9 Ocak 2011 Pazar

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE DÜĞÜN ALAYI

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE DÜĞÜN ALAYI

İSKİLİPTE DÜĞÜN ALAYI

İskilip’te düğünler Cuma günü akşamı başlar, pazar günü gelin oğlan evine getirilince sona erer.
Bu zaman içinde DÜĞÜN ALAYI cumartesi günü öyleden sonra ve akşamı, Pazar günü de gelini almak için kız evine gider gelirdi.

Düğün alayının önünde davul zurna, köçek, düğün devesi tabir edilen deveye benzer şamata, kılıç oynayan iki kişi bulunurdu. En basit düğünde davul zurna olur, diğerleri düğün sahibinin maddi gücüne göre oluşurdu. Bazı düğünlerde davul zurna ikişer tane olurdu.
Önde davul zurna ve değerleri, bunların arkasında hanımlar en geride de erkekler düğün alayını takip ederler.
Davul zurnanın nağmesine takılan çocuklar, düğün alayının her yerinde olur, alayla birlikte gidip gelirdi.
Düğün alayının kız evine gidip gelmesi epeyce zaman alır, kız evinde kalınan en uzun zaman, Cumartesi akşamı olurdu.
Akşam düğününde kadınlar kendi başlarına ayrı bir yerde eğlenir, erkeklerde dışarıda oynayarak, halay çekerek, oyun çıkartma denilen şamata ile eğlenirdi.
Kız evine gidildiğinde erkeklere kolonya ile lokum ikram ediliyordu.
Bizim mahallede Hanönü Camisi ile Hindolu gilin evinin önünde cirit oynamışlardı.
Yaklaşık 5–6 atlı kişi at üzerinde birbirlerine cirit denen sopayı atıyor, yere düşen sopayı at üstünde yerden alıyorlardı. İlk kez cirit oyununu burada seyretmiştim. Ama köylerde daha sık oynarlarmış.
Cirit oynanırken davulcular ara sıra davul çalıyordu ama kimsenin davul zurna umurunda olmuyor, orada bulunan her kez merakla cirit oyununu seyrediyordu.

Yaklaşık 1962 yılı idi.
Evimizin önünde dururken, çarşıdan davul zurna sesi geldiğini duydum.
Evimizin yanında cami, camiden sonra Akçay deresi, ondan sonrada çarşı geliyordu.
Davul zurna sesini işitince evin önünden hemen düğün alayını seyretmeye çarşıya gittim.
Düğün alayı ulaş tepe mahallesi tarafından geliyordu.
Şamatalı bir düğün alayı idi. En önde iki kişilik kılıç oynayanlar, arkasında düğün devesi, kaleli meşhur köçeği, davulu zurnası, kadınlar ve en arkada da erkekler geliyordu.

En çok tantana da düğün devesinde olurdu. Deve sağa sola insan gurupları üzerine saldırır, insanlarda deveden kaçar yol boyunca bu olay böyle devam ederdi.

Diğer çocuklar gibi bende düğün alayının peşine takıldım. Bu durum aynen “fareli köyün kavalcısı” hikâyesine benziyordu. Çocuklar davul ve zurna sesinin peşine takılıyordu.

Konağın önünden, parkın yanından, meydan köprüsünden sağa dönen düğün alayı meydan çayı kenarından, Tosya yoluna doğru gitmişti.
O yaşta meydan köprüsüne kadar İskilip’i biliyor, ondan sonrasını pek tanımıyordum.
Düğün alayında tanıdığım insanlar ile çocuklar vardı. Tanıdığım insanların olması bana güç veriyordu. Ama alay durmak bilmiyor habire ( devamlı ) gidiyordu.
Isıtma pınarı, Mutafların başı derken Pazarbaşını vardık.
İskilip bitmişti artık. Evler sona ermiş bahçeler başlamıştı. Düğün alayı daha nereye gidecekti?
Düğün alayına takıldığıma pişman olmuştum. Çevreyi bilmiyordum. Geri dönsem yalnız başıma korkuyordum.
Nasıl olsa düğün alayı geri dönecek, çarşıdan geçecekti. Bende alayla birlikte gider geri dönerdim.
Düğün alayı devam ederek Tosya yolundan Uludere ye doğru gitti. Bahçelerin içinden geçen yoldan bir süre gittikten sonra, yoldan sağa Uludere tarafına döndük.

Meydan çayı gürül gürül akıyor, insanlar karşıya nasıl geçeriz diye bakıyordu.
Köprü yapılmamıştı. Çaydan geçerek Uludere ye gidiliyordu. Akan çay suyunun içine taşları dizmişler, taşlara basılarak karşıya geçiliyordu.

Nihayet Uludere mahallesinde kız evine gelmiştik. Kadınlar kadınlara ayrılan yere gitti. Erkeklerde sokakta hazırlanan iskemlelere oturdu.
Uludere Mahallesi davul zurna sesi ile inliyordu. Sokakta oynanıyor, deve oraya buraya gidiyor, köçek geriye köprüye yatarak, yerden ağzı ile para alıyordu.
Biran önce düğün bitsin, geri dönülsün istiyordum. İnadına davul zurna birbiri ile yarışıyor, düğün devam ediyordu.

O sırada baktım birisi tokalaşıp düğünden ayrılıyor, düğünden ayrılan Kale boğazı mahallesinden muavinlik yapan Ahmet’ti. Kendisini tanıyordum. Küçük kardeşi ile birlikte aynı sınıfta okuyorduk.

Biraz uzaktan onu takip ederek yürümeye başladım. Pazarbaşına gelince o çayın sol tarafından gitmeye başladı. Bende çayın sağ tarafından onu takip ederek yürüyordum.
Isıtma pınarını geçince evlerinin önünde oturan kadınlardan birisi beni görünce bağırdı- “ Oğlum sen hangi mahalledensin, kimin oğlusun.”
Cevap verdim – “ Sıyrıncak (Hacıpiri) mahallesinden, Çorumlu oğlu gildenim”
Kadın-“ Oğlum ta burada sen ne arıyon, hadi eğlenme hemen evine git” dedi.
Hiç cevap vermeden yoluma devam ettim. Baktım muavin Ahmet’te epeyce uzaklaşmış.
Bu arada Büyük taş mahallesine de gelmiştik. Buraları gelirken tanımıştım. Artık rahatlamış, Meydan köprüsüne ve çarşıya yaklaşmıştım.
Meydan köprüsünden sola dönerek çarşıya gelip parkta bulunan kanepelerden birine oturdum. Hem yorulmuş, hem de strese girmiştim. Artık rahatlamıştım.
Parkta otururken kendi kendime bir karar aldım.
“Artık akrabalarımın dışında hiçbir düğün alayına katılmayacaktım.”
Hani derler ya bir musibet, bin nasihat tan evladır.

İskilip’te de birçok şey değişti. Şu andaki nesil düğünlerde cirit oynandığını, kılıç oynayan ekibi, düğün devesini bilmezler. Düğün evine artık araba ile gidip geliyorlar.
Çocuklar yine davul zurnanın nağmesine takılıp, düğünün peşinden gitmek isterler. Zaman değişse de çocuklar aynı çocuk.

Mustafa Yolcu- Ankara
8.1.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: İSMAİL KAVLU

İSKİLİPLİ YOLCU: İSMAİL KAVLU

İSMAİL KAVLU

İskilip’e emeği geçen, faydası dokunan,400 kişiye iş imkânı açan değerli bir hemşerimiz, büyüğümüz idi.
Her fani gibi çalıştı didindi, yalan dünyanın misafirliğini bitirerek gerçek dünyasına gitti. Kendisine Allahtan rahmet diliyorum.

İsmail Kavlu’yu yanında bir sürü işçi çalıştıran ayakkabı imalatçısı olarak tanıdım.
Bir konuşmasında 1965 yılında yanında 35 işçi çalıştığını söylemişti.

Ankara’dan İskilip’e gelip kendisi ile karşılaşınca bana hoş geldin der, beni çay içmeye dükkânına davet ederdi.

21.05.1995 yılında Mehmet Lokum’un Belediye başkanı olduğu dönemde “İSKİLİP’İN SORUNLARI VE ÇÖZÜM YOLLARI” adlı toplantı düzenlenmişti. Toplantının başkanlığını Abdul Haluk Çay bey yapıyordu.

Anılan toplantıda söz alan İsmail Kavlu abi ana hatları ile şunları söylemişti:
- “ İskilip için Kızılırmak çok önemli. Kızıl ırmağın suyunu sulama amacı ile kullanıp sebze meyve üretmeliyiz.
Ben Beypazarı’na gittim. Sabah erkenden Ankara yolu üzerinde sebze yüklü traktörler sıralanmışlar bekliyordu. Kamyonlar gelip traktörlerden ürünü alarak konvoy olup Ankara’ya taşıyorlardı. Aynı şey İskilip’te de yapılabilir. Yeter ki sulama suyunu bulup sudan yararlanalım.

İskilip’in kalkınabilmesi için İskilip’e dışarıdan para girişinin sağlanması şarttır.

İskilip’te bir evde bir kişi çalışıyor, geri kalanlar onun kazandığını yiyor. Bu yanlıştır. Evlerde birden fazla kişinin çalışması, evi müşterek olarak geçindirmeleri gereklidir.

Halk Eğitim müdürlüğümüz çok güzel çalışıyor. Onları çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.
Ben istiyorum ki halk eğitim bize işçi yetiştirsin. Şu anda biz yetişmiş işçi bulamıyoruz.
Dükkânıma işçi aranıyor diye ilan asıyorum, aradan iki hafta geçiyor bir kişi çalışmaya gelmiyor. Gelenlerde geçici bir süre için çalışmak istediklerini söylüyorlar. Ben istiyorum ki fabrikamın devamlı işçisi olsunlar.
Halk Eğitim bize işçi yetiştirmeyi bırakın, bizim işçimizi alıp halk eğitimde çalıştırmak istiyorlar. Bu yanlıştır.

İskilip’te yeni iş sahaları açılabilse, işsizlik sorununa çözüm getirilebilse İskilip’ten dışarı göç olmaz, nüfusumuz azalmazdı “ demişti.

İsmail ağabeyin bu tespitlerine bende hak vermiştim. Toplantı arasında yanına giderek ‘kendisinin tespitlerini doğru bulduğumu, çalışmaları ve İskilip’e olan kazanımları dolayısı ile kendisinin takdiri hak ettiğini ’söylemiştim.

İskilip ve sorunlarını konuşurken hep şunu söylerdik- “ İskilip’te İsmail Kavlu gibi 5–6 kişi daha olsa İskilip’in işsizlik sorunu olmazdı.”

İsmail beyin ayakkabıcılık işinde model çıkarmada, mesleki bazı sorunları çözmede başvurduğu kişi rahmetli ayakkabıcı Celal DEMİREL’di.
Onun yanına gelir mesleki fikir alış verişi yaparlardı.

İsmail Kavlu başarılı bir müteşebbis, Celal Demirel iyi bir sanatkârdı. Eniştemiz olan Celal Demirel’e dermiş ki- “ Sen bülbül yetiştiriyorsun, ben karga. Sende para kazanıyorsun, bende para kazanıyorum.
Her ikisi de sağ olsaydı da bu sözün ne manaya geldiğini kendilerinden dinleseydik.
Şimdi İskilip’te İsmail ustada Celal ustada yok. İskilip sanatkârlarını bir bir kaybetti.

Terzi Abuhan’lar dan kim kaldı? Ulaş tepe yukarı taslıdan terzi uzun Ahmet’te, Mustafa Yıldırım’da yok. 50 adet terzi dükkânından İskilip’te kaç terzi dükkânı kaldı?

Demirciler arastasındaki demircilerden, bakırcılar arastasındaki bakırcılardan, mutaflardan, semercilerden, sallicilerden, kalaycılardan sanatını devam ettiren kaç usta kaldı?

Kebapçılar arastamız var ama içinde bir tane bile Kebapçısı yok.
Bir zamanlar o arastada kaç tane kebapçı vardı da oraya o isim verildi? Bilen varsa söylese de bizde öğrensek.
Ben İskilip’te üç tane kuyu kebapçısının olduğunu biliyorum.
İskilip’te şimdi bir tane bile kuyu kebapçısı yok. Bu meslek’te kayboldu gitti.

Park ta bahçıvan Tayyar emmi vardı. Onu parkta görünce gül isterdik. Bize –“ gül dalında güzeldir.”derdi. Dalından koparıp bize gül vermezdi.
Onun parkının güzelliğini, bakımlılığını İskilip’e gittiğimde gözlerim hala arıyor. Ama artık Tayyar bahçıvanda, parkta o güzellikte yok.

Okullardaki eski öğretmenleri hala konuşuyor arıyoruz. Bizim talebelik dönemimizde ve sonrasında İskilip lisesinin Üniversiteye öğrenci gönderme oranı % 60–70 civarında idi. Şimdi ne durumda acaba?

Camilerde ki eskiden Hamdi Ertekin, İsmet hafız, Şaban hafız, kaleli hafız, Yeni cami’nin imamı, çarşı cami’nin müezzini Ermum’cu, Hanönü caminin mutaf müezzini vardı. Din bilgisi, hafızlığı, sesi ile insanları Allahın evine bağlarlardı. Bu işi memurluk olarak görüp vazife yapmazlardı.

Neticesi rahmetli olanlar ve görevini bırakanlardan sonra geçen zamanda İskilip ileriye mi gitti? Gerimi gitti merak ediyorum!

Ama ben eski İskilip’i özlüyor, İskilip’e emeği geçip şu an aramızda olmayan tüm geçmişlerimize Allahtan rahmet diliyor, kalanlarında İskilip için güzel şeyler yapabilme çalışması içinde olmasını diliyorum.

Mustafa Yolcu
23.05.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE HAC İBADETİ

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE HAC İBADETİ

İSKİLİPTE HAC İBADETİ

Hacca gidebilmek bütün Müslümanların en büyük arzularından biridir.
Eskiden deve kervanı ile hacca gidilirken, şimdi uçak ile üç saatte mübarek topraklarda olunuyor.
İskilip’te hacca gitmek insanlara ayrıcalık kazandırıyordu. Ahmet- Hacı Ahmet, Emine- Hacı Emine adını alıyordu.
Mübarek yerleri görmenin, toprağına yüz sürmenin, Arafat’a çıkmanın, tavafın, sayın hürmetine binaen kendi adı başına hacı adı da takılıyordu.

Hac ibadetini yapmak için hacca gitmeye karar vermek ayrı bir konu, hacca müracaat edip listede adın çıkması veya hacca gitmenin kesinleşmesi ayrı bir konudur.

Bizim küçüklüğümüzde 5 ten fazla otobüs ile hacca gidilirdi. Buda en az 150- 200 kişiye tekabül ederdi. Şimdi ise haçça giden insan sayısı 50 kişiyi buluyor mu bilmiyorum.

Hacca gitme konusu kesinleşince, hacca hazırlık safhası başlar, hac sırasında kullanılacak malzemeler temin edilir, eş dost ile helalleşmeye başlanırdı.

Bu helalleşme gidip de gelinemeyen bir yolculuğun başlangıcıdır sanki.
Bu haccın zahiri manası ile hayata geçirilişidir. İhramını giyip, tabut yerine taşıyıcı vasıtasına binip, mahşer gününü yaşamaya gidiş gibidir. Bu dünyadan ayrılmadan hakkı olandan hakkının helalleş ilmesidir.

Hacca gidenin evinde eşe dosta hac daveti verilir. Haç daveti hacca giderken veya haç dönüşü verilir. Davete çağrılacak insan sayısı herkesin maddi gücüne göre değişir.

Hacca gitme günü yaklaştıkça tatlı bir buruklukta aileyi sarar. Sevinç ve ayrılık üzüntüsü yan yanadır. Diller bunu söylemese de gözler bunu gizlemez.
Konu komşu hacda benim sevabıma sadaka olarak dağıt diye para getirip verir.

Hacca gitme günü gelip çatar. Tüm akraba, konu komşu, eş dosttan helallik alınmıştır. Hacca gidene “Peygamber efendimize selam götürmesi, kendileri içinde dua etmesi” söylenir.

Hacı Karani’de toplu olarak dua edilerek hacılar otobüsler ile yola çıkarlardı.
Mübarek yolculuk başlamıştır artık. İskilip’ten Ankara’ya gelinir. Ankara’da Hacı Bayram Cami’inde bir öğün namaz kılınarak, Hacı Bayram Hazretleri ziyaret edilerek dua edilir, daha sonra otobüsler yoluna devam ederdi.

Hacılar gittikten sonra eş dost Allah kavuştursun diye hacı evine ziyarete gelir, hacı evinden de “Allah dileyene o mübarek yerlere gitmeyi nasip etsin” diye cevap verirlerdi.

Haç dönüşü başlar. Artık hacıyolu gözlenir. Hacıları gelsin, mübarek yerlere değen elinin içi öpülsün, üzerine sinen mübarek yerlerin kokusunu onlarda koklasın.

Hac daveti verilecek evlerde davet hazırlıkları başlar. İskilip Dolmasını yapacak dolmacı, dolma kazanları, et, ak çeltik pirinci, tereyağı temin edilir, bu malzemelerin miktarı çağrılacak kişi sayısına göre hesaplanarak belirlenir.
Hacdan gelecek zemzemi davetlilere ikram edebilmek için zemzem fincanı bulunur.

Hacılar gelince Hacı Karani’de otobüslerinden inerlerdi. İskilip halkı oradadır. Sevinç gözyaşları ile hacılar karşılanır.

Hacılar İskilip’e geldikleri gün kendi evlerine gitmezlerdi. Bu İskilip’te bir gelenekti. Önceden bunun niye böyle yapıldığına mana veremez, merak ederdim.
Daha sonraki zamanlarda-“ Peygamber efendimizin sefer dönüşünde direk evine gitmeyip ordusuyla Medine’nin dışında konaklamışlardır. Ertesi günü sabah namazından sonra Medine’ye girerek evine gittiğini” öğrendim.
İskilip’te hacıların hacdan geldikleri gün evlerine gitmemelerinin nedeni Peygamberimizin bu sünnetini sürdürmek içinmiş.

Yakın akrabalarından ( kardeşi, amca, dayı, hala vs.) hacdan geldiği gün hacıyı evlerine davet ederdi. Hacının davet edildiği eve kendi eşi gelmezdi. Hacı diğer Akrabaları ile birlikte olurdu.
Ertesi günü sabah namazına camiye gidilir, cami çıkışı hac ilahileri söylenerek cami cemaati ile birlikte hacı kendi evine getirilirdi.
Bundan sonra evde davet sofraları kurulur, mevlit ve kuran okunur, davet yemeği başlar. Hacı evine gelenler hacıdan büyük olsun, küçük olsun hacının elinin içine öperlerdi.

Günümüzde bu geleneklerin birçoğu İskilip’te kalkmıştır. Şimdiki kuşak bu yazılanları ilk defa okuyor olabilirler. Ama güzel geleneklerin sürdürülmesinde yarar vardır. Geleneklerimizi kaybederek sonunda kaybedecek bir şeyi kalmayacak hale gelebiliriz.

Güzelliklerin sürdürülmesi, yaşatılması dileği ile.


24.01.2010
Mustafa yolcu- Ankara

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİP’TE BAĞ BOZUMU

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİP’TE BAĞ BOZUMU

İSKİLİP’TE BAĞ BOZUMU

Bağlarda çeşitli tat ve kokuda siyah ve beyaz üzüm vardı. Siyah üzüm pekmezlik üzüm olarak kullanılır, genellikle kalın kabuklu olan beyaz üzümler saplarından bağlanarak duvara asılır veya sergilerin üzerine serilirdi. Beyaz üzümler kış boyu dururdu.

Kıraç (sulanmayan) olan bağımızın kara üzümleri çok tatlı olur, bekletmeye gelmezdi. Eylül ayı içinde üzümler olgunlaşınca, at ve eşeklerin sırtında HE dediğimiz ağaç dalları ile örülmüş büyük sepetlere doldurulan üzümler eve getirilir, ŞİREVET denilen kalın tahtalardan yapılan oluğa boşaltılırdı.
Bağdan üzümler getirilirken, yolda karşılaşılan insanlara üzüm verilirdi. Üzümü alanlar ”deveğiniz gür olsun” diye temennide bulunurlardı.

Elbiselerini dizlerinin üzerine kadar toplayan insanlar ayak ve bacaklarını güzelce yıkar, şirevete girerek üzümü çiğnerlerdi. Çiğnenen üzümlerden çıkan şıra denilen şerbet, şirevetin aşağı tarafındaki delikten altında bulunan helkeye akardı. Helke de toplanan şıra, içinde pekmez toprağı olan kazanlara boşaltılıyordu.

Pekmez toprağı ( %50–90 oranında kireç içeren beyaz renkli bir toprak türüdür.) Pekmez yapımında şırayı durultmak için kullanılır.
Kazanlara doldurulan şıra tahta kürek ile karıştırılarak, pekmez toprağı ile adeta köpürtülür.
Bu şekilde kazanda 5–6 saat bekleyen şıra durulur, sonrada pekmezin kaynatılacağı 40 cm. derinliğinde, 120 cm. genişliğinde olan bağ tavalarına dökülür.

Bağ tavalarının altı yakılarak, pekmez yapma işi gece yarısına kadar sürerdi. Şıranın az veya çokluğuna göre, pekmez yapma işi bitinceye kadar faaliyet devam ediyordu.

Pekmez yapma sırasında mısır patlatılır, ateşin gözünde patates pişirilir, pirzola yapılırdı.
Semaveri olanlar semaverde çay kaynatır, gelen giden çay içerdi.
Pekmez pişerken etrafa çok güzel bir koku yayılır, koklamaya doyum olmazdı.

İki çeşit pekmez vardı. Kara pekmez, ak pekmez.
Kara pekmez şıra kaynatılarak elde edilen pekmezdir.
Ak pekmez; pekmezin içine yumurta akı ile çöğen katılıp kaynatılıp, sonrada çırpılarak elde edilirdi.
Pekmez çırpılırken şak şak diye ses çıkarır, bu ses geceye ayrı bir senfoni katardı.
Pekmez yapma zamanına “bağ bozumu zamanı” denilir. Kimse bu gürültülere, kokulara aldırmazdı.

Kışa hazırlık faaliyetleri arasında: Pekmez kaynatma, salca yapma, etlik yapma, bulgur kaynatma, konserve yapma, mantı- erişte kesme, yufka ekmeği yapmayı sayabiliriz.
Bu faaliyetlerden sadece pekmez kaynatma geceye sarkan ve muhakkak bahçede açık havada yapılması gereken faaliyettir.

Pekmez yapıldıktan sonra, oluktaki çöbre denilen üzümün kabuğu ile çekirdeklerinin üzerine bağ yaprakları konulur, yaprakların üzerine de şilteler örtülerek kapatılırdı. Bu şekilde üç, dört gün duran cöbre ısınınca, üzerine su dökülerek beklemeye başlanır.

Cöbrenin üzeri açıldığında adeta buradan buhar çıkar. Avuca alınan cöbre sıkılarak, çıkan su tadılır. Eğer tatlılık gitmiş ekşime başlamışsa sirkeleşmeye başlamış manasına gelir.


Sirkeleşme zamanı başlayınca; oluğa girilerek cöbre çiğnenir ve çıkan ön sirke oluşmasını tamamlamak üzere, topraktan yapılma içi sırlı çekmen dediğimiz kaplara doldurulurdu.

Kilerde yan yana üç adet çekmen denilen toprak kap bulunurdu. Bir tanesine turşu kurulur. Bir tanesinde kullanılan sirke bulunur. Üçüncüsün de ise olması beklenen ham sirke bulunurdu.

İskilip turşusu İskilip sirkesinden yapılırdı. Sirke çok sert olmasına rağmen mideye dokunmaz, hazmı kolaylaştırırdı.

İskilip’te şimdi üzüm bağı bulunmuyor. Dolayısı ile pekmez, sirke, İskilip turşusunu bulmak mümkün değil. Turşuda yabancı sirke kullanılıyor ama bu sirke İskilip sirkesinin tadını vermiyor.

İskilip’te bağcılık yeniden başlamalıdır. O zaman özlediğimiz sirkeyi, turşuyu, cevizli sucuğu, köfteri bulabiliriz.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

Çocukluğumu İskilip’in Hacıpiri mahallesinde geçirdim. Mahallemiz çarşının yanında, düz kayanın eteklerinde kurulmuştur. Çorumdan gelirken, Hacıkarani köprüsünü geçince; sağ tarafta iki yol vardır. Bu yolun yokuş olanına “Elekçi bayırı” denilir. İskilip şiirinde bu yol ile ilgili:

İskilip’im senden ayrı
Duramam yeter gayrı
Aha Elekçi bayırı
İskilip’im var benim
Diye mısralar dökülüyordu. Mahallemizin üst tarafına “ Yukarı mahalle”, alt tarafına “ aşağı mahalle “ denilmektedir.
Mahallede her kez birbirini tanır, küçük küçüklüğünü, büyük büyüklüğünü bilirdi. Komşular arasında çıkan sorunlar, büyüklerin araya girmesi ile sona eriyordu.
Düğünde, ölümde büyüklerin ayrı bir yeri ve görevi vardı. Cenaze defnedildikten sonra eve gelinir, aile büyüğü varisleri bir odaya çağırarak; “ iki acı bir arada çıksın, bir daha sorun olmasın.” Diye söze başlayarak miras taksimi aynı gün aralarında yapılır, sonra tapudan intikali gerçekleşirdi.

Mahalleye gelen saman, kömür komşuların yardımı ile eve taşınır, güz hazırlığı olan yarma, bulgur, keşkek, yufka ekmeğini komşular sıra ile birlikte yaparlardı.
Mahalle kadınları bir araya gelerek dibekte sokularla keşkek döverlerdi. Dibeğin yakınında bulunan evlerden de çay, ayran, su getirilip ikram ediliyordu.

Çocukluğumuz da kışın ve yazın, kendine göre ayrı güzellikleri olurdu.
Kışın misafirliğe gidildiğinde, çay içildikten sonra ortaya küçük tepsi dolusu meyve getirilip konurdu. Meyveler yenir, mısır patlatılır, hikâye anlatılırdı. Çok az evde radyo bulunurdu. Misafir geldiğinde radyo, sadece haber saatinde açılır, radyo tiyatrosu bazen dinlenirdi. Küçüklük nostaljimiz olan, radyo tiyatrosunu dinlemeyi halen severim.
Biz küçüklerin, misafirlikte çoğunlukla uykusu gelir, bir köşeye kıvrılıp uyurduk.

Yazın ise akşamları da sokağa çıkar, yatsıya kadar oyun oynardık. Annelerimiz de sokağın bir yerinde toplanır, altlarına örtü sererek yerde otururlardı.

Çocuklar için, sabahtan akşama kadar oyun saatiydi. Eve karnımız acıkınca geliyor, karnımız doyunca soluğu sokakta alıyorduk. Öyle vakti yediğimiz, çoğunlukla aperatif yiyeceklerdi. Yufka ekmeğin arasına bir şeyler koyar, dürüm yapıp yerdik. Annemiz “ oğlum yağlı yiyen tazı gibi, yavan yiyen kuzu gibi olur.” Diye ne bulursak yememizi sağlamaya çalışırdı.

Bazı günlerde bağa, bahçeye gider, akşama kadar iş yapardık. Akşama kadar bahçede durmak, çok sıkıcı oluyordu. Bahçeden dönüşte bize de taşıyabileceğimiz büyüklükte bohça verilirdi. Bohçalarda bahçeden toplanan meyve, sebze bulunurdu. Eve gelince meyveler ve sebzeler ayrılır, annemiz ev işine başlardı.

Evlerde bulaşık, çamaşır makinesi, buzdolabı yoktu. Yemekler ocakta veya soba üzerinde pişerdi. Evimizde bulunan gaz ocağı ile çay demlerdik. !966 yılında bile evinde elektriği olmayıp, gaz lambası ile aydınlananlar vardı.

Komşudan alıp kullandığımız ütü, odun kömürü ateşi ile ısınıyordu. Yemek yapılan ocaktan alınan köz halindeki parçalar ütüye doldurulur, ütü üfürülerek iyice ısıtıldıktan sonra ütü yapmaya başlanırdı.

Çamaşır yıkanırken çamaşır kili veya sabun kullanılırdı. Daha sonraları çıkan şaşmaz adlı deterjan ile çamaşır ve bulaşık yıkanmaya başlanıldı.

Analar evde ineğe, tavuğa bakar, ev işlerini yapar, bahçeye gidip ineğe ot getirirdi. Çocuklarını da ihmal etmez onlara gözü gibi bakarlardı.
Geçim sıkıntısı vardı ama var olana şükredilir, şikâyet edilmezdi. Kışın kullanılan ihtiyaç maddelerini, her kez evinde hazırlar, kendi içinde kapalı ekonomi uygulanırdı. Memleketimizde zenginlik, bağ ve bahçenin sayısı, büyüklüğü ile ölçülürdü.

Mahallemizden üç kişi üniversiteyi bitirmişti. Bunlar Ahmet Şiranlı, İsmail Beşikçi, Ahmet Söylemezdi. Ahmet Şiranlı mimar, Ahmet Söylemez fizik mühendisi olmuş, İsmail Beşikçi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirmişti. Mahallede çocuklar kendi aramızda konuşurken, bu ağabeylerimizden bahseder, onlarla öğünürdük. İsmail Beşikçiden bahsederken “ İsmail abi kaymakam mektebini bitirdi. Şimdide o mektep de hoca olmuş.” Diye kendimize pay çıkarır, büyüyünce şu olacağım, bu olacağım diye hayaller kurardık.

Ben pilot olmayı hayal ediyordum. İsmail Beşikçi, benim ağabeyime uçaklara ait dergi vermişti. Bende bu dergide bulunan uçaklara bakar, pilot olmayı arzulardım. Halen uçmayı, gökyüzünü seyretmeyi çok seviyorum.

İskilip’e kışın çok kar yağardı. 1964 yılında kışın, bir sabah kalktığımızda sokaklarda, bir metreden fazla yükseklikte kar ile karşılaştık. Kar kütlesi çatılardan aşağı sarkıyordu. Her kez kendi evinin önünde, insanların geçeceği kadar yol açıyordu. Çorum yolu ve tüm köy yolları kapanmış, bir yerden bir yere gitme imkânı kalmamıştı.

Her evin, sert geçen kış şartlarına hazırlığı vardı. Kış mevsimine girerken, evden hiç çıkılmayabilir diye her evde “ kırk kütük, kırk kabak, kırk tekne hamur yapacak un.” Olmalı diye büyükler söylermiş. 40 kütük ile 40 gün soba yakılacak, 40 kabak ile 40 gün kabak tatlısı yapılacak, 40 tekne hamur ile 40 gün ekmek yapılacaktır. Evlerimiz de turşumuz, pekmezimiz, kıymamız, eriştemiz, salçamız eksik olmazdı. Büyüklerimiz karın içinden tünel kazıp, evden eve gidildiğini anlatırdı.

Kar yağdıktan sonra yollar buz tutar, Müftü camiinden, çayın başına kadar kızak ile kayardık. Elimiz üşür, sızlardı. Yine de kaymaktan vazgeçmezdik. Üzerimizde giyecek olarak; analarımızın diktiği pamuklu içlik, üzerine gömlek, tiftik tüyünden örülme bembeyaz kazağı giyerdik. Şimdiki gibi giyecek kabanlarımız yoktu.

Ayağımıza mes, pantif, potin olur, üzerine lastik ayakkabı giyerdik. Karda çamurda kirlenen lastik ayakkabıları, çeşmede kolayca temizlerdik. Okula gittiğimizde, lastik ayakkabılarımızı silmemiz söylenirdi. Evlerimizde; sadece oturduğumuz odada soba yandığından, odadan dışarı çıkınca yerler buz gibi olurdu. Onun için potinimizi evde yatıncaya kadar ayağımızdan çıkarmazdık.


Evinde inek olanlar yayık yaydıklarında, yayık ayranını komşulara dağıtıyordu. Yayık ayranının yanında, yufka ekmeğine yayık tereyağını sürüp, dürüm yapıp, yemenin tadına doyum olmuyordu. Bahçeden meyve toplanıp, bağdan üzüm getirildiğinde komşulara dağıtılırdı. Eve gelen meyve ve yiyecekler, evde tüketilir, fazlası komşulara verilirdi. Kaysı, kiraz, vişne, tut, eriğin para ile satılması ayıp sayılırdı.

Sabahları genellikle çorba içiliyordu. Nadiren çayla kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıda en hoşumuza giden, kıymalı pide yaptırıp yemekti. Çarşı ekmeği dediğimiz Kaygusuz’un fırınından alınan okkalık ekmek ile katık olarak yanında zeytin veya tulum peynirini bulduğumuzda; bu bizim için mükemmel kahvaltı olurdu.

Günümüzde refah seviyesi büyüdü. En fakirin evinde bile kahvaltıda zeytini peyniri eksik olmuyor. Herkesin evine fırın ekmeği giriyor. Çocuklarımız ihtiyaçlarını karşılarken marka arıyorlar. Elektriksiz, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu olmayan ev kalmadı. Herhalde ağzımızın tadı kaçtı. Yediklerimizin tadını, huzuru bulamaz olduk. Komşuların halini sormaz, kimsenin elinden tutmaz olduk. Beyaz atlı yiğitler atına binip, başka diyarlara gitti artık.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: TÜPGAZ SOYGUNU

İSKİLİPLİ YOLCU: TÜPGAZ SOYGUNU

TÜPGAZ SOYGUNU

Fakir fukaranın çorbasını aşını pişirdiği, halkımızın zorunlu ihtiyaç maddesi olan 12 kg tüp gaz piyasada 50–62 .- TL arası satılmaktadır. 12 kg tüpün dolum sonrası maliyeti 34.-TL dir. Satışı sırasında tüp gaz % 47- 82 arasında değişen büyük kar ile satılmaktadır

5307 sayılı Sıvılaştırılmış Petrol Gazları Piyasası Kanununun 10. Maddesi:
“ MADDE 10. — LPG alım satımında fiyatlar, erişilebilir dünya serbest piyasa koşullarına göre oluşur.
Rafineriler ve dağıtıcılar, lisansları kapsamında yaptıkları piyasa faaliyetlerine ilişkin fiyatları, erişilebilir dünya serbest piyasalarındaki fiyat oluşumunu dikkate alarak, tavan fiyatlar olarak Kuruma bildirirler.
Ancak, LPG piyasasında faaliyetleri veya rekabeti engelleme, bozma veya kısıtlama amacını taşıyan veya bu etkiyi doğuran veya doğurabilecek nitelikte anlaşma veya eylemlerin piyasa düzenini bozucu etkiler oluşturması halinde, gerekli işlemlerin başlatılmasıyla birlikte, her seferinde iki ayı aşmamak üzere, faaliyetlerin her aşamasında, bölgesel veya ulusal düzeyde uygulanmak için taban ve/veya tavan fiyat tespitine ve gerekli tedbirlerin alınmasına Kurum yetkilidir. Belirli bölgelere ve belirli amaçlara yönelik olarak fiyatlara müdahale edilmeksizin kullanıcıların desteklenmesinin usûl ve esasları ile miktarı Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile belirlenir.” Olarak hükme bağlanılmıştır.

Bu maddeden de anlaşıldığı gibi “ her seferinde iki ayı aşmamak üzere, faaliyetlerin her aşamasında, bölgesel veya ulusal düzeyde uygulanmak için taban ve/veya tavan fiyat tespitine ve gerekli tedbirlerin alınmasına Kurum yetkilidir.” Her iki ayda bir likit ve tüp gaz fiyatlarını Enerji piyasası Düzenleme Kurulunca tespit edilmektedir.

Başbakanlık ve Enerji Bakanlığı nezdinde konunun ele alınarak fakir fukaranın zorunlu ihtiyaç maddesi olan Likit Tüp gaz fiyatlarının olması gereken 40-42 lira arasına çekilmesi gerekmektedir.

Tüp gazın nakliyedeki zorluğunu yenmek içinde illerde nizami tüp gaz tolum istasyonları kurulması sağlanılabilir. Böylece nakliyeden tasarruf sağlanabilir.

Yıllardır yapılan tüp gaz soygununun önlenmesi için yetkililer ve iktidarın üzerine düşeni yapması gerekiyor.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: ÖĞRENCİ OLAYLARI

İSKİLİPLİ YOLCU: ÖĞRENCİ OLAYLARI: "Arılar Bal Yaparlar Kovana, Karınca Tane Taşır Yuvaya, Böcekler İpek Örer Kozaya, Sen Ömrü Nasıl Geçirdin Yolcu ?"

ÖĞRENCİ OLAYLARI

Yıl 1960, 1968, 1980, 2010 öğrenci olayları ve arkasındaki güçler kimlerdir?

Öğrenci okumak, öğrenmek için evinden çıkar. Gurbete okula gider.
Kendi evinde kalıp okula gidiyorsa ne ala. Çorbası hazır, yemeği hazır, sıcacık evi hazırdır.
Gurbete gitmişse, gurbet acısı çekiyor evini özlüyorsa durum başkadır.
Kaldığı yer, yurt veya talebe evidir. Bazen kaldığı yurda, talebe evine de gitmek istemez. Kendisine evinin sıcaklığını verecek bir ortamı özler.
Maddi sıkıntı çeker. Basit ihtiyaçları değil, otobüs biletini dahi alamadığı zamanlar olur.

İşte bu devrelerde ortaya birileri çıkar. Arkadaşlık adına, derdini paylaşmak adına, ülkenin sorunlarını konuşmak adına onunla arkadaş olurlar.
Kendisine pembe bir dünya gösterilir. Kısıtlamaların olmadığı, zenginin fakirin olmadığı, hiç kimsenin hakkının yenilmediği bir dünyadır bu.
Gösterilen dünyaya ulaşabilmek içinde otoriteye baş kaldırmak gerekir. Direnmek, mücadele etmek gerekir. “Korktukça tutsak, vazgeçtikçe özgürsün” cümlesi işlenir zihinlere.

Öğrenciye farklı olması, zincirleri kırması söylenir. Bu topyekûn bir başkaldırı hareketidir. O artık her şeyi en iyi bilen, başkalarını zavallı gören birisidir. Kampüs hayatında apayrı bir yaşam tarzı sergilerler. Kılığı, kıyafeti diğer insanlardan farklıdır.

!980 öncesi öğrenci olaylarına karışmış bir gencin başından geçenleri sizlerle paylaşmak istiyorum:
Ankara da üniversiteyi kazanan Cemal orada ne yapacak, nasıl geçinecek, yeni bir hayatı nasıl sürdüreceğini düşünmektedir.
Kendisi fakir bir ailenin çocuğudur. Köylerinden Murtaza Ankara’da kapıcılık yapmaktadır. Cemal’in babası hemşerileri olan kapıcı Murtaza’yı bulmasını söyler. Cemal Murtaza’nın adresini alarak Ankara’ya gider.

Ankara’ya gelince elindeki adres ile Murtaza’yı bulur. Birlikte üniversiteye giderek kayıt yaptırırlar. Murtaza kapıcılık yaptığı evde ona yatacak bir yer ayarlar. Kalacak bir yer temin edinceye kadar misafir olarak evinde kalacaktır. Köyden getirdiği erzakta orada yenilir.

Okul açılmıştır. Cemal okula gidip gelmektedir. Murtaza Cemal’e bir sendikadan bahseder. Burada tanıdıklarının olduğunu, insanların hak aramak için buraya gelip gittiğini söyler.

Cemal’i de yanına alarak sendikaya giderler. Burası devrimci bir sendika’dır. Orada sınıf bilinci, proletarya iktidarı, sosyalizm konuşulmaktadır.

Cemal sendika da çay ocağında görevlendirilir. Odanın birinde yatacak yer ayarlanır. Artık Cemal okuluna gidip gelmekte, kalan zamanında sendikada çay ocağında çalışmaktadır.

Elinde okulunun kitaplarının yanında, sendika kitapları, devrimci kitaplarda vardır. Bu kitapları okumakta, her gün yeni şeyler öğrenmektedir. Okudukça kendi dünyasında bocalamaya girer. Şimdiye kadar öğrendikleri ile burada okudukları, söylenenler farklı şeylerdir. Kendisine din afyondur denilmekte, önceden bildikleri gericilik olarak nitelendirilmektedir.

Cemal artık işçi sınıfının bir üyesidir. Kültür çalışmalarına, gösterilere katılmakta, sendikal faaliyetlerde bulunmaktadır.
Cemal bir süre sonra öğrenci lideri olmuştur. Çeşitli illere devrimci konferanslar vermeye gitmektedir. Adı Cemal hocadır.

12 Eylül hareketinden sonra birini öldürmek suçlaması ile Mamak ceza evine atılır. Orada malum işkencelerden sonra iki kişilik bir hücreye konulur. Hücredeki diğer kişide adam öldürmek suçlaması ile yatan ülkücüdür. Altlı üstlü bir ranzada yatmaktadırlar. İkisi de birbirinden çekinmekte, can korkusu yaşamaktadır. Kaldıkları hücre ikisi içinde manevi işkenceye dönüşür. Gece olunca uyumamakta, birbirleri ile konuşmazlar. Sigarası biten Cemal ülkücü koğuş arkadaşından sigara ister. Böylece diyalogları başlar.

Her ikisi de kimseyi öldürmediğini, suçsuz yere hapse atıldıklarını söylerler. Ülkücü arkadaşı koğuşta namaz kılmaktadır. Cemal de onu seyreder. Bir gün arkadaşına kendisinin köylerinde Cuma namazına gittiğini, bu olaylar içine girince, kendisini ateist bir oluşumun içinde bulduğunu söyler. Koğuşta oda namazını kılmaya başlar.

Geçmişe ait her ikisinin kanaati de; birilerinin kendilerini kullandığı. Kendilerini olayların içine sürenlerin ortada gözükmediği, hapse girmediği noktasında birleşir. Hapiste kararlaştırdıkları bir şey vardır. Hapisten çıkıp normal hayata başladıklarında, yeni yetişen gençlere olayları anlatıp; onlarında bu duruma düşmemelerini sağlamaktadır. Hapisten çıkınca ikisi de arkadaşlıklarını sürdürürler. İkisi de güvenlik raporu alamadıklarından memur olamamıştır.

Günümüzde sergilenen oyun, yine aynı oyun. Türkiye’de eylemler iktidarı hedef alıp, darbeye gizli ajanda sahiplerine zemin hazırlamak amacını gütmektedir. Eski istihbaratçılar, bir servisin güdümü olmadan, üç kişinin bir araya gelip sokakta eylem yapmasının mümkün olmadığını söylemektedir.

Dünyada yeni bir parasal sistemin doğum sancıları yaşanıyor. Bu geçiş döneminde birçok ülkede refah kayıpları yaşanacaktır. Önümüzdeki günlerde Avrupa’da kitle eylemlerinin oluşmasına sebep olacak alt yapı oluşmaktadır. Nitekim 1968 öğrenci olaylarında Avrupa’ya özenilmiştir. Türkiye’de yaşananlar daha geniş kapsamlı bir dönüşümün parçasıdır. Öğrenci olayları büyük bir değişimin küçük bir parçasıdır. Deniz yüzeyinde görülen buzlardan başka, deniz altında buzdağı bulunmaktadır. Önemli olan yaşanan olayların altındaki mesajı iyi algılayabilmektir.
Bütün bu hususlar göz önüne alınarak; “güvenlik yetkililerinin, havada uçuşan sivrisineklerle uğraşmayı bırakıp, sivrisineklerin barındığı bataklığı kurutması gerekmektedir.”

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇORUMUN BAKLAVASI

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇORUMUN BAKLAVASI

ÇORUMUN BAKLAVASI

Çorum düğünlerinde en çok beğendiğim yemek “su böreği ve Çorum Baklavasıdır.” Kayık tabaklarda sofraya konulan bembeyaz baklavanın tadına doyum olmazdı.

Uzun yıllardır yaşadığım Ankara’da üzeri fazlası ile kızarmış baklavalara alışamamış, memleketimin baklavasını özlüyorum.

Bir ay önce Çorumda idim. Baklava almak için gittiğim Gazi caddesi üzerindeki baklavacıda, bazı konular dikkatimi çekti:
Baklavaya konulan cevizler sarı değil ikinci kalite cevizlerdi.
Gül baklavaların içine çok miktarda ceviz konulmuştu.
Has baklavalar iri kesilmiş, tepside istenen güzelliği vermiyordu.
Dükkânın vitrini ise Çorumun baklavasını sergileyecek güzellikte değildi. Vitrinin üst katlarına unlu kurabiye konulmuş, alt katlarda baklava vardı.

Ankara da Necatibey caddesinde “Hacı baba baklavacısı” adında, 37 yıldır tanıdığım baklavacı vardır. Ankara da kendi başına marka olmuştur. Baklavalarında sadece tereyağı kullanır. Dükkânın önünden geçerken burcu, burcu tereyağlı baklava kokusunu koklarsınız.
Vitrininde en göz alıcı yerde baklava çeşitleri, tel kadayıf, su böreği bulunur. Dükkânın ön tarafı satış yeri, arka tarafında masalarda self servis alınan yiyeceğin yeme yeri bulunmaktadır. Bu dükkânda ramazan ve bayramlar yaklaştığında insanlar kuyruğa girer. Yıllardır imalatını aynı kalite ve titizlikte babadan, toruna yürütmektedir.

Bütün bu saydıklarıma rağmen, Çorumdan Ankara’ya baklava getirdiğimde, baklavamızı ikram ettiğimiz dostlarımız, bizim baklavamızı çok beğeniyorlar. Beyaz olmasına rağmen güzel pişmesi, yerken ağızda dağılması çok beğeniliyor. Çorumdan baklava getirmemizi sipariş ediyorlar.

Şu an Çorum baklavasının Çorumdaki durumu nedir?
Çorum düğünlerinde Çorum beşlisinin içinde Çorum Baklavası var mı? Öğrendiğime göre maalesef yoktur. Otellerde verilen düğün yemeklerinde, Çorum’a ait olmayan baklava ikram edilmektedir. Çorumun şimdi baklavası, yarın su böreği daha sonrada yayla çorbası düğün sofrasından kalkacak, bunların yerini başka yemekler alacak. Kendimize ait olan değerlerden, güzelliklerden vazgeçersek; sonra kaybedecek bir şeyimiz kalmayacaktır.

Genç nesil kışın yapılan tel tel kadayıfı biliyor mu? Tabii ki bilmiyor.
Çorumda başka illerin baklavası, kadayıfı satılıyor. Kendi ilimizde bari kendi değerlerimize, sahip çıkmamız gerekir diye düşünüyorum.

Çorum leblebisi hakkında “Milli Eğitim Bakanlığındaki” yaptığım görüşmenin sonucunu Mustafa Bey sizlere yazısında aktardı.

Bir ay önce geldiğimde ünlü leblebicimizden leblebimi alarak, Ankara’ya döndüm. Leblebi yine tek elek değildi. Birkaç boyutta nohuttan yapılmıştı. İçinde yine kör leblebiler var. Onları ağızda ezebilmek için mengene gerekiyor.
Aynı leblebiciden bir zamanlar aldığımız fındık büyüklüğündeki karanfil kokulu leblebileri bulamaz olduk artık.

Arzumuz daha iyi bir Çorum. Çevresinde “marka olmuş ürünleri ile anılan” bir Çorum’a kavuşmaktır. Bunun içinde önce kendi “unutulan güzelliklerimize” sahip çıkmamız gerekiyor.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: FÜZE KALKANI NEDİR?

İSKİLİPLİ YOLCU: FÜZE KALKANI NEDİR?

FÜZE KALKANI NEDİR?

Son günlerin kamuoyunda en çok tartışılan konusudur.
Halen İran’ın elinde 2000 km. menzilli Şahap–3 balistik füzesi bulunduğu, İsrail’in nükleer başlıkta takılabilen 7000 km. menzilli Jericho füzesine sahip olduğu basında yer almaktadır.

Dünyanın 30 ülkesinde füze savunma sistemleri mevcuttur. Yurdumuzda ise füze savunma sistemleri kurma çalışmaları bulunmakta olup, bunun maddi tutarının ise yedi milyar doları bulacağı hesaplanıyordu.

Füze kalkanı sistemi ile ilgili şunlar akla gelmektedir.
Füze Kalkanı projesi Türkiye’nin çıkarına mıdır yani bize ne fayda sağlayacaktır?
Füze kalkanı projesi tıpkı ABD’nin NATO’ya sağladığı nükleer savunma gibi kendi tehdit algılamasına göre geliştirdiği, davulun kendisinde tokmağın biz olacağı bir projedir. Kısaca ABD kendini uzaktan savunacak biz de ona savaş alanı, senaryosunun uygulama alanı olacağız.

Bu olumsuzlukları yenebilmek için; füze kalkanının Türkiye'ye kurulması durumunda bu silahın çalışması için gereken kontrol mekanizmasının içerisinde Türkiye doğrudan etkili olmalıdır. Yani Türkiye kontrol odasında yer almak ve anahtarlardan birini elinde tutmak zorundadır.

Türk yetkili kalkanın çalışması için gerekli olan anahtarlardan birini çevirmedikçe sistem çalışmayacak şekilde bir ayarlama yapılmalıdır. Bunun yanı sıra, eğer bu kalkan Türkiye'ye yerleştirilecekse tüm Türkiye bu kalkanın koruması altında olmalıdır ve Türk yetkililer bu projenin teknik yeterliliklerine vakıf olmalıdırlar.

Türkiye, füze kalkanı sisteminin yalnızca kendisine odaklanmış bir proje olmadığını ve projeye uygun diğer ülkelerin de bu sorumluluğu üstlendiğini ispatlamak için, kalkan projesinin bir bölümünün NATO üyesi Balkan ülkelerine konuşlandırılabilmesini sağlamalıdır. Böylece Türkiye'nin üzerinde durduğu uluslararası meşruiyet sağlanabilir.

Türkiye, gerçekten çok zorlu bir dönüm noktasından geçiyor. Türk Hükümeti, ABD tarafından kendi dış politika inisiyatifi ile bağlı bulunduğu askeri ittifak arasında bir tercih yapmaya zorlanıyor. Bu zorlamayı yapanların amacının ne olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildir.

Son dönemde İsrail'den uzaklaşan, Rusya ve İran ile dengeli bir ilişki kuran, uzun yıllardır bekletildiği AB'nin bekleme odasından çıkıp kendi ayakları üzerinde durmayı deneyen Türkiye'nin bu pozisyonu hiç kuşkusuz prangayı kırmak anlamına gelmektedir. Washington Türkiye’nin bu siyasetinden memnun değil.

Füze kalkanı şantajı akıllı bir tercih, zira Washington, Türkiye'ye kuracağı füze kalkanı ile Türkiye'nin Ortadoğu Politikası'nın birinci halkasını oluşturan Türkiye-İran-Suriye-Lübnan Bloğu'nu kırmak istiyor ve bunu yaparken de İsrail'in savunmasını bu bloğu kuran ülkeye, Türkiye'ye devrediyor. Türkiye son yılların en önemli dış politika yönelimlerinden birini gerçekleştirmek üzere bekletilmektedir.

ABD Türkiye’ye yerleştirmeyi istediği füze kalkanı ile şunları hedeflemektedir:
1- Türkiye’nin hem İran hem de Çin ve Rusya ile gelişen ilişkilerini baltalamak; arkasından bu ülkeler ile karşı karşıya getirmek! ABD’ye rağmen ekseni doğuya kayan Türkiye’yi, bu yolla Atlantik’e çapa attırmayı planlıyor.
Washington’un Ankara’dan gelen “İran bizi tehdit etmiyor” şeklindeki kalkan aleyhtarı görüşlere karşı iddiası, daha doğrusu tehdidi ise “İsrail İran’a saldırırsa, İran İncirlik’i vurur” şeklindedir.

2- ABD, füze kalkanı ile güdümünden çıkan AB’yi yeniden kontrol etmeyi hedefliyor. İran füzelerine karşı AB’yi koruyan ABD, İran’a savaş açtığı takdirde, Irak saldırısında alamadığı desteği AB’den isteyebileceğini düşünüyor.

3- ABD, Türkiye’nin doğusuna yerleştireceği kalkan ile Ortadoğu’daki kukla devletlerini korumayı hedefliyor. İsrail ile Kuzey Irak’taki ikinci İsrail’in güvenliğini, Türkiye’deki kalkan sağlayacak. Bir iddiaya göre de kurulması planlanan Kürdistan’ın füze kalkanı ile korunacak olmasıdır.

4- ABD, İran’ı gerekçe göstererek, Sünni Arap bloğu oluşturmayı hedefliyor. Washington, bu bloğa geçen aylarda yaptığı 60 milyar dolarlık silah satışı gibi kontratları da çoğaltmayı hesaplıyor.

ABD füze kalkanı sisteminin, ülkesini, Kuzey Kore ya da İran'dan gelmesi muhtemel balistik füzelerden koruyacağını söylemektedir. Avrupa'da ise Polonya'daki bir üsse 10 veya daha fazla füzesavar füze yerleştirmeyi ve Çek Cumhuriyeti'ne de bir radar üssü inşa etmeyi planlamaktadır.

NATO ile Türkiye’nin tehdit algılaması bambaşkadır. Türkiye NATO’nun aslında hedefindedir. İsrail uçakları Türkiye den izin almadan hava sahamızı kullanarak Suriye’yi bombalamıştır. Bunun üzerine İskenderun’a I-Hawk füze bataryası konuşlandırıldığında, bunun kendisini hedef alıp, Suriye ve Lübnan’ı korumak için yerleştirildiğini iddia etmektedir.

Türkiye’ye F–16 jet uçağı satan ABD, uçağın elektronik harp ve gece görüş sistemlerini vermemektedir. Yıllardır Türkiye ABD’den hava savunma sistemi almaya çalışmaktadır ama ancak bugün ABD projesi olduğunda Türkiye’nin hava savunma ihtiyacı hatırlanmıştır.

NATO’da da durum farklı değildir; Körfez Savaşı esnasında sözde müttefiklerimiz Patriot’ların Türkiye’ye gelmemesi için elinden geleni yapmışlardır. Bu devletlerin pek çoğu halen bölücü terör örgütünün açık ve örtülü destekçisidir.

Ülkemiz çok önemli kararların arifesindedir. Ya bulunduğu coğrafyanın kendisine yüklediği görevleri yerine getirecektir. Yâda kapı kulu gibi güçlü olanın arkasından gitmeye, dediklerini yapmaya mahkûm olacaktır.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: KÜRTCÜLÜK HAREKETİ

İSKİLİPLİ YOLCU: KÜRTCÜLÜK HAREKETİ

KÜRTCÜLÜK HAREKETİ

Kimilerine göre 100 yıldır, bazılarına göre de 150- 200 yıldır devam eden hareket. Devire göre kışkırtıcıları değişen, ırkçılık temeline oturmuş, devrimci kimliğinde, halkına karşı dindar kisvesine bürünen ama caminin imamını bile öldüren bir hareket.

Cenabı Allah “ Suçsuz bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibidir.” Diyor ayeti kerimede. Bu hareket ise acımadan, çocuk demeden, masum sivilleri öldürüyor, katliam yapıyor, haraç topluyor.

Militanları silahlanıp dağa çıkıyor, güvenlik güçlerimize tuzak kurup, devletimize karşı adı konulmamış savaş ilan ediyorlar. Sonrada insan haklarından, özgürlükten bahsediyorlar. Bu tenakuza kargalar da güler.

Yüz yıldır Kürt nüfusu artış hareketini sürdürüp, üç dört evlilik yapıp, 10–15 çocukları oluyor; sonrada işsizlikten, yoksulluktan, geri bırakılmışlıktan bahsediyorlar.

Yurdumuz stratejik bir konumuna sahip yerdedir. Kendisini süper güç olarak gören devletlerin, ülkemiz üzerinde hesapları bulunmaktadır.

Yurdumuz da siyasi Kürtçülük hareketini başlatan, bu yarayı kaşıyanlar; kendisini süper güç olarak gören devletlerdir. Bu devletler bölücülük hareketini yönlendirip, başımıza bela etmeye çalışmışlardır. Amaçları ise; bir kısım taleplerinde bunu koz olarak kullanıp, istediklerini elde etmek, hayır denilmemesini temindir.

Devletimizin; Kürtçülük hareketine karşı tavır takınması gerekirken, bu ülkelerin dümen suyuna gidilerek, yıllardır kayda değer bir şey yapılmamıştır. Yanlış politika izlenmiştir. Bataklığı kurutmak varken, sivrisinek ile uğraşılmıştır.

Ergenekon adına PKK’nın eylem yapmasına, güvenlik güçlerimizin şehit olmasına sebep olunmuştur. Ülkemizin içinde bulunduğu tehlikeler görmezlikten gelinmiş, bölücülük hareketine karşı gerekli tedbir alınmamıştır.

12 Eylül darbesinde, Mamak ve Diyarbakır cezaevlerinde yatan tüm tutuklulara yapılan insanlık dışı uygulamalar ile bölücü hareketin militan teminine, sempati kazanmasına zemin hazırlanmış, sağlanan lojistik destek ile güçlenip büyümesi temin edilmiştir.

İsrail, Amerika, Türkiye’nin istihbarat işbirliği; bizim en mahrem bilgilerimizin bu ülkelerin eline geçmesini sağlamıştır. Gizli bir el ülkemizdeki bölücülük hareketinin devam etmesini istiyor. Terörle mücadele adına, ülkemizin kıt imkânlarının silah alımı için harcanmasını istiyor.

Ülkemiz ve bölge ajan kaynıyor. Yabancılar özgürlük adına, elinde pankart ile gösterilere katılıyor. Kimsede onlara burada ne yaptıklarını sormuyor. Acaba aynı gösterileri Türk vatandaşları Amerika da, İngiltere de, Almanya da yapabilir mi? Bu kadar pervasızca eylemlere katılabilir mi?

Bu sorunlar çözülmeyip, bu olaylar ne zamana kadar devam edecek?
Kirli oyunlar, pazarlıklar ne zaman sona erecek?
Kürtçülük hareketi; devletimize karşı, adı konulmamış bir harp ilan etmiştir. Dostumuz dediğimiz ülkeler bölücülerle işbirliği yapıyor, onlara her türlü desteği sağlıyorlar. Biz sözde dostlarımıza karşı bir şey yapmıyor, olanları görmezlikten geliyoruz.

Üç aylık askeri eğitim ile gencecik çocuklarımız; eli kanlı teröristlerin karşısına çıkarılıyor. Basından öğrendiğimize göre; Heronlar terörist sürüsünü tespit ediyor. Değerlendirme merkezi görüntüleri inceleyerek “bunlar çoban” diye nitelendiriyor. Bölücülerde tahkimatlarını yapıp, karakola saldırıyorlar. Saldırı saatler boyu sürüyor, kimse karakoldaki askerlerimize yardıma gelmiyor. Karargâhta ise bu saldırılar ekrandan izleniyor.

Sonrada bilmiyorum, görmedim, duymadım oyunu oynanıyor.
Devletin ‘bilmesi gereken görevlileri’ her şeyi biliyor. Yapılması gereken; bu kirli oyuna artık son vermektir.

Bölücülerin önce lojistik destekleri kesilmelidir. Bölücülere destek olan güçler ve devletler alenen ilan edilip, yaptıkları sergilenmeli, dost diye koynumuzda yılan beslenmesine son verilmelidir.

Ülkemizdeki Kürtçülük hareketinin sözcüleri; televizyonların karşısına geçip, federasyondan bahsediyorlar. Doğuda bölgesel yönetimin olmasını, sonrada hayallerinde ki Kürdistan’ın gerçekleşmesini istiyorlar.
Peki, kafalarındaki gerçekleşirse; Ankara, İstanbul, İzmir, Mersindeki akraba olduğumuz, arkadaş olduğumuz diğer Kürtler ne olacak?
Herhalde kafalarındaki; artan nüfusları ile tüm yurdu ele geçirip, Kürdistan’a dönüştürmektir.

Bu oluşuma, düşüncelere ne kadar göz yumacağız. Analar daha ne kadar ağlayacak? Birileri bu oluşumdan servet kazanacak. ( silah, uyuşturucu, insan ticareti)

Bilmesi gerekenlerin her şeyi bildiği, görmesi gerekenlerin gördüğü bu bölücülük oyunu; ne zamana kadar devam edecek?
Bu ülkenin insanları kirli oyunları görmekten, senaryoları seyretmekten bıkmıştır. Yalancıların yalanlarından usandık artık.

Ülkeyi yönetenler, sorumluluk taşıyanlar artık gereğini yapmalı, bu kirli oyuna son verilmelidir.
Kara bulutlar ülkemizin üzerinden kalkmalıdır.
Kaderde, kıvançta bir olan bu ülkenin insanları; huzura kavuşsun. Yöneticilerimiz sorunlarımıza çare bulsunlar.
İpteki cambazlara da, onları oynatanların oyununa da son verelim artık.


Mustafa yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: UNUTULAN GÜZELLİKLER

İSKİLİPLİ YOLCU: UNUTULAN GÜZELLİKLER

UNUTULAN GÜZELLİKLER

Rahmetli Vali Recep Yazıcıoğlu; görev yaptığı illerde denetim gezisine çıktığında, kahvelerde boş oturan insanları görünce sinirlenir, kahveyi boşaltmalarını, gidip çalışmalarını istermiş.
Yurdun her yerinde kahveler yine dolu, insanlar bomboş oturuyor. “Bu insanların yapabilecekleri bir iş yok mu.” diye düşünüyor insan.

Ülkemizde birçok köy boşalmış, insanlar şehirlere göç etmiş. Araziler ekilip biçilmiyor. Meralar sürüsüz kalmış, hayvan yetişmiyor.
Bağlar bahçeler bakımsız, viran olmuş. Mahalli sebze ve meyveler unutulmuş, yetişmiyor artık. Toplum olarak kolaycı olup çıkmışız.
Köyünden kente göç eden insan buralarda; simitçi, pazarcı, seyyar satıcı, inşaat amelesi olmuş. Artık üretici olmaktan çıkıp, tüketici hale dönüşmüş.

Sinop’un Gerze ilçesinin yaylasına, arabası ile Amerikalı bir turist gelir. Yaylada karşılaştığı bir vatandaşımıza, yanında bulunan tercüman vasıtası ile sorar” Burada sarımsak yetişiyor mu?” Vatandaş cevap verir” Hayır yetişmiyor, dağın başında sarımsak yetişir mi ?”
Meğer turistin annesi, babası buradan Amerika’ya göç etmiş; Rum kökenli insanlarmış. Babaları çocuklarına “ Gerze ilçesindeki köyümüzde, yumruk büyüklüğündü sarımsak yetişirdi.” Diye köyünü, yaylasını anlatırmış.

Nerden nereye! Şimdi aynı köyün yaylasında sarımsak yetiştiğini bilen yok.
İnsanlar işsiz, kahveler dolu. Bir evde bir kişi çalışıyor, diğerleri onun getirdiğini yiyor.

Kahvede oturan insanı nasıl iş yapar hale getirebiliriz?
İnsanlar kahvede daha çok, kış aylarında oturmaktadır. Bu aylar inşaatların durma noktasına geldiği, zirai çalışma yapılmadığı aylardır. Bu dönemlerde küçük ve büyük sanayi işyerleri çalışmaktadır. Sanayi açısından da bu dönem, üretilen mala talebin azaldığı dönemdir.

Kahvede oturan insanlar, küçük ve büyük sanayi alanlarında istihdam edilerek, sigortası vergisi, devletçe sürbanse edilebilir. Bu aylarda üreticiler stoka üretim yaparak, malını sattığı zaman çalışanların ücretlerini ödeyebilir. Veya işçiliğin az bir kısmını, işçinin çalıştığı aylarda ödenebilir.
Üretici bu aylarda, sadece ham maddeyi satın alacak; geri kalan ücretler malın satılmasından sonra ödenecektir.
İnsanlar kahvede boşa oturacağına, sonradan ödenecek ücret karşılığı, karın tokluğuna, sigortası ödenerek çalışma yapabilir. Bu durum, üretilen malın pazarlaması aksamadan sağlanırsa, her iki taraf açısından verimli hale gelir.
Bundan ülkemizde, insanlarda katkı sağlar.

Boş oturacağımıza, bir şeyler üretmenin gayreti içinde olmalıyız. Bilmiyorsak öğrenmeli, kamu da yetkili olanlar görevlerini iyi yaparak, halkı bilinçlendirmelidir.

Yurdumuzda ihtiyacın üzerinde; mühendis, tekniker, teknisyen, işletmeci, endüstri mühendisi bulunmaktadır. Bunlar yeterince görevlerini yapmadıkları, halkı aydınlatıp yol göstermedikleri için arzu edilen gelişmeler olmamaktadır.

Sorunlarımızı çözebilmek için, milli bir seferberlik ilan etmeliyiz. Herkes işin bir uçundan tutmalı, yurt kalkınması için görevini, tam manası ile yerine getirmelidir.

Her bölgenin; unutulmaya yüz tutmuş ürünleri, yöresel imalatları, meyveleri, yemekleri, folkloru vardır. Bunlar yeniden üretilip, hayata geçirilebilir.
Kazılar yapıp, yer altından tarihi eser ararken, yerin altına girmeden unutulmaya yüz tutmuş ürünlerimizi, eserlerimizi yeniden canlandırabiliriz.
Mürdüm eriğini, çatal kara üzümünü, misket elmasını, mahman armudunu yine yetiştirebiliriz.
Yeşil badem yahnisini, dünür aşını, incir dolmasını yemek menümüze ekleyebiliriz.
Çarığı, çapula yı, mes’i, potini, kabaralı kundura’yı giyme sek’te vitrinimizin bir köşesine koyabiliriz, turistlere satabiliriz.
Üretim yaparken kara düzen değil, gelişmiş teknoloji ve teknikleri kullanarak üretim yapmalıyız.

Her yörenin kendisine özgü hammadde kaynakları var. Bu hammaddeler, hammadde olarak değil, işlenilerek mamul madde olarak pazara sunulmalıdır.
Üretimde hedeflenen pazar iç pazar değil, ihracat yapmak olmalıdır. Bu imalatın kalitesini artıracak, sıradan bir ürün olmamasını sağlayacaktır.

1970 yıllarında ülkemizde 3600 tane ithalat- ihracat firması vardı. Bunlarında % 90 yakını, ülkemizde bulunan gayri Müslimlerin firmalarından oluşuyordu.
Rahmetlik Turgut Özal bu memlekete ticaret yapmayı, ithalat- ihracat yapmayı öğretti. Anadolu’nun en ücra köşelerinden üreticiler, ürettiklerini ihraç edebilmek için eline valizini alıp, yurt dışına çıktılar. Uğraşıp, didindiler. Ülkemizin yıllık 115 milyar Amerikan doları tutarında ihracatı bulunmaktadır.
Bu potansiyel gelişen üretim ile daha çok büyüyebilir, çeşitlenebilir.

Yapacak o kadar çok işimiz var ki. İşin bir ucundan tutup, yeniden seferberlik ruhu ile işe başlamamız gerekiyor.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: KÖPEĞİN TASMASI

İSKİLİPLİ YOLCU: KÖPEĞİN TASMASI

KÖPEĞİN TASMASI

İskilip’te demirciler çarşısının, kaleye bakan tarafında simitçi dükkânı, onun yanında da kahvehane vardı.

Ortaokulda okuduğumuz yıllarda, arkadaşlar ile çarşıda dolaşırken yolumuz demirciler çarşısına düştü. Simitçinin yanında bulunan kahvede oturmak âdetimiz değildi. Ama o gün simitçiden taze simit alıp, kahvehanenin önüne oturup, çay ile simit yemeyi kararlaştırdık.

Aslen Çorumlu olan simitçi o zamanlar fırının da; simit, tatlı maya, kurabiye üretirdi. Ürünlerini sokakta gezen simitçiler ile ekmek fırınları satardı. Tatlı maya dediğimiz, üzeri yumurtalı, ağza biraz tat veren çörekti. Onun kokusunu tadını hala özlüyorum.
Küçüklüğümüzde sokakta simit satan, sonra okuyarak, ticarete atılarak iyi yerlere gelen hemşerilerimiz var.

Simitçiden aldığımız taze simitler ile kahvehanenin önünde bulunan, alçak hasır iskemlelere oturduk. Çaylarımızı ısmarladık. “Taze çay birazdan çıkacak” dedikleri için, çayı beklemeden simitleri yemeye başladık.

Yanımızdaki masada Ulaştepe mahallesinden bir büyüğümüz oturuyordu. Biz kendi aramızda sohbet ederken, konuşmamıza oda katıldı. Bize bir zamanlar yaşadığı bir olayı şöyle anlattı.

-”1940- 1950 yıllarında belediye tarafından toplanan hayvan vergisi vardı. Evlerde bulunan inek, keçi, at, eşek, köpekten vergi alınırdı.
Benim evimde, yıllardır baktığım köpeğim vardı. Belediye görevlileri benim köpeğimin de tespitini yaparak, ona vergi salmışlar. Köpek ile ilgili vergi tebligatı bana ulaşmıştı.
Köpeğe vergi vermek ağırıma gidiyordu. Bu köpek evimizi bekliyor, kıra bayıra giderken bizimle geliyordu. Evde soframızdan artanları yer, bize yüklüğü olmazdı.

Köpek vergisinden kurtulmanın yolunu ararken aklıma bir fikir geldi.
Köpeğin tasmasını alarak Belediye Başkanı’nın makamına çıktım.
—Başkanım sizin görevlileriniz benim köpeğimi zehirlemişler. Köpeğin ölüsünü götürüp, tasmasını atmışlar dedim.
Başkan- Ne köpeği, ne zehirlemesi benim haberim yok. Dedi.
Bende “ Bilmiyorum başkanım, işte köpeğimin tasması. Ama köpeğim yok. Benim köpeğimi bulun.” Dedim.

Başkan başını bir o yana, bir bu yana büktü. Köpek vergisine bakan görevliyi çağırarak “ Bunun köpeğini vergiden düşün.” Diye talimat verdi.
Sonrada bana dönerek “ Vergisi düştü, köpeğini de sen bul. “ Dedi.
Başkana teşekkür ederek yanından ayrıldım.

-“Yeğenlerim ben cahil birisiyim ama o kadar çok şey görüp yaşadım ki. Ah bir kalem olsa da benim söylediklerimi yazsaydı.” Dedi.

Bu anlatılanların yazılı hale gelmesini, bizden sonra gelen nesillerin bunları okumasını öğrenmesini istiyordum. Yıllar sonra aklımda kaldığı kadarı ile o günleri sizler ile paylaşıyorum.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: HAVUZ BAŞI SOHBETİ

İSKİLİPLİ YOLCU: HAVUZ BAŞI SOHBETİ

HAVUZ BAŞI SOHBETİ

İskilip’e gittiğimde en çok arzu ettiğim; caddede sokakta geçmişi yaşamaya çalışmak, taş kaldırımlarda yürümek, eşi dostu ziyaret edip, çayını içmektir.
Daha sonra parka gidip, havuzun başında oturmak, geçmişi yâd etmektir.

İskilip’te yaşanan yoğun göçten dolayı, caddede sokakta dolaşan çok az kişiyi tanıyorum. Tanıdıklarım daha çok çarşıdaki esnaflardır. Onların halen çoğunluğunu tanıyorum.

Yıllar önce yazın İskilip’e gittiğimde, çarşıda arkadaşlarla buluşup, parka havuzun başına oturmaya gittik. Park’ta, havuzun başı da doluydu. Parka gelip oturmayı herkes arzu ediyordu.

Biz arkadaşlarla sohbet ederken, bizi gören diğer tanıdık arkadaşlardan da masamıza gelenler oldu. Masanın etrafı tamamen dolmuştu. Sohbetimiz koyulaşmış, İskilip’i sorunlarını, İskilip için neler yapılması gerektiğini konuşuyorduk.

Yanımızdaki masada yalnız başına oturan birisi” Sohbetiniz çok güzel. Bende sizin sohbetinize katılabilirmiyim. ” Dedi.
Bizde “tabi” diyerek masamıza davet ettik. Hemşerimiz yanımıza gelince şunları anlattı:

—Ben Meydan mahallesindenim. İskilip’te doğup büyüdüm. Askerden gelince çalışmak için İstanbul’a gittim. Bir gemide iş bulup, çalışmaya başladım.

Gemi ile İstanbul’dan çıkınca, iki üç ay sonra ancak geri dönüyorduk. Daha sonra İskilip’te bulunan annemi babamı da kaybettim. İskilip’te evimiz, bağımız, bahçemiz vardı. Birisinin bunlara sahip çıkması gerekiyordu.

İskilip’e gelerek, mahallemizin hatırı sayılır bir büyüğüne; noterden vekâletname verip mülklerim ile ilgilenmesini istedim.

Aradan 20 yıl geçmişti. Evlenip çoluk çocuk sahibi oldum. Eşime çocuklarıma İskilip’i anlatır, evimin, bağımın, bahçemizin olduğunu söylüyordum.

Çocuklarım “ Baba İskilip’e gidip evini barkını gör, işlerini hallet gel.” dediler.
Artık İskilip’e ailecek dönüp, çocuklarımla buraya yerleşmem mümkün değildi.

Üç gün önce İskilip’e geldim. Önce evimi görmeye gittim. Evde oturanlar vardı. Kapısını çalarak evde oturanların kim olduğunu sorduğumda” Evin sahibi olduklarını, yıllar önce vekâlet verdiğim kişiden evi satın aldıklarını bildirdiler.”

Vekâlet verdiğim kişinin evine gittiğimde; kendisinin öldüğünü öğrendim.
Ertesi günü tapu’ya giderek durumu tetkik ettiğimde, bütün mülklerimin 15 yıl önce satıldığını, hiçbir şeyimin kalmadığını tespit ettim. Dünya başıma yıkılmıştı.
Ne yapacağımı, kime ne diyeceğimi şaşırdım.

Güvendim, hayal kırıklığına uğradım. Bunları sizin ile paylaşmak, birazda olsa rahatlamak istedim.” Dedi.

Hepimizde anlatılanları büyük bir hayretle dinledik. Hayatta öğreneceğimiz daha çok şeyler vardı. Dertli hemşerimizi teselli etmeye çalıştık.

Havuz başı sohbetimiz bu şekilde sona erdi ve parktan ayrıldık. Yaşayan herkesin kendine göre bir hikâyesi vardır. Önemli olan yaşanılanlardan ders alınmasıdır.

İskilipli yetkililere iletmek istediğim bir husus var. Parkın park olarak korunmasını, masa sandalye koymak için güllerin çimlerin kaldırılmamasını istiyorum. Park sit alanı olarak ilan edilip, hiç kimsenin burada değişikliğe gitmemesinde, buraya bina yapılmamasında yarar var.

Büyüklerimizin anlattığına göre, parkın olduğu yerde önceden cami varmış. “Konağın önü” tabirinin kaynağı olan hükümet binasını, bizim kuşak rahatlıkla hatırlar. Yine bu alanda hapishane vardı. Parkın altındaki halk evi kompleksi yıkılmayıp, korunabilseydi diye de düşünüyorum.

Burada bulunan kütüphaneye ortaokul öğrencileri girebilirdi. İlkokulda okuyanlar içeri alınmazdı. Kaçak köçek kütüphaneye girer, soluğu Doğan Kardeş ansiklopedilerinin başında alırdık. Hayat ansiklopedileri ise okul için başvuru kaynağımız olurdu. İçeri girince kitaplar burcu, burcu kokardı. Bazen de ansiklopediye bakarken dışarı atıldığımız olurdu.

Üniversite de okuyan ağabeylerimizden ders çalışmaya gelenler, nakış yapar gibi satırları kırmızı kalem ile çizerek ders çalışırlardı. Onları böyle ders çalışmasını gıpta ile izlerdim.

Biz ansiklopedi hasreti ile büyüdüğümüzden, çocuklarıma üç çeşit ansiklopedi almıştım. Çocuklar yalnız resimli bilgi ansiklopedisine ilgi gösterdiler. Diğerlerine doğru dürüs bakmadılar bile. Bende hepsini toplayıp İskilip Kütüphanesine hediye etmiştim.



Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇORUMUN TANDIR KEBABI

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇORUMUN TANDIR KEBABI

ÇORUMUN TANDIR KEBABI

çorumun Tandır Kebabı

Hafta sonu Cumartesi Pazar günü Çorum’da idim. Yıllardır görmediğim ilkokul arkadaşlarım ile bir araya geldik.
İlkokul günlerini, hatıralarımızı anlattık. Öğretmenlerimizi, okulu derken anlata anlata günümüze geldik.

Günümüze geldiğimizde koca bir hayatın hiç olduğunu, tekrar yalnızlaşmaya doğru gittiğimizin kanaatine vardık.
Birken iki kişi ol. İki kişi iken 4–5 kişi ol. Sonrada kuşlar yuvadan uçup gitsin, evde iki kişi kal ve adım adım yalnızlaşmaya doğru git. Hayat bu işte, her kez kendi oyununu oynuyor. Küçükken oyuncaklar ile büyüyünce gerçeği ile. Değişen bir şey yok. Sadece oynanan değişiyor.

Pazar günü arkadaşlarım Mustafa çetin, Cihan baran ile Hamit camisinin altında bulunan yeni lezzet lokantasına gittik. Lokantanın sahibi olan Kadir Hafızoğlu bize tandır kebabını anlattı.

Bu işi dededen toruna 120 yıldır üç nesil boyu sürdürmüşler. Önceden dükkânları saat kulesinin yanında bulunan Kara Hacı lokantası imiş. Bu lokantaya babası ortakmış. Daha sonra şu anda bulundukları lokantayı açmışlar.

Çorum tandır kebabı nasıl yapılır diye sorduğumda-“ 1,5- 2 yaşlarında erkek toklu kuzu etini alırız. Eti tuz ile terbiye eder 1–2 gün bekletiriz. Bu sürede etin kanı tamamen etten ayrılır ve et yumuşar.

Akşama doğru tandırımız sıcakken ertesi gün yakacağımız odunları tandırın içine koyarız. Ertesi güne kadar odunlar iyice gevreyerek kolayca yanacak hale gelir.

Sabahleyin dükkânımıza gelince odunu ateşleriz. Yanan odundan sonra geriye kor ateşi kalır. Bu arada tandırımda iyice ısınır. Daha önceden terbiye edilerek hazırlanmış etleri çengele geçirerek tandırın içindeki miline takarız. Üzeri kapalı şekilde tandırda pişen etler servise hazır hale gelir.

Sabah saat 10.00 başlayan tandır eti servisimiz öyleden sonra 15.00- 16.00 gibi sona erer.” Diye Çorum tandırını anlattı.

Çorum tandırı ile Yozgat tandırının aynı şekilde yapıldığını, Konya tandırının ise “etin suda haşlanarak sonradan üzerinin kızartıldığını, Konya tandırının farklı olduğunu” bildirdi.

Çorumda halen beş tane tandır eti yapan lokanta bulunduğunu, bunun dört tanesinin babadan oğla bu mesleği yürüttüğünü, bir tanesinin ise bu işe sonradan başladığını belirtti.
Çorum tandırı yapım işini kendisinden sonra kimin yürüteceğini sorduğumda “ kardeşinin bu mesleği öğrendiğini, bu işi yürütebileceğini” söyledi.

Çorum tandır kebabını ağız tadı ile yiyerek, Hamit ustaya eline sağlık deyip lokantasından ayrıldık.

Çorum’a has bir lezzet olan tandır kebabının, Çorum baklavasının nesiller boyu devam etmesi, ağızlara lezzet ve tat vermesini diliyorum.

Aynı gün 1001 evlere, oradan da baraj ile belediye sosyal tesislerine gittik. Buraları ilk defa görüyordum. Yağmur yağmasına rağmen barajda bazıları mangal yakmaya çalışıyorlardı.

Belediye Sosyal Tesisleri güzeldi. Hoporlerden nostaljik türkü sesi yayılıyor, etrafa ayrı bir hava veriyordu. Buradan çay içerek ayrıldık ama yiyecek bir şeylerde varmı yokmu bilmiyorum. Şayet yoksa olması gerekir, çünkü tesisin yeri çok güzel. Gece gündüz Çorumluların kafasını dinleyebileceği, hava alabileceği, kolayca arabasını park edeceği bir yerdi.
Hemen karşısında bulunan bayrak tepede koca bir Türk Bayrağımız nazlı nazlı dalgalanıyordu.

Bayrak dalgalanırken aklıma Arif Nihat Asya’nın bayrak şiiri geldi.
Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Sabah olmasın, günler doğmasın ne çıkar.
Yurda ay yıldızın ışığı yeter.

Bayrağımız bayrak tepede bir bedelin neticesi dalgalanıyordu. Dedelerimiz bu bayrağın dalgalanması için kanlarını akıtmışlardı. Şimdi ise biz torunları şerefli bayrağımızı gurur ile dalgalandırıyoruz. Onu semada dalgalarınken görence içimiz titriyor, gururlanıyoruz.

MUSTAFA YOLCU

AYDIN DİDİM DE ÇORUMLULAR

AYDIN DİDİM DE ÇORUMLULAR

Temmuz ayında Didim de idim. Buraya yerleşmiş 350 hanede 2500 Çorumlu nufus bulunmaktadır.

Osman Coşkun adlı hemşerimiz emlakcılar derneği başkanı olmuş, Hitit ekmek fırını diye Çorum unu ile ekmek üretilen fırın açılmış, Hitit Çorumlular Yardımlaşma ve Dayanışma derneğini kurmuşlar. Birbirleri ile dayanışmaya ve kaynaşmaya çalışıyorlar.

Bir araya gelişin altında politik gerekce yok. Sadece Çorumluluk gerekçesi var. Bu düşünce ile bir araya geliyorlar.

Didim ilçesinin yerleşik olarak 42000 kişilik nüfusu var. Yazın bu nufus 300000 kişiye çıkıyor. Altınkum plajı ile ünlü, çevrede ise DİDİMA harabeleri var.

Çorumlu hemşerilerimiz buraya iş güç sahibi olmak için gelmişler. Ağırlıklı olarak inşaat turizm ve emlakcılık sektöründe faaliyet gösteriyolar.

Taçi Erbaş adlı hemşerimiz emlakçılık sektöründe faaliyet göstermekte olup, Didimde çıkan yerel bir gazeninde sahibi.
Ahmet KARAOĞLU adlı hemşerimiz Didim Belediyesinde başkan yardımcısı. İbrahim Eray belediye meclis üyesi.
Uzun yıllar İngiltere de yaşamış ana dili gibi İngilizce bilen Mustafa Kocasaraç, burada yoğun olarak bulunan İngilizlere ücret almadan gönüllü tercümanlık yapmaktadır.
AHMET DURSUN Çamlık mahallesi muhtarlığına bakmaktadır.

Oteli, apart oteli, pansiyonu olan hemşerilerimiz var. Epeyce hemşerimiz turizm den ekmek yiyor.

Çorumdan ve Çorumlulardan beklentiniz varmı? Diye sorduğumda-“ Çorumlular arası kültürü iletmek için karşılıklı toplantılar ve geziler yapılabilir. Çorum Hitit festivaline bizi davet aderlerse katılabiliriz. Didim e Çorumlular pazarı adı ile işyeri açılıp burada Çorumun pazarlamak ve tanıtmak istediği her türlü ürün pazarlanabilir. Didimde tatil yapmak isteyen hemşerilerimize kalacakları yer konusunda yardımcı olabiliriz.” dediler.

Egede meşhur Altınkum plajı ile Didim Çorumlular için tatil kenti olabilir. Çorumun ürünlerinin pazarlandığı pazar alanı olabilir. Burada yer edinmiş , yurt edinmiş hemşerilerimizin fikirlerinden istifade edilebilir.

Bütün bunlardan sonra hemşerilerimizin her yerde izini sürüp karşılıklı olarak dayanışmanın birlikte olmanın yollarını aramalıyız.

Ben burada Didimi aktarmaya çalıştım. Aktarılması gereken başka yerler, başka konularda olabilir. Bu konuda bilgimiz olursa, mail adresi ile bilgilerinizi ulaştırırsanız bu bilgileride hemşerilerimiz ile paylaşabiliriz.

DİDİMDE Kİ Çorumluların Çorumlu tüm hemşerilerimize selamı var.
MUSTAFA YOLCU

ANITTEPE İLKÖĞRETİM OKULU ESKİ MÜDÜRÜ ÖMER ÖZDİL

1934 yılı Aksaray ili Yeşilova kasabası doğumlu olup, Köseli Mahallesinden Seyit Ali Fahrettin ÖZDİL’ in oğludur.
Köyünde başladığı ilkokul öğretimi sırasında, okul müdürü Hacı Özcan çalışkanlığı ve gayreti sebebi ile kendisini keşfederek, ilgilendi. Eğitime devam etmesini, okumasını tavsiye etti. Ömer Özdil’in ailesi okumasını istemiyordu.

1948 yılında Yeşilova İlkokulunu bitirdikten sonra, 1949 yılında girdiği Konya-Ereğli’de bulunan İvriz Köy Enstitüsünden, 1954 yılında mezun olmuştur.
Aynı tarihte Aksaray’a bağlı Mandama (Bozcayurt) köyüne Başöğretmen olarak atanmıştır.
1957 Yılında Yeşilova İlkokulu Başöğretmenliğine, 1960 yılında Okul Müdürlüğüne yükselmiştir.
1962 Yılında Ankara-Mamak Merkez İlköğretim okulunda göreve başladı.
1969 Yılında Ankara - Çankaya Kurtuluş İlkokulu Müdür Yardımcılığını, 1982 yılında Okul Müdürlüğü görevini yürütürken emekli oldu.
1983–1992 Yılları arasında Ankara da çeşitli özel okullarda Öğretmenlik, Müdür Yardımcılığı ve Okul Müdürlüğü görevlerinde bulundu.

1993 yılında (emeklilik dönüşü) Ankara- Eryaman İlköğretim Okulu Müdürlüğüne atandı. 1993–1994 Eğitim yılında Ankara Çankaya Balgat Ortaokulu Müdürlüğüne nakledildi.1995 yılında, Devlet Bakanı Sayın Ayvaz Gökdemir’in emrinde başbakanlıkta çalıştı.

1995–1996 ders yılında, Ankara-Çankaya Anıttepe İlköğretim Okulu Müdürlüğüne tayin olundu. 2000/2001–2001/2002 yıllarında Çankaya Sarar İlköğretim Okulu’nun Müdürlüğünü yaptı. 2002 Mayıs ayında tekrar Anıttepe İlköğretim Okulu Müdürlüğüne nakledildi. Yılsonu itibari ile de yaş haddinden emekliye ayrıldı.
Ömer Özdil, Yüksek Öğrenimini Gazi Eğitim Enstitüsü Sosyal Bilgiler Bölümü, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümünü bitirerek tamamladı. Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Akademisi, İdari Bilimler Enstitüsüne devam ederek “Lisans Üstü Bilimler Uzmanlığı Mastır diploması aldı.” Ankara Üniversitesi İnkılâp Tarihi Enstitüsü Doktora sınavını kazandı. Yeterlilik sınavını tamamladı. Tez yazmaya fırsat bulamadığı için doktor unvanını alamadı.
Ömer Özdil öğretmeni ben; 1995 yılında, Anıttepe İlköğretim Okulu Müdürü olarak tanıdım. Çocuklarım bu okulda okuyorlardı. Hacı Özcan hocanın oğlu Temel benim arkadaşım idi. Sohbetimizde “ Babasının talebesi olan Ömer Özdil’in Anıttepe İlköğretim Okulunda müdür olarak tayin olduğunu söyledi. Arkadaşım ile buluşarak Ömer beyle tanışmaya gittik.

Ömer Bey tombul yüzlü, babacan tavırlı, öğretmen gibi öğretmen biriydi. Kendisi ile tanıştıktan sonra, kısa sürede dost olduk. Artık oğlumun müdür öğretmeni olmuştu. Fırsat buldukça kendisini ziyaret ederek, çayını içip, sohbet ediyordum.

Anıttepe ilköğretim okulunun derslik sıkıntısı vardı. Öğrenci sayısı çoğalmış, sınıflar yetmiyordu. Okulun kapalı spor salonuna ihtiyacı vardı. Çağdaş öğretimin gereği olan; bilgisayar, dil sınıfı, fizik laboratuarı olması gerekiyordu.

Ömer öğretmen okula ait vakıf kurarak, para toplayıp, okula kat ilavesi yapmayı aklına koymuştu. Velilerden toplanan para ile Vakıf kuruldu ve kat ilavesi çalışmaları başladı. Ankara Milli Eğitim Müdürlüğü ve diğer yetkililer, bu teşebbüse her safhada yardımcı oldu. Okula kat ilavesi talebi, yatırım programına alındı. 1998 yılında ihale edilerek yaz tatilinde kat ilavesi tamamlandı. İnşaat okul tatilinde devam ettiği için, Ömer Bey her gün okula geliyor, inşaatın başında duruyor, beton suluyordu. İnşaat sırasında kolunu incitmiş, günlerce kolunu yukarı kaldıramamıştı. Beton dökülmeden, döşenen demirlerin kontrolünü bana yaptırmıştı. Çalışan işçilere çay demletip dağıttırıyordu.

İnşaat bittikten sonra okulun temizliği yaptırıldı. İhtiyaç olan masa, sandalye, sıralar vâkıfın parası ile alındı. Bir veli bilgisayar sınıfının bilgisayarlarını temin etti. Müzik sınıfı oluşturularak, müzik enstrümanları alındı. Fen laboratuarı kuruldu.
Velilerin kaymakamlığa yazılı talebi ile alınan izin ve olurla kurulan kütüphanenin ismi “Ömer Özdil Kütüphanesi” olarak belirlenerek, isim tabelası kütüphaneye asıldı.
Ankara-Çankaya, Anıttepe İlköğretim Okulu, örnek bir okul olarak öğretime devam ediyordu. Ömer Öğretmenin yüzü gülüyor, mutluluğu gözlerinden okunuyordu.

Ömer Özdil; daha öncede görev yaptığı Kurtuluş İlkokulunda, Okulu tamir ettirmiş, kaloriferleri yenilemişti. Başka okullarda da bu tür inşaat işlerine girişmiş, yaz tatilinde bile boş durmayıp, bu tür faaliyetler ile geçirmişti.

Ömer Özdil öğretmen 48 yılını verdiği öğretmenlik hayatından 2002 yılında emekli oldu. Kendisine oturmak için daire alacaktı. Bu daireyi de TED kolejinin Sıhhiyedeki İlköğretim binasını bakan sokaktan almıştı. Evini buradan almasının sebebi de “ Okuldaki çocukların sesini duymak, onlardan ayrı olmamaktı.”

Ömer Özdil öğretmen gibi öğretmendi. Talebeleri ile birlikte olmak, onların sesini duymak, yanında bulunmak, ona yaşama sevinci veriyordu. Kendisinde hat safhada “vatan, millet sevgisi “vardı. Diyordu ki; “ Devlet bana çok masraf etti. Beni okuttu. Bende devletime bunun karşılığını vermeliyim. Verebildimse ne mutlu bana.”
1954 tarihinde öğretmen olarak başladığı eğitim hayatını 48 yıl sürdürdü. Ömer Özdil “48 yıllık hizmetine rağmen öğretmenliğe doyamadan ayrılan bir beni Âdem” diye adlandırabilecek bir efsane eğitimcidir. Talebeleri ile birlikte atan kalbi, onlardan ayrı kalmaya dayanamadı. 48 Yıllık öğretmen, öğretici, rehber 22.04.2010 tarihinde gözlerini yalan dünyaya kapadı.
Uğurlar olsun, ruhun şad olsun Ömer Özdil öğretmen.
Mustafa Yolcu