlerden büyüktü ama Taş Mektep ’de bizim sınıftaydı. Mehmet Ağabey ondan daha büyüktü. Nuriye
teyzenin çok sert bir gardiyan olduğu, tutuklu kadınlara iyi muamele etmediği
söylenirdi.
İkinci sınıftaki öğretmenimiz Gülay isimli kadındı. O da İskilipli değildi.
Gülay öğretmenin bir kız kardeşi daha vardı, o da öğretmendi. O da Sakarya İlkokulu’nda
öğretmendi. Kanımca ikiz kardeştiler. Tanayların evinde kirada oturuyorlardı. Bugün, İskilip Hükümet Konağı’nın bulunduğu
alan, Tanayların evi ve evin bahçesiydi. Gülay öğretmen ve kardeşi cadde
üzerindeki bir evde oturuyorlardı.
1955’de, Çorum’da çimento fabrikası kurulmuştu. Bir ara kalenin arka tarafı, çaydan yana olan kısmı
dinamitlerle parçalanır, elde
edilen taşlar Çorum’a götürülüyordu.
Çimento için gerekiyormuş. Kalenin o kısmında, ‘Kırk badallar’ dediğimiz
merdivenler vardı. Bu merdivenler kalenin zirvesine doğru tırmanıyordu… Birkaç defa bu basamakları ben de çıkmıştım.
Kalenin dinamitlenmesi sırasında bu ‘Kırk badallar ’tahrip olup, kayboldu. Bir süre sonra, kalenin
dinamitlenmesi durdu. Kale taşları
çimento üretimi için uygun değilmiş…
Üçüncü sınıfta öğretmenimiz İbrahim Kestek’ti. İlkokul deyince hemen zihnimde, Azmimilli İlkokulu ve İbrahim hoca canlanıyor.
Sanki beş yılda da hocamız İbrahim Kestek’ti gibi bir algılama var. Hâlbuki sadece üçüncü sınıfta öğretmenimizdi.
Hoca, bir bahar günü bizim bütün sınıfı, Kireçdere’ye doğru geziye götürmüştü. Şüphesiz
yürüyerek… O zaman İskilip’te, motorlu araçlar zaten çok çok az, nadirdi. Kireç
Dere’ye varmadan solda, cevizlerin altında eğlenceli bir gün geçirmiştik. Hoca
bize burada, çiçekler, böcekler, kuşlar…
Hakkında bilgi vermişti. Yolda, gelirken de, giderken de… doğa iyice
çiçeklenmişti. Bu alan, cevizlerin altı, hala öyle duruyor.
İbrahim hoca bir gün de bizi, Hindoğlu Yokuşu tarafına götürmüştü.
Bugün, kaymakamın lojmanın yer aldığı alanda, tepenin eteğinde bir çeşme vardı. O çeşmenin suyu da, Boşça Kavak Deresi’nden
geliyordu. Hoca bize, suların yer altında
süzüle süzüle temizlendiğini anlatmıştı. O gün bu çeşmenin kaynağı olan, Boşça
kavak Deresi tarafına da gitmiştik.
Oraya da su Yivlik tarafından, dağlardan tepelerden süzülerek geliyordu.
O yıllarda İskilip’te, orta halli ailelerin inekleri ve eşekleri olurdu.
Bu ailelerin bağları ve bahçeleri de olurdu.
Bağa, bahçeye giderken yükleri eşekler taşırdı. Motorlu araçlar
1940’larda, 1950’lerin başlarında çok azdı. Bizim de ineğimiz ve eşeğimiz vardı.
Bağımız, bahçemiz de vardı.
İnekleri sığıra katmak önemli bir olaydı. İskilip’in bazı mahallelerinin
inekleri, sabahleyin Hacıkarani Köprüsü’nün başında toplanır, çoban onları yavaş
yavaş, Kaçak tarafına otlatmaya götürürdü. O zamanlar, 1940’lar, 1950’lerin başları, bugünkü sanayi sitesinin olduğu alanlar
otlaktı. Bu şüphesiz bahar, yaz, sonbahar aylarında olurdu.
Sabahleyin ineği sığıra katmak, benim işimdi. Akşam sığırdan gelen
inekleri, Hacıkarani Köprüsü’nün başında karşılardık. Herkes kendi ineğini
bulur, evine götürürdü. Akşam sığırdan dönen ineği karşılamak ve eve getirmek
de benim işimdi. İnekler dönünceye kadar bir süre, Koçkayası’nın eteklerinde
arkadaşlarla birlikte bekleşirdik. Hacıyolu
bekler gibi… Çoban bizim mahalledendi. Evleri Koç Kayası’nın
eteklerindeydi. Mehmet Ağabey’in,
Azize’nin babası… Mehmet Ağabeye Morfinli Mehmet de denirdi İskilip’ de getir-götür işleri
yapardı. Çok içki içen biriydi. Sık sık sarhoş olur, sokaklarda yatardı.
1970’lerde, 80’lerde biraz uslandığı söylenirdi. Eşeği günde bir defa suya götürmek ise, ağabeyim
Muhittin’in işiydi.
1949-1950 yılı eğitim devresinde, Misak-Milli İlkokulu’na
gönderildik. Gönderilen öğrenciler arasında, Yaşar Çizikçi, Ahmet Kazez, Mürsel Kazez,
Ahmet Namlı, Halil Ustaların Ahmet Namlı,
Ahmet Kaltakçı ,Ahmet Kaymak, İsmail Yağlıcı, Yaşar Kaygusuz, Sungur, İsmail Yağlıcıların
sokağından Mustafa, Kadriye, Ayşe,
Nezihe, Nahide, Zahide, Nebahat, Behiye… vardı.
Misal Milli İlkokulu’nu da bundan sonraki bir yazıda anlatayım Mustafa…