6 Aralık 2008 Cumartesi

DOĞU- GÜNEYDOĞU AÇILIMI





Benim memleketimde’ de Kürt kökenli insanlar bulunmaktadır.
Bunlardan birisi olan Kürt Musdov hoca efendi medresesinde diğer âlimler ile birlikte ders verirmiş.
Memlekette onun hatırı sayılır, önü geçilmezmiş.
Memleketim insanları arasında ayrılık olmaz, her kez aynı dert ile dertlenir, aynı neşe ile neşelenirdi.
Bizim mahallede Hanönü Camii denilen bir cami var.
Köyünden İskilip’e gelen Kürt kökenli bir hemşerimiz diyor ki” Ben masrafını karşılayacağım. Şuraya bir cami yaptıralım.” Onun bu talebine olur diyorlar.
Şehrin eşrafından birine altınları teslim ediyor.” Siz cami inşaatının başında durun. Sizin öncülüğünüzde bu cami yapılsın.” Diyor.
Cami inşaatına başlanılıyor ve kısa sürede tamamlanarak ibadete açılıyor.
Camiyi yaptıran insanın köyüne haber gönderiyorlar “ Cami inşaatı tamamlandı. Hizmete açıldı. Gelip yaptırdığın camini gör.”
Haberi alınca atına biniyor, İskilip’e geliyor. İskilip’te şehre girmeden Hindoğlu yokuşu diye bir yokuş vardır. Bu yokuşa gelince atını köyüne doğru geri çeviriyor. Diyor ki “ Ben bu camiyi Allah rızası için yaptırdım. Camiyi gidip görürsem nefsime büyüklenme gelebilir. Allah rızası için yaptığımda boşa çıkar.” Camiyi gelip görmüyor bile.

İnsanlarımız böyle yüce duygular ile yaşamış, birlikte olmuş, kız alıp vermiş, okul müdürlerimiz, kaymakamlarımız, doktorlarımız, hâkimlerimiz olmuş, etle tırnak olmuş iki toplumu birbirinden ayırmak, hasım yapmak mümkün değildi.
Şimdi ise bu insanlar, dağa çıkıp askerimize kurşun sıkıyor, adı konulmamış harp ilan ediyorlar. Yenilir yutulur şeyler değil bu olanlar.

Lise yıllarında arkadaş gurubumuzda üç tane Kürt kökenli arkadaşımız vardı. Bunlar sınıflarının da en başarılı talebeleri idi. Her kez onlara kıvanç ile bakardı.
Kendileri talebe evlerinde kalır, zor şartlarda öğretimlerini sürdürürlerdi. Biz kazadan olduğumuz için şükredeceğimiz kadar kaynayan çorbamız olurdu. Bazen bizim ve diğer arkadaşların evlerine gider, Allah ne verdi ise birlikte oturur yerdik.

Bu arkadaşımızdan birisi İstanbul siyasal bilgiler fakültesini kazandı. Burayı bitirince önce bir bankanın müdürü, sonrada müfettişi olduğunu duymuştum. Kendisi ile 20 yıldır karşılaşmamıştım.
Otobüs ile İskilip’e giderken yan taraftaki koltukta oturan biri bana dönerek ismimi sordu. Söylediğimde kendisini tanıyıp tanımadığımı sordu. Hatırlayamadığımı söyleyince ismini söyledi. İsmini duyunca kendisini hemen hatırladım. Hemen kucaklaşıp yan yana oturduk.

Konuşurken hiç alakasızca bana “ biz hemen Kürt devleti kurulsun demiyoruz. Bu zamanla gerçekleşecek” demez mi! Şaşırdım kaldım. Konuştuğumuz konular genel konular idi. Bu konuya hiç değinmemiştik. Bende kendisine “ Talebelikte yıllarca birlikte olduk. Ben ve arkadaşlarımdan hiç birisi sana sen Kürt sün diye seni ayırdı mı? Sadece kıt imkânlarımızı, ekmeğimizi paylaşmadık mı? “ dedim.
Bana cevaben “ hayır bizi ayırmadınız. Evet, ekmeğinizi paylaştınız. “ dedi.

“Peki, sendeki bu değişiklik nerden geliyor “diye sordum. Cevap yok.
Gerçekten kardeş gibi olmuştuk. Hatta o zamanın şartlarında, solculara karşı birlikte fikir mücadelesi yürütmüştük.
Bu arkadaş Üniversitede kendisine tabanca çeken solcu bir kürdün elinden tabancasını aldığını, kendisini bunlarla korkutamayacaklarını söylediğini anlatmıştı. Nerden nereye.

Öyle bir ülkede yaşadık ki: Sağcı olmak suç, solcu olmak suç. Türk’üm dediğimizde
Faşist dediler, Kürt olmak, Laz olmak, Çerkez olmak suç. Müslüman olmak en büyük suç, alevi olmakta suç. Devlete hakim olan güç; her konuda vatandaşını potansiyel tehlike olarak algılıyordu.

Bu ülkede sadece batılı bir Hıristiyan gibi yaşarsan sorun yok. Tehlikeli değilsin. Kiliselerde yılbaşı yortularına katılırsan hepten çağdaşsın!

Satanist olursan, popçu olursan, 8 yaşında içkiye, uyuşturucuya başlarsan sorun yok. Gece sabahlara kadar parklarda içkini içip, seks kölesi olursan, kumarını oynarsan sorun yok.

Bu ülkenin aydınlarına, düşünürlerine tuzaklar kur, onları öldür. Ondan sonra sucu duruma göre sağcıların veya solcuların üzerine at. Bunlarda sorun yok.

Binlerce silahı PKK’ya, Barzani’ye, Talabani’ye ver, Sınırlardan tonlarca uyuşturucu, silah, kaçak mal girsin, bu mallar Türkiye üzerinden Avrupa’ya gitsin kimse bunun farkında olmasın!

Sınırlardan kaçak mülteciler girsin, bunlar Egeye, diğer sınırlara gidip Türkiye’den çıkmaya çalışsın! Kimsenin haberi olmasın.

Darbeler olsun, piyon olarak kullanılan bu gencecik insanlardan sağcısını, solcusunu Mamak ceza evinde, Kürdünü Diyarbakır ceza evinde işkencelere tabi tut. Hem de ne işkenceler. Savaşta düşmanı esir alsalardı, o esirlere bu ülkenin insanına yapılan işkenceyi yapamazlardı. Guantalama ceza evi bu ceza evlerinden farklımıydı bilmiyorum.

Osmanlı devletinin yıkılması için Ortadoğu halkları İngilizlerin oyununa gelerek, Osmanlıyı birlikte hançerlediler. Bu ülkelerin yıllardır rahat ve huzuru yok. Diyorlar ki “ Biz Osmanlıyı arkadan vurduk. Osmanlının bedduası tuttu. Onun için rahat ve huzur bulamıyoruz, sıkıntılardan kurtulamıyoruz.”

Tabi’i ki bu millet öyle asil bir millet ki; asırlarca Anadolu da haçlılara karşı göğsünü siper etmiş. Buradan aşağı geçilmez demiş.
Her 20 yılda bir Ruslar ile harp etmişiz. Niye onların ulusal rüyalarına engel olmak için.
Sarıkamış’ta binlerce gencecik fidan soğuktan kırılmış, donmuş.
Çanakkale geçilmez demişiz 350000 fidanımızın orada sel olmuş akmış kanı.

Şimdi ise aramıza fitne tohumları ekilmiş. Et ile tırnak olmuş iki toplumu birbirine düşman etmeye çalışmışlar.

Bir coğrafya düşününki, orası “Yahudilerin vaat edilmiş topraklar dedikleri “yer.
Bir coğrafya düşününki, orası “süper devletlerin petrol rezervi olarak ilan ettikleri alan.”
Bir coğrafya düşününki, orası bütün gizli servislerin cirit attıkları alan. Bütün servisler ayrı bir hesap peşinde.

Bu coğrafyada Kürt devleti kurmak istiyorlar. 1000 yıldır birlikte yaşamış kardeş iki milleti düşman etmeye çalışıyorlar.

Bu talep yeni değil. Yüz yıllar öncesinden başlatılmış.
Yıllarca evvelinden Kürtlere demişler ki “ Sizin nüfusunuzu artırmanız lazım.”
Bakıyorsun evlerinde yiyecek ekmekleri yok. Ama kadroyu tamamlamışlar. Babaların iki üç evlilikten 10 – 12 çocuğu olmuş.

Anadolu insanı iki çocuğuna iş bulamıyor. Peki, aç insan 12 çocuğa nasıl iş bulup, nasıl karnını doyuracak?
Tabi buralarda elektrik parası yok, su parası yok, devlete vergi verilmez. Bu devlete TC. denilir. Bizim devletimiz bile demiyorlar. Ondan sonra her şey devletten bekleniyor. “Devletin işi ne. Devlet gelsin yapsın.” Diyorlar.
Devlete iş yapan müteahhitlerin % 80 doğu kökenli.
Bu müteahhitlerce devlete yapılan inşaatlar ne durumda?
Depremlerde ilk yıkılan binalar kamuya ait binalar olduğu ortada. Toprağa gömülen milli servetimiz ortada.
Doğu ve Güneydoğuya köprü yapılıyor, konut yapılıyor, teşvikten mandıralar tavuk çiftlikleri yapılıyor.

Peki, nerde bu yapılan köprüler, binalar? Bir kısmı yerinde yok, parası alınmış ama binalardan eser yok.
Biz bunu yerinde bulamadığımız afet konutları ile görmüştük. Hatta konut alanı olarak kamulaştırılan tarlanın üzerinde eski sahipleri buğday ekiyor idi.

Anadolu insanının tüyü bitmemiş yetimin hakkı var dediği bu milli servet, haksızlıkla bazıları tarafından el konulur çalınırsa ne olur?
Haksızlıkla elde edilen servet kimseye yaramayacaktır. İki yakaları bir araya gelmeyecektir.

Bu memlekette:
Haksızlık, adaletsizlik, düzensizlik yok mu?
Birileri darbeler ile bankaların içini boşaltmadılar mı?
İnsanlarımıza ikinci sınıf insan gözü ile bakılmadı mı?
Oylarının bile hükmü olmadığı söylenmedi mi?
Bunların hepsi oldu. Ama ayrım yapılmadan bu ülkenin bütün insanına aynı muamele yapıldı.
İşin realitesinde sadece geminin kaptan köşkünde oturanlar ile bunun dışındaki insanlar vardı.
Geminin kaptan köşkünde oturan baronlar buradan çıkmamak için, bu millete karşı her türlü baskı ve şiddeti uyguladılar.
Haksızlıklara hep birlikte karşı çıkılım. Haklarımızı kanuni yollardan arayalım.

Ama şehirde mafya, uyuşturucu kaçakçısı, silah kaçakçısı, beyaz kadın ticareti ile uğraşıp dağda eşkıya olmayalım.
Benim askerime kurşun sıkıp, benim ekmeğime ortak olan benim insanım olamaz.
O kurşunu sıktıran kim, o talimatı veren kim. Ne yapılmak isteniyor?
Kürdü Eliza sarayında ağırlayanlar kürdü çok sevdiği için mi ağırlıyor?
Tarih ten hiç ders alınmayacak mı? Dün molla Barzani’yi niye kendi başına bırakıp gittiler?
Saddam’dan kaçan Peşmergelere Eliza sarayı ve diğer Avrupa ülkeleri niye el uzatmadılar? Gıda yardımı diye onlara bozulmuş köpek maması göndermediler mi?
Peşmergelere yine benim âlicenap milletim sahip çıkmadı mı?

Ama o Peşmergeler yurdumuza PKK’ya silah cephane getirdiler. Yardımcı oldular.
Tabi besle kargayı oysun gözünü.

Ergenekon teşkilatlanması yurdumuzda siyasi Kürtçülük harekâtına ön ayak olmadı mı?

Şu anda hem bölücülük hareketine devam ediliyor, hem de yeniden Iraktan Ülkemize kaçış olursa kaçanlara imkân tanınması ve kabul edilmesini temin için zemin hazırlanıyor.

Her insan kendi dilini rahatça konuşabilmeli. Şarkısını söyleyip gülüp eğlenebilmeli.
Ama bu normal haklar bölücülüğü neden olmamalı.
Federasyon istiyoruz, kendi dilimizde eğitim istiyoruz, kendi korumamızı kendi güvenlik güçlerimiz sağlasın gibi taleplere neden olmamalı.
Milletimizin bir deyimi var: “ Oynarken çulunu yırtma” derler.
Gün birlik zamanıdır. Düşman oyununa gelmeme zamanıdır. Yan yana durma zamanıdır
1000 yıllık bir birlikteliği bozmaya kimsenin gücü yetmeyecektir.

29 Ekim 2008 Çarşamba

İSKİLİPLİ İBRAHİM ETHEM HAZRETLERİ























DÜZENLEYEN: YUNUS EMRE ERDOĞAN ( Lisans tezi)

İbrahim Ethem Gerçekoğlu 1303 Rumi yılında (1887) Çorum’un İskilip ilçesi Büyüktaş mahallesinde dünyaya gelmiştir. Babası Ahmet efendi İskilip’in yerlilerinden Kadıağalar ( Kadıoğlu) lakabıyla bilinen tanınmış bir ailenin mensubudur. Annesi Emine Hanım “Sülale-i Tahir edendir” Soyu Hz. Hüseyin’e dayanır.

Bu bahtiyar ana baba gördükleri bir rüyadan mülhem olarak çocuklarına İbrahim Ethem adını vermişlerdir.

İbrahim Ethem hazretleri Ahmet efendi ve Emine hanımın en büyük çocuğudur. İbrahim Ethem hazretlerinin Zahide Leblebici, Zeynep Karaman, Mehmet Gerçekoğlu adlarında üç kardeşi vardır. Baba bir anne ayrı en küçük kardeşi ise Bekir Gerçekoğludur.

İbrahim Ethem hazretlerinin Şerife hanım ile olan tek evliliğinden beş çocuğu olmuştur. İlk çocukları Cemaleddin adında bir erkek çocuk olup küçük yaşta vefat eder. Bu ilk çocuklarından sonra Ubudiyye ve Meliha ismini verdikleri iki kızları olur. Daha sonra Ali Rıza ve Ahmet Burhaneddin adında iki oğulları dünyaya gelir. Bu dört çocuğu da halen hayattadır.

İbrahim Ethem hazretleri, daha çocukken kendisini Allah yoluna ve ibadete vermiş, veliliğe ermiştir. 4-5 yaşlarında iken namaz kılmaya başlamıştır. Çok genç yaşlarında devamlı bir manevi huzur içinde, ilahi aşkın sarhoşluğu ile mest ve müstağrak yaşadı. Bu hal namaz kılarken de devam ettiğinden “ Ya rabbi. Bu hali benden namaz kılarken al, sonra tekrar iade et “ derdi.

Efendi’nin bu mest hali validesini endişelendirir. Oğlunun deli olacağı düşüncesine kapılır. Annesinin bu düşüncelerini fark eden efendi hazretleri “ oğlun deli değil veli olacak “ diye içinden mukabele edermiş.


İBRAHİM EDHEM HAZRETLERİNİN TAHSİL HAYATI:

İbrahim Ethem hazretleri daha küçük yaşlarda ilme merak sarmıştır. Sekiz yaşındayken “ Delahül Hayrat” adlı eseri okumaya başlamıştır. Eserin feyzinden cezbe haline geldiği görülürmüş.

Zahiri ve batini ilimleri bünyesinde toplayan İbrahim Ethem iyi bir medrese tahsili görerek şeri ilimleri, bir şeyhin terbiyesinden geçerek de manevi ilimleri tahsil etmiştir.

Efendi hazretleri medreseye devam ederek Müderris Mehmed efendi’den icazet alan, ledün ilmini şeriat ilmiyle birleştirerek “ Zülcenaheyn “ ( çift kanatlı olan) genç veli bu yolda kendilerinden faydalandığı Enbiya- Zade Mehmet Hilmi ve müderris Mehmet efendi gibi üstadlarına hayatları boyunca canı gönülden hizmet ve yardımdan geri durmamış, dua ve himmetlerini almıştır.

Gençliğinde Allaha olan aşkı ve ibadete olan düşkünlüğünden dolayı sürekli ibadet etmek isteyen ve geceleri uyumaktan şikayet eden efendi hazretleri bu durumu şöyle anlatıyor; Ya rab, neden geceyi yarattın sanki? Uyumayıp hiç durmadan sana ibadet etseydik derdim.

Ancak medreseye başladıktan sonda, Kur’an la olan meşguliyeti neticesinde gecelerin yaratılmasının hikmetini anlamış ve bu düşüncesinden vazgeçerek Allahın her yaptığının hikmetli ve yerinde olduğunu teslim etmiş ve tevekkülünü derinleştirmiştir. Son zamanlarında bazen uyuklar oluşunu gençliğindeki bu hadise dolayısıyla kendisine ilahi bir işaret olduğunu belirtmiştir.

İskilip’te ve Kastamonu’da uzun yıllar medrese tahsili gören İbrahim Ethem, Cıncıllı Mehmet hocanın ders halkasında bulunmuştur.

İskilip’te Şeyh Ethem diye bilinen İbrahim Ethem hazretleri, Gümüşhaneli ve Seydişehirli gibi büyük veliler ile görüşmüş olan büyük mutasavvıf Fazlullah Rahimi’den Mesnevi dersi almıştır.

İbrahim Ethem hazretleri, gençliğinde Mesnevi’yi okumayı çok istemiş, bunu kendisine okutacak ehil insanlar aramıştır. İbrahim Ethem hazretleri Allaha yalvararak ” Ya rab. Eğer bana mesneviyi okutacak kimse kalmadı ise, sen öyle bir kimse yarat. Sen her şeye kadirsin allahım “ diye dua eder.

Bu sıralarda İskilip’in mal müdürünün kayın pederi olan büyük mutasavvıf Fazlullah Rahimi hazretleri İskilip’e gelir.İskilip’te vakit namazlarını kıldığı Ulu caminin müezzinine :” oğlum buralarda sohbet yapılabilecek bir Allah dostu yokmu? “ diye sorar. Müezzin efendi Fazlullah Rahimi’yi tanıdığı meşahıyla görüştürür. Efendi bunların yeme içme şeyhi olduğunu, kendisinin ise gönül ehli birisini aradığını söyler.
Müezzin efendi: “ Buralarda İbrahim Ethem adında genç bir şeyh daha var. İsterseniz sizi onunla görüştüreyim “ der.

Fazlullah Rahimi Hazretleri teklifi kabul eder. Müezzinle birlikte İbrahim Ethem hazretlerinin evine gelirler. Fazlullah Rahimi Hz. Kapı açılıp İbrahim Ethem efendiyi merdivenin başında görünce müezzine “ ben aradığımı buldum “ diyerek gitmesini işaret eder. Fazlullah Rahimi yukarı baka baka merdivenleri çıkar. Efendi ile karşı karşıya gelince onu tepeden tırnağa kadar süzer; iki elini sonuna kadar açarak “ ohh işte ben böylesini arıyordum” diyerek Ethem efendiye muhabbet ile sarılır.

Bir süre konuşup görüştükten sonra Fazlullah Rahimi, Ethem efendiye “ Ben sana Mesneviyi okutmaya memurum, yalnız bana asla itiraz etmeyeceksin, hiç bir izahıma mukabelede bulunmayacaksın.“ der. Efendi ne zamandır arzuladığı şeye kavuşmuştur. Memnuniyetle “ tabi efendim “ mukabelesinde bulunur.

Okumaya başlarlar. İlk başlarda Fazlullah Rahimi’nin beyitleri şerh ederken verdiği manalar, efendinin hiç içine sinmez. Hep itiraz edesi gelir, kendisini zor zabdeder. Fakat zaman geçtikçe bu manalara kalbi yatışır, ruhu alışır. Aradan altı ay geçer. Mesnevinin son kısımlarına yaklaşmışlardır. Bir gün mesnevinin anlaşılması zor bir beyit’in olduğu noktaya gelip dururlar. Ethem hz. bu beyit hakkında “ efendim, buna şöyle bir mana verilebilir mi? “ demesi ile birlikte Fazlullah Rahimi birden bire susar, öylece kalır ve daha sonra “ tamam! Artık benim vazifem bitti! “ der. Ethem efendinin “” aman efendim ben öyle demek istememiştim, beni bırakıp gitmeyin” gibi çabaları sonuç vermez. Mesnevi dersi nihayete erer.

Ayrılık vakti geldiğinde, Fazlullah Rahimi hz. Ethem efendiye şunları söyler: “ oğlum ben bu asırda yaşamış beş büyük veli ile görüştüm. Beşincisi sensin. Sen zamanın feridi ( teki ) olacaksın. Tuttuğun bu yolun en yüksek mertebesine ulaşacaksın.” İbrahim Ethem hazretleri bu müjdeyi daha önce rüyasında Gavs-ı Azam’dan da ( Abdulkadir Geylani’den ) almıştır.

Mesnevi zevkine eren İbrahim Ethem hazretleri, sohbetlerinde Mevlana’dan beyitleri okur ve açıklamasını yaparmış. Ayrıca efendi Farsça ve Arapça’ yı iyi bilirmiş.

YAŞADIĞI YERLER VE İRŞAT FAALİYET’LERİ :

İbrahim Ethem hazretleri çocukluk ve gençlik yıllarını İskilip’in Büyüktaş mahalle’ sindeki iki katlı ahşap bir evde geçirmiştir. Bu ev oldukça büyüktür. Aynı zamanda tekke olarak kullanılmaktadır.

Evde misafirsiz gün geçmezdi. Kimi efendiyi görmek, kimi intisap etmek için, kimi sohbete katılmak için, görüp duasını almak için çeşitli vilayetlerden akın akın buraya gelirdi.

İbrahim Ethem hazretleri yaşadığı çevrede çok sevilen, güvenilen, inanılan ve hükmüne razı olunan bir insandı. Bu sebeple toplumsal barış ve huzurun sağlanmasında önemli bir yere sahipti.

İbrahim Ethem hazretleri gerek toplumsal huzuru sağlamak, gerek İstiklal mücadele’sine halkı teşvik etmek, gerekse irşat vazifesini yapmak üzere çeşitli vilayetlere ziyaretlerde bulunmuştur.

İbrahim Ethem hazretleri; milli Mücadele’nin başladığı sıralarda Çubuk ve Kızılcahamam taraflarına irşada gelmiş bulunmaktadır. Ankara vali vekili Yahya Galip Kargı ile o zaman Ankara müftüsü olan Rıfat Börekci’nin daveti üzerine Ankara’ya gelip kendileri ile görüşmüş sonra dönmüştür.Yayılma istidadı gösteren isyan kımıldanmalarını yumuşak ve tesirli öğütleri ile derhal yatıştırdığı ve halkı milli Mücadele’ye iştirak ettirdiği gibi; düşman istilasından korkanlara’da düşmanların bozulup gideceklerini haber vererek büyük bir kuvvet ve sükunet kaynağı olmuştur. O Milli Mücadelemizin adı bilinmeyen sayısız kahramanlarından birisidir.

Milli Mücadelenin başarıyla sonuçlanmasından sonra Ethem efendiye Hacı Bayram Dergahı Postnişinliği tevcih edilmek istenilmişse de kabul etmemiş ve serbestliği tercih etmiştir.

Menemen hadisesinden sonra olayın failleri bulunması için kurulan İstiklal mahkemesinin yanlış bir kararı ile İbrahim Ethem hazretleri tutuklanır ve Çubuk hapishanesinde üç ay kalır. Ethem efendi hamd ile irşat vazifesine burada da devam eder. Üç ayın sonunda Atatürk’ün durumdan haberi olur. Ankara valisi ve Emniyet müdürü ne kızarak “ efendiyi derhal serbest bırakmalarını, onun İstiklal harbinin kazanılmasında çok büyük hizmetlerinin olduğunu “ söyler. Bunun üzerine efendiyi hemen serbest bırakırlar.

Atatürk, Ethem efendi ile görüşmesinde ona gayrimenkul ile makam vermek teklifinde bulunmuştur. Bunları kabul etmediğini görünce bir tekke açma teklifinde bulunmuş, Efendi hazretleri ise teklifleri kabul etmemiş ve:“ İstemem Paşam, ben tekkelerin kapatılması için dua ediyorum, çünkü tekkeler iyice bozuldu, amacından saptı “ cevabını verir.
Gayrimenkul ve makam tekliflerine ise: “ Olmaz paşam, kabul edemem. Fakirin burada zerre kadar emeği yok. Milletin malını, hakkını, hak etmediğim bir şeyi nasıl kabul ederim. Hak etmediğim bir şeyi de sizde bana veremezsiniz demiştir. Ethem efendinin bu cevabı Atatürk’ü sevindirir. Efendinin bu hediyeleri kabul etmemesi karşısında hayretler içinde kalan Atatürk ; “ Madem öyle ben sana bir izin belgesi vereyim. Sen Türkiye’nin neresinde olursa olsun istediğin gibi faaliyet göster. Kimse sana dokunamaz “ diyerek mukabelede bulunur.
Daha sonraki değişik zamanlarda da Atatürk tarafından köşke çağrılarak kendisi ile dini konularda görüş alış verişinde bulunulmuştur. (1)

Milli mücadele yıllarından bu yana Ankara’ya sık sık gelen Ethem efendi 1951’de Ankara’ya geldiğinde buraya yerleşmeye karar verir. M. Asım Köksal beyin teklifi ile Keçiören’de bir arsa satın alır. Buraya üç katlı bir ev yaptırarak yerleşir. Asım Köksal beyde kendi arsasına bir ev yaptırarak Ethem efendiye komşu olur.

Efendi hazretlerinin İskilip’teki yaşam tarzı 1963 senesine rastlayan vefatına kadar bu evde aynen devam eder.

SİYASET HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ:

İbrahim Ethem hazretleri günlük yaşantısında, mecbur kalmadıkça ehli dünya ile sohbet etmekten ve beraber olmaktan uzak dururdu. Dedikodu ve gıybet yapılan meclislerde oturmazdı.

Efendi hazretleri bir Cuma günü hacı bayram’da Said Nursi ile karşılaşır. Said Nursi’ye ; “ Evlen, otur, mazbut bir hayatın olsun. Hükümetle uğraşma, ibadetine devam et.” Diyerek tavsiyede bulunur. Said Nursi “ hapishaneden çıkamıyorum ki, halimi görüyorsun. Nasıl evleneyim.” cevabını verir.

Adnan menderes’in kurduğu partide aktif olarak çalışan bir müridi İbrahim Ethem hazretlerini ziyarete geldiğinde efendi hazretleri ona yaşadığı bir olayı şöyle anlatır. “ oğlum; geçen hafta Çankırı valisi ile Celal Bayar beni ziyarete geldiler. Seçimleri kazanmak için fakirin dua etmesini istediler. Bende İnşallah dedim. Onlar gittikten sonra iki halk partili geldi. Onlarda aynı istekte bulundular. Ben yine İnşallah dedim. Onları’ da gönderdikten sonra ikindi namazını kılıp, şöyle dua yapmayı düşünüyordum; Allah’ım hayırlı olanını ihsan et. İkindi namazını kılıp selam verir vermez aniden iki koluma iki kuvvet çullandı. Beni yüz üstü kapaklandırdılar. Yerimden kımıldayamıyordum. Ter içinde kalmıştım. Ölecek gibi oldum. Görmediğim bir el önüme bir ağaç tomruk koydu. Bir testereyi elimin üzerine koyarak şuradan mı keselim, şuradan mı keselim diye testereyi elimin üzerinde gezdiriyordu. Testerenin dişleri tenime batıp çıkıyordu. Önümde yere yakın bir pencere vardı. Zoraki başımı kaldırıp pencereden ufuklara bakar gibi oldum. Tam o sırada, Peygamberimiz ( S.A.V.) mübarek elleri ile işaret ederek; “ Bırakın bu kadarı Ethem’e yeter” dedi.O iki kuvvet ellerini üzerimden çektiler. Yavaş yavaş doğrulur gibi yapıp, sağ tarafıma baktım ki ne göreyim! Seyyid Abdul Gadir Geylani Hazretleri, sol tarafıma baktım ki Seyyid Ahmet Rufai Hazretleri dikiliyordu. Abdul Gadir Geylani hazretleri sert bir şekilde; “ oğlum, sen kime dua edecektin ?” deyip ikisi de gözden kayboldu. Tam kırk gün gece – gündüz ağladım. Az kalsın velayet elimden alınacaktı. Sen nasıl oluyor da bizzat politikanın içine giriyorsun diye beni uyandırdılar.

İbrahim Ethem hazretleri bir müridine: “ 27 Mayıs ihtilal’ından sonra,Adnan Menderes’in idam edilmemesi için gece, yüce alah’a duada bulunduğunu ifade ederek; şöyle devam ediyor. Ey Allah’ım Adnan senin Habib’inin atalarından birinin ismi. Onun hatırına Adnan menderes kulunu kurtar, onu bağışla, diyerek duada bulundum. Yüce rabbim kalbime; Kulum onun şehit olmasını, ahirete temiz gelmesini istiyorsan dua etme. Ben onu şehit yapacağım. Onun büyük bir hatası var. O hatanın affedilip temizlenmesi için, şehit olabilmesi için idam edilmesi gerekir. Fakir’de emr-i ilahi’ye boyun eğerek; Ya rabbi sen daha iyisini bilirsin dedim.

İbrahim Ethem hazretleri ile Atatürk arasında şöyle bir olay geçer: Atatürk İbrahim Ethem hazretlerini yanına çağırtır ve ona; “ Sen ne iş yaparsın?” diye sorar. Efendi hazretleri de hiç fütur etmeden; “ Paşam ben şeyhlik yaparım “ der. Atatürk “ Nasıl şeyhlik yaparsın, insanlara ne anlatırsın.” diye sorar. Efendi hazretleri “ İnsanlara doğruyu söyler, İslam’ın hükümlerini öğretir, Allah ve Resulünün istediği gibi yaşamalarını tavsiye eder, onlara zikir yaptırırım.” diye cevap verir. Peki, başka şeylere karışmaz mısın? Mesela devlet işleri, siyaset gibi şeylere.Efendide “ hayır Paşam. Ben öyle şeylerden anlamam. Bu gibi şeyler sizin işinizdir. Benim işim budur” der.

TASAVVUF ANLAYIŞI:

İbrahim Ethem hazretlerini gören ve tanıyan herkes, insanı hemen tesiri altına alıveren manevi heybetinden ve kendisi ile tanışan herkesi sarıveren sevimliliğinden bahsederler. Efendi’nin şahsiyeti ve vakarı karşısında her türden ve her kimlikten insan, ona ister istemez hürmet eder, sayısız insan onun sayesinde hidayete erer.

M. Asım Köksal, efendi hazretlerinin evindeki bereketi şu şekilde anlatıyor; “ Efendi’nin evine her zaman ziyaretçiler gelir, efendide onları daima en iyi şekilde ağırlamaya çalışırdı. Sofrası her zaman misafirler ile dolu olurdu. Ortaya bir miktar yiyecek gelir, ben “ acaba bu yiyecekler misafirlere yetecek mi? “ diye merak ederdim. Yemekler yenir ve doyulur, fakat sofradaki yiyecek pek azalmazdı.

Efendi hazretleri ders halkasına katılanlara şöyle derdi: “ Tasavvufa intisaplı olduğumuzu ne kadar gizli tutarsak o kadar iyi olur. Hatta evdeki hanımımız dahi bilmese daha iyi olur. Maneviyatımızı ne kadar gizlersek o kadar çabuk ilerler, yükselir ve derecemizi artırırız. Manevi hallerimizi gizlemezsek bu halleri taşıma gücü ve kuvvetini kazanamayız. Dışarı sızdırırız, manevi halimizi kaybeder daha ileri gidemeyiz. Bu sebepten dolayı keramet gösterme gibi olağanüstü haller görüntüsünü büyüklerimiz hoş görmemişler, müsaade de etmemişlerdir. Bizler ancak yokluk duygusu içinde, devamlı kalbimiz kırık, gözümüz yaşlı bir halde yüce Allah’a tevazu ve niyazda bulunarak Rıza-i ilah-iye’sini kazanmak için çaba göstereceğiz.



İBRAHİM ETHEM HAZRETLERİ’NİN M. ASIM KÖKSAL İLE TANIŞMASI:

1951 Yılında Ankara’nın Cebeci semtinde oturmakta olan Pakize Hanım ( İbrahim Etem Hazretlerinin akrabası) , evinde mübarek bir insan olduğunu söyleyerek karşı evdeki komşusu Asım beyi evine davet eder. Davete icabet eden M. Asım Köksal bir kış günü efendi hazretleri ile karşılaşır. Oda küçük, sobalı ve basıktır, ancak içeri girer girmez Asım Köksal’ı büyük bir huzur ve ferahlık hissi kaplar. Efendinin huzurunda büyük bir manevi saadet duyar, daha ilk görüşmede, kalbinde ona karşı muazzam bir sevgi ve bağlılık duygusu belirir. Maneviyat ve muhabbet dolu beraberlik geç vakitlere kadar sürer.

Komşunun evinde efendi hazretleri ile Asım Köksal’ın buluşmaları 6-9 ay kadar sürer. Her gün geç vakte kadar başka birinin evinde oturmak sebebi ile Asım Efendi doğal olarak utanır ve sıkılır olmuştur. Yine bir gece evden ayrılırken yine bu his içindedir. Bu sırada efendi hazretleri elini omzuna koyar ve :” oğlum! Benim burada ve bu evde ne işim olduğunu zannediyorsun? Ben manevi bir işaretle, seni yetiştirmek için İskilip’ten Ankara’ya bu eve geldim. Sen buraya sıkılmadan her gün geleceksin.” buyurur.

Asım Köksal, İbrahim Ethem hazretlerine karşı derin bir muhabbet duymaktadır. Ancak gönlünde bir velinin muhabbeti daha vardır ki o da M. Sami Ramazan oğlu hazretleridir. Bu iki veli den hangisine intisap edeceğine bir türlü karar veremez. İstihare yapmaya karar verir. İstihareden sonra İbrahim Ethem hazretlerine intisap eder.

Efendi hazretleri 1951’de Ankara’ya yerleşir. Böylece Asım bey 12 sene boyunca efendi hazretlerinden ders alır.

Bir gün İbrahim Ethem hazretleri, Asım bey’e ;” oğlum! Bende her fani gibi bu dünyadan gideceğim. Ben vefat edince yerime sen geçeceksin. Vazifeyi sen yürüteceksin.” der. M. Asım Köksal:” Efendim, malumunuz ben çok meşgul bir kimseyim. Resmi ve ilmi çalışmalarım var. Eğer uygun görürseniz, ihvan kardeşlerimizden birisi uygun olur mu?” deyince efendi:” Oğlum bu benim elimde olan bir şey değil. Bana manen böyle emredildi.” Cevabını verir. Bunun üzerine Asım Köksal sukut etmek zorunda kalır.

İbrahim Ethem hazretleri, Dursun Güler beye şunları anlatmıştır. “ Oğlum Yüce Allah beni İskilip’ten Ankara’ya Asım Köksal’ı yetiştirmek için gönderdi. O çok güzel bir şekilde yetişti. Kendisinde üç güzel özellik vardı: İlim sahibi olması, cömert olması, güzel ahlak sahibi olması. Bu özellikleri olmayan kimse mürşit olamaz.

Kendisi çok zor imtihanlardan geçti. Bu imtihanlar sonunda üzerimizdeki görevin ona verilmesi işaret edildiğinden bir gece kendisine ‘ hilafet duası ‘ yaptık. Dua sonunda M. Asım Köksal yanıp tutuşmaya başladı. Bu hal kendisinde iki sene devam etti. Halk arasında hakk’a vuslata erdirildi. Dışı halk ile içi tamamen maneviyatla dopdolu olarak ‘ Halvet Der Encümen’ şeklinde yetişti. Görev kendisine verildi.

Asım Köksal, İbrahim Ethem hazretlerinin vefatına kadar 12 yıl boyunca yanından ayrılmadı. Bütün sıkıntılarını, efendi hazretlerinin tavsiye ve dualarıyla üzerinden attı. Efendinin maddi ve manevi sohbetinde yetişti, olgunlaştı ve kemale erdi.

İBRAHİM ETHEM HAZRETLERİNİN VEFATI:

Hayatının tamamını, gönüllere Allah ve Peygamber sevgisini aşılamak, ibadet zevk ve neşesini tattırmakla geçiren bu büyük veli, bu büyük ve kamil insan; 1382 yılı ramazan’ın 11’ine rastlayan 6 Şubat 1963 Çarşamba günü, acil tedavi için kaldırıldığı Ankara hastanesinde, teyemmüm ederek akşam namazını ima ile kıldıktan sonra Allah diye zikir çekerek dünyamıza gözlerini kapamıştır.

Efendinin vasiyeti üzerine cenazeyi veliyullahtan bir zat olan Kasım efendi yıkar.
Kasım efendi;” İbrahim Ethem hazretlerini yıkarken, evinde başucunda bulunan on iki kişinin orada da hazır bulunduğunu ve efendi’yi kabre koyup üzerini örtünceye kadar on iki Piran Hazerat’ı başından ayrılmadı.” diye yaşadıklarını anlatmıştır.

Perşembe günü ikindi namazını müteakip Hacı Bayram camii’nde cenaze namazı kılındı. İbrahim Ethem hazretleri Ankara’daki Asri mezarlığın 194 ada, 176 parselinde bulunan mezara defnedildi.
Gasledilirken ve defnedilirken yanında bulunanlar efendi hazretlerinden buram buram gül kokularının yayıldığını söylüyorlar.

Kabri başına Asım Köksal efendi tarafından şöyle yazılmıştır:
Meftun burada kamil insan
Mensup-i şah-i Gavs-i Geylan
İbrahim Ethem İskilipli
Allah deyip etti azm-i Yezdan

KAYNAKLAR:
- Eraydın, Selçuk Tasavvuf ve tarikatlar
- Pakalın, Mehmet Zeki Osmanlı tarih deyimleri ve terimleri sözlüğü
- Şamil İslam ansiklopedisi
- Öztürk, Prof. Dr.Y. Nuri tasavvufun ruhu ve tarikatlar
- Kara, Mustafa tasavvuf ve tarikatlar tarihi
- Köksal, A.Cüneyt M. Asım Köksal hayatı ve hatıraları
- Güler, Dursun İskilipli İbrahim Ethem Gerçekoğlu Hz.( basılmamış eser)
- Köksal, M. Asım “ Kaybettiğimiz kamil insan İbrahim Ethem”
- Gerçekoğlu’nun mezarı başında - Diyanet aylık ilmi dergi C.2, S. 3-4
- Altundaş- Hayrani, tasavvuf tarihi ist. 1991
- (1) torunu İzzettin Galip Karaman



Mustafa Yolcu- Ankara
28.10.2008

20 Ekim 2008 Pazartesi

OFLİ HOCA

Karadeniz in bir kazasında görevli bulunan Ofli hoca hakkında müftülüğe şikayet gelir.

Müftülük durumu ilgililere bildirir. Durumu tetkik için murakıp olarak bir başka yerde görevli müftü görevlendirilir.

Görevli müftü bir vatandaş gibi Cuma günü Ofli hocanın camisine gider. Hoca cemaate vaaz vermektedir:
“ İbrahim peygamberimize allahimiz dediki: ya İbrahim Mekkei Mükerreme yi yeniden inşa et. Oda dedi ki ey allahım çimento yok, kum yok, tuğla yok ben mekkei mükerreme yi nasıl inşa edeceğum.

Hazreti peygamberimiz cennetin kapısı girişine yattı. Allahımıza seslendi .
Ey allahım bütün mümünleri çennetüne koymaz isen ben buradan kalkmayacağum.
Allahumuzda dediki ya Muhammet kalk oradan, istedüğünü yapacağum.

Muhammetde oradan kalkti ama soğukta yerde yatmaktan ayakları romatizma oldi. “

Vaaz bu şekilde devam etmiş ama Ofli hoca halen o camide göreve devam ediyormu , murakıp ne rapor vermiş bilmiyorum.

Hani derlerya “ yarım doktor candan, yarım imam imandan edermiş “

Mustafa Yolcu

19 Eylül 2008 Cuma

TREN GARI – ANKARA


Ankara da yolum tren gar’ına düşmüştü. Önündeki otobüs durağında otobüs bekliyordum.

Bu bekleme sırasında beyaz sakallı bir ihtiyarın elinde bulunan simidi kuru kuruya yemeye çalıştığını gördüm. Yanına yaklaştım ve: “baba canın simit mi yemek istedi “ diye sordum.

Yaşlı emmi bana gülümsedi ve “ dişim yok karnımı bunun ile doyurmaya çalışıyorum” dedi.

Biraz dana konuşunca- "Memleketinin Erzurum olduğunu, Ankara’ya oğlunun yanına geldiğini, tren ile Erzurum’a döneceğini " söyledi.
Tren ile Erzurum’un bir güne yakın bir süre alacağını tahmin ediyordum.
Yaşyı emmi yarı aç, yarı tok Erzurum’a gidecekti.

Çorba içermisin dediğimde "sen bilirsin "diye cevapladı.

Birlikte gar lokantasına girerek bir masaya oturduk.
Benim karnım toktu. Yaşlı emmiye önce mercimek çorbası, arkasından da sulu köfte ile yoğurt ısmarladım. Çorbayı beklerken trenin kalkış saatini sordum. Bana tren bileti uzattı ve oradan trenin kalkış saatini öğrendim. Aynı zamanda istismar edilip edilmediğimi bilet ile teyit etmiş oldum.

Çorbanın ve yemeğin içine ekmekleri doğrayarak güzelce yumuşattı ve yavaş yavaş yiyerek karnını güzelce doyurdu. Bende onu zevkle izledim.
Yemiyordum ama manevi olarak haz alıyor adeta doyuyordum.

Bana Allah senden razı olsun diyor, memnuniyetini dile getiriyordu.

Masadan kalkarken yolda harçlık etmesini söyleyerek birazda para verdim.

Dışarı çıkıp vedalaşırken bana “ SENİ BÜYÜTEN ANAN BABANDAN ALLAH RAZI OLSUN” dedi. Ben en büyük karşılığımı almıştım.

Benim gönlümde yaşlı emmi tren ile hala ERZURUM’ a gidiyor. Yolculuk devam ediyor.

Mustafa Yolcu

BİR SESLENSE




Bir devlet dairesinde çalışıyor, HALKA HİZMETİ HAKKA HİZMET olarak görüyordu.
Arzusu statükonun devam etmesi değil, bir takım yenilikler getirmekti.

Çalıştığı iş konusu insanların içinde oturdukları, dünyada mekanın sembolü olan evleriydi.
Binaların sağlam olması, işlevlerini yerine getirmesi, uzun bir süre sağlıklı olarak ayakta kalmasını sağlamak istiyordu.

Bu arada bunların yapımı ile ilgili kanun, yönetmelik, teknik şartnameler vardı. Bunlara’ da taviz verilmeden uyulması gerekiyor, bazen cumartesi – Pazar günü bile inşaatları kontrol ediyor, birlikte çalıştığı insanlarda da bu özelliklerin olmasını istiyordu.

Bir gün çalıştığı işyerine bir müteahhit gelir. “ Sizinle görüşmek istiyorum der. Buyurun deyince söze başlar: Biz buralarda paramızı verip işimizi gördürmeye alıştık. Size para veremiyoruz, siz bizim işimizi resmiyete koyuyorsun. Böyle olunca’ da işimiz uzuyor. Açık söyleyrum sen bizim işimize gelmeysun.”

İşyerinde kapısı herkese açıktı. Kapısına vurulmadan içeri giriliyordu. Vatandaşın olacak işi varsa hemen oluyor, olmayacak işe ise olumsuz cevap veriliyordu.

Bir gün aynı bölgede inşaat yapan bir arkadaşı ziyaretine gelir. Derki: “ Burada senin dışında çokları dünyalığını buluyor. Müteahhitler aramızdaki ilişkiden dolayı bizim işimizi hallettir diye bana geliyorlar. Gel ben senin adına onlardan gerekeni alayım, sende onların işini hallet. “

Teklifi hemen reddedince” hemen karar verme. Düşün sonra kararını bana bildirirsin” diyerek yanından ayrılır.

İşyerinde elemanlarının arabası, kendilerine ait evleri, ceplerinde de harcayacak çok paraları vardır.
Amir olmasına rağmen onun arabası, harcayacak çok parası yoktur.

Arkadaşına verdiği olumsuz cevaba rağmen nefsi ile mücadele halindedir. Teklifi kabul etsem mi, etmesem mi?.....

Arkadaşı iki defa daha gelerek teklifini yeniler. Ona açıkça gel enayilik yapma teklifimi kabul et der.

Bu safhada, kendi kendine mücadele halinde iken bir rüya görür. Rüyasında kendisi asker ve koğuş nöbetçisi.
Hava kapalı ve içinde büyük bir sıkıntı var. Adeta koğuşa sığamıyor. Bir ranzaya oturuyor. Hafif doğrulunca başını üstteki ranzaya vuruyor ve başı acıyor.
Tam o anda yukarıdan iki el onu şakaklarından tutuyor. Birden etraf aydınlanıyor, rahatlıyor. Başını kaldırdığında yukarıda nur yüzlü bir ihtiyarın bulunduğunu görüyor. Ona diyorki ( OĞLUM
BİLDİĞİN YOLDAN ŞAŞMA) Birden uyanıyor, bakıyor’ ki rüya imiş. Gözünü yumup nur yüzlü ihtiyarı tekrar görmek istiyor ama nafile. Mesaj verilmiş ve bitmiştir. Anlayanın bu mesaja uyması gereklidir.

Daha sonraki gün arkadaşı kararını öğrenmek için tekrar geliyor. Karar verilmiştir. Cevap rettir.
Arkadaşı “sen enayisin arkadaş” diye yanından ayrılır.

Şu anda bunu anlatan yalan dünyada, arkadaşı gerçek dünyada. Ah bir gelse’de, bir görünse de kim haklı imiş diye yalana tapanlara BİR SESLENSE.

MUSTAFA YOLCU - 1994

3 Eylül 2008 Çarşamba

PROF.DR.SAYIN CELAL ŞENGÖR

Radikal de çıkan mektubunu esefle okudum.

Yine ayrı bir yazınızda kendinizi bu memlekete ait olarak görmediğinizi , bu ülkede yetişmediğinizi , bu ülkeye ait olmadığınızı yazıyorsunuz.

Sayın…size hocam demiyorum; siz böyle denilme sinede karşısınızdır Sayın mösyö benim ülkemde olup , ülkemin imkanlarını kullanıp , benim insanımın yüksek değerlerine sataşıp , benim mahallemde salyangoz satıyorsunuz.

Sizin düşüncelerinizin azınlık olmasına rağmen benim insanımın baskı altına alınması, horlanması , küçük görülmesi için mi ; benim ecdadım kurtuluş mücadelesini verip , Çanakkale harbinde yamyam Avrupa sına karşı savaşını edip kanını akıttı. Binlerce şehidim senin hayalindeki düşünceler uğruna mı gözlerini kırpmadan hayatlarını feda ettiler. Halen sınır boylarında nöbet bekleyen binlerce Mehmetçik sizin kafanızdaki idealler uğruna mı oralarda bekliyorlar ?..

Birde sayın üniversite profesörleri sizi YÖK üyeliğine seçmişler. Bur ova onlara bula bula sizin gibi yazılarınızda kendinizi özetlediğiniz özellikte birisini bulmuşlar.

Mösyö size Ankara hukukta olmuş bir olayı anlatacağım.

Yıl 1975 . Ders Anayasa hukuku . Hoca;Bülent Nuri Esen . Sene başında dersin çağdaş hocası sınıfa geliyor ve diyor ki :( Arkadaşlar dersimizin başında size bir konuyu açacağım. Ben Allaha inanmıyorum. İçinizde inanan var ise onunla tartışalım. Allah varsa bana varlığını ispatlasın. İspatlayamıyorsanız benim dediğimi kabul edeceksiniz. Benim anlattıklarımı kabul edeceksiniz. Ben dersimi ataist bir çizgide anlatırım.)

Yer 250 kişilik anfi. Bir talebe ayağa kalkıyor ve ( Bu konuyu ben sizinle tartışmak istiyorum ) diyor.Karşılıklı konuşma başlıyor.

Talebe: Hocam bir nar ağacını ele alalım. Bu ağaç kışın yapraksız kupkuru kalır . Dibine beslensin diye hayvan pisliğini gübre olarak sererler. Bahar olur , yaz gelir dallarından nar meyveleri sallanmaya başlar. Peki o kupkuru , dibinde hayvan pisliği olan ağaçtan o nefis meyve nasıl meydana geliyor. Diye sorduğumda ( tabiattan ) dedi. Tabiat ne diye sordum. O ağaca şifresini kim veriyor. Kim vazifelendiriyor. O muhteşem meyve nasıl oluşuyor.O ağaçta elma armut muz olmuyor da niye hep nar meyvesi çıkıyor?.........

Olgunlaşmış bir narı dalından koparalım. Bıçak ile narı ikiye bölüp size versem sizin gibi düşünen bütün ilim adamlarınız yan yana gelse , dünyanın bütün tekniğini birleştirse , narın zarlarını birleştirip kabuğunu bütünleştirip; hiç kesilmemiş şeklinde eski haline getirebilir mi ? diye sordum. Getiremezler dedi.

Bende : Bunun sahibi yaratıcısı Allah o kuru daldan , hayvan gübresi ve su nimeti ile hayata can veriyor . Sizin bu büyük güce allaha inanmanız gerekir dedim.
O sırada ders zili çaldı ve hoca konuşmamızı kesip dersten çıktı.

1975 Yıllarında okul solcuların kontrolünde idi.Sınıfta etrafımı çevirdiler , gerici yobaz bir daha bu okula gelme defol git. Bir daha bu okula gelirsen bu okuldan senin ölün çıkar diye beni ite kaka okuldan çıkardılar. Bende derslere giremez oldum.

Ama Bülent hocada rahatsızlanmış. Ailesi hasta haneye yatırmış. 1975 Yılında vefat etmiştir.

Evet sayın mösyö. Tarih Firavunların, Nemrutların ,Ebu Cehillerin,Lenin, Stalin , Karl Marx , Mao ların kıssaları ile dolu.

Siz diyorsunuz ki ( ÜNİVERSİTE DE OKUYAN , BİTİREN DOĞMALARA İNANMAZ ) Ben ise okudukça , pozitif ilimleri öğrendikçe yaratıcının gücünü daha çok görüp anladım. İnsan aklının açziyetini daha ışığı yer yüzüne ulaşmamış gezegenlerin olduğunu öğrenince fark ettim. Genetik denilen her canlının ayrı ayrı şifresini , ve bu şifreyi koyan gücü , tuzlu ve tuzsuz denizin birbirine karışmamasını , ana karnındaki üç karanlığı , en küçük zerredeki harikalığı fark ettiğimde anladım.

Bir şey daha anladım ki ; Nuh tufanında Nuh peygamber inandırıp oğlunu gemiye bindirememiş. Peygamberler oğlunu karısını inandıramamış. Hz. Muhammet amcası Ebu Lehep’i inandıramamış.

Bir şey daha anladım ki ; gözleri kör ,kulakları sağır , hissi olmayan insanların inanmaları kabul etmeleri de imkansız.

Aşık Veysel demiş ki( KİM OKURDU KİM YAZARDI. KOYUN KURT İLE GEZERDİ. BU DÜĞÜMÜ KİM ÇÖZERDİ FİKİR BAŞKA BAŞKA OLMASA.)

Şu anda Avrupa da bir kavram var. Gerçek bir Avrupalılık İyi bir hıristiyan olmakla olunur.

Siz ise: ALLAH’A İNANAN, İNANANLARIN OLDUĞU ÜNİVERSİTEYİ KAPATMAK kararı veriyorsunuz.

Bizim toplumumuzda başı örtülü olanlar ile örtüsüz olanların arasında bir problem yok.

Problem : HIRSIZLAR İLE,SOYSUZLAR İLE,BU ÜLKEYİ BÖLMEK , AİLE DÜZENİMİZİ YIKMAK İSTEYENLER İLE VAR.

Mösyö rahat olun , huzurlu olun. Kendi kendimiz ile barışık olduğumuz sürece bu ülke herkese yetecek kadar büyük.

MUSTAFA YOLCU - ANKARA

2 Eylül 2008 Salı

MÜHENDİS VE KAMU YÖNETİMİ-ANKARA

Ülkemizde kamu yönetimi bürokratlar tarafından yürütülmektedir.

Bürokratlar teknik olmayan okul mezunu olup bunlar devletin “ idari , mülki , emniyet iç işleri , dış işleri , işletme ,finans , teftiş , adli “ görevlerinde karar mekanizmalarında yer almaktadırlar.
Teknik okul mezunu olan memurlara mühendis mimar denilmekte olup bunlar devletin “ teknik hizmetlerinin yürütülmesinde ve az sayıdada teftiş görevlerinde “ yer almaktadırlar.

Kamuda bazı çalışma alanlarını ele aldığımızda :

1- İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI: Merkez teşkilatı; Mülkiye müfettişleri ve illerde Valilikler, ilçelerde Kaymakamlar vasıtası ile Başbakan , Bakanlıklar adına görevlerini yürütürler. Görev alanları idari ve tekniktir. Mülkiye müfettişleri idari ve teknik konularda teftiş görevlerini yerine getirirler. Valiler görevlerini vali yardımcıları ile birlikte yaparlar. Görevleri idari ve teknik alanları içine almasına rağmen; mülkiye ve hukuk mezunu olan valiler teknik görevleri de yerine getirmeye çalışırlar.

Valilerin teknik olan görevlerini mühendis olan bir vali yardımcısı ile birlikte yürütmesinde yapılan işlerin sağlığı açısından yarar bulunmaktadır. Mülkiye müfettişleri mülkiye ve hukuk fakültesi mezunudurlar . Görev alanlarında bulunan dairelerin teknik denetimini de yapmaktadırlar. Teknik olmayan birisinin teknik teftiş ve denetimi yapması yanlıştır. Bir çok yanlışları meydana getirmektedir. Bu tür teknik denetimlerin mimar ve mühendislerce yapılabilmesi için bu kadrolara mimar ve mühendislerde atanmalıdır.

2- ADALET BAKANLIĞI: Adaletin temini için kurulan bu bakanlığın asli unsuru olan hakim ve savcılar hukuk nosyonuna sahip hukuk fakültesi mezunu bürokrattırlar. Bu görevlerini yerine getirirken dosyalardaki bir takım konuları bilirkişilere havale ederek bu raporlar doğrultusunda davaları karara bağlarlar. Dava konuları : kişilik hakları , ceza , ticaret , iş , kadastro , gayri menkul , inşaat , kamulaştırma , borçlar , devletler arası hukuk konularında yer almaktadır. Burada da görüldüğü gibi dava konularının bir kısmı teknik bilgi ve nosyonu gerektirmektedir. Bunların sadece bilirkişi raporu ile sonuçlandırması sorunu çözmemektedir. Kaldı ki bilirkişilik konusu da bütün boyutları ile masaya yatırılıp yeniden düzenleme yapılması gerekmektedir.

Mahkemeler ve yüksek mahkemeler ihtisas mahkemeleri haline dönüştürülerek, davalar ihtisas mahkemelerine yönlendirilmeli ve teknik nosyonu gerektiren mahkemelerde çift hakim görev yaparak bu hakimlerden bir tanesinin mimar veya mühendis olması sağlanmalıdır. Böylece daha bilinçli ve hukuk + teknik gözle davalar incelenerek karar safhasına gelinebilir. Adaletin kusursuz olarak temini için bu gerekli ve şarttır. İhtisas Mahkemelerine mimar ve mühendis kökenli hakimlerinde atanması davalara ve mahkemelere yeni bir bakış tarzı getirecektir.

3- TEFTİŞ – DENETLEME KURULLARI VE MÜFETTİŞLER: Bu kurullarda görev alan denetleyici ve müfettişler teknik ve idarı konularda denetim yapmaktadırlar. Teknik nosyona haiz olmayan müfettişlere teknik konularda denetim yetkisi verilmektedir. Bu yanlıştır. Teknik olmayan birisine teknik denetim verilmemeli, bu görevler mimar veya mühendis olan müfettişlerce yapılmalıdır. Bu konularda hassasiyetle durulmalıdır. Aksi takdirde çok yanlış raporlar verilmekte veya raporlar sürüncemede kalmaktadır. Bu konu kural haline gelmelidir.

4– Devletin yönetimi sadece bürokratların elinde olmamalı , karar mekanizmalarında mimar ve mühendislerde yer almalıdır.

MUSTAFA YOLCU

SIR KAPISI - OSMANCIK


SIR KAPISI -OSMANCIK
Size bir arkadaşım tarafından bana aktarılan yaşanılan bir hadiseyi naklediyorum :

Yıl 1970 - yer Çorum – Osmancık ilçesi. İskilip’te Orta okulda okurken okul hayatım başarılı geçmiyordu. Babam ölmüş annemle birlikte İskilipte kalıyordum. Okul hayatım başarısız olunca benim Osmancıkta dişcilik yapan ağabeyimin yanına gitmem kararlaştırıldı.

Abiyim İskilip’e geldiğinde benide yanına alarak birlikte Osmancık ilçesine gittik. Ağabeyim bekardı. Dişçiliği oda ustasından öğrenmiş idi. Kendisine ahşap bir evden birinci kattan bir yer kiralamış, buranın bir odasında biz yatıyoruz diğer kısımlarında dişçilik işimizi yürütüyorduk. İşimiz pekiyi gitmiyordu. Ağabeyim düzenli olarak çalışmıyor, eline para geçerse arkadaşları ile içki kaçamakları yapıyordu. Ben ise hem Osmancığa uyum sağlayamamış, hem de ağabeyimin düzensiz olan hayatından sıkılıyordum.

Kış mevsimi geldi çattı. Bir sobamız vardı ama doğru dürüs yakacağımız yoktu. İşlerimiz ise hiç iyi gitmiyordu. İş yapar para kazanırsak zar zor ihtiyaçlarımızı gideriyor, karnımıza sıcak bir çay çorba giriyor idi. Para kazanamadığız günlerde bakkaldan borç yazdırıyorduk. Ama borcumuzu zamanında ödemediğimizden bakkalda borca mal vermek istemiyordu.

Sıkıntılı olduğumuz günlerden birinde akşam ekmekle pirinç çorbası içip erkenden yattık. Sobada yakacak odun ve kömürümüz yoktu. Ancak yatağın içinde yorgana sarılarak ısınmaya çalışıyorduk.

Sabah oldu ama ne ekmeğimiz, nede yiyecek bir şeyimiz vardı. Ağabeyim uyanmış ama uyanık olarak yatağın içinde yatıyordu. Bana yataktan çıkmamamı üşüyeceğimi söyledi. Bende itirazsız yatakta yatıyordum. Ama karnım acıkmış adeta midem zil çalıyordu. Ağabeyime karnımın çok acıktığını söylediğimde, yatta uyumaya çalış uyursan açlığın gider diyordu. Ama nafile uyuyamıyor, adeta kıvranıyordum.

Ağabeyim çarşıda işinin olduğunu söyleyerek evden ayrıldı. Bende yataktan çıkıp, üstümü sıkı sıkı giyinerek kendimi bir şeylerle oyalama çalışıyordum. O sırada kapı çalındı , kapıyı açtım bir müşteri gelmişti. Bana “dişlerinin çürüdüğünü kendisine takma diş yaptırmak istediğini. Bir takım takma dişin fiyatının ne olduğunu “ sordu. Bende dişin fiyatını tam olarak bilmediği , çarşıya giden ağabeyimin birazdan geleceğini , onu bekleyerek ağabeyim ile görüşmesini söyledim. Bunun üzerine bana “ sana kaparo olarak bir miktar para bırakayım. Ben sonra gelir ağabeyin ile görüşür dişlerimi yaptırırım “ dedi ve bana para bırakıp gitti.

Ben adeta uçuyordum. Bir yandan da hem ağlıyor hem de allaha şükrediyordum. Hemen çarşıya inip ekmek, peynir, zeytin, çay alıp eve geldim. Ocağa çay koyup kaynatırken ağabeyim geldi. Baktı ki kahvaltı masası kurulmuş , bunları nerden aldın dedi. Bende olanları kendisine anlattım . Ağabeyim “allah allah böyle şeyle de ilk karşılaşıyorum . Daha dişini görüp fiyatını kararlaştırmadan bu adam nasıl para bırakıp gitti “ dedi .

Bana para bırakan adamı bir daha hiç görmedim, dişini yaptırmaya gelmedi. Ama onun bıraktığı para bizi açlıktan kurtarmıştı. Bu hadiseyi her hatırlayışımda duygulanır, sahibimizin bizi unutmadığını, sıkıştığımızda ve her zaman yanımızda olacağını düşünür ona iyi bir kul olmaya çalışırım.

Mustafa Yolcu -23.11.2003

22 Ağustos 2008 Cuma

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI

SENDİKALAR - KURUM - ODA – DERNEK ve VAKIFLARIN GENEL

KURULLARI - YÖNETİM KURULU SEÇİMLERİ :

Sivil toplum örgütleri demokrasinin vazgeçilmez unsuru olup, bunların sayesinde toplumun, insan haklarının, mesleki oluşumların, çalışma hayatının sorunlarının çözülebilmesi yolları aranmaktadır. Bu çalışmalar başarılı bir şekilde devam etmesi halinde devletin yükü bu kuruluşlarca paylaşılmakta, halkın dinamikleri harekete geçirilmektedir.

Osmanlı toplum biçimi içinde oluşan Lonca teşkilatı bunun eşsiz örneklerindendir. Bu sayede toplum kendi kendini murakabe edebilmekte, olağan üstü afet ve hallerde toplumda dayanışma meydana gelmekte, kurtarma ve her türlü yardım yapılmasında başarılı çalışmalar yapılmaktadır.

Gelişmiş olan ülkelerde sivil toplum örgütleri örgütlenmesinde büyük gelişmeler olmuş, devletin yapılanmasında sivil toplum örgütleri de yerini alarak birçok alanda faaliyette bulunmaktadır.

Devlet ile sivil toplum örgütlerinin münasebetleri nasıl olmalıdır:
Gelişmiş ve demokrasiyi özümsemiş ülkelerde devlet maddi ve manevi olarak bu kuruluşların çalışmalarını desteklemiş, kolaylıklar getirmiştir. Yalnız yolsuzluklara taviz vermeyerek, kuruluş amaçlarının gerektirdiği çalışmalar dışına çıkılmasına müsaade etmemiştir.
Devletlerin her zaman usulsüzlükleri görme ve tespit etme imkanı vardır. Bu sayede sivil toplum kuruluşları son derece başarılı çalışmalar meydana getirmişlerdir.

Ülkemizde ise sivil toplum örgütleri yapılanmalarında ve faaliyetlerinde birçok sapmalar suiistimaller meydana gelmiştir.
Kumar oynamak için kurulan dernek ve vakıflar, afetlerde görev alması gereken ama bu konuda gerekli performansı gösteremeyen Kızılay, meslektaşlarının sorunlarının üzerine gidip mesleki gelişmelerini, dayanışmayı, hak aramayı sağlayamayan meslek örgütleri, sendika ağalığı yapmakla üyelerince suçlanan sendikalar.

Dernek ve vakıflara kontrole gelen maliye mensupları buralarda kuruluşların kira, personel gideri gibi rutin bazı giderler ile üyelerin gıda ihtiyaçlarını karşılamak için satışı yapılan çaya sandviç’e müdahale ederek bunlara fiş kesilmesini, kazancın vergisinin ödenmesini talep etmektedirler.
Bu kurumların her açıdan desteklenmesi gerekirken bunlara destek değil güçlük çıkarmak isteyen zihniyet ülkemizde mevcuttur. Bu yanlıştır. Buralarda kuruluşların cari masrafları ile gayelerine ulaşmak için yapılan harcamalardan kalan gelir var ise ancak bu kısım vergilendirilme yoluna gidilmelidir.

Bütün bu istenmeyen gelişmelerin nedeni nedir? Nereden kaynaklanmaktadır?

Sivil toplum örgütleri niteliğindeki oluşumların seçimlerinde seçime katılan guruplardan hangisi fazla oy alırsa yönetim tamamen bu gurubun eline geçmektedir.
Bu durum ise bu örgütlerde tek sesliliğe yol açmakta, yıllarca bu gurup tek başına yönetimi götürmekte, ne rekabet ortamı oluşmakta nede başarılı çalışma meydana gelmemektedir.
Hatta bu tek seslilik buralarda su istimal yollarını açmakta, bunun hesabı sorulamamaktadır.


Yönetimler on yıllarca aynı gurubun elinde tutulmakta, adeta sulta oluşturulmaktadır.
Bu oluşum ise sivil toplum örgütlerinin gereği ilkesine, demokrasiye aykırıdır.

Bu Durumda Ne Yapılmalıdır:
1- Genel Kurul ve seçimlerde seçime katılanların %20 si baraj alınarak bu barajı geçen her gurup aldığı oy oranında yönetime ve denetime temsilci seçmelidir.

Yönetim kuruluna seçilenlerde kendi aralarında yönetim kurulu başkanı ile varsa kurulları seçmelidirler.

Yönetim kurulu başkanlığına seçilen kişi iki dönemden fazla başkanlığa seçilmemelidir. Böylece kuruluşlara yeni katılan ve diğer üyelere yol açılacak, onların dinamiğinden’de faydalanmış olunacaktır.

Eski yönetim kurulu başkanları onur kurulu denilen bir kurulda görev yaparak burada bilgi ve tecrübelerinden faydalanılır.

2-Bu kuruluşlar hem denetçilerince hemde ilgili bakanlık tarafından sarf ve harcamaları kontrol edilmelidir.
Yalnız genel kurullardaki aklanma esas alınarak, kuruluşlar kontrol dışı bırakılmamalıdır. Mantalite olarak bu kurumların faaliyetleri devlet tarafından desteklenmeli, teşvik edilmeli. Hiçbir zaman yolsuzluğa ve su istimale göz yumulmamalıdır.

3-Sivil toplum kuruluşları kuruluş amacı doğrultusunda faaliyet göstermeli, bu durum teşvik edilmelidir.
Kuruluş amacı dışında faaliyet gösteren kuruluşlar hakkında yasal işlem yapılmalı, bu konuda müsamaha gösterilmemelidir.
Bu kuruluşların başarılı çalışmaları demokrasinin ülkede iyi işlemesini sağlayacak, devlet karşısında bireyler korunacak, mesleki dayanışma ve kontrol tesis edilecek, çalışma hayatı ve şartları iyileştirilecektir.

Bütün bunlar için sivil toplum kuruluşlarının kuruluş esası üzerinde iyi durulmalı, bunun gerekleri yerine getirilmelidir.

Böylece herkes görevini yapacak, tek seslilik yerini çok sesliliğe bırakacak, insanlarımızın birlikte yaşamak, paylaşmak, sorunlarına birlikte sahip çıkma refleksleri gelişecektir. Birçok konuda denetimi, oto kritiği toplum kendi kendine yapabilme özelliğine kavuşacaktır.
Mevcut durumdaki tek seslilik kuruluşların birçok konudaki asli görevlerini yapmama, mevcut durumunu kanıksama, atalet içine düşmesine yol açmaktadır.
Devlet asli görevlerine dönecek, herkesin devleti olacaktır. Demokrasi standardımızda böylece çağdaş standardı yakalayacaktır.

Verimli sivil toplum örgütü çalışmaları ülkemiz politik hayatına da yeni insanları kazandıracak, onların burada bilgi ve tecrübe edinmelerine yol açacaktır.
Yasama tarafından ele alınan kanun ve yönetmelik teklifleri bu kuruluşlarında incelemesine sunulacak böylece daha sağlıklı kanun ve yönetmelik teklifleri sunulacaktır.


MUSTAFA YOLCU

18 Ağustos 2008 Pazartesi

MARMARA DEPREMİ


MARMARA DEPREMİ


MARMARA DEPREMİ -SAKARYA


MARMARA DEPREMİ-GÖLCÜK


MARMARA DEPREMİ


MARMARA DEPREMİ-GÖLCÜK


İSKİLİP KÜLTÜR VE EĞİTİM VAKFI BALGAT BİNASI TEMEL ATMA MERASİMİ


İSKİLİP KÜLTÜR VE EĞİTİM VAKFI BALGAT BİNASI HAFRİYATI


1 Ağustos 2008 Cuma

LAİKLİK VE TÜRKİYE

68 yıldır ülkemizde bazı kimselerin ağzında sakız gibi çiğnediği iki kelime vardır.
Bu iki kelime LAİKLİK ve İRTİCADIR.

Bu kesim ne zaman bir yere gelmek, menfaat koparmak isteseler LAİKLİK ve İRTİCA yaygarasını koparırlar.

28 Şubatta bu söylemler ile yola çıktılar. Batırılan bankalar ile ülkemizin 200 milyar doları hortumlandı. 27 Mayısta, 12 Martta, 12 Eylülde de aynı şeyler oldu.

Ülke kaderine hâkim zihniyet ne zaman menfaatlerine dokunulsa laiklik ve irtica ile yola çıkıp saltanatını korumaya çalışmaktadır.

Belli bir yaş gurubu üzerinde bulunup entel geçinen insanlar; bu konuda daha tutucu davranıp, en ufak hoş görüleri bulunmamaktadır.
Bu tutum ve davranışları ile ülke gündemini gererek kutuplaşmaya yol açmaktadırlar.

Bu gurupta bulunan insanların bir kısmı da talimatı bağlı bulundukları loca ve lobilerden almaktadır

Eski SHP Çorum milletvekili Cemal Şahin bir hatırasını anlatmıştı.

“Ne zaman mecliste SHP gurup toplantısı yapsak, toplantı laiklik ve irtica ile başlar, bunun ile sonuçlanırdı.

Bir gurup toplantısında dedim ki:
“Arkadaşlar biz toplantılarımızı laiklik ve irtica ile başlatıyor bunun ile bitiriyoruz. Böyle yaptıkça da halktan kopuyor iktidar olamıyoruz. Gelin bir kamuoyu araştırması yaptıralım.
Halkımız neyi tehlike olarak görüyor, Bizde o konu üzerine yoğunlaşalım.”

Teklifim kabul edildi.
Bir kamuoyu araştırma firması ile anlaşarak toplumun neyi tehlike olarak gördüğü konusunda araştırma yaptırdık.

Araştırma neticesinde en büyük tehlike bölücülük, PKK, enflasyon, geçim derdi olarak ortaya çıktı.
Laiklik ve irtica tehdidi %1 oy olarak neticelendi.

Bunun üzerine gurup toplantısında araştırmanın neticesini değerlendirerek dedim ki:
Arkadaşlar gelin bu toplumu araştıralım, toplumda % 1 vampir bile çıkar. Bu kadar uç verileri ele alarak halkımızı karşımıza almayalım. Onun değerlerini küçümsemeyelim. Halk ile bütünleşelim.”

Gazeteci Fehmi Koru makalesinde:
“Türkiye'de de bir yerlerde hayatın bütün alanlarının dinî kurallara göre tanzim edilmesini isteyen birileri vardır herhalde; hemen her kültür coğrafyasında –din farkı bulunmaksızın- öyle düşünenler bulunuyor çünkü... Türkiye'de dinin hayatın bütün alanlarından çıkarılması gerektiğini düşünenlerin varlığı ise hemen fark edilecek biçimde meydanda; saplantılı tiplerin yazdığı gazetelere bakmak bile yeterli...
Lâiklik işte bu iki görüşü çatışma alanı dışına çıkarma çabasının ürünüdür. İki görüşten de yana değildir lâiklik; ilkini din ve vicdan özgürlüğünü kurumsallaştırarak içine almış, diğerini de dinin devletle bağını kopararak tatmin etmiştir. Din konusunda varlığı bilinen iki farklı eğilimin 'devlet' tarafından kabul edilebilir sınırları çizilmiştir lâiklik ilkesiyle...
Fransa da üniversitede 'lâiklik kürsüsü başkanı' unvanıyla dersler veren Jean Baberot'un lâikliğin nasıl anlaşılması gerektiğine dair verdiği 'kürtaj' örneği önemli.
Fransa'da kürtaj 1975 yılında yasallaştırıldı; Katolik Kilisesi'nin muhalefetine rağmen... Ancak yasa “Bir doktor dinî veya vicdanî inancı nedeniyle kürtaja karşıysa, bunu yapmama hakkına sahiptir” serbestîsi tanımakta. Bazı doktorlar dinî inancına aykırı olduğu için kürtaj yapmıyor Fransa'da. “Hatırlatmak gerekirse” diyor Baberot, “Yasa böylece dinî tercihler ve inançları dikkate almıştır.”
Lâiklik tek tip bir anlayışı ve uygulamayı herkese yaygınlaştıran bir ilke değildir; tam tersine, farklı eğilimleri tatmin etmeyi amaçlayan bir ilkedir. Dini toplumsal hayattan kovmak, ya da dindara diniyle çelişen bir hayat yaşatmak değildir amacı; din ile devletin birbirini etkilememesi ilkenin varlığı için yeterlidir.” demektedir.

Aynı güne ait iki ayrı haber:
“İstanbul Üniversitesinin eski Rektörü Prof. Dr. Mesut Parlak, Rektörlüğe atandıktan sonra çeşitli baskılara maruz kaldığını "Asıl mahalle baskısı bana vardı. Ne cuma namazı kılabiliyordum ne de oruç tutabiliyordum." dedi. Eski YÖK Başkanı Erdoğan Teziç döneminde rektörlüğe atandığını hatırlatan Parlak, 3 yıl boyunca ciddi sıkıntılar yaşadığını belirtti. 'Mahalle baskısı' deyimine atıf yaptıktan sonra, ilginç bir olay anlattı: "Ramazan'da yanıma gelip bir şeyler yiyip yemediğimi çaktırmadan kontrol edenler oldu. Rektörlerin oruç tutmayacağı gibi bir anlayış var. Rektör oruç mu tutar, diyorlar."
“Galatasaray Kulübü Başkanı Özhan Canaydın, bazı çevrelerce Sarı-Kırmızılı camiaya yakıştırılmaya çalışılan 'tarikat' olgusuna tepki gösteren Canaydın, "Yabancılar haç çıkararak maça çıkıyor, bizim oyuncular dua edince olay oluyor." dedi.”

İki şeyden nefret ediyorum:
Birincisi “Dini siyasete alet edenler.”
İkincisi “Atatürkü istismar edenler”

İkiside asıl niyetlerini gizleyip dünyalıkları peşinde koşanlardır.
İstismarcılardır. Birbirlerinden hiçbir farkları bulunmamaktadır.
Devlet dairelerinde her odada Atatürk resmi bulunmaktadır.
Soygunlar, rüşvetler bu resimlerin olduğu odalarda, Atatürkçülük adı altında yapılmıyor mu?
Localarda, lobilerde alınan kararlar Atatürkçülük adı altında istismar edilerek uygulamaya konulmuyor mu?

Bu böyle değilse 68 yıldır bu soygun ve talan” laiklik elden gidiyor, irtica geliyor “istismarı ile nasıl devam ediyor?

Çetelerin, Ergene konun, diğer oluşumların altında kimler ve hangi servisler yatıyor?

Çetin Altan’ın köşesinde üç dört kere yazdığı bir tespiti var:

“Bu ülkede sorunlardan kurtulmak isteniyor ise üç şey yapılmalıdır.
1- Kamu bankalarının batık kredileri kimlere verilmiştir? Bunların sonucu ne olmuştur?
2- Hazine arazileri kimlerin eline geçmiştir? Bu araziler hakkında ne işlem yapılmıştır?
3- Orduya alınan silahların demode olma süreleri nedir? Bu konuda ne yapılmıştır?
Bu konulara cevap verilmeli gereği yapılmalıdır.”

Geriye söyleyecek bir şey kalmıyor.

Laiklik, ‘insanı kul olmaktan çıkarıp birey haline getiren, bireye kişiliğini geliştirmesi için özgür düşünme olanaklarını veren bir ilkeymiş’ dahası ‘uygar bir yaşam biçim’iymiş.
Cumhuriyet başsavcısının laiklik tarifi.

15.3.2008
Mustafa Yolcu

22 Temmuz 2008 Salı

TARİH NEDİR

Geçmişte yaşanılan olayların, konuların zaman ve yer göstererek yaşanılan güne aktarılmasıdır.

Tarihin kayda geçirilmesinde olayı bizzat yaşayanların, görenlerin çok önemli bir yeri vardır.

Tarihi yazanlar, araştıranlar objektif olmalı, tarafsızlığını korumalıdır. Ama insanoğlu yaratıldı yaratılalı tarihe not düşenlerin büyük bir kısmı objektifliğini koruyamamış, tarafgir olmuş, hissiyatını ön planda tutarak tarafgir bir tarih bilgisi oluşturmuştur.

Talebelik dönemimiz yoğun olarak öğrenci hareketlerinin olduğu bir dönemde geçmişti.
Ankara’ da bulunuşum dolayısı ile birçok gösteriyi, mitingi görmüş, arkasındanda gördüklerimi televizyon ve basından takip etmiştim.

Sağcıların mitingi olur;
Solcu basın yayın bunu haberleştirirken:
[ Bir kaç bin kişinin katıldığı miting son derece sönük geçti ] diye haber geçer.
Sağcı basın yayın ; [ On binler miting meydanındaydı. Son yılların en büyük mitingi idi ]diye haber yaparlardı.

Solcuların mitingi olur;
Sağcı basın yayın mitingi haber yaparken [ Birkaç bin kişinin katıldığı olaylı mitingde istediklerini bulamadılar. ]
Solcu basın yayın [ Yüz binler yürüdü. Son yılların en büyük mitingi idi.]
Diye haber yaparlardı.
Ankara’da miting alanı olarak kullanılan Tandoğan Meydanı vardır. Bu alanın kapasitesi bulvarlara taşmak kaydı ile 120000(yüz yirmi bin) kişidir.
Bu alanda miting yapılır; ”mitinge üç milyon kişi katıldı” diye haber geçilir.
Bu bilgiler yazılı olarak basında da yer aldığından yarının araştırmacıları geçmişi bunlardan yararlanarak öğrenecek ve birilerine övgüler düzerken, birilerini haksızlıkla kötü olmakla suçlayacaklardır.

Bir Fransız tarihçisi araştırma yaparak, topladığı arşiv bilgileri ve belgeler ile araştırma konusunu kaleme alır.Kitabını yazarak basımı için matbaaya teslim eder.

Daha sonra başarmanın ve görevini yapmanın verdiği coşku ile dinlenip rahatlayacağı bir açık hava kafesine giderek oturur.

Kahvesini keyif ile içerken hemen yakınında sonu kanlı olarak biten bir olaya canlı olarak şahit olur. Olaya polisler müdahale eder. Olaya karışanları tutuklar, yaralılar hasta haneye kaldırılır.

Morali bozulan tarihçi evine döner koltuğuna oturur ve radyoyu açar. Haber saatinde şahit olduğu olay radyodan haber olarak verilir. Haberlerde verilenler ile kendisinin gördükleri arasında farklılık vardır.

Ertesi günü gazetelerde olay ile ilgili haberler yayınlanır. Tarihçi haberlere çok şaşırır. Kendi gözüyle gördükleri ile yayınlananlar arasında büyük farklılıklar vardır.

Derki:” Dün gözüm ile gördüklerim aynı gün ve ertesi gün farklı olarak yayınlanıp gazetelerde basılı hale getirilmiştir. Yarın bir araştırıcı bu günü araştırırken bu gün ki yanlış bilgileri belge olarak alacak, o belgelere göre de tarihe not düşecektir.

Kendi yazdığım kitabım bu durumda ne kadar doğrudur. Doğruluk derecesi ne olabilir! “ diye kendi kitabına eleştirel bir göz ile bakmaya başlar. Ve kararını verir. Bu durumda benim kitabımda tam doğruları aksettirmemiştir. Ben bu kitabı bastırmaktan vazgeçtim. Yanlışı ben aktarır isem tarihe karşı yalan söylemiş olur, insanları yanıltmış olurum.

Geçmişe ait bilgileri alırken, tarihi yorumlarken çok dikkatli olmamız gerekmektedir.
Hele günümüzdeki gibi [ Hedefe, sonuca varmak için her şey mubahtır ] felsefesini kendine rehber edinmiş sözde aydınların, toplum mühendislerinin oyununa gelmememiz gerekir.

Mustafa Yolcu

18 Temmuz 2008 Cuma

İSKİLİP'İM VAR BENİM



İSKİLİP’ İM VAR BENİM

20.5.1994 Tarihli İskilip’in sesi gazetesinde:

Kanara’ya geldiğinde
Kalesini gördüğünde
Düz kayanın eteğinde
İskilip’im var benim

Diye ilk dörtlüğü başlayan şiirim yayınlanmıştı.
O zamanlar İskilip’i gazeteden takip ediyorduk. Aradan çok zaman geçti. Şimdi ise ınternet teki siteden İskilip’i izliyor,bilgileniyoruz.

Bu yazı ile yaşadığım , şahidi olduğum bir takım bilgileri hemşerilerim ile paylaşıp kanaatimi iletmek istedim.

Aslında bir çok şeyi bizzat yaşayanların , canlı tarih konumunda olan insanların bilgilerinin hatırat haline ,röportaj haline getirilerek yeni nesillere aktarılmasında büyük fayda var. Bilgiler kaydedilirse kaybolmaz.

Yaşanılan bir çok hadise yıllar sonra okuyuculara aktarıldığında tarihe şahitlik açısından büyük bir anlam ifade etmektedir.

İskilip te Princ pazarında kasaplar haline girerken köşe başında şimdiki kasap Ahmet in dükkanının bulunduğu yerde SEFER GÜLER ‘in kuru üzüm – incir satılan dükkanı vardı. Sefer Güler benim eniştemdi.

1963 lü yıllarda ikinde ezanı vakti yaklaşırken bu dükkanda pompalı gaz ocağı yakılır , üzerinde filiz çayından yapılan çay kaynatılmaya başlanırdı.
O zamanlar teneke kutuda satılan filiz çayı en nefis çaydı.Burcu burcu kokardı.

Namaz çıkışı ; çarşı camisi imamı olan İsmet hafız , Borucu namı ile anılan Avukat vekilliği de yapan kişi , şu anda ismini hatırlayamadığım İskilip’in eşrafından kişiler , eniştem ve oğlu Hüseyin Güler , babam ve tabi ki bende dükkana gelirdim. Benim dükkana gelmemde asıl gayem mis gibi kokan filiz çayından içmekti.

Dükkanın baş köşesinde İsmet hafız ile Borucu oturur , diğerleride daha alçak olan hasır iskemlelere otururdu.

Gelenlerin önüne baskısız gazete kağıdı üzerinde kuru üzüm – incir konur ,çay demlenince çay servisi yapılırdı. Çayın şekeri çekiç ile kırılan kesme şeker di.

Günün mevzusunu İsmet hafız veya borucu açardı. Diğerleride onları dinler lafa karışmazlardı. Monoluğa eşraftan bazılarıda fazla konuşmadan birkaç cümle ile katılırlardı.

Sohbet bitiminde dükkandan en önce İsmet hafız ile borucu çıkar , onlardan sonra diğerleri dükkandan ayrılırdı .

Büyüğe , bilene saygı ve hürmet vardı.
Orda bulunanların çoğu yaş olarak akran veya çok yakın yaşta olmasına rağmen konuşmacının lafını kesmez , laflarına karışmaz , orada sigara içilmez , ayak ayak üstüne atılmazdı.

İskilip’e gidip o dükkanın önünden geçtiğimde o günlere hatırlar , birde bu gün ki babanın evladını karşısına alıp konuşamaz durumda kaldığını düşünerek iç geçiririm.


MUSTAFA YOLCU

29 Haziran 2008 Pazar

İSKİLİP LİSESİ - 1969


İSKİLİP LİSESİ

İskilip’te 1969 yılıydı.
Lise öğrenime açılalı iki yıl falan oluyor, müdürü Kemal Ceylan idi.
Okul öğrenime sabahçı ve öğlenci olarak iki kademeli olarak devam ediyordu.

Yıllardır devam eden bir uygulama ile okula gelindiğinde bazen saç kontrolü yapılır, 3 numara MAKİNA TIRAŞINDAN uzun olan saçlı öğrencilerin saçları öğretmenlerin elindeki makas ile kesilerek, eşek tıraşı diye tarif edilen tıraş gerçekleştirilirdi.

Bizler saçımızın böyle kesilmesine razı olmazdık ama işi muzipliğe vurarak birbirimizin gülünç kesilmiş saçlarına gülerdik.

Tabi bundan sonra saçı kesilen talebenin yapacağı tek şey okul çıkışı berbere giderek saçını 1. numara makine ile tıraş ettirmek olurdu. Çünkü makas ile saç derinden kesildiğinden başka türlü saç izi baştan silinmezdi.

Saçımızın makasla kesilmesi olayını bazen hocalarımızla tartışır, saçımızın uzatılmasına niye izin vermediklerini sorgulardık.

Hocalarımız saç uzatıldığında bakımının zorlaşacağını, gerekli temizlik yapılmadığında saçların bitleneceğini. Bu durumun önüne geçmek için saç uzatılmasına idarece izin verilmediğini bize izaha çalışırlardı.

1969 lı yıllarda İskilip’te evlerin büyük bir kısmı ahşap kâgir evlerdi.
Ev ve çamaşır temizliği bu günlerde olduğu kadar gelişmiş deterjanlarla değil, çamaşır kili denilen toprakla, odun külü ile şaşmaz deterjanı denilen yeni çıkan deterjan ile yapılırdı.

Gece yattığımızda tahtakuruları odaların duvarlarında gezinmeye başlardı.

Biti duymuştum ama ne olduğunu bilmiyordum.
Orta ikinci sınıfta bir arkadaşımızın sırtı kaşınmaya başlamış. Eve gittiğinde annesine durumu aktarmış. Annesi sırtına baktığında bit olduğunu görmüş. Bunun üzerine üzerinde bulunan bütün elbiselerini çıkarttırarak kaynatmış. Arkadaşımızda bol sabunlu, keseli banyo yapmış. Böylece arkadaşımız bitten kurtulmuştu.
Ama okula geldiğinde bir daha da önceden oturduğu arkadaşının yanına oturmadı.
Bunlarda bizim yaşadığımız gerçeklerimizdi.

Gençtik, başımızda kavak yelleri esiyordu.
Efendim nasıl olurda bizim saçımız hocalarımız tarafından makas ile eşek tıraşı tabiri ile kesilirdi!

Biz saçlarımıza gerektiği gibi bakamaz mı idik!
Hem sonra görünüşümüz bozuluyor, fiyakamız kaçıyordu.

Sonunda lise müdürüne hitaben İ.L.Ö. B. ( İskilip Lisesi Öğrencileri Birliği ) başlığı ile mektup yazdım.

İlk paragraf şöyle idi:

-“Sayın müdürüm.
Bizler İ.L.Ö. B. olarak bu mektubu size yazıyoruz.
Bütün büyük şehirlerde öğrenciler saçlarını istediği gibi uzatıyor. Onların saçlarına eşek tıraşı reva görülmüyor da, siz bizim saçlarımızı makasla kesip, bizleri gülünç duruma düşürerek elinize ne geçtiğini sanıyorsunuz?
Aynı şekilde sizin saçınız kesilse siz ne düşünürdünüz?
Saçımızın uzatılmasına izin verin. Aksi takdirde birlik olarak okulu boykot edeceğiz. İmza: İ.L.Ö. B.”

Bu mektuptan iki hafta sonraydı. Hafta sonu İstiklal marşı töreni yapılacaktı.
Okul müdürü Kemal Ceylan mutat konuşmasından sonra dedi ki-

“Çocuklar size bir müjde vereceğim. Okul idaresi olarak saçlarınızın uygun bir şekilde uzatılmasına karar verdik. Yalnız saçlarınız fazla uzatılmayacak, temiz olacak.”

Bunu duyunca bütün talebelerden büyük bir çığlık yükseldi. O zamanlar başımıza şapka takardık. Şapkalar havada uçuşmaya başladı.
Müdür İstiklal marşını okutturarak hafta sonu tatiline girdik.

İskilip’te 1969 yılında lisede saç uzatmanın serbest bırakılmasının hikâyesi bu işte.

01.01.2008
MUSTAFA YOLCU

27 Haziran 2008 Cuma

24 Haziran 2008 Salı

HACI ALİ DURSUN ( KOCA ALİ ) - İSKİLİP

HACI ALİ DURSUN ( KOCA ALİ )

İskilip’in bir zamanlar en tanınmış simalarından biriydi.
İskilip’te ilk defa otobüs işletmeciliğini başlatmış, ilklere imza atmış, Evlice ile yıllarca rekabet yaparak İskiliplileri Ankara – Çorum’a nerdeyse bedava denilecek fiyatlar ile taşımıştı.

Neticesinde bu rekabet Koca Ali’nin de Evlice ninde ekonomik olarak erimesine yol açmıştı.

Kocaali öyle bir kişilikti ki; kimin ölüsü olsa orada, kimin dünürlüğü varsa en başta, Hanönü camii tamir olacaksa en başta o oluyor idi. Bu camiyi iki defa tamir ettirmiş idi.

Bizim bahçemizde kavaklarımız vardı. Cami tamiratında kavakları kestirerek camide kullandırmış. Ben İskilip’e geldiğimde – “ MUSTAFA BAHÇEDEKİ KAVAKLARINIZI KESTİREREK CAMİDE KULLANDIRDIM. SİZİNKİLER YETMEDİ BİR BAŞKASININ BAHÇESİNDEDE KAVAK VAR DEDİLER. SAHİBİ ANKARADA İMİŞ O KAVAKLARDA KESİLİP CAMİDE KULLANILDI. KALANINI BİR YERE İSTİF ETTİK. SAHİBİ İSKİLİP’E GELİNCE ONU BULDUM VE KAVAKLARINI CAMİDE KULLANDIĞIMIZI, İSTERSE PARASINI ÖDEYECEĞİNİ, İSTERSE KALANINI ALABİLECEĞİNİ SÖYLEDİM. KAVAĞIN SAHİBİDE HAYRIMA OLSUN, KALANINI BAŞKA YERDE BİR CAMİDE KULLANIN DEDİ ” diye bana aktarmıştı.

Bu kendisinin medeni cesaretinin, kendisine güvenmenin, çevresinin ona güvenmesinin neticesi idi.

Gençliğinde Kırıkkale’ye gittiğinde DDY sahası içinde yığılmış demir hurdalarını görür. İdareye giderek demir hurdalarının satılıp satılmayacağını sorar.
Onlarda- “ Ankara’ya soralım izin verilirse satarız” demişler.
Ankara’dan izin gelmiş. Açık artırma ile satılarak bu demirleri Kocaali almış.
Bu hurda demirleri alıp satmaktan güzel kar ettiğini anlatmıştı.

Yok denecek kadar haçlıkla askere gider. Askerlik süreleri yaklaşık üç yıldır. Orada çarşıdan tek çaydanlık alarak fırsat buldukça çavuşları ile askerlere çay demleyerek satmış. Askerden gelirken İskilip’e para getirdim demişti.

İşte bu müteşebbislik idi. Hazıra konma değil arayıp bulma idi.
İskilip’ e Murat marka taksileri ilk o getirip satmaya başlamıştı.

Bursa’ya hemşerilerimiz otobüs almaya, kamyonların üzerine otobüs karosörü koydurmaya gidiyorlar. Ödemede vade söz konusu olduğunda Oradaki firma yetkilileri- " KOCALİ KEFİL OLURSA İŞİNİZİ YAPARIZ " diyorlar.

İskilip’te şimdi otobüs işi ile uğraşanların çoğu onun bir zamanlar otobüslerinin muavini, şoförü idiler.

Hacı Karani hazretlerinin mezarı düz kayanın dibinde köprünün yanında imiş. Mezarın buradan kaldırılması ve buradan yol açılması İskilip’teki idareciler tarafından kararlaştırılmış.
Mezarın kemikleri altta kalacak, üzeri greyder ile düzlenerek yol açılacak.Karar bu

Rahmetli bu konuyu bana şöyle anlatmış idi:
" Bunun üzerine KOCALİ başta olmak üzere başka katılımlar ile organize edilerek; şimdiki Hacı Karani hazretlerinin bulunduğu mezar yeri gündüz kazılıp hazırlanmış. Gece olunca Hacı Karaninin mezarı açılarak kemikleri toplanmaya başlanılmış. Mezarda sadece ayak kaval kemiği kaldığında uzaktan o zamanlar asayişi sağlayan jandarmanın düdük sesi duyulmuş. Hemen bir torbaya koydukları kemikleri toparlayıp şimdiki mezarlıktaki mezar yerine kemiklerini yerleştirmişler.
Eski mezar yerinde sadece Hacı Karani Hazretlerinin ayak kaval kemiği kalmış."

Kocaali daha sonraları otobüsünün iki kere kaza geçirmesi, tazminatlar, vergi dairesi ile ilgili sorunları, sağlık sorunları yüzünden otobüsçülüğü bırakmıştı.
Bir gün Pirinç pazarının karşısında Mehmet Atarın dükkânının önünde otururken, bir zamanlar muavini, şoförü, o sıralarda otobüs sahibi olmuş birisi önünden selam vermeden geçer. Kocaali iç çeker. Mehmet Atar sorar hacı niye iç çektin
" BUNA EKMEĞİNİ BEN VERMİŞTİM. ŞİMDİ ÖNÜMDEN SELAM VERMEDEN GEÇİYOR "

Buda insan hayatının vefasızlık örneği.

Memleketimizin böyle iyiliksever, herkesin ölüsü nünde dirisinin de arkasında karşılık beklemeden duran insanlara ihtiyacı var. Böyle insanların sayısının artmasını diliyorum.

İskilip’te onun bu cemiyetçilik konusunu bir süre daha sürdüren rahmetli sebzeci anaç ile nakliyeci şimdi tuz işi ile uğraşan HAMDİ GÜLER’ İDE tanıyorum.

Bütün bunları genç nesle örnek olması ders çıkarılması arzusu ile yazıyor.
Kocaali eniştemi arkasından rahmet ile anıyorum.

MUSTAFA YOLCU - ANKARA

13 Haziran 2008 Cuma

BOSNA DRAMI

BOSNA DIRAMI

Bomba Yağıyor Bosnaya
Kopmuş Kollar Bacaklar
Dağılmış Tüm Pazara
Yaralı Bir İnsan Yerde
Sürünüyor Kopmuş Bacağıyla
Bir Yandan Bakıyor Çevresine
Adeta Sesleniyor!...
Nerde İnsan Hakları , Nerde İnsanlık
Nerde Birleşmiş Milletler?..
Nerde Balina’yı Kurtaranlar?..
Bosna’ya Bomba Yağıyor
Medeni Dünya Bakıyor
Sırp Canilerinin
Sırtını Sıvazlıyor
X X X
Füzeler Atılıyor
Bosna’ya Gorajde’ye
Hedef Narin Minareler
Camiler,Kütüphaneler
Çaresiz İnsanlar
İslama Ait Ne Varsa
Yansın,Yıkılsın
Hani İnsan Hakları Vardıya !...
Umurundamı Medeni Dünyanın
Onların Haçları Ayakta’ya!.....
X X X
Bir Çocuk Gördüm Bosna’da
Ablasının Kucağında
Çocuk Annesiz . Aç,Sahipsiz
Ya O Abla; Biçare Kimsesiz.
Yaşıtları Oynarken Sokakta
O Anne Olmuş
Sarılmış Sıkı Sıkı ,Ufacık Yavruya.
Cılız Kollarıyla Onu Tutmak İçin
Çabalıyor Ayakta Durmak İçin
X X X
Ya Çağdaşlar!...
İnsan Hakları Havarileri
Geçmişler Televizyon Başına
Ellerinde İskoç Viski Çikolata
Görmüyorlar Zulmü , Akan Kanı
Aç İnsanı,Yetim Çocukları
Zeytin Dalı Uzatıyorlar
Taşa,Kayaya,Oduna.
Bilmiyorlarmı Kaya Duymaz
Odun Uzanmaz Zeytin Dalına
Ama Taşlar Dayanmaz
Mazlumların Feryadına

Mustafa Yolcu - 20.4.1994

KARANLIK

Karanlık
Gözün Görmediği
Bilinmeyen Bir Yer
İşte Orası
Aydınlanmalı Artık
Kapkara Eller
Orayı Örtmemeli
Tanyeri Ağardığı Gibi
Önce Yavaş Yavaş
Sonra Apaydınlık
Olmalı Heryer
Bir Şey Gizlenmeden
Bilinmeli Herşey
İşte O Zaman
Hakem Olmalı Koca Millet
Sorgulanmalı Devirler
Eğer Varsa Suçlu
Cezası Verilmeli
Eğer Yoksa Suçlu
İlahi Adalet
Tecelli Etmeli


31.10.1994


Mustafa Yolcu

SELAM SANA AİLE

Sevginin Ve Şevkatin
Çabanın Ve Zahmetin
Bıkılmayan Hizmetin
Kaynağıdır Aile.
X
Nehir Olup Fırat İle
Uçup Giden Turna İle
Gurbette Mektup İle
Selam Sana Aile.
X
Tüm Dertlere İlaçtır
Acıktığında Aştır.
Herkez Ona Muhtaçtır
Sıcaçık Yuva Aile.
X
Yorulunca Dinlendiğin
Hasta İken İyileştiğin
Derdini Söyleştiğin
Sırdaşındır Aile.
X
Sevgi İle Doluşun
Anne,Baba Oluşun
Herşeyini Verişin
Sembolüdür Aile.
X
Orda Küskünlük Olmaz
Orda Riya Bulunmaz
Orda Ücret Alınmaz
İşte Orası Aile.
X
Herşeyi Paylaşmak Orda
Sevgiyle Kaynaşmak Orda
Mutluluk Ararsan Orda
İşte Orası Aile.
X
Olsanda Paşa,Vali
Bakan,Milletvekili
Bir An Unutamazsın
Sevgili Aileni.


Mustafa Yolcu

12 Haziran 2008 Perşembe


2 Haziran 2008 Pazartesi

MUĞLA - ULA


YENİMAHALLE - ÇOCUKLAR


DÜNYANIN YÜKÜ


YIL 1970 HACIPİRİ MAHALLESİ


İSKİLİP TE SEL BASKINI


1972- İskilip HANÖNÜ CAMİİ selden sonra

İskilip’te bahçe sulamak çok zor bir işti.
Sabah ezanı ile birlikte kalkılır, karanlıkta uyku mamurluğu ile yola çıkılırdı.

Bahçemiz Abduliçi denen mevkide, değirmen germecinin altında bulunuyordu.
Evden uzaklığı 40 dakika falan sürerdi.
Bahçeye giderken su arkında bulunan su bahçeye doğru 1.5 km. mesafeden yönlendirilir, suyun başka bahçelere akması önlenirdi. Yani erken gelen suyu sahiplenir, sonra gelenler sırasını beklerdi. Bahçeye gelen su kesilir ise bu suyun başkası tarafından kendi bahçesine akıtıldığı anlaşılırdı. Bu durumda yapılması gereken su arkını takip ederek suyun başına doğru gitmek, su nerde çevrilmiş ise oraya kürek ile toprak ve taş atarak suyun önünü kesmek gerekiyordu.
Bu şekilde bahçe sulaması bitinceye kadar suyun takibi yapılırdı.

Annem bahçede durur, su aktığı sürece suyu mayşalama diye tabir ettiğimiz bahçenin ayrılmış kısımlarına tutardı.

Bahçe kendi içinde tahta denilen ana parçalara, her tahtada bahçenin büyüklüğüne göre 5-6 mayşalama ya ayrılırdı.

Bizim bahçe 7 tahta büyüklüğünde, 2500.-m2 alanı vardı.

Suyun bahçeye girmesi ile sulamanın bitmesi 6 -7 saati alıyordu. Sabahleyin saat 4.00 da bahçeye suyu verirsek, işimiz saat. 10 – 11 gibi biterdi.

Bundan sonra bahçeyi sulamış olmanın, bunu başarmış olmanın verdiği keyif ile evden getirdiğimiz bohça açılırdı. Bohçanın içinde ekmeğimiz, varsa başka bir katık olurdu. Asıl zevkimiz yeşil lahana yaprağını yıkayarak içine yaptığımız domates salatası idi. Domates, salatalık, maydanoz, yeşil soğan bahçeden taze taze koparılır salata için servise konulurdu.

Yedi saatlik yorgunluktan sonra o salatayı yemek öyle bir zevkli olurdu ki, kuzu dolmasını aratmazdı.

Rahmetlik annem bir hafta öncesinden bahçeye sulamaya gideceğimizi bildirdi. Bende sulama deyince endişe başlar, bundan kurtulmanın yollarını arardım.
Ben gitmemek için her bahane uyduruşumda annem “o zaman ben yalnız başıma giderim” derdi. O zaman söyleyecek bir şey kalmaz” ana ben seni hiç yalnız gönderir miyim” derdim.
Tarih 26.08.1972 idi.

Bahçeyi sulamaya gitme günü geldi çattı. Sabah ezanı okunurken annem gelip beni kaldırdı. Annem sabah namazını kılıncaya kadar bende bahçeye gitmek için hazırlığımızı tamamladım.

Yanımıza erzak bohçamız, içme suyumuz, küreğimizi alarak yola çıktık. Meğel denilen çapamız bahçede saklı dururdu.

Su arkından suyu tutarak, suyu bahçemize ulaştırdım. Annem ve ben iki ayrı ağızdan bahçeyi sulamaya başladık. Aradan 30 dakika geçmedi ki bizim su kesildi.
Öfke ile bahçeden çıkarak suyu takibe başladım. Su bahçeye 150 metre mesafede kesilerek başka tarafa yönlendirilmiş.
Suyu hemen bizden tarafa yönlendirirken; bir taraftan da “bu suyu kim kesti” diye bağırıyor, keseni görmek için etrafıma bakınıyordum. Görünürde kimse yoktu.

Tekrar bahçeye dönerek sulamaya devam ettim. Aradan 15-20 dakika ancak geçmişti su tekrar kesildi.
Bahçeden çıkarak su arkını takibe başladım. Bizim su yine aynı yerden kesilmişti.
Suyu tekrar bizden tarafa yönlendirdim. Gelip giden var mı diye orada biraz bekledim. Yine ses seda yok. Bu sefer oradan biraz uzaklaşarak orayı gözlemeye başladım.

Biraz sonra bir teyze gelerek suyu bahçesine çevirmeye başladı. Bizim suyu çevireni bulmuştum.

Hemen oraya giderek “ne yapıyorsun teyze” diye sordum. Bana benim suyumun önünü kesiyorlar dedi. Yaşımın verdiği cahillik ile bağırarak “ Yalan söylüyorsun. Ben sabah ezanı buraya geldim. Bahçemi suluyorum, sen benim suyumu kesiyorsun” diye söylendim. Ayrıca burada beklediğimi, bir daha suyumu keserse kötü olacağını bildirdim.

Anneciğim hem bahçeyi suluyor, hem de endişe ile bahçemizde beni bekliyordu. Bahçe sulama sırasında sık sık kavga olurdu.

Bahçeye gelerek sulamaya devam ettim. Suyumuz hiç kesilmeden saat 11 gibi bahçeyi sulamayı bitirdik.

Sıra işin zevkli kısmına gelmişti. Bahçede oturduğumuz, yemek yediğimiz yere köşk denirdi. Annem salatalık malzemelerini toplamış, bende salatayı yapacağımız yeşil lahana yapraklarını koparmıştım.
Bahçeye gelirken getirdiğimiz içme suyumuz ile güzelce salatalık malzemelerimizi yıkadık. Annem ustalıkla malzemeleri lahana yaprağının üzerine doğradı. Üzerine tuzumuzu da dökerek ekmek ile salatayı karıştırdık. Artık yemeye hazırdı. Afiyet ile karnımızı doyurduk.

Yorulduğumuz için oturduğumuz yerden kalkmayı istemiyorduk.

Eve götürmek için bahçeden topladığımız sebzeleri bohçaya koyarak eve doğru yola çıktık. Hava kapalı gibi idi. Öğle vakti olmasına rağmen güneş yoktu. 40 dakika yürüdükten sonra eve geldik. Evimiz Hacı piri mahallesinin Hanönü camisinin yanında idi. Camiden sonra çarşı ile aramızda Akçay deresi bulunuyordu.

Ocağa çay koyup, birde çay keyfi yapacaktık. Evdekilere biraz yatacağımı, çay olunca beni kaldırmalarını söyledim. Yattım Ama uyuyamıyordum.

Kuvvetli bir rüzgar çıktı. Hava aniden karardı. Gök gürültüsü ile birlikte şiddetli bir yağmur başladı. Yağmur adeta bardaktan boşanırcasına yağıyordu.

Yağmur kesildikten sonra aradan 15- 20 dakika geçmiş tiki derenin kenarından sel geliyor diye bağırmaya başladılar.

Hemen üzerime elbiselerimi giyerek derenin başına gittim. Sel derenin yarısından fazlasını doldurmuş, durmadan da yükseliyordu. Oradan ayrılıp evimizin yanına geldim. Bağrışmalar durmuyordu. Sel köprünün üzerinden de taşmaya başladı. Derenin kenarından sürüklediği traktör römorkunu köprünün başına kadar getirmişti. Römork selin dereden gitmesini engelliyor etrafa taşkına yol açıyordu. Sel caminin etrafından bizim eve doğru gelmek üzere idi ki gürültü ile köprü yıkıldı.

İskilip’in içinden iki dere akıyordu. Bizde dereye çay denilir. Bunlar Meydan çayı, Akçay idi. Meydan çayının su alma havzası daha büyük olduğundan buradan daha fazla sel gelirdi. İki çay İskilip’in hemen altında, mezbaha nın yanında birleşirdi. Bu kesişme yeri selin akışını önlediğinden İskilip’in içinde taşkını meydana geliyordu.

Sel artık çarşının içinden akıyor, herkes merak ile olacakları bekliyordu. Biz evi terk etmiş yakınımızda olan halamlara gitmiştik. Bir süre sonra sel azaldı ve çayın kendi mecrasından akmaya başladı.

Köprümüz yıkılmıştı. Karşıya geçemiyorduk. Bizim mahalleden, Bakırcılar çarşısına insan geçişini sağlayan köprü yüksek yapıldığından o köprü yerinde duruyordu.

Bir çok evi ve işyerini su basmıştı. Çarşının içi sel rusubatı ile dolu idi. Meydan çayı kenarında bulunan Şeyh Yavsi camii’nin içini yarısına kadar sel basmıştı. İçindeki su boşaltılmış ama tüm halıları mılık içinde idi. Halılar toplanmış, temizlenmek için bekliyordu.

Bizim bahçenin de iyice sulandığını düşünüyordum. Sel mutlaka bizim bahçeyi de basmıştı. Hem bahçeyi sulamak için verdiğimiz emeklerimize, hem de suyumuzu kesen teyzeye bağırdığıma üzülüyordum.

İki gün sonra arkadaşlar ile bahçeleri görmek için yola çıktık. Kotu alçak olan bütün bahçeleri sel basmış, içlerini mılık dediğimiz rusubat ile dümdüz etmişti. Bizim bahçeye geldiğimizde aynı durumu orada da gördük. Baştan sona kadar mılık dolmuştu. Artık su ihtiyacı kalmamıştı. Toplanacak sebzesi yoktu. Sadece ağaçlardaki meyvelerı kalmıştı.

Her şeyi veren rabbim dilediği anda da dilediğini alıyordu.

Mustafa Yolcu- 20.09.2008