TARİHİN
İBRET SAYFALARI- 2
FİLİSTİN-
2
Esirler
sayılacak. Herkes tel örgünün dışına çıksın. Hepimiz güçlükle tel örgünün
dışına çıkarak tek sıra olduk ve birer birer içeri girmeye başladık. Sayım
bitmiş ve kendimizi çölün sıcak kumları üzerine bırakmıştık ki, tercümanın sesi
tekrar duyuldu:
-
Aranızda
iki tane kaçak var. Tekrar sayım yapılacak, hepiniz tel örgünün dışına çıkın.
Oysaki
hepimiz tamamdık. İçimizden kimse kaçmamıştı. Buna rağmen İngilizlerin, bize
eziyet etme maksadı ile çıkardıkları bu yalanla, tekrar tel örgü dışına çıkmaya
mecbur kaldık. Bu defa sayım tamam çıktı. Artık geceyi rahatça geçireceğimizi
tahmin ederek olduğumuz yere çöktük. Fakat tercümanın sesi tekrar duyuldu.
-
Esirler
tel örgünün dışına çıkacak, hepsine yiyecek dağıtılacak!
Homurdanarak
yerlerimizden güçlükle kalktık. Tel örgüden içeri girerken kapıdaki İngiliz
subayı, hepimize birer baş acı soğan verdi. Güya İngilizler esirlerine yiyecek
dağıtıyorlardı. Açlığa tahammülü kalmayan arkadaşlarımız, bu soğanı yedikleri
takdirde susuzluktan kıvranacaklardı. O anda aklıma Arıburnun’da esir aldığımız
İngiliz askerleri geldi. Birçoklarını ağır ağır yürüterek, yürüyemeyecek
derecede bitkin olanlarını da sırtımızda taşıyarak, şefkatli sıhhiyelerimize
teslim etmiştik. Hepsi muayeneden geçirildikten sonra, ağır yaralı olanlar
revir çadırında bakıma alındı. Hafif yaralılara pansumanları yapılarak, bizim
yediğimiz mercimek çorbasından birer tas verildi. Hatta hiç unutmam; tayınla
mercimek çorbasını bitiren bir İngiliz esiri, eliyle sigara işareti yapınca
Kirmastalı Yusuf belinden çıkardığı tütün kesesini İngiliz’in önüne atarak:
-
“Sende
kalsın, ben başka yerden bulurum”, diye Türk nezaket ve
Misafirperliğinin
en güzel örneğini vermiş oldu. Bizim bu iyi niyet ve insani hareketimize karşı,
İngilizlerin aç ve sefil olan bizlere kuru soğan vererek alay etmesi,
aramızdaki farkı göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Özet
olarak diyeceğim ki, bize yapılan bütün bu eziyetli davranıştan sonra
çadırlarında viski, soda, havyarla zevki sefa yapan İngilizler; bize verdikleri
birer baş acı soğanla açlığımızı gidermek ve susuzluktan yanmak, azap çekmek
için bu oyunu oynamak adiliğinde bulunmuşlardı. Bir an düşündüm. 137 kişilik
kafilemizin çoğunluğu binbaşı, albay rütbesinde olduklarından oldukça yaşlı
idiler. Ben ise 22 yaşında olmama rağmen etleri
dökülmüş bir iskelet halinde idim. Kendimle kıyaslama yapınca, onların ne
derece fazla azap çektiklerini takdir ettim. Fakat buna rağmen hiçbirisinin
metanetini kaybetmeyişi ve olayları tevekkül ile karşılayışlarına da gıpta
ettim.
Vücutlarımız
yorgunluğunu almadan sabah oldu. Ermeni tercümanın sesi ile uyanıp tek sıra
oluyoruz. İngilizler ne tuvalet imkânı veriyor, nede bir yudum su.
Tekrar
yola çıkıyoruz. Güç hal ile kum çölü içinde ilerlemeye çalışıyoruz. Nereye
gittiğimiz meçhul. Nereye gidiyoruz, ne olacağız, nasıl öleceğiz bunları
düşünecek kadar dahi derman ve muhakeme kalmadı hiçbirimizde. Aç, susuz ve
sefil bir halde kum deryası üzerinde ilerliyor, ilerliyoruz…
Vakit
akşama yaklaşırken nihayet bir istasyona geliyoruz. Yanımdaki kaymakam burada
İngilizlerle savaştığından “ Gazze” diye bağırıyor. Burası Gazze. İngilizlere
iki defa kötek attığımız meşhur Gazze.
Çıplak
vücutlu zayıf, sıska Araplar; İngiliz askerlerinin kamcısı altında demiryolu
yapmaktalar. Kendi perişanlığımız, bunlara acımamıza mani oluyor.
GAZZE
ismi İngilizleri o kadar ürkütmüş ki, Osmanlılardan iki kere dayak yedikleri bu
yeri bir türlü unutamıyorlar. Türkler burada çetin savaşlar yaparak İngilizleri
perişan etmiş, iki defa Gazze semalarında Osmanlı sancağını şan ve şerefle
dalgalandırmışlar.
Nihayet
trenimiz geliyor ve hareket ediyoruz. İkinci gün Süveyş kanalına geliyoruz.
Bizi trenden bir kum vahasına indiriyorlar. Tercüman bizi sıralı safa sokarak
soyunun diyor. Esasen üzerimizdeki paçavralar içinde, yarı giyinik yarı çıplak
durumdayız. Neyi soyunacağız ki? Dipçik ve kırbaç darbeleri altında
soyunuyoruz, ta ki anadan doğma oluncaya kadar. Bir elimiz önümüzde diğeri
arkamızda, mukadderatımızı bekliyoruz. Etrafımızdaki İngiliz askerleri
medeniyetten nasip almamış basit ve adi insanlar.
Tercümanın
sesi tekrar kulaklarımıza kadar ulaşıyor:
-
Tek
sıra haline geçin.
Vakur
ve şerefli ordumun subayları, bu şekilde çırılçıplak olmaktansa ölmeyi tercih
ediyorlar. İngilizler tek sıralı saf halinde bizi kum deryasının içine doğru
yürümeye mecbur bırakıyorlar.
Anlaşılan
Çanakkale’de ve diğer cephelerde uğradıkları mağlubiyet ve hezimetleri, bir
avuç Türk subayından çıkarmaya kararlı İngilizler. Yazık olmasın diye
elbisemizi soydurarak çölde çırılçıplak öldürecekler. Fakat hiç birimizin
yüzünde ölüm korkusu yok artık.
Ölüm
bizim ancak şerefimizi paklayacak. Bu alçalmayı çekmektense ölmeyi hepimiz istiyoruz.
Kum
sahada ellerimiz ayıp yerlerimizde olduğu halde ilerlemeye devam ediyoruz.
Karşımıza dört tane İngiliz askeri çıkıyor, aralarında bir tanede fıçı var.
İşaretle en önde yürüyenin fıçıya girmesini istiyorlar. Değerli bir arkadaşım
güçlükle fıçıya giriyor. Başını fıçı içine sokmadığı için değnekle vurarak,
başını da sokmaya mecbur ediyorlar. Hepimiz aynı suya giriyoruz. Fakat
çıktıktan sonra günlerce sıcaktan kavrulmuş ve çatlamış olan yerlerimiz bu
kükürtlü suyun tesiriyle yanmaya başlayınca, ayıp yerlerimizi saklamaya lüzum
görmeden kumların içinde dört dönüyoruz. Allahın adi bir yaratığı olduğuna bu
vesilelerle inandığım İngilizler ise, bu acınacak halimize sırıtarak
gülüyorlar.
Oradan
tek sıra halinde, bir vagonun başına getiriliyoruz. Vagonun kapısını açan
Araplar, elbiselerimizi tomar halinde dışarı fırlatıyorlar. İngilizler yine
dipçik ve kırbaçla başımızda, tercüman ise:
-
“Çabuk
giyinin” diye bağırıyor.
Bu
çırılçıplak halden kurtulmak için elimize ne geçerse giymeye çalışıyoruz.
Pek
tabi ki, hepimizin vücudu aynı olmadığından bazılarımıza dar gelen elbiseler,
bazılarımıza bol geliyor. Acayip bir halde gelen ikinci trene binerek,
Kahire’ye doğru hareket ediyoruz. Tercüman Kahire’ye gidiyoruz demesine rağmen
trenimiz İskenderiye de duruyor. Trenden bizi indirerek, Seydibeşir denilen bir
mahalle doğru sevk ediliyorlar. Seydibeşir, İskenderiye ye 6 kilometre mesafede
ve deniz kenarında bulunan esir kampı.
Bu
birinci fasıl esaret hayatında geçirdiğimiz günlerin acı hatırası ile şu anda
bile iliklerime kadar titriyorum. İngiliz askerinin esirlere karşı göstermiş
olduğu gayri insani ve gayri ahlaki hareket, şu anda bile gözümün önünden
gitmiyor. Ve Seydibeşer kampına getirilinceye kadar gördüğümüz muamele ile
Şam’ın Mezra denilen o uğursuz yerinde şahit olduğum feci ve iğrenç
manzaraları, ufak rütbeli bir subay olarak şiddetle telin ederken, takdiri
büyüklerimize ve Türk tarihine bırakıyorum.
Şahsen şu
kanaatteyim ki: “Bir Türk askeri savaş
sırasında esir olmaktansa; kanının son damlasına kadar savaşmalı ve düşman
kurşunu ile şehit olmayı, esaret hayatına milyonlarca defa tercih etmelidir.”
Bu yazı, Arma
yayınlarının
Çanakkale Hatıraları
adlı
Kitabından alınmıştır.