5 Temmuz 2013 Cuma

TARİHİN İBRET SAYFALARI- 2


TARİHİN İBRET SAYFALARI- 2 

FİLİSTİN- 2 

Esirler sayılacak. Herkes tel örgünün dışına çıksın. Hepimiz güçlükle tel örgünün dışına çıkarak tek sıra olduk ve birer birer içeri girmeye başladık. Sayım bitmiş ve kendimizi çölün sıcak kumları üzerine bırakmıştık ki, tercümanın sesi tekrar duyuldu:  

-      Aranızda iki tane kaçak var. Tekrar sayım yapılacak, hepiniz tel örgünün dışına çıkın.

Oysaki hepimiz tamamdık. İçimizden kimse kaçmamıştı. Buna rağmen İngilizlerin, bize eziyet etme maksadı ile çıkardıkları bu yalanla, tekrar tel örgü dışına çıkmaya mecbur kaldık. Bu defa sayım tamam çıktı. Artık geceyi rahatça geçireceğimizi tahmin ederek olduğumuz yere çöktük. Fakat tercümanın sesi tekrar duyuldu.  

-      Esirler tel örgünün dışına çıkacak, hepsine yiyecek dağıtılacak!

Homurdanarak yerlerimizden güçlükle kalktık. Tel örgüden içeri girerken kapıdaki İngiliz subayı, hepimize birer baş acı soğan verdi. Güya İngilizler esirlerine yiyecek dağıtıyorlardı. Açlığa tahammülü kalmayan arkadaşlarımız, bu soğanı yedikleri takdirde susuzluktan kıvranacaklardı. O anda aklıma Arıburnun’da esir aldığımız İngiliz askerleri geldi. Birçoklarını ağır ağır yürüterek, yürüyemeyecek derecede bitkin olanlarını da sırtımızda taşıyarak, şefkatli sıhhiyelerimize teslim etmiştik. Hepsi muayeneden geçirildikten sonra, ağır yaralı olanlar revir çadırında bakıma alındı. Hafif yaralılara pansumanları yapılarak, bizim yediğimiz mercimek çorbasından birer tas verildi. Hatta hiç unutmam; tayınla mercimek çorbasını bitiren bir İngiliz esiri, eliyle sigara işareti yapınca Kirmastalı Yusuf belinden çıkardığı tütün kesesini İngiliz’in önüne atarak: 

-      “Sende kalsın, ben başka yerden bulurum”, diye Türk nezaket ve

Misafirperliğinin en güzel örneğini vermiş oldu. Bizim bu iyi niyet ve insani hareketimize karşı, İngilizlerin aç ve sefil olan bizlere kuru soğan vererek alay etmesi, aramızdaki farkı göstermesi açısından dikkat çekicidir.   

Özet olarak diyeceğim ki, bize yapılan bütün bu eziyetli davranıştan sonra çadırlarında viski, soda, havyarla zevki sefa yapan İngilizler; bize verdikleri birer baş acı soğanla açlığımızı gidermek ve susuzluktan yanmak, azap çekmek için bu oyunu oynamak adiliğinde bulunmuşlardı. Bir an düşündüm. 137 kişilik kafilemizin çoğunluğu binbaşı, albay rütbesinde olduklarından oldukça yaşlı idiler.   Ben ise 22 yaşında olmama rağmen etleri dökülmüş bir iskelet halinde idim. Kendimle kıyaslama yapınca, onların ne derece fazla azap çektiklerini takdir ettim. Fakat buna rağmen hiçbirisinin metanetini kaybetmeyişi ve olayları tevekkül ile karşılayışlarına da gıpta ettim. 

Vücutlarımız yorgunluğunu almadan sabah oldu. Ermeni tercümanın sesi ile uyanıp tek sıra oluyoruz. İngilizler ne tuvalet imkânı veriyor, nede bir yudum su. 

Tekrar yola çıkıyoruz. Güç hal ile kum çölü içinde ilerlemeye çalışıyoruz. Nereye gittiğimiz meçhul. Nereye gidiyoruz, ne olacağız, nasıl öleceğiz bunları düşünecek kadar dahi derman ve muhakeme kalmadı hiçbirimizde. Aç, susuz ve sefil bir halde kum deryası üzerinde ilerliyor, ilerliyoruz… 

Vakit akşama yaklaşırken nihayet bir istasyona geliyoruz. Yanımdaki kaymakam burada İngilizlerle savaştığından “ Gazze” diye bağırıyor. Burası Gazze. İngilizlere iki defa kötek attığımız meşhur Gazze.  

Çıplak vücutlu zayıf, sıska Araplar; İngiliz askerlerinin kamcısı altında demiryolu yapmaktalar. Kendi perişanlığımız, bunlara acımamıza mani oluyor.  

GAZZE ismi İngilizleri o kadar ürkütmüş ki, Osmanlılardan iki kere dayak yedikleri bu yeri bir türlü unutamıyorlar. Türkler burada çetin savaşlar yaparak İngilizleri perişan etmiş, iki defa Gazze semalarında Osmanlı sancağını şan ve şerefle dalgalandırmışlar.  

Nihayet trenimiz geliyor ve hareket ediyoruz. İkinci gün Süveyş kanalına geliyoruz. Bizi trenden bir kum vahasına indiriyorlar. Tercüman bizi sıralı safa sokarak soyunun diyor. Esasen üzerimizdeki paçavralar içinde, yarı giyinik yarı çıplak durumdayız. Neyi soyunacağız ki? Dipçik ve kırbaç darbeleri altında soyunuyoruz, ta ki anadan doğma oluncaya kadar. Bir elimiz önümüzde diğeri arkamızda, mukadderatımızı bekliyoruz. Etrafımızdaki İngiliz askerleri medeniyetten nasip almamış basit ve adi insanlar.

Tercümanın sesi tekrar kulaklarımıza kadar ulaşıyor:

-      Tek sıra haline geçin.

Vakur ve şerefli ordumun subayları, bu şekilde çırılçıplak olmaktansa ölmeyi tercih ediyorlar. İngilizler tek sıralı saf halinde bizi kum deryasının içine doğru yürümeye mecbur bırakıyorlar. 

Anlaşılan Çanakkale’de ve diğer cephelerde uğradıkları mağlubiyet ve hezimetleri, bir avuç Türk subayından çıkarmaya kararlı İngilizler. Yazık olmasın diye elbisemizi soydurarak çölde çırılçıplak öldürecekler. Fakat hiç birimizin yüzünde ölüm korkusu yok artık.  

Ölüm bizim ancak şerefimizi paklayacak. Bu alçalmayı çekmektense ölmeyi hepimiz istiyoruz.  

Kum sahada ellerimiz ayıp yerlerimizde olduğu halde ilerlemeye devam ediyoruz. Karşımıza dört tane İngiliz askeri çıkıyor, aralarında bir tanede fıçı var. İşaretle en önde yürüyenin fıçıya girmesini istiyorlar. Değerli bir arkadaşım güçlükle fıçıya giriyor. Başını fıçı içine sokmadığı için değnekle vurarak, başını da sokmaya mecbur ediyorlar. Hepimiz aynı suya giriyoruz. Fakat çıktıktan sonra günlerce sıcaktan kavrulmuş ve çatlamış olan yerlerimiz bu kükürtlü suyun tesiriyle yanmaya başlayınca, ayıp yerlerimizi saklamaya lüzum görmeden kumların içinde dört dönüyoruz. Allahın adi bir yaratığı olduğuna bu vesilelerle inandığım İngilizler ise, bu acınacak halimize sırıtarak gülüyorlar. 

Oradan tek sıra halinde, bir vagonun başına getiriliyoruz. Vagonun kapısını açan Araplar, elbiselerimizi tomar halinde dışarı fırlatıyorlar. İngilizler yine dipçik ve kırbaçla başımızda, tercüman ise:

-      “Çabuk giyinin” diye bağırıyor.

Bu çırılçıplak halden kurtulmak için elimize ne geçerse giymeye çalışıyoruz.

Pek tabi ki, hepimizin vücudu aynı olmadığından bazılarımıza dar gelen elbiseler, bazılarımıza bol geliyor. Acayip bir halde gelen ikinci trene binerek, Kahire’ye doğru hareket ediyoruz. Tercüman Kahire’ye gidiyoruz demesine rağmen trenimiz İskenderiye de duruyor. Trenden bizi indirerek, Seydibeşir denilen bir mahalle doğru sevk ediliyorlar. Seydibeşir, İskenderiye ye 6 kilometre mesafede ve deniz kenarında bulunan esir kampı. 

Bu birinci fasıl esaret hayatında geçirdiğimiz günlerin acı hatırası ile şu anda bile iliklerime kadar titriyorum. İngiliz askerinin esirlere karşı göstermiş olduğu gayri insani ve gayri ahlaki hareket, şu anda bile gözümün önünden gitmiyor. Ve Seydibeşer kampına getirilinceye kadar gördüğümüz muamele ile Şam’ın Mezra denilen o uğursuz yerinde şahit olduğum feci ve iğrenç manzaraları, ufak rütbeli bir subay olarak şiddetle telin ederken, takdiri büyüklerimize ve Türk tarihine bırakıyorum.  

Şahsen şu kanaatteyim ki: “Bir Türk askeri savaş sırasında esir olmaktansa; kanının son damlasına kadar savaşmalı ve düşman kurşunu ile şehit olmayı, esaret hayatına milyonlarca defa tercih etmelidir.” 

Bu yazı, Arma yayınlarının
Çanakkale Hatıraları adlı
Kitabından alınmıştır.

 

1 Temmuz 2013 Pazartesi

TARİHİN İBRET LEVHALARI- 1

TARİHİN İBRET LEVHALARI- 1

FİLİSTİN CEPHESİ- 1
Birinci Dünya harbinin son yıllarında idi. Ben 23. Alayın 1. Makineli tüfek bölüğünü kumanda ediyordum. Alayımız 48.Tümen kumandanı Asım Gündüz’ün emrinde, Filistin Şeria mıntıkasında İngilizlerle birçok muharebeler yaparak, altı aydır Şeria nehrinin gerisindeki sırtları tutuyoruz. Müttefiklerimizin teslim olduğu, İngilizlerin Filistin cephesinde başlarına Alenby namında eski bir kumandanın getirildiği duyumlarını alıyorduk. Düşmanın sağ yanımıza yaptığı saldırı neticesinde, bütün Filistin cephesinde geri çekilme hareketi başlamıştı.

İçinde bulunduğumuz durumun, harbin son safhası olduğu şeklinde yorumlanıyordu. 48. Tümenin, bulunduğu cephede hiçbir baskıya maruz kalmadan Şam istikametine geri çekilme emri alınmış, 23. Alayımız ise Alay kumandanı Ahmet Fuat beyin kumandası altında Şam’a doğru yürüyüşe geçmişti. Hâlbuki buradaki Türk Alayı, gerek kendi vatanımızı ve gerekse Osmanlı uyruğundan olan diğer toplumları korumak için gelmişti. Oysa Arap bedevileri bunu idrak edemeyerek, yaralılarımızın bile üstlerini soyarak öldürdükleri esefle görülüyordu. Şam’a geldiğimiz zaman caddeden geçen, geri çekilen Alman birlikleri havaya ateş ederek kamyonlar içinde ilerliyorlardı. Şam’da kısa bir moladan sonra, yolumuza tekrar devam ettik. Şam’ın sıcak iklimi içinde güneş adeta başımızı delercesine tepemize çökmüştü. Asker sıcaktan bitkindi. Alayımız ve diğer birlikler yürüyüş sırasında ikinci bir ateş tehdidi altında kaldık. İlk gördüğümüz manzara düşman birliklerinden gelen subayların bize seslenmeleri idi. Subaylar, silahlarımızı bırakarak teslim olmamızı istiyorlardı. Neticede bu durumu kabulden başka çare kalmadığını görerek teslim olup, diğer esirlerin bulunduğu yere götürüldük. Bizden önce esir düşenler müttefik birliklerine aittiler.

Sıcaktan bunaldığımdan bir kenara çekilerek, yorgunluğumu gidermek için uzanmıştım. Askerlerimizden birisi yanıma sokularak:

Kumandanım, dedi. Tümen kumandanımız Asım beyle, Alay kumandanımız Ahmet Fuat bey de buradalar. Bir zeytin ağacının altında esir olarak yatıyorlar. Hemen yerimden kalkarak yanlarına koştum. Kumandanlarım büyük bir ümitsizlik içinde idiler. Zaten hepimiz üzgün ve manen yıkılmış vaziyette idik. Fakat yinede cesaretimizi kırmayarak, kurtulmak ümidi içinde bulunuyorduk.

Burada geçirdiğimiz üç beş sıkıntılı günden sonra, kampta bulunan binbaşı rütbesine kadar yüksek rütbeli subayların adedi sorularak; kendilerinin başka bir yere nakledileceği söylenmekte idi. Yapılan bir sayımdan sonra kampta 136 subay olduğu İngilizlere intikal ettirildi. Bu durum beni fazlası ile üzmüştü. Her ne pahasına olursa olsun, kendime Binbaşı süsü vererek kumandanlarımdan ayrılmak istememiş ve onların kaderine kendimi severek ortak etmiştim.

Ertesi gün mevcudu bildirilen subaylar alınmak üzere, bulunduğumuz yere kamyonlar gelmişti. Bu kafilenin arasında bende vardım. Fakat tekrar sayım yapıldığı zaman, mevcudun 137 oluşu İngiliz kumandanı sinirlendirmişti. Sanki mutlaka benim bulunmam için alay kumandanını sıkıştırıyor, alay kumandanımız ise dikkatle beni süzerek “ Bize de mani olma, ne olur çık Sokrat der gibi içli bir bakış atıyordu.”

Ben bu tasarladığım planda muvaffak olmuştum. Zira meselenin üzerinde daha fazla durulmayarak, kamyonlara bindirilmiş, gideceğimiz yere hareket etmiştik.

Bir müddet sonra kamyonlar Taberiye gölü kenarında durdular. Burada hususi şekilde hazırlanmış bir kampa alındık. Tümen kumandanımız Asım Gündüz Bey ve Alay kumandanımız Ahmet Fuat Bey, açlıktan bitkin bir vaziyetteydiler. Naklimiz sırasında, kamyonlarda bulunan İngiliz askerlerinin erzak sandıklarındaki kuru peksimet kırıntılarını toplayarak, ceplerimi doldurmuştum. Bunları suyla ıslayarak kumandanlarıma ikram ettim. Çok sevinmişlerdi. Ama gelecek zaman için bir şey düşünemiyorduk. Tamamen burada açlığa susuzluğa terk edilmiş, kaderin hakkımızda kılacağı hükme boyun eğerek, beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yoktu.

Taberiye gölünün kenarında şafak yeni sökmüştü. İngilizlere hizmet eden Ermeni tercüman avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
- Esir subaylar, haydin kamyonlara binin.  
Bizi almaya gelen kamyonlardan birine binerek, öğleye doğru çadırlı bir ordugâhın bulunduğu mahalle geldik. Ermeni tercümandan öğrendiğimize göre, öğle yemeğini burada yiyecektik. Bir süre bekledikten sonra bizi sekizer kişi ayırarak, içimizden bir kişinin gelmesini ve yiyecek almamızı söylediler.

Erzak çadırına girdiğim zaman, içerdeki genç İngiliz askerlerine biraz taklit yaptım. İngilizler soğuk insanlar olmalarına rağmen, bazılarının da şakayı sever insan olduklarını daha önce öğrenmiştim. İngiliz bu hareketimden hoşlanmış olacak ki oda bana şaka yollu takıldı. Şakayı daha ileri götürmeden, işaretle karnımın çok aç olduğunu anlatmaya çalıştım. İngiliz yerden aldığı bir torbayı bana uzattı. Kaldıracak güçten yoksundum. Günlerce açlık ve sefalet çekmiştim. Fakat bir anda arkadaşlarım gözümün önüne gelerek, torbayı hemen kucakladım. Torbayı sırtladığım gibi doğru arkadaşlarımın yanına koştum. Torbayı açınca içinden, 10 okka kadar hurma çıkmasın mı? Hepimiz, günlerden beri aç midelerimizi bu nefis hurmalarla doldurma yarışına başladık. İkinci gidişimde erzak çadırında yine İngiliz vardı, biraz taklitten sonra bu defa bana bir torba kuru üzüm vermek lütfünde bulundu. Bu üzümlerden çok az kısmını yedik. Diğerlerini bu ziyafetten mahrum kalan arkadaşlarımızla gizli olarak, avuç avuç paylaştırdık.

Yemekten sonra bizi yola çıkardıkları zaman, yediğimiz hurma ve üzümün tesiri ile susamaya başladık. Fakat hiç suyumuz yoktu. Bir ara keşke hurma, üzüm yemeyip, diğer arkadaşlarımız gibi kuru peksimet yeseydik diye hayıflandık. Yol uzadıkça susuzluğumuz artıyor, bazı hayvan izlerinde tesadüf ettiğimiz bulanık sularda hararetimizi söndürmeye çalışırken, bizi takip eden İngiliz süvarileri kılıçlarının tersi ile sırtımıza, başımıza darbeler indiriyorlardı.

Nihayet hava kararırken; büyük bir tel örgü ile çevrilmiş kampa geldik. Mevcudumuz Binbaşı, Albay ve kaymakam olmak üzere 137 kişi idi. Daha doğrusu 137 iskelettik.

Günler boyunca Arabistan çöllerinin kavurucu sıcağında mücadeleden çok, müttefik kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile esir düştüğümüzden dolayı, manen bitik vaziyette idik. Tel örgülerden içeri girenler kendilerini oldukları yere atıverdiler. Yorgunluk ve azap içinde geçen günlere, vücudumuz artık mukavemet edemez oldu. Bu anda ermeni tercümanın sesi duyuldu:

1 / 2 Devam edecek.
 
Bu yazı, Arma yayınlarının

Çanakkale Hatıraları adlı

Kitabından alınmıştır.