3 Eylül 2008 Çarşamba

PROF.DR.SAYIN CELAL ŞENGÖR

Radikal de çıkan mektubunu esefle okudum.

Yine ayrı bir yazınızda kendinizi bu memlekete ait olarak görmediğinizi , bu ülkede yetişmediğinizi , bu ülkeye ait olmadığınızı yazıyorsunuz.

Sayın…size hocam demiyorum; siz böyle denilme sinede karşısınızdır Sayın mösyö benim ülkemde olup , ülkemin imkanlarını kullanıp , benim insanımın yüksek değerlerine sataşıp , benim mahallemde salyangoz satıyorsunuz.

Sizin düşüncelerinizin azınlık olmasına rağmen benim insanımın baskı altına alınması, horlanması , küçük görülmesi için mi ; benim ecdadım kurtuluş mücadelesini verip , Çanakkale harbinde yamyam Avrupa sına karşı savaşını edip kanını akıttı. Binlerce şehidim senin hayalindeki düşünceler uğruna mı gözlerini kırpmadan hayatlarını feda ettiler. Halen sınır boylarında nöbet bekleyen binlerce Mehmetçik sizin kafanızdaki idealler uğruna mı oralarda bekliyorlar ?..

Birde sayın üniversite profesörleri sizi YÖK üyeliğine seçmişler. Bur ova onlara bula bula sizin gibi yazılarınızda kendinizi özetlediğiniz özellikte birisini bulmuşlar.

Mösyö size Ankara hukukta olmuş bir olayı anlatacağım.

Yıl 1975 . Ders Anayasa hukuku . Hoca;Bülent Nuri Esen . Sene başında dersin çağdaş hocası sınıfa geliyor ve diyor ki :( Arkadaşlar dersimizin başında size bir konuyu açacağım. Ben Allaha inanmıyorum. İçinizde inanan var ise onunla tartışalım. Allah varsa bana varlığını ispatlasın. İspatlayamıyorsanız benim dediğimi kabul edeceksiniz. Benim anlattıklarımı kabul edeceksiniz. Ben dersimi ataist bir çizgide anlatırım.)

Yer 250 kişilik anfi. Bir talebe ayağa kalkıyor ve ( Bu konuyu ben sizinle tartışmak istiyorum ) diyor.Karşılıklı konuşma başlıyor.

Talebe: Hocam bir nar ağacını ele alalım. Bu ağaç kışın yapraksız kupkuru kalır . Dibine beslensin diye hayvan pisliğini gübre olarak sererler. Bahar olur , yaz gelir dallarından nar meyveleri sallanmaya başlar. Peki o kupkuru , dibinde hayvan pisliği olan ağaçtan o nefis meyve nasıl meydana geliyor. Diye sorduğumda ( tabiattan ) dedi. Tabiat ne diye sordum. O ağaca şifresini kim veriyor. Kim vazifelendiriyor. O muhteşem meyve nasıl oluşuyor.O ağaçta elma armut muz olmuyor da niye hep nar meyvesi çıkıyor?.........

Olgunlaşmış bir narı dalından koparalım. Bıçak ile narı ikiye bölüp size versem sizin gibi düşünen bütün ilim adamlarınız yan yana gelse , dünyanın bütün tekniğini birleştirse , narın zarlarını birleştirip kabuğunu bütünleştirip; hiç kesilmemiş şeklinde eski haline getirebilir mi ? diye sordum. Getiremezler dedi.

Bende : Bunun sahibi yaratıcısı Allah o kuru daldan , hayvan gübresi ve su nimeti ile hayata can veriyor . Sizin bu büyük güce allaha inanmanız gerekir dedim.
O sırada ders zili çaldı ve hoca konuşmamızı kesip dersten çıktı.

1975 Yıllarında okul solcuların kontrolünde idi.Sınıfta etrafımı çevirdiler , gerici yobaz bir daha bu okula gelme defol git. Bir daha bu okula gelirsen bu okuldan senin ölün çıkar diye beni ite kaka okuldan çıkardılar. Bende derslere giremez oldum.

Ama Bülent hocada rahatsızlanmış. Ailesi hasta haneye yatırmış. 1975 Yılında vefat etmiştir.

Evet sayın mösyö. Tarih Firavunların, Nemrutların ,Ebu Cehillerin,Lenin, Stalin , Karl Marx , Mao ların kıssaları ile dolu.

Siz diyorsunuz ki ( ÜNİVERSİTE DE OKUYAN , BİTİREN DOĞMALARA İNANMAZ ) Ben ise okudukça , pozitif ilimleri öğrendikçe yaratıcının gücünü daha çok görüp anladım. İnsan aklının açziyetini daha ışığı yer yüzüne ulaşmamış gezegenlerin olduğunu öğrenince fark ettim. Genetik denilen her canlının ayrı ayrı şifresini , ve bu şifreyi koyan gücü , tuzlu ve tuzsuz denizin birbirine karışmamasını , ana karnındaki üç karanlığı , en küçük zerredeki harikalığı fark ettiğimde anladım.

Bir şey daha anladım ki ; Nuh tufanında Nuh peygamber inandırıp oğlunu gemiye bindirememiş. Peygamberler oğlunu karısını inandıramamış. Hz. Muhammet amcası Ebu Lehep’i inandıramamış.

Bir şey daha anladım ki ; gözleri kör ,kulakları sağır , hissi olmayan insanların inanmaları kabul etmeleri de imkansız.

Aşık Veysel demiş ki( KİM OKURDU KİM YAZARDI. KOYUN KURT İLE GEZERDİ. BU DÜĞÜMÜ KİM ÇÖZERDİ FİKİR BAŞKA BAŞKA OLMASA.)

Şu anda Avrupa da bir kavram var. Gerçek bir Avrupalılık İyi bir hıristiyan olmakla olunur.

Siz ise: ALLAH’A İNANAN, İNANANLARIN OLDUĞU ÜNİVERSİTEYİ KAPATMAK kararı veriyorsunuz.

Bizim toplumumuzda başı örtülü olanlar ile örtüsüz olanların arasında bir problem yok.

Problem : HIRSIZLAR İLE,SOYSUZLAR İLE,BU ÜLKEYİ BÖLMEK , AİLE DÜZENİMİZİ YIKMAK İSTEYENLER İLE VAR.

Mösyö rahat olun , huzurlu olun. Kendi kendimiz ile barışık olduğumuz sürece bu ülke herkese yetecek kadar büyük.

MUSTAFA YOLCU - ANKARA

2 Eylül 2008 Salı

MÜHENDİS VE KAMU YÖNETİMİ-ANKARA

Ülkemizde kamu yönetimi bürokratlar tarafından yürütülmektedir.

Bürokratlar teknik olmayan okul mezunu olup bunlar devletin “ idari , mülki , emniyet iç işleri , dış işleri , işletme ,finans , teftiş , adli “ görevlerinde karar mekanizmalarında yer almaktadırlar.
Teknik okul mezunu olan memurlara mühendis mimar denilmekte olup bunlar devletin “ teknik hizmetlerinin yürütülmesinde ve az sayıdada teftiş görevlerinde “ yer almaktadırlar.

Kamuda bazı çalışma alanlarını ele aldığımızda :

1- İÇ İŞLERİ BAKANLIĞI: Merkez teşkilatı; Mülkiye müfettişleri ve illerde Valilikler, ilçelerde Kaymakamlar vasıtası ile Başbakan , Bakanlıklar adına görevlerini yürütürler. Görev alanları idari ve tekniktir. Mülkiye müfettişleri idari ve teknik konularda teftiş görevlerini yerine getirirler. Valiler görevlerini vali yardımcıları ile birlikte yaparlar. Görevleri idari ve teknik alanları içine almasına rağmen; mülkiye ve hukuk mezunu olan valiler teknik görevleri de yerine getirmeye çalışırlar.

Valilerin teknik olan görevlerini mühendis olan bir vali yardımcısı ile birlikte yürütmesinde yapılan işlerin sağlığı açısından yarar bulunmaktadır. Mülkiye müfettişleri mülkiye ve hukuk fakültesi mezunudurlar . Görev alanlarında bulunan dairelerin teknik denetimini de yapmaktadırlar. Teknik olmayan birisinin teknik teftiş ve denetimi yapması yanlıştır. Bir çok yanlışları meydana getirmektedir. Bu tür teknik denetimlerin mimar ve mühendislerce yapılabilmesi için bu kadrolara mimar ve mühendislerde atanmalıdır.

2- ADALET BAKANLIĞI: Adaletin temini için kurulan bu bakanlığın asli unsuru olan hakim ve savcılar hukuk nosyonuna sahip hukuk fakültesi mezunu bürokrattırlar. Bu görevlerini yerine getirirken dosyalardaki bir takım konuları bilirkişilere havale ederek bu raporlar doğrultusunda davaları karara bağlarlar. Dava konuları : kişilik hakları , ceza , ticaret , iş , kadastro , gayri menkul , inşaat , kamulaştırma , borçlar , devletler arası hukuk konularında yer almaktadır. Burada da görüldüğü gibi dava konularının bir kısmı teknik bilgi ve nosyonu gerektirmektedir. Bunların sadece bilirkişi raporu ile sonuçlandırması sorunu çözmemektedir. Kaldı ki bilirkişilik konusu da bütün boyutları ile masaya yatırılıp yeniden düzenleme yapılması gerekmektedir.

Mahkemeler ve yüksek mahkemeler ihtisas mahkemeleri haline dönüştürülerek, davalar ihtisas mahkemelerine yönlendirilmeli ve teknik nosyonu gerektiren mahkemelerde çift hakim görev yaparak bu hakimlerden bir tanesinin mimar veya mühendis olması sağlanmalıdır. Böylece daha bilinçli ve hukuk + teknik gözle davalar incelenerek karar safhasına gelinebilir. Adaletin kusursuz olarak temini için bu gerekli ve şarttır. İhtisas Mahkemelerine mimar ve mühendis kökenli hakimlerinde atanması davalara ve mahkemelere yeni bir bakış tarzı getirecektir.

3- TEFTİŞ – DENETLEME KURULLARI VE MÜFETTİŞLER: Bu kurullarda görev alan denetleyici ve müfettişler teknik ve idarı konularda denetim yapmaktadırlar. Teknik nosyona haiz olmayan müfettişlere teknik konularda denetim yetkisi verilmektedir. Bu yanlıştır. Teknik olmayan birisine teknik denetim verilmemeli, bu görevler mimar veya mühendis olan müfettişlerce yapılmalıdır. Bu konularda hassasiyetle durulmalıdır. Aksi takdirde çok yanlış raporlar verilmekte veya raporlar sürüncemede kalmaktadır. Bu konu kural haline gelmelidir.

4– Devletin yönetimi sadece bürokratların elinde olmamalı , karar mekanizmalarında mimar ve mühendislerde yer almalıdır.

MUSTAFA YOLCU

SIR KAPISI - OSMANCIK


SIR KAPISI -OSMANCIK
Size bir arkadaşım tarafından bana aktarılan yaşanılan bir hadiseyi naklediyorum :

Yıl 1970 - yer Çorum – Osmancık ilçesi. İskilip’te Orta okulda okurken okul hayatım başarılı geçmiyordu. Babam ölmüş annemle birlikte İskilipte kalıyordum. Okul hayatım başarısız olunca benim Osmancıkta dişcilik yapan ağabeyimin yanına gitmem kararlaştırıldı.

Abiyim İskilip’e geldiğinde benide yanına alarak birlikte Osmancık ilçesine gittik. Ağabeyim bekardı. Dişçiliği oda ustasından öğrenmiş idi. Kendisine ahşap bir evden birinci kattan bir yer kiralamış, buranın bir odasında biz yatıyoruz diğer kısımlarında dişçilik işimizi yürütüyorduk. İşimiz pekiyi gitmiyordu. Ağabeyim düzenli olarak çalışmıyor, eline para geçerse arkadaşları ile içki kaçamakları yapıyordu. Ben ise hem Osmancığa uyum sağlayamamış, hem de ağabeyimin düzensiz olan hayatından sıkılıyordum.

Kış mevsimi geldi çattı. Bir sobamız vardı ama doğru dürüs yakacağımız yoktu. İşlerimiz ise hiç iyi gitmiyordu. İş yapar para kazanırsak zar zor ihtiyaçlarımızı gideriyor, karnımıza sıcak bir çay çorba giriyor idi. Para kazanamadığız günlerde bakkaldan borç yazdırıyorduk. Ama borcumuzu zamanında ödemediğimizden bakkalda borca mal vermek istemiyordu.

Sıkıntılı olduğumuz günlerden birinde akşam ekmekle pirinç çorbası içip erkenden yattık. Sobada yakacak odun ve kömürümüz yoktu. Ancak yatağın içinde yorgana sarılarak ısınmaya çalışıyorduk.

Sabah oldu ama ne ekmeğimiz, nede yiyecek bir şeyimiz vardı. Ağabeyim uyanmış ama uyanık olarak yatağın içinde yatıyordu. Bana yataktan çıkmamamı üşüyeceğimi söyledi. Bende itirazsız yatakta yatıyordum. Ama karnım acıkmış adeta midem zil çalıyordu. Ağabeyime karnımın çok acıktığını söylediğimde, yatta uyumaya çalış uyursan açlığın gider diyordu. Ama nafile uyuyamıyor, adeta kıvranıyordum.

Ağabeyim çarşıda işinin olduğunu söyleyerek evden ayrıldı. Bende yataktan çıkıp, üstümü sıkı sıkı giyinerek kendimi bir şeylerle oyalama çalışıyordum. O sırada kapı çalındı , kapıyı açtım bir müşteri gelmişti. Bana “dişlerinin çürüdüğünü kendisine takma diş yaptırmak istediğini. Bir takım takma dişin fiyatının ne olduğunu “ sordu. Bende dişin fiyatını tam olarak bilmediği , çarşıya giden ağabeyimin birazdan geleceğini , onu bekleyerek ağabeyim ile görüşmesini söyledim. Bunun üzerine bana “ sana kaparo olarak bir miktar para bırakayım. Ben sonra gelir ağabeyin ile görüşür dişlerimi yaptırırım “ dedi ve bana para bırakıp gitti.

Ben adeta uçuyordum. Bir yandan da hem ağlıyor hem de allaha şükrediyordum. Hemen çarşıya inip ekmek, peynir, zeytin, çay alıp eve geldim. Ocağa çay koyup kaynatırken ağabeyim geldi. Baktı ki kahvaltı masası kurulmuş , bunları nerden aldın dedi. Bende olanları kendisine anlattım . Ağabeyim “allah allah böyle şeyle de ilk karşılaşıyorum . Daha dişini görüp fiyatını kararlaştırmadan bu adam nasıl para bırakıp gitti “ dedi .

Bana para bırakan adamı bir daha hiç görmedim, dişini yaptırmaya gelmedi. Ama onun bıraktığı para bizi açlıktan kurtarmıştı. Bu hadiseyi her hatırlayışımda duygulanır, sahibimizin bizi unutmadığını, sıkıştığımızda ve her zaman yanımızda olacağını düşünür ona iyi bir kul olmaya çalışırım.

Mustafa Yolcu -23.11.2003