31 Aralık 2009 Perşembe

İSKİLİPLİ YOLCU: HACI ALİ DURSUN ( KOCA ALİ ) - İSKİLİP

İSKİLİPLİ YOLCU: HACI ALİ DURSUN ( KOCA ALİ ) - İSKİLİP

SAİNT ANTUAN KİLİSESİ

SAİNT ANTUAN KİLİSESİ


Kızım ile İstanbul’a gitmiştik.
İstanbul’da işimiz bitince Ankara’ya gitmek üzere kaldığımız evden ayrılarak Taksim meydanına geldik.

Taksimden sonra Beyoğlundan yürüyerek Eminönü’ne gidecektik.
Beyoğlunda de pek kalabalık yoktu.
Caddeden gelip gidenler, sanki film setine giden-gelen insanlar gibiydi.
Ankara’nın alışageldiğimiz kravatlı, takım elbiseli bürokratik yüzü yoktu.
Saint Antuan Kilisesinin önünden geçerken kızıma kiliseyi göstererek kilise hakkında bilgi vermeye çalıştım.

Günlerden 30 Aralık günü vakitte sabahleyin saat 10.00 gibiydi.
Kızım kapıda duran görevliye” kiliseye girip bakabilir miyiz” diye sordu.
—Görevli: “ Ayin var giremezsiniz.” dedi.
Ben devreye girerek” Ankara’dan geldik. Kızım kiliseyi görmeyi arzu ediyor. Müsaade ederseniz bakalım” dedim.
— Görevli: “ Şuanda içerde ayin var. Girerseniz ayinin sonuna kadar beklersiniz, hemen çıkamazsınız” dedi.

Görevlinin söylediğini kabul ederek kiliseye girdik.
En arkada bulunan sıraların birine oturarak, ayini izlemeye başladık.
İlk defa canlı olarak ayin izliyorduk.
Ayinin sonuna doğru kiliseye yardım için para toplanıldı.

Ayin sona erince papazlar çıkış kapısının önüne gelerek, kiliseden çıkan cemaati
Uğurlamaya başladılar.

—Kızım: “ Baba papazlar ile görüşebilir miyiz?” dedi.
Bende papazlar ile görüşmeyi istiyordum.
Kilisenin boşalmasını bekleyerek, yerimizden kalkıp papazların yanına gittik.
En önde bulunan papaza “ Sizinle görüşebilir miyim?” Dedim.
—Papaz: “ Şu anda müsait değilim. Ne görüşmek istiyorsunuz” dedi.
—Bende: “ Türkiye AB. girmek istiyor, AB Hıristiyan birliğidir diye bizi AB.’ne almak istemiyorlar.
Hz. Meryem bizimde Meryem anamız.
Hz. İsa’nın peygamberliğine bizde inanıyoruz.
Sizde bizde tek bir Allaha inanıyoruz.
Bütün bu ortak noktalardan sonra Avrupalıların Müslüman olan bizim milletimize karşı bu tavrının nedeni nedir? Diye sorduğumda.
—Papaz: “ Sizinle bizim Mesih imiz ayrı. Biz sizinle bir olamayız.” Dedi ve ekledi “ Bizim Noel programımız var. Onun için daha fazla vaktimiz yok. Teşekkür ederiz “ dedi.

Papazın bu cevabı kızımı ve beni şaşırtmıştı.
Burada görevli papazlar sıradan papaz değildi.
Birçok bilgiye ve nosyon a sahiplerdi.
Biz sanıyorduk ki “ Avrupa’nın Türkiye’yi AB.den dışlamasını doğru bulmuyoruz.
Üç semavi dinden biri olan İslamı, bizim inancımızdan ayrı görmüyoruz.” Veya buna yakın cevap vererek bizi uğurlarlar.

Bize verilen cevap beklediğimiz gibi olmadı.
Cevap “ Sizinle bizim Mesih imiz ayrı. Sizinle bir olamayız.” Olmuştu.
Anlaşılan Avrupalı dostlarımız! Böyle düşünüyor, bize karşı politikalarını böyle uyguluyorlarmış.

Mustafa Yolcu- Ankara
26.11.2009

İSKİLİPLİ YOLCU: TAASSUP VE ÖN YARGI

İSKİLİPLİ YOLCU: TAASSUP VE ÖN YARGI

TAASSUP VE ÖN YARGI

TAASSUP VE ÖN YARGI

İnsanlarda küçükken az, yaşı büyüdükçe çoğalan bir duygu.
Takım taassubu, parti taassubu, ideolojik taassup, din taassubu vs.
Taassubun temelinde insanın benliği yatmaktadır.
Biz ve ötekiler.
BİZ ( iyiyiz, biliriz, görürüz, güçlüyüz, doğrusunu biliyoruz.)
Ya ötekiler?
ONLAR ( kötü, bilmiyorlar, görmüyorlar, zayıflar, yanlış biliyorlar.)

Bu duygular ile kendinden başkaları ötekileştirilmektedir.
Bu sebeple güzellikler görülmemekte, olumsuz şeyler gündeme getirilmektedir.
Birileri toplumda bulunan farklılıkları ayrılık sebebi olarak göstermekte, ayrılığı gerçekleştirmek için her şeyi yapmaktadır.

Âşık Veysel ne demişti:
Kim okurdu, kim yazardı.
Bu düğümü kim çözerdi.
Koyun kurt ile gezerdi.
Fikir başka başka olmasa.

Farklı olmakta güzellikte var. Önemli olan bu güzellikleri bulup keşfedebilmektir.
Yaşadığımız dünyada farklı dillerde, renklerde, özelliklerde, coğrafyada insanlar bulunmaktadır.
Bazı insanlar maraton koşusuna katılır.
Bazı insanlar tekerlekli sandalye ile yaşar.
Kimimiz zengin, kimimiz fakir.
Bazı insanlar çok zeki, bazı insanlar az zekidir.
Avrupa da, Asya da, Amerika da yaşayabiliriz.
Eğer ÖNYARGILI olursak bu dünyayı kendimize zindan ederiz.

Ama ayrılıkları bir tarafa iterek:
Aynı dünyada yaşıyoruz, aynı havayı teneffüs ediyoruz.
Aynı mevsimleri, soğuğu sıcağı, aynı zamanı birlikte yaşıyoruz.
Diyebilirsek.
Farklılıkları değil de, birliktelikleri paylaşırsak daha güzel olmaz mı?
Bir insan ömrü, yaşadığı zamanı kendisine zehir edecek kadar uzun mu?

Erzurum Gazetesi yazarı İsmail Bingöl Bey makalesinde diyor ki:

’’Birbirimize hep önyargıyla yaklaşmanın, hep kendi söylediklerimizin doğru olduğuna inanmanın, birbirimizi dinlememenin, karşıt düşüncelere önem vermemenin bizi taşıyacağı yerlerde mutluluk, saadet ve huzur olduğunu iddia etmek, kuru bir lafızdan başka nedir ki?

Kavgalarımız ve kiminle, ne için kavga ettiğimiz üzerinde hiç kafa yormuyoruz ne yazık ki...
Birinde ya da bir şeyde hoşlanmadığımız bir yan bulduğumuzda, onu hepten bir kenara koyup, bütünüyle terk ediyoruz.

Verdiğimiz tepkilerin çoğunun ya yeri yanlış ya da zamanı…

DOĞRULARI, ÖNCE KİMİN AĞZINDAN ÇIKIYOR DİYE BAKIP, ONDAN SONRA DOĞRU OLDUĞUNA İNANIYORUZ.
Kesinkes doğru olduğunu bildiğimiz konularda bile, eğer bunu bizim tasvip ettiğimiz, bizim taraf olduğumuz biri söylüyorsa doğrudur diyoruz.

Bizim açımızdan bu özellikleri taşımayan birinin söyledikleri her ne kadar kayda değer olsa da; önemsizdir, eksiktir ve doğru değildir diye düşünüyoruz.

ASLINDA DÜŞÜNMÜYORUZ; BU BÖYLEDİR DİYE KESİN VE KESKİN BİR İNANÇLA YAKLAŞTIĞIMIZ İÇİN, DÜŞÜNMEDEN HEMEN REDDEDİYORUZ. “ ( 1 )

Ama gönlünü herkese açabilmek insanın derinliğini artırmakta, yüceleştirmektedir.
Aksi olduğunda:
Dünya iki padişaha az gelir.
Bir padişaha çok gelir.
Varın kararı siz verin.

( 1 ) İsmail Bingöl- Erzurum Gazetesi 6.12.2009


Mustafa yolcu- Ankara
8.11.2009

İSKİLİPLİ YOLCU: TARİH ŞUURU

İSKİLİPLİ YOLCU: TARİH ŞUURU: "bağlantılar"

TARİH ŞUURU

Tarih Şuuru

Mehmet Akif üstada sormuşlar” Efendim tekrar bir milli marş yazdırılmak istenirse yazar mısın?”
Oda cevap vermiş” Allah o günleri bir daha göstermesin”
Allah milletimize bir daha öyle zor günleri yaşatmasın.

Dününü bilmeyen insan, yarın ne olacağını bilemez.
Dünden ders almak gerekmektedir. Bizler bizden sonrasına dünü anlatamazsak, bu topraklar üzerinde durmanın bir bedeli olduğunu izah etmezsek! bunu izah edenler kendi haritalarına bu toprakları katmak için her şeyi yaparlar.

Dünü izah etmekte iyi bir ‘TARİH ŞUURU’ ile mümkün olur.
Rahmetli Turgut Özal’ın Başbakanlığı sırasında ülkemizi ziyaretine gelen Japon heyeti Özal’ın makamına çıkarak“Türk Eğitim sistemini araştırmak istediğini “ bildirir.
Turgut Özal da taleplerini kabul eder ve onlara “ Araştırmanız bitince tekrar bana gelin, sizinle araştırmanızın sonucu üzerinde görüşelim” der.
Japonlar araştırmalarını tamamlayarak Japonya’ya dönmeden önce Özalın makamına tekrar çıkarlar.
Özal onlara sorar “neler tespit ettiniz”. Heyetten bir yetkili cevap verir “ Efendim sizin gençliğinizde TARİH ŞUURU EKSİK”
Özal: Tarih Şuurundan neyi kastediyorsunuz?
Heyet: Efendim Japonya da biz ilkokul seviyesindeki tüm çocukları belirli dönemlerde okullarından alarak ülkemizin en gelişmiş teknolojilerinin sergilendiği fabrikaları gezdirir, hava yastıklı hızlı trenlere bindirerek seyahat ettiririz. Bu arada kendilerine ne kadar ileri teknolojilere sahip olduğumuzu, Japon olmaktan gurur duymalarını, bunun içinde çok çalışmamız gerektiğini söyleriz.

Aynı öğrencileri alıp bu sefer Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine götürür, emperyalist devletlerin bize neler yaptığını, binlerce insanımızı gözlerini kırpmadan katlettiklerini izah ederiz.
Eğer çalışmazsak, gayret göstermezsek aynı duruma düşeceğimizi anlatırız. Bu bilgilerle vatan ve millet sevgisini bir daha silinmemek üzere gençliğimize aşılarız.
Özal: Peki biz ülkemizde neyi örnek göstereceğiz?
Heyet: Efendim sizin ülkenizde daha büyük örnekler var. Çanakkale de binlerce evladınızı kaybetmediniz mi? Kurtuluş savaşını vermediniz mi?

Edirne’den Karsa tüm Anadolu’da benim milletim halen varsa bu ödenen bir bedelin karşılığıdır.

Bu vatanın taşının toprağının dili olsa da “ Ne baba yiğitler bu vatan için şehit oldu. Rus’a karşı direnebilmek için dedelerimiz Aziziyede, yedi düvele karşı Çanakkale’de gözlerini kırpmadan canlarını feda ettiler. Nene hatun anamızı elinde balta ile Ruslar ile savaşmaya gönderen sebep ne idi?” bunları bize bir bir anlatsa.

Tarih şuurunu çocuklarımıza aşılayabilmeli, güzel Türkçemizi düzgün bir şekilde öğrenmelerini ve konuşmalarını sağlamalıyız.

Şair ne demiş “ Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Vatan uğrunda ölen varsa vatandır.”

Mustafa Yolcu- Ankara

İSKİLİPLİ YOLCU: HACI ALİ DURSUN ( KOCA ALİ ) - İSKİLİP

İSKİLİPLİ YOLCU: HACI ALİ DURSUN ( KOCA ALİ ) - İSKİLİP

29 Kasım 2009 Pazar

TOKİ KONUTLARINA BAKIŞ

TOKİ KONUTLARINA BAKIŞ

Ülkemizde konut açığı vardı. Gelen iktidarlar konut açığını nasıl kapatacağız diye kara kara düşünüyorlardı.
Ülkemizde gecekondu sorunu vardı. Hazine arazileri yağmalanıyor, işgal edilmiş mahalleler meydana geliyordu.
Daha sonra çıkan imar affı ile gecekondular ruhsata ve tapuya kavuşuyordu.
1980 li yıllara gelindiğinde Başkent Ankara’nın yarısı imarlı alan, yarısı gecekondu alanı idi.
Yapılan gecekondular ile konut sorunu çözülmüyor, sadece oraya yerleşen insanların asgari ihtiyaçları karşılanmış oluyordu.

Konut ihtiyacının karşılanabilmesi için şu sektörler vardı:
1- Bayındırlık ve İskân bakanlığı Gecekondu önleme bölgeleri ile konut üretimi.
2- Yapı kooperatifleri ile konut üretimi.
3- Kat karşılığı konut üretimi.
4- Kendi arsası üzerine kendi evini yapmak.
Ülkemizin konut ihtiyacının karşılanabilmesi için her yıl “300 ile 700 bin arasında konuta ihtiyacı var. 2010 yılında Türkiye’nin yıllık yeni konut ihtiyacı 609 bin, 2015 yılında ise 809 bin olacak."
Her yıl 300 ile 700 bin konut yapılması gereken ülkemizde, bu ihtiyaç en sağlıklı bir şekilde nasıl karşılanacaktır?

Konut ihtiyacının TOKİ gibi özel kanun ile kurulmuş kurumlarca sağlanması konut yapım işini hızlandırmaktadır.
Belki de en akılcı çözüm yollarından birisidir.
Ama uygulama safhasına girildiğinde bu kurumunda bir takım eksik ve hataları olduğunu görmekteyiz.

Ana başlıklar altında bu eksik ve hataları şöyle sıralayabiliriz:
1- Başkanlığın kanunla verilen yetki ile Belediyeleri etkisiz kılmasının artı ve eksileri bulunmaktadır.
İmar planlarının TOKİ nin onayı ile yürürlüğe girmesi 1/25000 nazım plan kaidelerine uyulmamasına yol açmakta, bölge emsalleri göz ardı edilerek yerine yüksek inşaat emsali verilmektedir.
2- Ruhsat ve proje onayı ile Belediye bürokrasisine takılmadan inşaata başlanılması, işin hızlanmasını temin etmektedir. Ayrıca ruhsat maliyetini de düşürmektedir. Ama binalarda tip proje uygulaması yanlıştır. Bölgesel projeler üretilmeli, proje hataları revize edilmelidir.
3- Başkanlığın inşaat kontrol teşkilatının olmaması, bunu sadece sözleşmeli müşavir firmalara yaptırması hatalıdır.
İnşaatların kontrolünde Belediyelerin, Bayındırlık ve İskân il müdürlüklerinin de devreye sokulması gereklidir.
En ideali ise müşavirlik firmalarının üzerinde kontrol yetkilisi olarak Bayındırlık ve İskân İl müdürlüğü teknik elemanlarının görev yapması sağlanmalıdır.
Belediyeler ise İmar kanununun verdiği kontrol yetkisini kullanmalı ve Yapı Kullanma İzin Belgesinin Belediyeden alınması sağlanmalıdır.


4- İnşaat ihalelerinde uygun müteahhidin tespitinde sadece düşük fiyat tercih nedeni olmamalı, müteahhitlerin daha önce yaptığı inşaatlardaki değerlendirme puanı asıl faktör olmalıdır.
Müteahhide davetiye gönderilirken müteahhit değerlendirme notu yüksek olan müteahhide davetiye göndermelidir.
5- İnşaatlar gruplandırılırken konut sayısı yüksek tutulmamalı, bir şantiye alanında birden fazla inşaat şirketi bulunması sağlanmalıdır.
Bu durum şirketlerin aralarında rekabeti artıracak, inşaatların kaliteli olmasını ve zamanında bitmesini sağlayacaktır.

TOKİ ye ait konutları gezdiğimde şu hususları tespit ettim:

A- Konutların mimari projelerinin üzerinde yeniden bir çalışma yapılarak projeler revize edilmelidir. Binaların kat sahanlıkları büyük tutulmuş olup, bu alanlardan dört konut yararlanabilecekken katta iki daire bulunmaktadır. Kat sahanlıkları duvarları 100cm. Yüksekliğe kadar sert bir malzeme ile kaplanmalıdır.( seramik, BTB, mozaik kaplama)
B- Katlara yapılan sandık odaları estetik olmamıştır. Adeta katlara gecekondu havası vermiştir. Bu odalar ya daire içine açılmalı ya da bodrum katlarda düzenlenmelidir. Sandık odaları merdiven sahanlıklarına kesinlikle açılmamalıdır.
C- Daire giriş kapılarının ahşap olarak düzenlenmesi hatalı olmuştur. Binalara taşınan daire sahipleri ahşap kapıları çelik kapıya dönüştürecek, mevcut kapılarda ziyan olup gidecektir. Bu hata yapılmamalı idi. Bu durum milli servet kaybına neden olacaktır.
D- Giriş kapıları ahşap kapı iken, Fransız balkonlara WOLKSVAGEN SÜRME KATLANIR KAPI yaptırmanın manası nedir? Bu kapılar kullanım amacından fazla maliyet getirmiştir.
E- Mevcut enerji yönetmeliğine göre 1.1.2010 tarihinden itibaren toplam inşaat alanı 1000 m2 yi geçen binaların merkezi ısıtma sistemi ile ısıtılması gerekmektedir.
TOKİ ye ait 10 katlı binalarda kat kombisi ile ısıtmayı görünce şaşırdım. Bu hata nasıl yapılmıştır. Kat kombileri ısınma maliyetini yükseltmekte ve kombili binalar yeterince ısıtılamamaktadır. Isı merkezi kurularak binaların buradan ısıtılmasında yarar vardır.
Bu konuyu ilgili belediyesine ilettiğimde “TOKİ ye ait binalarda kontrol yetkilerinin olmadığı, bu nedenle yaptırımlarının da bulunmadığını bildirmişlerdir.
F- Binalarda katta en az dört daire olacak şekilde proje düzenlenmelidir. Bu durum inşaat maliyetini azaltacaktır.
G- Kapalı otopark hiç düşünülmemiş olup, kazanç amaçlı konutlarda kapalı otoparkların düzenlenmesinde yarar vardır. Otopark olarak ayrılan alanların otopark hesabı ile uyumlu olup olmadığı kontrol edilmelidir.
H- Binalar site yönetimi kurulacak şekilde düzenlenmeli, güvenliği sağlamak için etraflarına duvarlar yapılarak, giriş- çıkış kapıları konulmalıdır. Aksi takdirde şu anda çimlendirilen, ağaç dikilen alanlara bakılmayacak, çimler kuruyacaktır. Site yönetimli, güvenlikli binalar daha değerli ve arzu edilir olmaktadır.

Kat karşılığı inşaat yapan müteahhitlerin inşaatları ile kooperatif inşaatlarını başka bir yazımda değerlendireceğim.

8.11.2009- Ankara
Mustafa yolcu

İYİMSERLİK- KÖTÜMSERLİK

İYİMSERLİK- KÖTÜMSERLİK

Bazı ortamlarda ruhumuz kararır, oradan negatif enerji ile ayrılırız.
Bazı ortamlara girdiğimizde oradan huzur ile ayrılır, yaşama sevinci ile dolarız.

Başkanlığını Mehmet Bozdemir beyin yaptığı İNSANİ DEĞERLER DERNEĞİNİN Cumartesi günleri düzenlenen toplantısından güzel duygular ile ayrıldım.

Buradaki toplantıda siyaset ve politika konuşulmuyordu.
Buraya çağrılan değerli konuşmacılar ‘İNSANİ DEĞERLER’ ile ilgili konularda birikimlerini dinleyenleri ile paylaşıyorlar.

Günün değerli konuşmacısı eski TBMM. Başkanımız Ferruh Bozbeyli idi.
Sayın Ferruh Bozbeyli konuşmasında dedi ki:
“- Dünya insanlar ile güzeldir. İnsanlar olmazsa dünya güzel olmaz.
Ülkemizde güzel şeylerde oluyor. Anlatacaksak bu güzellikleri de anlatalım”

Konuşması sırasında bir hatırasını anlattı:
“ - Bir televizyon programına katılmak üzere İstanbul’a gitmek için yola çıktım.
Hava alanına gitmek üzere taksiye bindim.
Hava alanına giden yol yeni yapılmış, düzenlemesi bitmek üzereydi.
Dedim ki”- Yolları ne güzel yapmışlar.”
Taksici hemen cevap verdi”-Beyim şu elektrik direklerinin sıklığına bak. Kim bilir hangi müteahhidi buradan köşe ettiler.”
Sordum “ - Sizin mesleğiniz mi bu elektrik işi, elektrik direklerinin aralarının yakın olduğunu nereden biliyorsunuz? “
Dedi ki “- Beyim göz kararı kestirdim!”

Uçak ile İstanbul’a vardığımda orada beni gideceğim televizyonun arabasıı bekliyordu.
Arabaya binerek televizyona gitmek üzere yola çıktık.
Yollar çok güzel yapılmış, refüjler’e çiçekler dikilmişti.
Dedim ki”- Refüjleri ne güzel çiçeklendirmişler.”
Arabayı kullanan şoför hemen cevap verdi “ -Beyim belediye bizim paramızı nerelere harcıyor görün işte! “

Öyle bir cemiyet haline gelmişiz ki, yapılan güzelliklere karşı çıkıyor, altında kötü manalar arıyoruz.
Sonrada hiçbir şeyden mutlu olamıyoruz.

Yıllar evvel bir yazı okumuştum.
İngiliz kız Maden Mühendisliğinde birlikte okudukları Afrikalı Zenci gence âşık olur.
Zenci gençle evlenmek istediğinde babası derki:
“- Kızım bu genç okulunu bitirip Afrika’ya gidecek. Orada burada gördüğünden apayrı bir yaşam tarzı ve insanlar var. Oraya uyum sağlayamaz, zorlanırsın. Bu yüzden düşündüğün bu evliliği uygun bulmuyorum”
Kız babasının karşı çıkışına aldırmaz ve zenci genç ile evlenerek Afrika’ya eşinin memleketine giderler.

Gittikleri yer İngiliz kıza göre apayrı yaşam tarzı olan bir yerdir.

Eşi sabah olup kahvaltıyı yaptıktan sonra işine gidiyor, kız evde yalnız başına kalıyor.
Çevrede yaşayanların dillerini bilmiyor, onlar ile anlaşamıyor akşama kadar evinde yapa yalnız duruyor.
Bir süre sonra İngiliz kızı için hayat çekilmez hale geliyor.
İngiltere de bulunan babasına mektup yazıyor:
“- Baba ben burada hapishane hayatı yaşıyorum. Eşimden başka kimse ile konuşamıyor, anlaşamıyorum.
Çoğu zamanda eve kapanıp kalıyorum.
Ne olur buraya gel de beni bu hapishaneden kurtar. Birlikte İngiltere’ye dönelim.”

Babası kızının bu mektubunu alınca ona cevabi mektup yazar:
“- Kızım hapishanede iki türlü insan yaşar.
Birincisi: Hapishanenin penceresinden yerin çamurlarına bakar.
Çamurlara baktıkça da içi kararır, hayatı tamamen kendisine yaşanmaz eder.

İkincisi: Aynı hapishanenin penceresinden gökyüzüne bakar.
Orada ayı yıldızları görür, harikuladeliklerin farkına varır.
Oraya bakmaktan, parlayan ay ve yıldızları seyretmekten mutluluk duyar.
Kızım bulunduğun hapishanenin penceresinden sende gökyüzünü seyret.
Çevrende bulunan insanlara yaklaşmaya, onlara yardımcı olmaya çalış.
Göreceksin onlarla gözlerin ile anlaşacak, onları seveceksin.”

İngiliz kız babasının bu mektubunu alınca günlük yaşamında değişikliğe gidiyor.
Ufakta olsa hediyeler vererek, çevresinde bulunan insanlar ile ilişki kurmaya çalışıyor.
Onlarla gözleriyle el kol hareketleriyle anlaşmaya çalışıyor.
Zenci çocuklarına İngilizce öğretmeye, onlarında dillerini öğrenmeye gayret ediyor.
Onlarla birçok şeyi paylaşıyor, paylaştıkça mutlu oluyor.

Bizimde çevremizde güzellikler var.
Bu güzellikleri görüp, onları diğer insanlar ile paylaşmaya çalışmalıyız.
Bunu yapabilirsek mutlu ve huzurlu oluruz.

Kötümser değil, iyimser olalım.
Çevremize iyi bakarsak güzel şeylerinde olduğunu görürüz…

Mustafa Yolcu- Ankara
24.11.2009

22 Kasım 2009 Pazar

KAT KARŞILIĞI MÜTEAHHİTLİK

KAT KARŞILIĞI MÜTEAHHİTLİK

Konut üretiminde yıllardır faaliyette bulunan sektördür.
Müteahhitler çok eleştirilmişler, tenkit edilmişlerdir.
Ama yinede bu sektörde bulunanlar 150- 200 imzalık bürokrasiyi geçerek, inşaat ruhsatını alıp kar yağmur demeden insanlara durabileceği bir mekânın kazandırmanın mücadelesini vermişlerdir.

Rahmetlik Turgut Özal bürokrasiyi azaltacağım demişti.
Bürokratik bir takım talepleri kaldırıp, işlerin hızlanmasını sağlamıştı.
Özal’ın sonrasında bürokratik talepler artırıldı. Sonrasında imzalar! İmzalar!

Her bürokratik talep ruhsat almayı zorlaştırıp maliyeti artırmakta, ilave maliyetlerde daire maliyetinin artmasına neden olmaktadır.
Artırılan her maliyet konutu alacak vatandaşa ek maliyet olarak dönmektedir
Başarılı bürokrat problemleri en iyi çözen bürokrattır.
“Belediyeler problem çıkarma yeri değil, problemleri çözme makamı olmalıdır.”

“İmar kanunu, Yapı denetim kanunu, Büyükşehir Belediyeleri kanunu, Kat mülkiyeti kanunu, Medeni kanun, Borçlar kanunu” Kat karşılığı inşaat yapan müteahhidin inşaat ruhsatı alımından, yapı kullanma izin belgesini alıncaya kadar müeyyideleri ile karşı karşıya olduğu kanunlardır.
Müteahhidin bu kanunları bilmesi veya bilen bir danışmanı yanında bulundurması gerekmektedir.
Aksi takdirde problemler çıkmakta, çıkan anlaşmazlıklar inşaatın zamanında bitmemesine sürüncemede kalmasına neden olmaktadır.
İş ehline yaptırılmadığı sürece, “kasabın bakkalın köftecinin “ müteahhit olduğu bir süreçte fen ve sanat kurallarına uygun inşaatı temin etmek mümkün olmamaktatır.

Yapı Denetim Kanunu çıkmadan önce Bayındırlık Bakanlığınca düzenlenen Yapı Denetimi konulu panelde TMMOB yetkilisi söz alarak” tıp fakültesini bitirmeyen doktorluk, hukuk fakültesini bitirmeyen avukatlık yapamadığı gibi mühendis olmayan İNŞAAT MÜTEAHHİTLİĞİ YAPMAMALIDIR. Bakanlık bunu sağlamalıdır” dediğinde bakanlık yetkilisi “bu zor bunu sağlayamayız” demişti.

Yine yukarıda bahsettiğim yapı denetim panelinde söz alarak” YAPI DENETİM KANUNUNU ÇIKARMANIZA GEREK YOK. MEVCUT İMAR KANUNUNU TAM MANASI İLE UYGULARSAK BU YETERLİ OLUR. BEN BU KANUNUN VERDİĞİ YETKİLERİ KULLANARAK YAPI DENETİMİNİ ANKARA- KEÇİÖREN BELEDİYESİNDE GERÇEKLEŞTİRDİM “ diye bilgi vermiştim.

Yapı denetim kanunu çıktı. Uygulamaya konuldu.
Uygulamada bir sürü problemler meydana geldi.
Şimdi ise Yapı Denetimin varlığı ile yokluğu belli değil.
Mühendis Fenni Mesullük imzasını asgari ücretin çok altında bir fiyata atıyorsa, Belediyeler Yapı denetim faaliyetlerini gerektiği kadar denetlemiyorsa bu işte aksaklıklar var demektir.




Yap –Sat müteahhitliği denilen iş kolunda şunlar yapılmalıdır:

1- Yapılan binaların müteahhitleri değerlendirmeye tabi tutulmalı, fen ve sanat kurallarına uyulmadan inşaat yapan özel ve tüzel kişilere müteahhitlik yaptırılmamalıdır.
2- Meslek odaları devreye sokulmalı, meslek içi murakabe sağlanmalıdır.
3-Belediyelerdeki lüzumsuz bürokrasi ortadan kaldırılmalı, ruhsat alma işlemleri kolaylaşmalıdır.
4- Piyasada bulunan inşaat malzemeleri görevli bir kuruluşça izlenmeli, TSE uygunluk belgesi olmayan uygunsuz malzemeler piyasadan toplatılmalıdır. TSE normuna uymayan malzemelerin gümrükten girişi engellenmelidir.
5- Maliye, iş kanunu, SGK uygulamaları gözden geçirilerek bürokratik engeller ortadan kaldırılmalıdır.
6- TOKİ müteahhitlere rakip olmamalı, onlar ile iş paylaşımı yapmalıdır.
Bu iş birliği inşaat ruhsatına bağladığı konut arsalarını “kat karşılığı, bina karşılığı “ müteahhitlere vermek şeklinde olabilir.
Müteahhitler inşaatı zamanında yapıp bitirmekle, maddi külfetini karşılamak ile mükellef olacak, TOKİ de kendine düşen konutların sahibi olacaktır.
Bu sağlandığında konut üretimi artacak yeni bir ivme kazanacaktır.

Hedef ülkemizde konut açığını nasıl kapatabilirim olmalıdır.
Bunun için çözüm yolları aranmalı, kolaylaştırmalı zorlaştırmamalıdır.

21.11.2009
Mustafa yolcu- Ankara

15 Kasım 2009 Pazar

AÇILIMI AÇALIM

AÇILIMI AÇALIM

Açılım ama neyin açılımı?
Amaç bu memleketin insanına yıllardır uygulanan baskıyı, sömürüyü kaldırmak ise açılımı yapalım.
Amaç Mamak’taki, Diyarbakır’daki cezaevlerinde bir zamanlar yapılan işkenceye son vermek ise, insana dışkısını yedirmeye son vermek ise bu açılımı yapalım.
PKK adı altında yapılan mücadele ile iki trilyon lira harcanmışsa, bu harcanan paranın hesabı sorulacaksa açılımı yapalım.
Türkiye üzerinden her yıl trilyonlarca liralık uyuşturucu Avrupa ya gidiyor, bunun parası birilerinin kasasını dolduruyorsa, açılım ile bunun yapanın üzerine gidilecek hesabı sorulacaksa açılımı yapalım.

21.02.2008 Kuzey Irak harekâtı sırasında ” Hedef PKK ve kamplarıdır. Kuzey Irakta PKK varlığı sona erecektir.” Yorumları yapılıyordu.
İçinde bulunduğumuz günlerde bu sonuca varılmak isteniyor. Ajandanın yaprakları birer birer açılıyor.
Bu ajandanın sahibi kim? Bu bizim ajandamız mı? Başkalarının yazdıkları icraat safhasına mı sokuluyor! Üzerinde durulması gereken konu bu.

DTP bu oluşumun neresindedir!
DTP nin sergiledikleri faaliyetler Espiyonaj faaliyetleri sonucumudur?
Askeri literatüre göre dağa çıkan PKK militanları, devletimiz ile adı konulmamış bir savaş halindedir.
DTP ise PKK ya sahip çıkıyorsa, onu destekliyor manasına gelir.
Devletimize savaş ilan eden bir zihniyet ile mecliste ve dışarıda nasıl birlikte olacak, onları nasıl içimize sindireceğiz!

Birde Ergenekoncular ile sınırdan giren PKK lılar kıyaslaması var ki bu çok yanlış.
Bu gün Ergenekonculara sahip çıkanlar, bu memleketin aydınları malum suikastlar ile öldürülürken, darbe öncesi sokaklarda sayısız bomba patlatılırken, toprağa binlerce mühimmat gömülürken neredeydiler!

Darbeler sırasında on binlerce insan hapishanelere atılıp, işkence görürken neredeydiler!
28 Şubat ve sonrası bankalar hortumlanırken neredeydiler!
Senin hırsızın kötü, benim hırsızım iyidir demeye kimsenin hakkı yoktur.
Kim suç işlemişse cezasını çekmelidir.
Suç işleyeni savunmaya kimsenin hakkı yoktur.

Ülkemizde defalarca iç savaş denemesi yapıldı. ( Gazi, Sivas, K.Maraş, Çorum, Dersim, Şeyh Sait vb.) Tahrikler sonucu ülke bir iç savaşa girer, bölünme ile karşı karşıya gelirse bunun vebalini kim ödeyecektir?
Kan üzerine kurulan saltanat, servet kime yarayacaktır?

Mevcut hükümete düşen açılımdan ne anladıklarını, ne yapmak istediklerini gerçek manada millete açıklamasıdır.
Kapalı kapılar arkasında bir şey kalmamalıdır.
Ellerindeki ajandada yazılanlar bizim yazdıklarımız mı; başkalarının yazdıklarımıdır?
Bunu bilmeye hakkımız vardır.

Eğer akan kanı durduracaklarsa, soyguna talanı engel olacaklar, bölünmeye engel olacaklarsa ‘ bu yapılanlar tarihe yazılacaktır.’
Bu mevcut hükümet için en büyük paye olacaktır.

Tersi olur akan kan durmazsa, memleket bölünme durumuna girer, soygun talan yine devam ederse’ bu hesabın altından sorumlular kalkamayacaktır.’

Gemi delinip batarsa bundan herkes zarar görecek, bunun vebalinden de sebep olanlar kurtulamayacaktır.

İktidar açılımdan ne anladığını gizlisi saklısı kalmadan açmalıdır.


31.10.1994

Yazı ile ilgili olduğu için 1994 yılında yazmış olduğum şiiri de yazıya ekledim.

01.11.2009- Ankara
Mustafa Yolcu

ERZURUMUN DEMLİ ÇAYI

ERZURUMUN DEMLİ ÇAYI

Arkadaşım MTA kurumunda çalışıyor idi.
Kurumun maden arama ve sondajları ile ilgili kamp kurma, malzemelerini getirip götürme işini yönetiyordu.
Ankara’dan kamyonlar ile çıkarlar, kampı kurarak Ankara ya dönerlermiş.

Erzurum’a sabaha karşı gelerek, Horasan a doğru yola çıkmışlar.
Bundan sonrasını arkadaşımın ağzından okuyalım:
“Arabaları kullanan şoförlerin uykusu gelmişti. Hem mola verelim, hem de biraz dinlenelim diye yol üzerinde bir lokantada durduk.
Hava soğuk olduğu için lokantanın içine girerek birleştirdiğimiz iki masaya oturduk.
Lokantanın sahibi gelerek ne istediğimizi sordu. Bizde çay istedik.

Aradan on beş dakika geçti çayın geldiği yok. Lokantanın sahibine çayları sorduk 'biraz sonra geliyor abi' dedi.
Sipariş vermemizden yarım saat sonra tavşankanı çaylarımız geldi.
Çayların yanında şeker karıştırmak için kaşık yoktu. Şekerlerimizde her bardağa bir tane olmak üzere sarı renkli pirinç kâseler içinde getirilmişti.
Çayı kıtlama çay olarak içecektik. Ağza bir parça şeker alınıyor, ağızda eriyen şeker ile çay içiliyordu.
Biz kıtlama çay içmeye alışkın değildik. Kâselerde şekerlerimiz bitti ama bardaktaki çaylarımızın yarısı duruyordu.
Lokantanın sahibi gür bıyıklı, iri yarı bir Erzurum dadaşıydı.
Biz çayımızı içerken o uzaktan bizi izliyordu.
Kendisine seslenerek biraz şeker getirmesini söylediğimde " abi sizin şerbet içeceğinizi bilseydim yarım saat sizi taze çay yapmak için bekletmez, size şerbet yapıp getirirdim" dedi.

Dadaş haklı idi. O güzelim tavşankanı çayı biz şerbet gibi içmiştik.”

03.11.2009- Ankara
Mustafa Yolcu

GÜZEL TÜRKCEMİZ

GÜZEL TÜRKCEMİZ

Ülkemizde Öztürkce diye bir faaliyet sürdürüldü.
Halkın konuşma dili, kelimeleri yerine başka kelimeler üretildi.
Okulda okunan kitaplar değişti. Kitapların içindeki kelimeler değişti.
Sabah olunca günaydın, akşam olunca tünaydın deniliyor.
Ayrılırken bay bay, goodbay deniliyor.
Lokantaya Sosyal otlangaç denildi.
Hatıra gitti Anı geldi.
Konuşma ya ise Söylev denildi.

Masa başında yazdılar, yazdıklarını zihinlere kazıdılar.
Şu anda konuşulan dil Öztürkçe mi oldu! Uydurukça dil mi oldu bunu iyi tespit etmek gerekiyor.

Nesilleri birbirinden koparmak, birbirine yabancı yapmak Öztürkçe cilik midir?

Ülkemizdeki yetişen üçüncü nesil değişimde hızını alamadı.
Bu kez her taraf yabancı kelimelerle yazılan tabelalar ve işyerleri ile “Pizza houtlar, Kafe ler, Dirimlant lar, Mikros, Metro, Carrefourlar” ile doldu.

Bakkal market, berber kuaför, lokanta restoran oldu.
Etli pidenin lahmacunun yerini pizza aldı.

Dilimizde üç ayrı safha geçirildi:
Matbuat… Basın… Medya
Usul… Yöntem… Metot
Faaliyet… Etkinlik… Aktivite
Mutabakat… Uzlaşı… konsensüs
Mesele… Sorun… Problem
İçtimaî… Toplumsal… Sosyal
Meclis… Kamutay… Parlamento
Kâtip… Yazman… Sekreter
Timsal… Simge… Sembol
Teferruat… Ayrıntı… Detay
Beyanname… Bildiri… Deklarasyon
Mensucat… Dokuma… Tekstil
Encümen… Kurul… Komisyon
Fevkalâde… Olağanüstü ..Süper
Şekil… Biçim… Form
Tarafsız… Yansız… Nötr
Taassup… Bağnazlık… Fanatizm

Yabancı kelimeler ile işyeri açmanın adı ilericilik, çağdaşlık oldu.
Bazı Üniversiteler tamamen yabancı dil ile eğitim vermektedir.

Böyle giderse insanlarımız, günlük hayatta yabancı dil ile konuşup anlaşacak.
Önce ticari faaliyet yapılacak, dil gidecek, din gidecek arkasından yabancı bayrak gelecek.
İngilizler dünya sömürge İmparatorluğunu böyle gerçekleştirmediler mi?

Bizim küçüklüğümüzde öğretmenlerimiz Atatürk’ün Nutkunu da, İstiklal Marşı’ nıda, Safahat’ında manasını anlıyordu.
Şimdi yetişen öğretmenler sözlüğü eline almadan bunların manasını anlıyorlar mı?

Üniversitede talebeliğimizin 1974 yılı idi.
Talebe evinde birlikte kaldığımız Yozgatlı bir arkadaşımız şunu anlatmıştı;
“ Benim Yozgat’ta 60 yaşında ebem ( babaanne ) var. Kulağı az duyuyor.
Bir gün radyoda haberleri açarak kulağına götürdüm.
Ebem haberleri biraz dinledikten sonra bana dönerek oğlum bunlar nece konuşuyu dedi “
Şimdi bu babaanne sağ olsaydı da şimdiki radyo- televizyon haberlerini dinlese idi acaba ne derdi?

Bizim ortaokul, lise, üniversitede okuduğumuz matematik, fizik, kimya, biyoloji, edebiyat terimleri tamamen değişmiş durumda.
Bizim kuşak, çocuklarının, torunlarının dersine yardım etmek istediğinde eline birde sözlük almak zorunda kalıyor.

Şimdi bu konuda yetkili olanlara soruyorum:
Dünyanın hangi ülkesinde bizimki gibi nesiller arasında diyalog, konuşma farklılığı var?
Arabamıza biniyoruz biz anne babalar Türk halk müziği, Türk sanat müziği dinlemek istiyoruz. Çocuklar bizim olmayan başka müzik türlerini dinlemek istiyorlar. Bu sebeple; arabada çocuklarımızla seyahat etmemiz bize sıkıntı verir oluyor.

İngilizlerin meşhur Şekspiri var. Tiyatro eserlerini 1594 yılından itibaren yazmaya başlamış. Aradan geçen dört yüz yıla rağmen bu eserin bir kelimesini değiştirmişler midir?
Hayır değişmemiştir. İngilizler lügatlerinden bir kelimeyi değiştirmek isteyeni vatan hainliği ile suçlamışlardır.
Bizdeki bu gayret ve uygulamalar niye?

Dil konumuzu yeniden ele alalım.
Güzel Türkçemize kıymayalım.
Nesilleri birbirinden koparmayalım.
Dil reformunu yaşayan Türkçeye sahip çıkarak yapalım.
Uydurulan kelimeler ile konuşulmayan kelimeler ile iyileştirme yapılamaz.
Bunun adı sadece dil katliamı olmaktadır.

Lisede okurken edebiyat hocamız bize şunu anlatmıştı.
“Oğlunu okuması için büyük şehre gönderen bir kadının oğlu memleketine gelir.
Kadın yıkadığı buğdaylarını bir örtü üzerine sererek, güneşte buğdayları kurutmaya çalışır. Oğlunu da buğdayın başına koyarak kuşların, tavukların buğday sergisine gelmemesini, gelirse kovmasını ister.
Oğlu buğday sergisinin başında beklerken civardaki tavuklar sergiye gelerek buğdayları yemeye başlar. Bunun üzerine oğlu anasına bağırmaya başlar;
Aney ebabiller ol mübareği katlediy
Anası içerden oğlunun bağırmasını duyar ve kendi kendine konuşur ’ oğlumun ağzına sağlık. Neler orenmişte, neler konuşuyu.
Oğlu tekrar bağırınca oğlunun neden bağırdığını merak eden anası serginin yanına gelir. Birde bakmış ki tavuklar buğdayları yiyor. Oğlunun müdahale ettiği yok. Anası sorar; ‘ Oğlum niye tavuklara buğdayları yediriyonda kovalamıyon?’
Oğlu cevap verir’ Aney ebabiller ol mübareki katlediy diye sana bağırdım ya’
Anası da ‘ dilini eşek arısı sokası, bende iyi bişey konuştun sanmıştım. “ der.

Güzel Türkçemize sahip çıkalım. Dil haznemizi zenginleştirelim.
Ne kadar çok kelime bilir onun ile konuşursak, zihnimizde o derece gelişir.

3.11.2009- Ankara
Mustafa Yolcu

ANKARADAN ERZURUMA

Ankara’dan Erzurum’a


Ben Erzurum’u ilk defa 1979 yılında gördüm.
Görevli olarak Erzincan’a uğradıktan sonra, Karsa gitmek için Erzurum’a geldik.
Erzurum benim için özel bir yerdi. Baba memleketim Bayburt olması dolayısı ile Erzurum’u da kendi memleketim gibi görüyordum.
Erzurum’dan trene binerek Karsın yolunu tuttuk. Hasan kaleye gelirken dudaklarımdan “Hasan Kalasında caketim kaldı “ sözlerini mırıldanıyordum. Yolun sağında ve solunda tabyalar vardı.
Merak ediyordum “Kara Göbek tabyası neresi” idi.
Kara Göbek tabyasını savunurken dedemin kardeşi orada şehit olmuştu.
Erzurum’a Rusların girmemesi için çarpışmışlar ama o şehit düşmüştü.

Mehmet Akif üstada sormuşlar” Efendim tekrar bir milli marş yazdırılmak istenirse yazar mısın”?
Oda cevap vermiş” Allah o günleri bir daha göstermesin”

Allah milletimize bir daha öyle zor günler göstermesin.
İnternet sitesine girerek Muhacirlik üzerine yazıları görmek istedim.
Erzurum –Bayburt muhacirliği üzerine o kadar az yazı ve belge var ki!

Dününü bilmeyen insan, yarın ne olacağını bilemez. Dünden ders almak gerekmektedir. Bizler bizden sonrasına dünü anlatamazsak, bu topraklar üzerinde durmanın bir bedeli olduğunu izah edemezsek! bunu izah edenler kendi haritalarına bu toprakları katmak için her şeyi yaparlar.

Dünü izah etmekte iyi bir ‘TARİH ŞUURU’ ile mümkün olur.
Rahmetli Turgut Özal’ın Başbakanlığı sırasında ülkemizi ziyaretine gelen Japon heyeti Özal’ın makamına çıkarak“Türk Eğitim sistemini araştırmak istediğini “ bildirir.
Turgut Özal da taleplerini kabul eder ve onlara “ Araştırmanız bitince tekrar bana gelin, sizinle araştırmanızın sonucu üzerinde görüşelim” der.
Japonlar araştırmalarını tamamlayarak Japonya’ya dönmeden önce Özalın makamına tekrar çıkarlar.
Özal onlara sorar “neler tespit ettiniz”. Heyetten bir yetkili cevap verir “ Efendim sizin gençliğinizde TARİH ŞUURU EKSİK”
Özal: Tarih Şuurundan neyi kastediyorsunuz?
Heyet: Efendim Japonya da biz ilkokul seviyesindeki tüm çocukları belirli dönemlerde okullarından alarak ülkemizin en gelişmiş teknolojilerinin sergilendiği fabrikaları gezdirir, hava yastıklı hızlı trenlere bindirerek seyahat ettiririz. Bu arada kendilerine ne kadar ileri teknolojilere sahip olduğumuzu, Japon olmaktan gurur duymalarını, bunun içinde çok çalışmamız gerektiğini söyleriz.

Aynı öğrencileri alıp bu sefer Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine götürür, emperyalist devletlerin bize neler yaptığını, binlerce insanımızı gözlerini kırpmadan katlettiklerini izah ederiz.
Eğer çalışmazsak, gayret göstermezsek aynı duruma düşeceğimizi anlatırız. Bu bilgilerle vatan ve millet sevgisini bir daha silinmemek üzere gençliğimize aşılarız.
Özal: Peki biz ülkemizde neyi örnek göstereceğiz?
Heyet: Efendim sizin ülkenizde daha büyük örnekler var. Çanakkale de binlerce evladınızı kaybetmediniz mi? Kurtuluş savaşını vermediniz mi?

Benim hemşerilerim şu anda Karsta, Erzurum’da, Bayburt’ta tüm Anadolu’da halen varsa bu ödenen bir bedelin karşılığıdır.

Erzurum’un taşı toprağının dili olsa da “ ne baba yiğitler bu vatan için şehit oldu. Rus a karşı direnebilmek için az susuz o tabyalarda neler yaşadılar. Nene hatun anamızı elinde balta ile Ruslar ile savaşmaya gönderen sebep ne idi?” bunları bize bir bir anlatsa.

Tarih şuurunu çocuklarımıza aşılayabilmeli, güzel Türkçemizi düzgün bir şekilde öğrenmelerini ve konuşmalarını sağlamalıyız.

Şair ne demiş “ Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Toprak uğrunda ölen varsa vatandır.”

Mustafa Yolcu- Ankara
12.11.2009

22 Ekim 2009 Perşembe

Ekim

HATAYIN KÜNEFESİ

Hatayın Künefesi


Bir arkadaşım iş icabı Hatay’a gitmiş.
Bana Hatay da başından geçen şunları anlattı:

“Hataya gidilirde künefe yenilmez mi?
İşlerimi hallettikten sonra; bana tavsiye edilen künefeci dükkânına girip, uygun bir masaya oturdum.

Dükkânın içinde birde ne göreyim. Dükkânın camekânı hariç tüm duvarlarına plastik iki litrelik kola, fanta şişeleri iki sıra halinde dizilmiş.
Duvarlar göz hizasında hiçbir özelliği olmayan sarı, kahverengi renkler ile doldurulmuş.

Ben olsaydım o duvarlara güzel tablolar asar, Hataya ait antika özellikli eşyalar ile dekore eder, hoş bir görüntü sergilerdim.

Garson siparişimi almaya geldiğinde, dükkânın sahibinin kim olduğunu sorarak öğrendim.
Künefe servisim yapılmış yememi beklerken; yakınımdan dükkânın sahibi geçmek üzere idi. Kendisini elim ile bir dakika beyefendi diye işaret ettim.
Seslenmem üzerine yanıma geldi buyurun dedi.

Bende kendisine ‘duvarlara dizilen kola şişelerinin güzel durmadığını, başka şeyler yapılırsa daha güzel olacağını söyledim ve sustum’
Patron yüzüme baktı ve ‘sana ne lan, istediğimi dizerim’ dedi ve yanımdan ayrıldı.

Kötü bir şey söylememiştim. Böyle bir karşılık beklemiyordum.
Hatta bana ne yapılabilir deseydi, ne yapacağı hususunda fikrimi söyleyecektim.

Bu karşılıktan sonra ne yapacağımı şaşırdım.
Önce künefeyi yemeden, dükkândan kalkıp gitmeyi düşündüm.
Künefe ise bana beni ye diye bakıyordu.
Uğradığım uygunsuz davranışa rağmen bir güzel künefemi yiyip, üzerine soğuk suyumu içerek, hesabımı ödeyip dükkândan ayrıldım.”

21.10.2009- Ankara

İKİNCİ EVLİLİK

İkinci Evlilik

İlk eşten ölüm veya ayrılıktan sonda gündeme gelen sorundur.
Yeniden evlilik yapılacak mı? Yapılmayacak mı?

Yaratan Mevla kadın ile erkeği, yan yana gelip birbirini tamamlasınlar diye yaratmış.
Kadın olsun, erkek olsun tek başlarına kaldıklarında avara kasnak gibi olurlar.
Gücü iletemezler. Noksandır, eksiktirler.
Evli iken girip çıktıkları ortamlara bekâr olarak girmekte zorlanırlar.

Kadının şansı birçok yere sığabilmesidir. Aileyi devam ettirir. Çocuklarının başında durur.
Çocuklarına hem analık, hem babalık ederler. Maddi sorunları yoksa çoğunlukla yeniden evlenmek istemezler.
Toplumumuzda bir atasözü vardır.” Dul kalan kadının bir eli yağda, bir eli balda olsa da; kanadı kırık kuş gibi olurlar. Uçmak isterler, uçamazlar.”

Hiç evlenmeyen kadın ve erkekler, uzun süre evlenmenin hayali ile yaşarlar.
Bu hayalin bir süresi vardır. O süre biterse evlenme hayalide sona erer.
Bundan sonrada beyaz atlı prensi de, prensesi de aramaz olurlar.

Bekâr erkek her yere giremez. Yalnız kalmaya kadın kadar dayanıklı değildir. Daha çok yalnızlık çekerler. Çocuklarına yalnız başına bakmakta zorlanır, çoğunlukla yeniden evlenmeleri gündeme gelir.

İkinci evlilik birinci evlilikten çok zor olur.
Yeni başlangıç değildir.
Bırakılan yerden yeniden başlama teşebbüsüdür.

Yalnız kalan, yalnızlık problemi ile baş başa olan anne babaya karşı, bazen çocukları acımasız davranır.
Anne ve babalarının ikinci evliliğine karşı çıkarlar.
Anne- babaları ile ilgilendiklerini, problemlerine ortak olduklarını zannederler.
Ama onların asıl yalnızlıklarını, çaresizliklerini fark etmezler.
Akşam olur evli çocuklar evlerine gider. Bekâr anne baba evinde düşünceleri ile baş başa kalır.

Bu durumdaki anne, baba çocukların rızasını almadan evlilik yapmada zorlanır.
Bazen çocukların karşı olmaları yüzünden; ikinci evlilikten vazgeçerler.

Kadın ile erkek, gençlikten daha fazla ihtiyarlıklarında birbirlerine ihtiyaç duyarlar.
Belli bir yaştan sonra kadın ile erkek, birbirlerine hayat arkadaşı olurlar.
Eş, arkadaş, sırdaş artık birbirlerinin her şeyidirler.
Duaları birliktedir. Ölseler de kalsalar da birlikte olmayı dilerler.
Allahtan; çocuklarının bakımına dahi muhtaç kalmamayı isterler.

Eşlerin birinin ölümünden sonra, geriye kalan anne veya baba ne yapacaktır?
Eşin yerini kim dolduracaktır?
Hele erkek yalnız bir hayatı nasıl sürdürecektir?

Eşini ve çocuğunu trafik kazasında kaybetmiş bir erkek, tamamen erkeklerin bulunduğu kalabalık bir toplantıda dedi ki “ Hanımlarınızın ağzına lokmayı eliniz ile verin. İlk hanım kaybedilince onun yerini tutacak bulunmuyor ”


Bende kendisine “yeniden bir evlilik yapmasını, yalnız yaşamanın zor olduğunu “ söyledim.
Oda cevaben “ İlk hanım evi barkı düzene koyar, çocuklarına mal biriktirmeye çalışır. İkinci hanım ise, evlendiği erkeğin malına ortak olmaya, elindeki malı almaya çalışır.” Dedi.

Bu konuyu pekiştirmek için yaşanmış bir olayı nakletti.
İlk eşini kaybeden 62 yaşlarında birisi, ikinci kez evlenmek aşamasına geliyor. Evlenecek olan kadının şartları şunlar.
1- İkiyüzellibin liraya yakın değeri olan evin tapusunun üzerine yapılması. 2- Elli bin liralık altın takı takılmasını. 3- Kadının banka hesabına ellibin lira yatırılması. 4- Evlendiği kişinin sonunda maaşı.

Şartlar kabul ediliyor ve evlilik gerçekleşiyor.
Aradan beş ay geçiyor. Erkek bir sabah uyandığında bakıyor ki; evin hanımı ortada yok. Telaş ile kalkıp evin etrafına bakıyor, etrafta da yok. Komşularına soruyor ‘ benim hanımı gördünüz mü, diyorlar ki hanımın otobüs yazıhanesine doğru gidiyordu.’

Adamcağızda o gün otobüse biniyor ve eşinin eski evine gidiyor. Eşini orada buluyor. Eşine soruyor: Haber vermeden niye buraya geldin?
Eşi cevaben: Artık evliliğimiz sona erdi. Ben buradayım. Sen kendi evine git.
Adamcağız ne dedi ise çaresiz. Neticesinde adam yalnız başına evine dönüyor.
Bir gün ayrıldığı eşinden bir telefon geliyor. ‘ Senden aldığım evi şu fiyata satıyorum. İster o parayı ver, evi sen al. Evi istemezsen başka müşteri alacak.’
Neticede evini tekrar kadından satın alır. Evin parası, takıları ve bankaya yatırdığı parası boşa gider.

İkinci evlilik üzerine anlatılan bunun gibi birçok hikâye var.
Eşler birlikte iken birbirinin kıymetini bilmeli, basit şeyler için birbirini üzmemelidir.
Ayrılmak kolay ama ya sonrası ne olacak. Çocuk varsa onların hali ne olacak.
Yaşananlar gösteriyor ki; eşlerden biri kaybedildiğinde veya ayrılma halinde ikinci evlilik çok zor oluyor. Kolay kolayda ikinci evlilik, birinci evliliğin yerini tutmuyor.

Bütün bunları düşünülüp, hatta bin kere düşünüp bir kere karar vermek gerekir.



22.10.2009- Ankara

2 Ekim 2009 Cuma

BOŞA GİDEN KAMU YATIRIMLARI




Devletin en küçük birimi ailedir.
Her aile reisinin de bir bütçesi vardır. Bu bütçenin ilk kuralı “ ayağını yorganına göre uzatmaktır”
Aile reisi bu kurala uyduğu, ailesini de uydurduğu sürece borçsuz, harçsız olarak geçinir giderler.

İşin tersi olursa; gelir bir, gider birin üzerinde ise bütçe açık vermeye başlar. Kredi kartları, faturalar ödenemez olur. Sonuç aile felaketlerine kadar gider.
Ailenin gelirini aylıkları, gündelik kazançları, zirai kazançları, ticari kazançları oluşturur. Aile reisi ve bireyleri kış demez, yaz demez nafakalarının peşinde koşarlar. Bu konuda o kadar hassastırlar ki; gelirlerinin bir kuruş noksanlaşmasına izin vermez, haklarının korunması mücadelesini verirler.

Aile bütçesi yönetilirken aile içinde rüşvet yoktur. Ama tatlı yalan olabilmektedir.
Genellikle aileler harcamalarında hesaplı davranarak, pazarda 25 kuruşluk maydanozun pazarlığını yaparak alışveriş yaparlar. Yemeklerindeki salata arttığında, kalanı buzdolabına koyup diğer öğünlerinde yerler. Sofrada ekmeğin kırıntısının bile kalmamasına çalışırlar.

Aile kurumunun büyüğü olan Devletinde Bütçesi ve Kamu Yatırımı dediğimiz yatırımları bulunmaktadır.
Burada sahsın parası, menfaati değil; devletin parası ve menfaatleri vardır.
Bizim toplumumuzda “devletin malında tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır. Devletin malını haksız yiyen bunun vebalini ödeyemez” anlayışı mevcuttur.
Bu anlayış günümüz toplumunda çok az insanın vicdanında yer almakta olup, bazı insan gurubunda da “Devletin malı deniz. Yemeyen domuz.” Anlayışı hüküm sürmektedir.

Sağcı, solcu- ilerici, gerici- çağdaş, yobaz- Atatürkçü, Atatürk karşıtı yaftalarının arkasındaki istismar ile devletimiz soyulurda, soyulur.

Devlete gelmesi gereken gelirin bir kısmı, daha gelmeden kırpılır ve kırpılan gelir birilerinin cebine girer.
Devletin harcamalarında öyle israf vardır ki; ihtiyacın üzerinde mal, mülk sahibi olunur. Alınan mal, mülkte gereksiz olarak kullanılarak zayi olur, boşa gider.
Bilhassa yılsonlarına yaklaşılırken kurumlar adeta kendilerine ayrılan ödeneğin tamamının harcanması yarışına girerler.

Bütün bunlardan kimsenin haberi olmaz mı?
Olması gerekenlerin haberi vardır ama bu duruma ne hikmet ise pek ses çıkarılmaz.

1980 yılı idi. Görevim gereği devlete ait bir inşaatın denetlemesine gittim.
İnşaat mahallinde tetkiklerimizi sürdürüyoruz. İnşaatın anlı şanlı müteahhidi yanımıza geldi ve “ Sizin mesleğinizin sonucu benim gibi müteahhitlik tir. Bu memlekette benden habersiz bir çuval soğanın ihalesi yapılmaz. Benim ayağıma basarsanız size bu memlekette müteahhitlik yaptırmam!” dedi.

Bir gün dairemde masamda oturuyor ve işimi yapıyordum.
Bizde inşaat işi yapan bir müteahhit yanıma gelerek; yapmakta olduğu işe ait fiyat farkını nasıl alabileceğini sordu.
Müteahhidin İhale dosyasını arşivden getirterek inceledim ve bütün teferruatını ile fiyat farkını nasıl alacağını müteahhide izah ettim. Konuşmamı bitirince tamam mı dedim.

Müteahhit bana dönerek “ tamamda beyim ben bu parayı nasıl alıp, buradan gideceğim bana onu söyle “ demez mi?

Önümdeki ihale dosyasını kapattım “ Şimdi sen gideceksin. Dosyada belirtilen şantiye şefini bana göndereceksin. Bende bu parayı nasıl alacağını ona söyleyeceğim” dedim.

Hâkim olan anlayış “Ben bu parayı nasıl alırım” geri kalanı önemli değil. Kanunmuş, yönetmenlik imiş, kural imiş kimsenin umurunda değil.
Düşünülen tek şey “ Ben bu parayı nasıl alırım”

Memleketimizde barajlar yapılır. Bu barajlardan bir kısmı yanlış hesap sonucu su tutup dolmamış, hizmete sokulamamıştır. Bu Barajlara ve su iletim kanaletlerine harcanan para boşa gitmiştir.
Köylere su getirmek için isale hatları, su depoları yapılır. Belirlenen su kaynağından veya kuyudan yeterli su çıkmaz, köy susuz kalır.
Binalar yaparız binaların adı; kültür sarayı, adliye sarayı, emniyet sarayı olur. Yani saraylar yaparız.

Bakanlıkların, Genel müdürlüklerin giriş kapıları; makamın giriş kapısı, görevlilerin ve ziyaretçilerin giriş kapısı diye ikiye ayrılır.
Makamın giriş kapısı ana yol üzerindedir. Kolayca girilir.
Dairede çalışanlar ile ziyaretçi kapısı daha geri planda bir yerdedir.
Çoğunluk insan binaya tali yerden, birkaç kişi ana yerden giriş çıkış yapar.

İnşaatta birinci sınıf malzeme keşfe konulur. Binaların dışı traverten mermer ile kaplatılır.
İhtiyacın üzerinde ikiz kule bina yapılır. İnşaat biter, binaların kabulü yapılır. Kısa bir süreden sonda aynı binalarda inşaat yeniden başlar. Her sene başka bir işle tamirat ve tadilata devam edilir.

Kamuya ait birçok bina bulunmaktadır.
Bu binalarda kaç kişi çalışmaktadır?
Çalışan kişilerin sayısına göre bu binalar yeterlimidir, fazlamıdır?
Atıl duran binalar, depolar, tesisler var mıdır?
Binlerce lojmana gerek varmıdır? Bu lojmanlara her yıl ne kadar bakım onarım masrafı yapılıyor?
Bütün bunların dökümü yapılmış mıdır?

Kamuya ait binalar vatandaşın kolayca ulaşabileceği, toplu ulaşıma yakın yerlerde olmalıdır.
Kamuya bina kiralanacaksa şehirlerin en pahalı alanlarından, trafiğin en yoğun olduğu yerlerde, çok yüksek fiyatlarla binaların kiralanmasına gerek var mıdır?

Bazı Genel müdürlüklerin milyarlarca dolar değerinde makine parkı vardır.
Makine parkı iş yapmak için kurulmuştur ama bu makinelerin bir kısmı randımanlı bir şekilde çalıştırılmadan olduğu yerde iş göremez hale gelmişlerdir.

Hastanelere röntgen makineleri alınmıştır. Depoya konulmuştur. Bu röntgen makineler ambalajında beklerken yeniden makine alınır. Kullanılmayan makineler ise ambalajında iş göremez hale gelir.

Kamuya ait binek ve makam otomobillerinin sayısı biliniyor mu?
Bu araç ve gereçlerin dökümü var mı?
Bozulan araç gerecin gerekli bakımı yapılıp, devreye sokulmadan yeniden araç alınma yoluna gidilir.
Araçların bakım ve tamiri ile akaryakıtı için harcanan paranın haddi hesabı yoktur.

Bir Bakanlıkta idari işlere bakmakla görevli arkadaşım şöyle bir hatırasını anlatmıştı.
” Bakanlığın 1. bodrum katındaki kapalı otopark ta kapısı kilitli duran bir oda vardı. Burayı açın diye talimat verdim.
Anahtarı yok dediler. Bir anahtarcı getirip kapıyı açtırdım. İçeride 40–50 adet hiç kullanılmamış otomobil lastikleri, oto yedek parçaları vardı. Kimsenin bunlardan haberi yok. Lastikler yıllardır orada durarak yatık lastik haline gelmişler. Bu hali ile bu lastikleri kullanmaya, yedek parçaları değerlendirmeye çalıştık.”

Yine bir kamu kurumunda yetkili konumda arkadaşı olan birisine bir tanıdığı geliyor;
“Çalıştığım kurumumda şu konumda görevlendirilmemi sağlarmısın” diye soruyor.
Sorulan kişi “Yetkili konumdaki kişiye bir rica edeyim, uygun görür ise yapsın” dediğinde:
“Beni yetkiliye anlatırken dürüsttür falan gibi bir kelime kullanma, sadece HERŞEYE UYAR DE” diyor.

Ülkeyi yönetmekle görevli kişilerde aranan özellik “HER ŞEYE UYAR.” Olmamalıdır.
Başarılı olmanız, çalışkan olmanız, dürüst olmanız, hakka hukuka saygılı olmanız aranılan özellik olmaktan çıkarsa, ülkenin doğru yönetildiği söylenemez.

Devletin parası da, malı da ailenin özel parası, malı gibi yönetilmelidir.
Devlete gelmesi gereken gelirin her kuruşuna sahip çıkılıp, gelmesi sağlanmalı; harcanan her kuruşunda yerinde harcanması sağlanmalıdır.

DEVLETİN HER KURUŞUNDA TÜYÜ BİTMEDİK YETİMİN HAKKI VARDIR kanaatini hâkim kılıp; DEVLETİN MALI DENİZ, YEMEYEN DOMUZ deyimindeki sakat tavra karşı çıkmamız gerekmektedir.

26.09.2009
Mustafa yolcu

11 Ağustos 2009 Salı

MUHSİN BAŞKAN

Muhsin Başkan

Bir sabah Ankara’da Tacettin Dergâhına gittim.
Tacettin hazretlerinin ön tarafında Muhsin Başkan yatıyordu.
Gösterişten uzak, dünya dertlerinden kurtulmuş, manevi bir iklim içinde huzur ile istirahat ediyordu.
Artık Mamak yoktu, insanların fitne fesadı, çekememezlikler, yalan dolan yoktu.
Orada Tacettin Hazretlerinin mekânına misafir olmuş, onun iklimine girmişti.

Muhsin Başkanın vefatından sonra, evinde toplanan aile meclisi nereye defnedileceğini aralarında konuşuyor. Birkaç yer üzerinde duruluyor, kesin karar verilemiyor.

Bir dostum eve taziyeye gittiğinde bu konuda kendisinin fikri soruluyor.
Oda siz bilirsiniz diyor. Evden ayrılırken evde bulunan arkadaşına seninle bir yere gidelim diyor.
Birlikte Tacettin Hazretlerinin Dergâhına giderek onu ziyaret ediyor ve etrafa da bakıyorlar.

Daha önceki yıllarda bakımsız kalmış, insanların girmek istemediği sokaklar yeniden elden geçirilmiş, Tacettin Dergâhı ile Mehmet Akif in evi restore edilmiş, dergâh ve çevresindeki sokaklar orijinal haline dönüşmüştü.

Bu ziyaretten sonra dostum, arkadaşını Muhsin Başkanın evine bırakarak ayrılıyor.
Aradan iki üç saat geçiyor ve dostumu arkadaşı telefon ile arıyor” Aile meclisi Muhsin Başkanın Tacettin Dergâhına defnedilmesine karar verdi”
Dostum bu karardan çok mutlu olduğunu, Muhsin Başkanın da Manevi bir büyüğün, Mehmet Akif in evinin yanında yerini aldığını söyledi.

Muhsin Başkan sağ olduğu sürede; fırsat buldukça Taceddin Dergâhını ziyaret eder, çok az kişinin katıldığı Mehmet Akif Ersoy u anma törenlerine de sürekli katılırmış.

Ankaralılara ve Ankara dışındakilere bu güzellikleri mutlaka görmelerini, Tacettin Dergâhını ve çevresini ziyaret etmelerini tavsiye ediyorum.


29.10.2009- Ankara

Çorumlu iki öğretmenim

Çorumlu iki öğretmenim var.1- Ümit Uzel 2- Bahri Balcı

Ümit hocam beni ilkokul 5. sınıfta okuttu.
Bir yıl bize öğretmenlik yaptı ama onun öğrettiklerinden ben bir ömür boyu yararlandım.

İskilip’te Anadolu çocuğu olarak yetiştik.
Üzerimizde büyük nispette çevre baskısı vardı.
Büyüklerin yanında konuşulmazdı.
Kimseden bir şey istenilmezdi.
En yakın halamlara gittiğimde bile karnım açken açıktım diyemezdim.
Ayıptı. Söylenilmezdi.

Ama Ümit hocam bize çekinmeden konuşmayı, hakkımızı aramamızı öğretti.
Derdi ki “Alnınız açık, başınız dik olsun. Kimsenin yanında eğilmeyin “

Sınıfta grup çalışması yaptırırdı.
Bütün sınıftakiler dersine çalışır gelir, o herhangi bir grubu kaldırarak dersi anlatmasını söylerdi.
“Beni sınıfta yok sayın, dersin öğretmeni sizsiniz. Dersi ona göre arkadaşlarınıza anlatacaksınız” derdi.
Seçilen grup dersi anlatır, arkasından sınıftan soruları alınırdı.
Sınıftan öyle zor sorular gelirdi ki bizi terletirdi.
Verilen cevaptan soruyu soran kişi tatmin olmazsa cevabın yeterli olmadığını söylerdi.
Grubun cevabı yeterli olmuş, ama soran beğenmemiş ise Ümit hoca devreye girer; cevabın yeterli olduğunu söylerdi.

Bu bize topluluğa karşı konuşabilme, çekinmeden soru sorabilme özelliğini kazandırdı.
Ümit hocamın mezun ettiği talebelerin %75 i halen Üniversite veya yüksek okul mezunu olmuştur.

Ümit hocam sigara kullanırdı. Bir gün kendisine şöyle bir soru sordum:
“İnsan sağlığına içkide sigarada zararlı. Bu durum ilmende ispatlanmış durumda.
Buna rağmen bunları devlet niye üretiyor?” diye sorduğumda Ümit hocam önce bir sustu arkasından “ devlet gelirinden vazgeçemiyor “ demişti.

Bahri Balcı Hocam benim İskilip Endüstri Meslek Lisesinde torna tesviye atölyesi şefim idi.
Aynı zamanda meslek derslerine girerdi.

Atölyede bulunan bütün makineleri bütün özellikleri ile kullanır, en zoru olan üniversal freze tezgâhından dişlileri inci gibi çıkartırdı.

Dişli hesaplarını yaparken düzenle kullandığı koca yazı tahtasını tebeşir tozlarını yutmak pahasına doldurur, dişli resmini tahtaya gönyeler, pergel yardımı ile çizerdi.

Mezun olduğumuz okulda; Bahri hocamın talebesi Sabri Çiçekçi uzun yıllardır müdürlük yapıyor.

Kendisi ile yaptığımız bir sohbette” Bahri hocam benim idolümdür. Onun gibi mesleğini en ince ayrıntısına kadar bilen hoca az yetişir.
Şu anda meslek liselerimizde bu seviyede kendisini yetiştirmiş bir hocayı bulma imkânımız yok “ demişti.

Anlattığı dersi kitabın aynısı ile hafızasında tutar, kitabın sayfası ile birlikte başını da yan tarafa çevirirdi.

Hocam bize demiştiniz ki “ Bu okulu bitiren mesleğini yapmasa bile, evinde işyerinde bulunan arıza veya tamiri önce kedisi gidermek, yapmak isteyecektir. Şayet kendi yapamazsa yapan ustasını çağırır “

Hayatım boyu hep sizin dediğiniz gibi oldu hocam.
Arıza ve tamire önce kendim müdahale etmeye çalıştım.
Beceremediğimde ustasını çağırdım. Ama hep sizi ve söylediklerinizi andım.

Ne mutlu sizlere ki bu millete karşı vazifenizi fazlası ile yaptınız.
Sizi anan, idol edinen öğrenciler yetiştirdiniz.
Bana ne demediniz, ülkem dediniz.
“Ülkesi için en yararlı tesviyeci yeni bir kalıp üretebilen tesviyecidir”
Tabirinizi hiç unutmadım.
Gerçektende konuşmak değil üretmek gerektiğini yaşadığım hayatta öğrendim.
Bende bu fikri her zaman savunmaya, gerçekleştirmeye çalıştım.

Değerli hocalarım sizler ülkenize, milletinize karşı vazifenizi yaptınız.
Nesiller yetiştirdiniz.
Sizlere sağlık ve mutluluklar diliyorum.

Talebeniz Mustafa Yolcu.

3 Ağustos 2009 Pazartesi

ANKARA HUKUK FAKÜLTESİ- YIL 1975

Size Ankara hukuk Fakültesinde halen Avukat bir arkadaşımın yaşamış olduğu bir olayı anlatacağım.

Yıl 1975. Anayasa hukuku dersi. Dersin hocası; Bülent Nuri Esen.
Sene başında dersin çağdaş hocası sınıfa geliyor ve diyor ki :( Arkadaşlar dersimizin başında size bir konuyu açacağım. Ben Allaha inanmıyorum. İçinizde inanan var ise onunla tartışalım. Allah varsa bana varlığını ispatlasın. İspatlayamıyorsanız benim dediğimi, anlattıklarımı kabul edeceksiniz.
Ben dersimi ateist bir çizgide anlatırım.)

Yer 250 kişilik anfi.
Bir talebe ayağa kalkıyor ve " Bu konuyu ben sizinle tartışmak istiyorum " diyor.
Karşılıklı konuşma başlıyor.

Talebe: Hocam bir nar ağacını ele alalım. Bu ağaç kışın yapraksız kupkuru kalır.
Dibine beslensin diye hayvan pisliğini gübre olarak sererler.
Bahar olur, yaz gelir dallarından nar meyveleri sallanmaya başlar.
Peki, o kupkuru, dibinde hayvan pisliği olan ağaçtan o nefis meyve nasıl meydana geliyor. Diye sorduğumda ( TABİATTAN ) dedi. Tabiat ne diye sordum. O ağaca şifresini kim veriyor. Kim vazifelendiriyor. O muhteşem meyve nasıl oluşuyor. O ağaçta elma armut muz olmuyor da niye hep nar meyvesi çıkıyor?

Olgunlaşmış bir narı dalından koparalım.
Bıçak ile narı ikiye bölüp size versem sizin gibi düşünen bütün ilim adamlarınız yan yana gelse, dünyanın bütün tekniğini birleştirse, narın zarlarını birleştirip kabuğunu bütünleştirip; hiç kesilmemiş şeklinde eski haline getirebilir mi? Diye sordum. Getiremezler dedi.

Bende: Bunun sahibi yaratıcısı ALLAH o kuru daldan, hayvan gübresi ve su nimeti ile hayata can veriyor.” SİZİN BU BÜYÜK GÜCE ALLAHA İNANMANIZ GEREKİR” dedim.
O sırada ders zili çaldı ve hoca konuşmamızı kesip dersten çıktı.

1975 Yıllarında okul solcuların kontrolünde idi.
Sınıfta etrafımı çevirdiler, ‘gerici yobaz bir daha bu okula gelme defol git. Bir daha bu okula gelirsen bu okuldan senin ölün çıkar ‘diye beni ite kaka okuldan çıkardılar.
Bende derslere giremez oldum.

Okulda yaşadığımız bu olaydan sonra Bülent hocada rahatsızlanmış.
Ailesi hasta haneye yatırmış. 1975 Yılında vefat etmiştir.

Evet tarih Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin, Lenin, Stalin, Karl Marx , Mao ların kıssaları ile dolu.

Bir kısım ÇAĞDAŞLAR diyorlar ki ( ÜNİVERSİTE DE OKUYAN, BİTİREN DOĞMALARA İNANMAZ )
Ben ise okudukça, pozitif ilimleri öğrendikçe yaratıcının gücünü daha çok görüp anladım. İnsan aklının açziyetini, daha ışığı yeryüzüne ulaşmamış gezegenlerin olduğunu öğrenince fark ettim.


Genetik denilen her canlının ayrı şifresini, ve bu şifreyi koyan gücü, tuzlu ve tuzsuz denizin birbirine karışmamasını, ana karnındaki üç karanlığı, en küçük zerredeki harikalığı fark ettiğimde anladım.

Bir şey daha anladım ki; Nuh tufanında Nuh peygamber inandırıp oğlunu gemiye bindirememiş. Peygamberler oğlunu karısını inandıramamış. Hz. Muhammet amcası Ebu Lehep’i inandıramamış.

Bir şey daha anladım ki; gözleri kör, kulakları sağır, hissi olmayan insanların inanmaları kabul etmeleri de imkânsız.

Âşık Veysel demiş ki( KİM OKURDU KİM YAZARDI. KOYUN KURT İLE GEZERDİ. BU DÜĞÜMÜ KİM ÇÖZERDİ. FİKİR BAŞKA BAŞKA OLMASA.)

Şu anda Avrupa da bir kavram var.
Gerçek bir Avrupalılık iyi bir Hıristiyan olmakla olunur.

Bazıları ise: ‘ALLAH’A İNANAN, İNANANLARIN OLDUĞU ÜNİVERSİTEYİ KAPATMAK’ kararı vermeye çalışıyorlar.

Bizim toplumumuzda başı örtülü olanlar ile örtüsüz olanların arasında bir problem yok.

Problem: HIRSIZLAR İLE SOYSUZLAR İLE BU ÜLKEYİ BÖLMEK,
AİLE DÜZENİMİZİ YIKMAK İSTEYENLER İLE VAR.

2008
MUSTAFA YOLCU - ANKARA

VALİLER VE GÖREVLERİ

Mehmet Varinli, Recep Yazıcıoğlu tanıdığım valilerin en özellikli olanlarındandır.

Her ikisinin ortak özellikleri halkı ile bütünleşmiş olması ve onların hissiyatlarına tercüman olmalarıdır.

Recep Yazıcıoğlu yakın tarihimizde yaşadığı için o birçok insanın belleğinde,
Yöneticilerin ilham aldığı kişi olarak yerini koruyor.

Mehmet Varinli Vali ise Sivas, Amasya, Çorumda Valilik yapmış, iz bırakmış birisi.
Valilik yaptığı bu illerde birçok kamu binasına, caddelere ismi verilerek yaşatılıyor.

Varinli Vali neler yapmıştır:
Varinli Vali mesai mevhumunu bir tarafa bırakarak denetimlerini kesintisiz sürdürmüştür.
Gece saat 01.00 ama Varinli vali il merkezinde veya ilçelerde her an bir kamu binasını, hastaneyi, karakolu denetliyor olabilir.

Günün herhangi bir saatinde pazara, ticaret hanelere gidip denetimini sürdürüyor olabilir.
Akması gereken çeşmenin başındadır. Gidilmesi gereken köye, mezraya gidiyor olabilir.

Peki, Varinli Vali her an denetimde ise, yönetiminde bulunan yetkililer görevlerini ihmal edebilirmi?
Etmemişler.
Sonuçtan halkı mutlu olmuş. Biliyorlar ki sorun varsa Varinli Vali sorunu çözecektir. Valileri yanlarında olacaktır.
Halkı onu hep şükranla anmış, duasını esirgememiştir.
Mehmet Varinli Vali halkının gönlünde böylece taht kurmuş, iz bırakmıştır.

Vali bulunduğu ilde Devletin, Hükümetin, İdarenin temsilcisidir.
Yapması gereken o kadar çok iş ve mesuliyet vardır ki; bunları halletmek için mesai kavramı yetersiz kalır.

Ayağı taşa takılıp, ayağı acıyan kişinin hesabının sorulması, evinde aç biilaç kalan kimsesizlerin sorumluluğu, hırsızdan, arsızdan, sahtekârdan hesap sorulması, hürriyetin başkasının hürriyetinin başladığı yerde bitmesi gerektiğinin bilinci ve bunun topluma aşılanması Valilerin görevidir.

Devletin, milleti ile bir bütün olması gerektiği.
Her türlü ayrımcılığın ortadan kalkması, devletin herkese aynı mesafede olmasının temini, düzensizliğe dur demenin, yanlışlara karşı çıkmanın, yanlışı yapanın yanına yanlışının kar kalmamasının temini; Valilerin sorumluluğundadır.

Devletin isterse ağaçtaki sallanan yapraktan haberi olacağı gerçeği ile suç işlemeyi önleyici tedbirler ve önlemlerin alınmasında gecikilmemesi Valilerin görevidir.

Denetim gece gündüz ayırmadan devamlı olmalıdır.
Vatandaşının olduğu her yerde olunmalı, onların sorunlarına bire bir ulaşılmalıdır.

Hastaneye acil hasta götürmeli, karakola sivil vatandaş gibi gidip sorununa çözüm aramalı, Devlet Dairesinde derdini halletme çalışmalı, pazardan ihtiyacını gidermeli, köyün suyunun akıp akmadığını kontrol etmelidir.

Bunlarda sorun varsa, sorunları çözmeye çalışmalıdır.
Valinin birlikte çalıştığı kendisine müşavirlik yapacak istihbaratçısı, emniyetçisi (asker, polis), doktoru, mühendisi, avukatı, muhasebecisi olmalıdır.

Halkın içinde çarıklı erkân denen fikrine itibar edilen, inandığı kişiler vardır.
Halkın içinde bunları bulup gerektiği zaman bilgi ve görüşlerine başvurulmasında yarar vardır.

Statükoya devam değil, statükoyu kırıp, yenilikler yeni uygulamalar getirmelidir.

İz bırakmalıdır. Bıraktığı izle de anılmalıdır.

Kendisinden kötüler korkmalı, iyilerin sığınacak kapısı olmalıdır.

Devletin kuruşunu gereksiz harcamamalı, harcayana engel olmalıdır.

Gelen ödeneği hiçbir ayrım yapmadan adaletli dağıtıp, gereken yerlere harcamalıdır.

Bir kaymakam hatırasını şöyle anlatmıştı:
“İlçeme gelince memurlara talimat verdim. Kapınız açık duracak, vatandaş kapınızı vurmadan size gelip işini yaptıracaktır.
Vatandaşın hizmetinde olduğunuzu unutmayacaksınız.
Vatandaştan hakkınızda şikâyet duymayacağım.
Vatandaştan hakkında şikâyet duyduğum personelin benim yanımda yeri yoktur. Uygulamalarım sonucu halk ile güzel bir diyalog kurduk, onların yanında olduk. Valilikte yapılan Kaymakamlar toplantısında yaptıklarımı,vatandaş ile bütünleşmeyi Sayın Valime aktardığımda (Kaymakamım senin işin yokmu. Keyfine baksana, böyle şeyler ile uğraşma) dedi”

Bu halk ile Devletin arasına konulan ulaşılmaz dağların tipik bir misalidir.
Ortadan kalkması gereken bir anlayıştır.
Amir halkı için olmalıdır. Derdine çare aramalı, çözmelidir.
Amir nasıl olursa memuru da öyle olacak, öyle davranacaktır.

Bir ilde fedakâr bir Cumhuriyet Baş Savcısı kendi gayreti ile ilindeki % 80 olan kaçak elektrik kullanımını, taraflara işin kanuni yönünü anlatarak, gerekirse kanuni takibata geçeceğini bildirerek % 20 kaçak elektrik kaybına indirmiş.
İlindeki bir takım dargınlıkları, husumetleri ortadan kaldırmış.
Kötüler ondan korkar, iyiler ona sığınır olmuş.

Neticesinde bu savcıya kimse iyi yaptın dememiş. İlinden başka yere tayin etmişler.
Ama o ilde Savcı beyin izi kalmış. Onu yaptığı güzel işler ile anar olmuşlar.

Yapılacak iş çok. Zaman az. Bekleyecek vakit yok.
Yeni bir ruh, anlayış, bakış tarzı gerekiyor.
Böyle gelmiş, böyle gitmeyecek demek gerekiyor.
İyi insanlarda kötü insanlar kadar cesaretli olacak, karıncanın izinden iz sürülecek, Valiler yapılması gerekenleri yapacaktır.

Valiler birlikte çalıştığı Vali Yardımcılarını kendisi kadar başarılı, atılımcı, araştırıcı hale getirmelidirler.
Vali yardımcılarından yeni cevherler çıkarmalı, yarının Valiliklerine aday yetiştirmelidir.
Onlara yetki vermeli, sonucunu istemelidir.
Onca sorunun tek başına altından kalkamayacağına göre birlikte sorunlara çözüm yolları aramalıdırlar.

Dilerim her Vali MEHMET VARİNLİ, RECEP YAZICIOĞLU Vali gibi olsunlar.
Yaptıkları güzel işler ile anılsınlar.
İz bıraksınlar.

25.07.2009
MUSTAFA YOLCU

ADANA SU BASKINI-2

Adananın Feke ilçesinin heyelandan dolayı evleri yıkılmış bir köyüne, hasar tespitini yapmak için yola çıktık.
Aracımız yine DSİ’nin pikabı idi.

Kozan ilçesine gelince yanımıza gideceğimiz köyden bir kişi katıldı.

Gittiğimiz yolun kenarlarında yabani olarak bitmiş bitkiler vardı.
Şoförümüz aracı durdurarak bitkilerin olduğu yere gitti.
Yapraklarında beyaz dikenimsi tüyleri olan, mısır koçanı gibi yukarı doğru uzayan bitkiyi toprağa yakın bir yerinden kesti.
Kestiği bitkinin dikenli yapraklarının da bulunduğu kısmı gövdesinden bir tabakayı soyarak çıkardı. Altından soyulmuş acura benzeyen bir kısım kaldı. Bunu üç parçaya bölerek bize dağıttı.
İsmini hatırlamadığım bu yiyeceğin sağlık için yararlı olduğunu, bazı dertlere şifası bulunduğunu söyledi.
Bana düşen parçayı yedim. Hafif tatlı idi. Tadı acura benziyordu.

Tekrar yola koyulduk. Belli bir süre devlet yolundan gittikten sonra köy yoluna girdik. Yol asfalt idi ama bakımsızdı. Ormanın içine girmiştik.
Aracımız bir süre daha gidip durdu.
Köyün yolunun yağmurdan dolayı bozulduğunu, aracın yola devam edemeyeceğini. Buradan itibaren yürüyeceğimizi söylediler.
Ne kadar yolumuz var diye sorduğumda ‘az kaldı ‘dediler.

Yürümeye başladık. Patika bir yoldan gidiyorduk. Bir saat kadar yürüdük. Uzaktan mezra düzeninde birkaç ev göründü. Evlere geldik diye seviniyordum.
Evlerin yanına gelince Kozanda yanımıza katılan bu köyden olan kişi; elindeki paketi evine bırakmak için gitti.

Hemen geri dönerek ‘yola devam edelim’ dedi.
Hasar tespitini yapacağımız evler nerede diye sorduğumda‘ az kaldı abi ’ dediler.

Tekrar yola çıktık. İnişli çıkışlı patika yollardan bir saat daha yürüdük.
Uzaktan üç ev daha göründü. Evlerin yakınında bekleyen insanlar vardı.

Yıkılmış bir evin yanına gittik. Evin üzerinde 30–60 cm. arası kalınlıkta, 5m2 yüzey alanlı tabaka gibi taş duruyordu.

Aşırı yağan yağmurda evin üzerinde bulunan tepeden kayarak gelmişti. Köylülerin anlattığına göre ‘evde insan yokmuş, dört adet büyük baş hayvan enkazın altında çan vermiş’.

Bir ev ile ilgili hasar tespitini tutanakları doldurarak tamamladım.
Başka heyelana maruz kalan ev var mı diye sorduğumda ‘ hemen şu tepenin arkasında var’ dediler.
Hemen şu tepenin arkasına bir saatte mi gidilir dediğimde ‘ evet abi ‘ diye cevap verdiler.


Orada kaç evin yıkıldığını köyün ihtiyar heyeti üyesi olan kişiden sorarak ve bulunduğumuz yere gelmiş olan ev sahiplerinden teyit ederek evlerin hasar tespitini orada tamamladım.

Bunlardan başka yıkılan ev yok değimli? Dedim, yok dediler.
İşimizi tamamlayarak oradan ayrıldık.
Geri dönüş yolumuzda ilk uğradığımız eve tekrar geldik. Yanımızda bulunan ev sahibi bizi evine davet etti. Saat 15.00 civarı idi. Hava kararmaya başlamış, yağmur atıştırıyordu.

Eve girip hazır olan yer sofranın başına oturduk.
Yağmur hızını artırmış yağıyordu. Şoförümüz ‘ hemen kalkalım vakit geçerse araba ile bu yollardan çıkamayabiliriz ‘ dedi.

Sofradan kalkıp tekrar yola çıktık. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu.
Elimde şemsiye olmasına rağmen faydası olmuyor, ıslanıyordum.
Bir saatte yürüdüğümüz yolu her halde 45–50 dakikada alarak arabaya ulaştık.

Hepimizde tamamen ıslanmıştık. Araba hareket etti ve kaloriferini açtı. Ayakkabımın içi bile su dolmuş, çoraplarım tamamen ıslanmıştı. Üzerimizde bulunan giysilerde çıkararak yola devam ettik.

Kozana geldiğimizde yağmur kesilmişti.
Dolu bir gün geçirmiştik. Yarın anlatacağımız şeyler olacaktı.

Daha sonra bu yaşadıklarımızı dostlarımla paylaştım.

29.07.2009
MUSTAFA YOLCU

ADANA SU BASKINI

1980 Yılında Adana da su baskını olmuştu.
Afet İşleri Genel müdürlüğünde çalışırken hasar tespiti için bende Adana ya gittim.

Barajın kapakları açılmış,Seyhan nehri taşmıştı
Su taşkını nedeni ile Adana ve ilçelerinde su baskını olmuştu.

Afetzedelere gıda yardımı yapılıyor,bazı yerlere gıdalar helikopter ile gidiyordu.

Bizde köylere hasar tespitine gidiyor, dairede kaldığımız günlerde de ekmek arası bir şeyler yiyerek öyünü savıyorduk.

Bir öğle vakti ne yiyeceğimizi düşünürken, afetzedelere gönderilen zeytin, tahin helvası var. İsterseniz onlardan yiyebilirsiniz dediler.

Ekmeklerimizi alarak, zeytin ve tahin helvasının olduğu yere gittik.
Zeytin kutusunun kapağını açtık. Zeytinler ezik ve küflenmiş idi.
Tahin helvasının kapağını açtık, helvadan tatmak için bir parça ağzıma aldığımda
helvanın şekerleşmiş ve katılaşmış olduğunu gördüm.
İkisinden de yemekten vazgeçtik. Aslında afetzedelerin erzakına ortak olmak içime sinmiyordu.

Oradan ayrılıp aynı binada bulunduğumuz afet organizasyonunu yürüten Vali Yardımcısının yanına gittim.

Vali yardımcısına “ afetzedelere gönderilen gıda yardımlarında kalite bozukluğunun olduğunu, bozuk yiyeceklerin niye alındığını “ sordum.
Vali yardımcısının yanında Adana sivil savunma müdürü vardı.

Hemen konuşmamıza müdahale ederek:
-“ Sayın Valim yiyecekleri gece aldık. Karanlıkta durumlarını ayırt etme imkânımız yoktu. Gıda maddelerindeki bozukluk bu yüzden olmuştur” dedi.

Bende -“ elektrik lambası denen bir şey var. Lambalar yanınca her taraf aydınlanır. Bu mazeret olamaz “ dedim.

Vali yardımcısına dönerek:

-“ Sayın Valim lütfen bozuk yiyecekleri afetzedelere göndermeyin. O insanlar bu yiyecekleri nasıl yesinler. Bu yiyecekler gönderilirse devletin itibarına leke gelir. “ dedim.
Oradan ayrıldım. Daha sonraki günler ne oldu bilmiyorum.
Ben görevimi yapmış, ilgilileri uyarmıştım.

Her zaman bir takım fırsatçılar insanların en fazla ihtiyaç içinde oldukları günlerde bile bunu fırsat bilerek çıkar temin etmeye çalışmaktadır.

Hasar tespiti için yumurtalık ilçesinin bir köyüne gittik.
Köye yaklaştığımızda Ceyhan Nehrinin taşkın ile bir kol oluşturduğunu, köye giden yolun bu kolun altında kaldığını gördük. Yol kapanmış su altında kalmıştı.

Köye ancak kayık ile karşıya geçilerek gidiliyordu.
Kayıkta suyun akış istikametine göre kürek çekilerek, karaya yanaşılabilen yerden karaya çıkılıyordu. Karaya yanaşılmaz ise denize kadar gidiliyordu.

Adana dan çıkmış,2 -2.5 saat yol almıştık.
DSİ ne ait pikabımız bir sürü benzin yakmıştı. Görevimizi yapmazsak benzin boşa gidecekti. Devletin kaybını düşünüyor, buna engel olmaya çalışıyordum.

Her şeyi göze alıp kayık ile karşıya geçelim dedim.
Şoför dâhil diğer arkadaşlar buna itiraz ettiler.
“Biz canımızı yolda bulmadık. Bu riske katlanamayız. Geri dönelim” dediler.

Arkadaşlar haklı idiler. Risk vardı. Bazı köylüler bile bu riski göze alıp köylerine gitmiyordu. Ancak helikopter ile köye sorunsuz gidiliyordu.

Oradan ayrılıp Yumurtalık ilçesine gittik. Bu ilçeyi ilk kez görüyordum.
Yumurtalık şirin bir kaza idi.
Hava hafif karanlıktı. Biraz yağmur yağıyordu.
Arabadan inmeden sahilde tur attık.

Yumurtalıktan ayrılıp Adana ya geldiğimizde akşam olmuştu.
Görevimizi yerine getiremeden günü akşam etmiştik.

MUSTAFA YOLCU- 15.07. 2009

31 Temmuz 2009 Cuma

AFYON VE HATIRALAR

Afyon’a ilk defa 1974 yılı temmuz ayında gittim.

İnşaat Mühendisliğinde okuyordum. İkinci sınıfa geçmiştim.
Bana staj yeri olarak Afyon Şeker Fabrikası çıkmıştı.

Ankara da Emek mahallesinde bekar evimiz vardı.
Altı kişi aynı evde kalıyor, tencerede pişiriyor, kapağında yiyorduk.

Siyasi olaylar Ankara’nın her yerinde artmış, evimizin olduğu sokakta sol görüşlü öğrencilerin yoğun olarak bulunduğu bir yerdi.

Sokağa bakan evimizin ön cephesi, sloganların yazıldığı yazı tahtasına dönmüştü.
Bir sol gurup gelip slogan yazıyor, ertesi akşam diğer gurup onu silip, yerine başka slogan yazıyordu.

Bizde bu şartlarda okula gidip geliyor, adeta psikolojik harp yaşıyorduk.

Afyon’a staja gitmek benim için değişiklik olacaktı, bu sıkıcı atmosferin dışına çıkmış olacak, bir sürede olsa değişik bir yerde yaşayacaktım.

Gece saat 00.30 a otobüsten bilet aldım.
Seyahat için evde bavulumu hazırladım.
23.45 te otobüs terminaline gitmek için yola çıktım.
Emekte Bankalar durağı olarak bilinen yerden chevrolet dolmuşlar geçerdi, Tandoğan meydanından sola dönerek terminalin yanından Ulus’a giderlerdi.

Durağa gelerek dolmuş beklemeye başladım.
Aynı yerde bekleyen benim gibi öğrenci olduğunu sandığım 4 kişi daha vardı.

Bir anda yanımıza polis ekip arabası geldi.
Diğer öğrencilerin kimliğine baktılar, onları ekip arabasına bindirdiler.

Eyvah dedim. Beni de ekip arabasına bindirirlerse, emniyete götürürlerse ne yaparım!
Otobüsü kaçırırım. Emniyetten kurtulmak için bekle dur.

Benim yanıma bile gelmediler. Oradan arabalarına binip gittiler.
Alla hıma şükürler ettim. En basitinden yeni bir otobüs bileti bile almak benim bütçemi zorlayacaktı.
Bir anda kafamdan birçok senaryo geçmiş, onları kafamda yaşamıştım.

O sırada beklediğim dolmuş geldi ve dolmuşa binerek AŞOT a geldim.
Otobüse binerek koltuğuma oturduğumda büyük bir mutluluk yaşadım.
Büyük bir badire atlatmış, Allah beni korumuştu.
Bir yanlışlığa kurban gitmek işten bile değildi.

Sabah erkenden Afyon’a geldik.
Afyonda ticaret ile uğraşan bir tanıdığım vardı. Onun dükkânı bulup orada bir süre oturduk.

Şeker fabrikasının nerede olduğunu, oraya nasıl gideceğimi sorduğumda: “ fabrikaya gidersin, ama nerede kalacaksın. Önce onu konuşalım” dedi.
Afyon da yüksek okulda okuyan, bekâr evinde kalan tanıdıklarının bulunduğunu, evleri müsait olursa orada kalabileceğimi söyledi.

Afyon merkeze yakın bir yerde Şeker şirketi diye bir yerden, fabrikanın geçici temsilciliğini burasının yaptığını telefon ile öğrendik.

Şeker Şirketindekiler ile görüşmek üzere Şirket binasına gittim.
Orada bir yetkili bularak “ yapı stajını yapmak üzere Şeker Fabrikası İnşaatına geldiğimi” bildirdim.

Sohbet ederken memleketimi sordular.
Çorum- İskilip olduğunu bildirdim.
Şirketin müdür yardımcısı soyadı Genç olan bir hemşerim imiş. Tanıyıp tanımadığımı sorduklarında; Genç soyadlı kişileri tanıdığımı, müdür yardımcısı olan hemşerimi tanımadığımı bildirdim.

Öğle vakti olmuştu. Beni yemeğe davet ettiler.
Bende nezaketen teşekkür etmeme rağmen, ısrarları üzerine birlikte yemeğe çıktık.

Yemeğe İkbal Lokantasına gittik. Ben İkbali tanımıyordum.
Burasının Afyon’un en nezih lokantası olduğunu öğrendim.
Yemek menümüzde çorba, İskender kebap, ekmek kadayıfı vardı.
Gerçekten her birisi harika yemekler idi. Kaymaklı ekmek kadayıfını ilk defa burada yemiştim.

Yemeği yediğimiz masa zemin katta bulunan büyük aynanın önünde idi.
İlk karşılaştığım insanların beni bu kadar nezih bir yere götürmüş olmalarından dolayı onları hep minnet ile andım.

Afyon’da Konya yolu üzerinde, Jandarma Alay Komutanlığının karşısından girilen bir sokakta benim gibi talebe olan arkadaşların evine misafir olmuştum.
Evimiz binanın bodrum katında idi. Bahçesinden bağımsız girişi vardı.
Ankara’daki gibi bekâr evi düzenimiz devam ediyordu.

Fabrikaya giden servis otobüslerinin caddede durağı vardı. Bu otobüslere binerek fabrikaya gidiyordum. Gitmekte, gelmekte servis otobüsleri ile kolay oluyordu.

Fabrikaya ilk gittiğim gün personele giderek staj yazımı teslim ettim. Oradan bir eleman ile şantiye müdürünün yanına gittik.
Şantiye müdürü bana fabrika hakkında biraz bilgi verdi. Stajın bana yararlı olması için tavsiyelerde bulundu.

Koca bir alan inşaat sahasına dönüşmüştü. Fabrika ana binası, makine atölyeleri,
İdari binalar, misafirhane, malzeme ihzarat alanları, inşaatın her türlüsü mevcuttu. Fabrika komple % 50 inşaat seviyelerinde idi.

Mevcut yönetim ve kontrollük binaları prefabrik idi. İnşaatın bitiminde sökülecekti.


Bana verilen bilgiye göre Afyon Şeker fabrikası, makine atölyeleri ülkemizin o tarihlerdeki en büyük Şeker Fabrikası olarak hizmete açılacaktı.

Giriş nizamiye binasının tabliye demirleri hazırlanıyordu. Tabliyenin üzerine çıkarak demirciden bilgi aldım. Demirci benim stajyer olduğumu biliyor, anlatırken de sizinde bildiğiniz gibi diyerek konuya giriyordu. Ama ben o sıralarda demir projesini bile okuyamıyor, demirleri kontrolden bihaberdim. Ama hiç bir şey bilmediğimi çaktırmıyor, biliyor gibi görünüyordum.

Oradan ayrıldım ve kontrollük binasına giderek nizamiye binasının statik projesi ile mimari projesinden bir takım ozalit çektirdim.
Akşam eve giderken projeleri eve getirdim. Evin zemini rabıta tahta kaplama idi.
Projeleri yerde açarak incelemeye başladım.
Temelden başlayarak, kolonları, kirişleri, tabliyeleri çözmeye çalıştım. Bu çalışmam iki gün sürdü. Artık projeyi okuyabiliyordum. Demir kalınlıklarını, adetlerini, etriyeleri, pilyeleri, çirozları görebiliyordum.

Pazartesi günü şantiyeye geldiğimizde ilk işim yine nizamiye binası inşaatına gitmek oldu.
Koltuğumda projeler, demirleri kontrol ediyor, noksan varmı diye görmeye çalışıyordum. Birkaç yerde demir eksikliği tespit ettim. Noksanları tamamlayın diye talimat vererek inşaattan ayrıldım.

Fabrikada birlikte staj yaptığımız; babasının Uşak Şeker Fabrikasında çalıştığını söyleyen bir arkadaşımız daha vardı.
Öyle tatilinde çevreyi gezerken bana fabrikanın karşısında köyün arazisini göstererek” Buradan arsa veya arazi almak lazım. İlk zamanlar kıymetleneceğini kimse bilmiyor. Fabrika bitip işletmeye açılınca çevresi çok değerleniyor. Paran varsa buradan paran kadar yer al “ demişti.

1980 yılında Afyon Şeker fabrikasının misafirhanesine iki gün misafir olarak kalmak için geldiğimizde özellikle köye ve çevresine dikkatlice baktım. Kısmen gelişme vardı ama kayda değer bir gelişme olmamıştı.

Cumartesi öyleden sonra ve Pazar günü tatil günümüzdü. Her iki günde de evde
İşimiz yoksa çarşıya çıkıyordum.

Belediyenin önündeki parkta oturuyor, dondurmasından yiyordum. Birkaç kişi gidersek semaver ile çay istiyorduk.

Afyon’un yöresel bir şivesi vardır. “Geliveren, gidiveren, gidende gelen”
Yöresel şiveleri dinlemek, hatta konuşabilirsem konuşmaya çalışmak bende ayrı tutkudur.

Bir Pazar günü arkadaşlar ile Köroğlu dağına gittik.
Orada kendimizce oyunlar oynadık, güzel vakit geçirdik. Etrafımız tamamen çam ormanı idi. Çobanlarda yakınlarımızda keçi otlatıyordu.

Öyleden sonra yalnız başıma ağaçların arasına gidip uzanmak istedim.
Keçi güden çobanların yanına 40 yaşlarında bir kadın geldi. Beni görmüyorlardı. Başladılar konuşmaya. Katıksız bir Afyon lehçesi ile konuşuyorlardı. Hızlı konuşuyorlar, konuşmalarını anlamıyordum. Keşke yanımda bir ses alıcım olsaydı da bu konuşmaları kaydetseydim diye düşündüm.

Fabrikada birisi ile konuşuyordum. Bana sordu: Siz Afyon’lu musunuz?
Bende cevaben “burada daha fazla kalırsam herhalde Afyonlu olacağım.” dedim.

Evde birlikte kaldığımız Çay kazasından bir arkadaşımız vardı. Çayın dağlarından topladığı ada çaylarını; kurutulmuş gül yaprakları ile karıştırarak çay yapardı. Evde çay yapma onun işi idi. O evde içtiğim çayın güzelliğini hiç unutamıyorum.

Ankara’da yurtta birlikte kaldığımız, Kimya Mühendisliğinde okuyan Afyonlu Mustafa Ayşakar adında bir arkadaşım vardı. Afyona geldikten sonra onunla hiç karşılaşmamıştım.

Ev adresini öğrenerek bir Pazar günü evlerine gittim. Kapılarının zilini çaldığımda kapıyı bir teyze açtı.
“Mustafa’nın Ankara’dan arkadaşı olduğumu, onu ziyarete geldiğimi” bildirdim.
Teyze “Mustafa’nın annesi olduğunu, Mustafa’nın işi için Afyon dışına çıktığını” bildirdi.
Teşekkür edip tam evden ayrılacaktım teyze beni eve davet etti. Mustafa yok girmeyim dediğimde “ Sende benim evladımsın. Olmaz eve gel misafirimiz ol” dedi.
Mustafa’nın baba’sı da evde idi. Hepside sıcakkanlı, misafirper insanlardı.
Orada üzerine yoğurt döküp yediğim biber kızartması vardı ki onu hiç unutamıyorum.

Stajım 45 gün sürdü. Evde birlikte kaldığımız arkadaşlarımızı, orada edindiğim dostlukları, gelende gideni, Afyon mezarlığında yatan Mehmet abiyi hiç unutmadım. Mezarlığın yanından her geçtiğimde Mehmet abi ile birlikte tüm mevtalara dua okumayı ihmal etmemeye çalışıyorum.

12.07.2009
Mustafa Yolcu

8 Temmuz 2009 Çarşamba

TOKATLI MİRZA USTA

Tokat’lı Mirza Usta ( Çerioğlu)

Mirza usta ağabeyimin kayın pederi idi.

Benim tanıdığımda köprübaşının ilerisinde bulunan Fatih caddesinin sağ tarafında Eser tepe denilen mevkide kendi eliyle yaptığı iki katlı yığma bir evi vardı.
Evinden aşağı tarafta, Yazıcı oğlu caddesinin yakınına kadar gelen şeftali bahçeside onun idi.

Evinin altında bulunan camiyi kimsenin katkısını almadan, 1967 yıllarında şeftali bahçesini kadastrol olarak parselletip parça parça satarak yaptırmıştı.
İnşaatın ustası da, kalfası da, amelesi de kendisi idi.
Cami hizmete açıldıktan sonra caminin yeri gelir imamı, müezzini, temizlikçisi, sabahleyin ilk cemaati de Mirza usta idi.

Evden çıkıp çarşıya bazen birlikte giderdik.
Yolda karşılaştığı her insana selam verir, çocuklara da ayrı ilgi gösterirdi. Bazı tanıdığı dostları ile ayaküstü 5- 10 dakika sohbet ederdi.
Hiç durmadan yarım saatte gelinebilecek çarşıya 40- 50 dakikada ancak gelinirdi.
Bize de nasihat ederdi ki “oğlum karşılaştığın insana selam vermeden, selamını almadan geçme. Selamın büyük bir fazileti vardır.”

Evine gittiğimde hemen bir kitap getirir, kitaptan daha önce okutup dinlediği kısmı buldurur; ondan sonraki yerden itibaren kitabı okumamızı isterdi.
Evde bu kitap okuma işini yaptırdığı insanlar oğlu Hasan, iki damadı, torunları Mehmet, Ahmet; evine gittiğimde ben okurdum.
Okunulanı büyük bir zevk ile dinler, katkı yapması gereken yerlerde araya girer katkısını yapardı.
Okuyan yorulur, o dinlemekten bıkmazdı.

Mirza ustanın anlattığı Tokatta olmuş bir olay vardı:
Tokatta önceden tugay- tümen seviyesinde askeri birlik varmış.
Ali paşa camiinde de lafını esirgemeyen bir vaiz mevcut imiş.
Vaiz bir Cuma vaazında sosyal bir takım olayları gündeme getirerek vaazını yapmış.
Vaizi dinleyen cemaatten bazıları Ali Paşa camiinin vaizini görevlilere şikayet etmişler.
Bu şikayet Tokadın garnizon komutanı olan Paşaya kadar gitmiş.
Paşa bir gün şehrin ileri gelenleri ile birlikte çarşıda bir dükkanda otururken; bakmış Ali Paşa Camiinin vaizi önlerinden geçiyor.
Vaizi yanına çağırtarak bir sandalyeye oturtmuş.
Hal hatır sorduktan sonra vaize demiş ki:“ hoca efendi Cuma vaazındaki söylediklerin şikayet olarak bana iletildi.
Ben sana zarar vermem, ama sende burada her zaman benim gibi paşa bulamazsın.
Lütfen vaazına dikkat et. “ demiş.

Mirza ustayı en son olarak Pervane hamamının karşısında bulunan, Kültür müdürlüğünce korumaya alınmış olan evinde ziyaret ettim.
Hasta idi. Hafızası günü algılamıyor, geçmiş tamamen yerinde duruyordu.
Bir şey sorulduğunda o sorulanı değil, manevi veçhesi ile söylemek istediğini söylüyordu.
Kendisine dedim ki: “ Mirza emmi bahçene ne güzel camiyi yaptırdın. İnsanlar içinde namaz kılıyor.”
Cevap: “ Oğlum yapana değil yaptırana bak. Rabbim nasip etti ben vesile oldum”
Kendisinin içinde bulunduğu bizim göremediğimiz bir dünyası vardı. O dünya ile ilgili bir konuşma olduğunda konuşmaya kayıtsız kalıyor cevap vermiyordu.
Dünya ile ilgili ne sorarsanız sorun o kendi dünyasını anlatıyordu.

Bu ziyaretimden iki ay sonra Mirza Usta gerçek dünyasına taşındı.

Mekanı cennet olsun.


Mustafa yolcu
17.06.2009

TOKAT HATIRALARI-1

Tokat’a ilk defa 1966 Yılı Haziran ayında gittim.
Ortaokul 1. sınıftan 2. sınıfa geçmiş, sınıfı geçmiş olmanın huzuru ile, Tokatta görevli olan ağabeyimin yanına gitmiştim.
Ağabeyim halen kanalın üzerinde bulunan TEDAŞ’ a ait trafoda tablocu olarak çalışıyordu.

Memleketim olan Çorum’dan sonra tanıdığım ikinci şehirdi Tokat. Yeşil oluşu itibari ile yaşam tarzıyla memleketime benziyordu.

Ağabeyimin evi köprübaşının sağ tarafında bulunan Gümbet denilen semtte idi.
Tokat’a gelen otobüsler taş köprünün üzerinden geçerek şehre giriyor, stadın yakınında bulunan otobüs terminaline gidiyordu.

Köprübaşında belediye otobüsü durağı vardı ama; otobüs sık gelmediği için çarşıya yürüyerek gidiyordum.
Çarşıya taş köprüden geçerek gidiliyordu.
Köprünün üzerinden geçerken pırıl pırıl akan ırmağı, bir sürü ufak balığın ırmakta yüzüşünü seyretmeye doyum olmuyordu.
Köprü ayaklarının olduğu yerde su biraz daha derindi, orada daha çok balık olurdu.

Yolun sağında DSİ. nin alanı vardı. Bakımlı bahçesi, gülleri, çiçekleri yanından geçerken büyük zevk verirdi. Cimle kaplı bahçe alanı devamlı fıskiyeler ile sulanırdı.

Gazi Osman Paşanın Tokat’lı olduğunu Tokat’a gelince öğrendim. Onun adını taşıyan binalar vardı. Ali Paşa Camii, hamamı, Meydan camisi, diğer camiler, müzesi, kalesi her biri tarihi sergiliyordu. Her tarafı tarih doluydu.

Öğleyin Meydan camisinin yakınında cadde üzerinde yediğimiz Tokat kebabı ayrı bir lezzetti. Çarşıda olduğum her gün bıkmadan, usanmadan bu kebaptan yiyordum.

Müzenin yanındaki taş handa toptancı sebze hali vardı.
Kasalarla şeftaliler kamyonet, at arabası, eşeksırtında hale getirilir ve satılırdı. Halin içine girer, kasalar dolusu meyveleri zevkle seyrederdim.

Benim yöremde de hanımlar yazma dediğimiz örtüleri başlarına takarlardı. Yazmanın imalatı ise Tokat ta Pervane hamamı civarında yapılıyor idi. Yazmaların yapıldığı dükkanlara giderek nasıl yaptıklarını merakla görüp izledim.

Belediye binasının önünde boş bir arsa vardı. Burada önceden sinema binasının bulunduğunu, Tokadın yaşadığı bir depremde bu binanın tamamen yıkıldığını, yerine hiçbir bina yapılmadığını anlatmışlardı.

Sivas yolu üzerinde sağ tarafta eskiden santral binası olarak kullanılan binasın üst tarafında büyük bir su havuzu vardı. Hala duruyor mu bilmiyorum. Bu havuzun üst tarafına kanaldan su gelir, alt tarafından giderdi. Suyu çok soğuktu.
Bir cumartesi günü bu havuza yüzmeye gittik. Dışarısı sıcak, havuzun suyu soğuktu. Havuzda epeyce yüzdük. Akşam ağabeyimin bekar evine geldiğimde başımda ağrı ve üzerimde halsizlik başladı.
Ertesi günü ise ateşli olarak uyandım. Anlaşılan çok kötü üşütmüştüm. Ağabeyim eczaneden bana ilaç getirdi. İki gün sonra ancak ayağa kalkabilmiştim.

Daha sonra Tokat hatıralarıma devam edeceğim.

1.06.2009
Mustafa Yolcu - Ankara

ÇORUM VE LEBLEBİSİ

Leblebi Çorum ile özleşmiştir.
Çorum deyince akla LEBLEBİSİ gelmektedir.
Çorum kaynaklarına göre halen Çorumda 200 adet leblebici dükkanı bulunmaktadır.

3 asırlık leblebi gözyaşı ile Çorum'da doğmuştur.
Leblebiyi ilk bulan kişinin 3 asır önce yaşadığı söylenilen Seyyah Ahmedi Sever olduğuna inanılıyor.

Anlatılanlara göre leblebinin doğuşu şu şekilde olmuş:
''Ahmedi Sever adında bir seyyah varmış. Bu seyyah 19. asrın ortalarında bir ikindi namazı vaktinde düşünürken gözlerinden yaş akmış. Gözyaşları nohutların üzerine düşmüş. Gözyaşı damlası düşen nohutların kabarmaya başladığını gören Ahmedi Sever, onları ateşte kavurmuş. Daha sonra ise çeşitlendirerek bugünkü yediğimiz leblebiyi bulmuş.
Seyyah Ahmedi Sever, Çorum'dan sonra Ankara, Güdül ve pek çok yeri gezmiş.
Son olarak gittiği Sandıklı'da vefat etmiş. Mezarı da oradadır.
Seyyah, gittiği yerlerde leblebinin yapımını anlatmış.''

Çorumlu leblebiciler her yıl Ramazan Bayramından önce Arefe gününde ikindi namazı sonrası kentin en eski leblebici dükkanında toplanarak, Ahmedi Sever Efendi ile diğer ustalarını anarlar. Ve işlerinde bereket ve helal kazanç elde etmek için dua ederler.

Benim babamın sanatı da leblebicilik idi.
Babamın zamanından kalma evimizde koyun bağırsağından yapılmış dört ayrı kalbur vardı.
Leblebinin kalitelisi nasıl anlaşılır diye babama sorduğumda:
” Leblebiyi parmaklarının arasına alıp ezmeye çalışacaksın. Kolayca ezilirse o leblebi iyi leblebidir “ diye anlatmıştı.
Diğer bir hususta leblebi irilikte karışık olmayacak, aynı cins kalburun tane iriliğinde bulunacaktır.
Ne çok kavrulacak, ne açık sarı olacak, hafif koyu bir sarılığı sergileyecektir.
Farklı irilikte bulunan leblebiler farklı fiyat ile satılacaktır.

1980 li yıllarda Çorumda o kadar güzel leblebiler üretilirdi ki, iri iri tek kalburdan çıkmış, karanfil kokusu ile burçu burçu kokardı.

Uzun yıllardır bahsettiğim irilikteki leblebiyi memleketimde bulamıyorum.
Çoruma geldiğimde leblebi alırken her seferinde eski leblebilerin muhabbetini yaparım.
Niye eskiden olduğu gibi iri leblebi bulamıyoruz diye sorduğumda:
“ Eski nohutlar artık yok. O yüzden bahsettiğiniz leblebiyi üretemiyoruz “ diye cevap alıyorum.

Bu yazıyı yazmadan önce Balıkesir de internette sitesi de bulunan bir nohut satıcısını telefon ile aradım.
Kendisine iri nohut un bulunup bulunmadığını sordum.
Bana cevaben” Bizde her cins nohut mevcuttur. Fiyatları nohut cinsine göre değişiyor. Alıcı bize geldiğinde kendi hesabına göre nohudunu alır ve gider” diye cevap verdiler.

Bilhassa Samsun yolu üzerindeki leblebici dükkanları kaliteye çok önem vermelidirler.
O güzergahta öyle leblebiler satılıyor ki!..
Samsun tarafına giderken yolda durup leblebi almak istedim.
Avucuma aldığım leblebiye baktığımda üç dört adet elek iriliğinde leblebiler var.
Leblebiyi parmaklarımın arasına alıp ezmek istedim. Ezilmesi için birde mengene gerekiyor.
Dükkan sahibine bu durumları ilettiğimde bana içerden başka bir leblebi verdi.
O leblebiyi alarak gittim.

Yoldan geçerken güzel bir leblebi alan kişi gittiği yerde bu leblebiyi övünerek Çorumdan size leblebi getirdim diye hediye edecektir. Bu Çorum leblebisinin güzel reklamı olacaktır.
Kalitesiz bir leblebiyi alıp onu hediye götürdüğünde yüzü kızaracak, Çorumdan bir daha leblebi almadığı gibi, Çorum leblebisinin kötü reklamını yapacaktır.

Çorum ile özleşmiş olan LEBLEBİ’NİN kalitesi konusunda bir norm tutturulmalı,
Kaliteden taviz verilmemelidir.

Leblebicilik sanatının ihtiyaç duyduğu işgücünün temini için Halk Eğitim Merkezi düzenlediği kurslar ile sanatkar yetiştirilebilir.

En güzelide Çorum’da Endüstri Meslek lisesine Leblebicilik ile ilgili bir bölüm eklenip, müspet ilimler ile de teçhiz edilmiş sanatkar yetiştirilebilir.
Tabi bu ilk olacaktır. İlk olmak bazı sorunların çıkmasına neden olabilir.
Bunun örnekleri mevcuttur. Bazı bölgelerde yöresel sanatlar ile ilgili olarak Endüstri Meslek Liseleri açılmıştır.

Güzel leblebili günler dilerken bu sanatın üstadı Ahmedi Sever efendiyi rahmet ile anıyorum.

MUSTAFA YOLCU
25.6.2009

9 Haziran 2009 Salı

İktidarca Çok Kötü Yönetilen Mayınlı Arazi Konusu

Devletin elinde bilinmesi gereken her türlü bilgi ve malzeme mevcuttur.
Bu bilgileri kullanacak, uygulamasını yapacak olan teknisyenler mevcuttur.
Bütün bunları dokümantasyona bağlayacak olan araç ve gereçte mevcuttur.

Sınır boyunca araziye mayınlar TSK tarafından döşenmiş, döşenen mayınlar büyük bir ihtimal ile koordinatlı haritalara bağlanılmıştır.

Daha sonrada konjektürel olarak bütün ülkelerin döşedikleri mayınları temizlemesi karar altına alınmıştır.

Komşumuz Suriye döşediği mayınları temizlemiş, bizim sınırlarımızdaki mayınlar hala temizlenmemiştir.

Peki, bu mayınlar nasıl temizlenmeliydi:

Öncelikle bu mayınları döşeyen kuruma gerekli talimatın verilerek temizlenme işinin bu kuruma yaptırılması gerekirdi.
İlgili kurum bu temizleme işi için gerekli olan tüm alet ve araç gereçlerin listesini çıkaracak, donanımını tamamlayacak, gerekli olan para temin edilecek ondan sonrada bu işlem tamamlanacaktı.
Bir savaş esnasında bile ordu mayın temizleyerek ilerleme kabiliyetine sahip olmalı değil mi?

Bütün bunlar olmadı. Ne oldu!...
Başbakanlıkça ilgili kuruma talimat veriliyor. Bu kuruma bir kısım para aktarılıyor. İlgili kurum aktarılan paranın azlığı, aktarılan bu para ile bu işin yapılamayacağı, ellerinde gerekli donanımın bulunmadığını bildirerek bu işten vazgeçiyor.

Genelkurmay Başkanlığı İletişim Daire Başkanı Tuğgeneral Metin Gürak, Türkiye-Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesiyle ilgili, "Mayın temizliğinin, bedeli ödenmek kaydıyla hizmet alımı yöntemiyle yapılması ve bu kapsamda uluslararası deneyime sahip NATO İkmal ve Bakım Teşkilatı NAMSA'nın öncelikli olarak dikkate alınması uygun bir hareket tarzı olarak düşünülmüş ve bu görüşler, zamanında ilgili mercilere gönderilmiştir. Diye beyanat vermiştir.

Peki, döşediği mayınları gerektiğinde imha kabiliyetinde olmamak da ne demek?
Bundan sonra maliye bakanlığı devreye giriyor. Kanun teklifi hazırlanarak TBMM. sinden çıkarılıyor. Bu kanunun:
İhale işlemleri maddesinde
“MADDE 2- (1) Mayın temizleme işi, öncelikle 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun “İstisnalar” başlıklı 3 üncü maddesinin (b) fıkrasında belirtilen istisna hükümlerine göre Milli Savunma Bakanlığınca yaptırılır.
(2) Mayın temizleme işinin birinci fıkrada belirtilen usulle yaptırılamaması halinde, 4734 sayılı Kanun hükümlerine göre Maliye Bakanlığınca hizmet satın alınmak suretiyle yaptırılır. Mayından temizlenen alanlardaki Hazine taşınmazlarının tasarrufu Maliye Bakanlığına geçer. İhale komisyonlarının oluşumu ve çalışmasına ilişkin esas ve usuller Maliye Bakanlığı tarafından belirlenir. İhale şartnamesinin hazırlanması ve yapılacak işin muayene ve kabulü, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı temsilcilerinden oluşan ortak bir komisyon tarafından yapılır. Muayene ve kabul komisyonlarının görevleri ile çalışma esas ve usulleri aynı komisyonca belirlenir.
(3) Birinci ve ikinci fıkralar hükümleri çerçevesinde mayın temizleme işinin yaptırılamaması halinde, 8/9/1983 tarihli ve 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu ile 4734 sayılı Kanun hükümlerine tabi olmaksızın Hazineye ait ya da Maliye Bakanlığınca idare edilen mayından temizlenecek alanlar ile müstakil kullanımı mümkün olmayan ve bu taşınmazlarla bütünlük teşkil eden Hazineye ait diğer taşınmazların, tarımsal faaliyetlerde kullandırılması karşılığında, kullanım süresinden en fazla indirimi teklif edene ihale edilmek suretiyle yaptırılır. Ayrıca, söz konusu alanda bulunan ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarına ait olan taşınmazlar da aynı yöntemle Maliye Bakanlığı tarafından ihale edilir. Mayınlı alanda bulunmakla birlikte, Bakanlar Kurulu kararı gereğince belirlenen askeri yasak bölge ile sınır hattı boyunca tesis edilecek sınır fiziki güvenlik sistemi için ihtiyaç duyulacak alanlar temizletilmekle birlikte, yüklenicinin kullanımına bırakılmaz. Bu fıkranın uygulanması halinde, ihale komisyonlarının oluşumu ve çalışmasına ilişkin esas ve usuller Maliye
Bakanlığı tarafından belirlenir. İhale şartnamesinin hazırlanması ve yapılacak işin muayene ve kabulü, Genelkurmay Başkanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Maliye Bakanlığı ve Tarım ve Köyişleri Bakanlığı temsilcilerinden oluşan ortak bir komisyon tarafından yapılır. Muayene ve kabul komisyonlarının görevleri ile çalışma esas ve usulleri aynı komisyonca belirlenir.”
Hükmü getiriliyor.
Bundan sonrada dananın kuyruğu kopuyor.
Komşumuz Suriye’nin sessiz sedasız başardığı bu işin yapılması ülkemizde sorun oluyor.
Kendimizi çok biliyor görmemize rağmen sorun oluyor.
Çok bilen teknokratlarımıza, monşerlerimize rağmen sorun oluyor.
Çok bilen basınımızda vur abalıya misali bu konuyu istismar ediyor.

Sonuç: basit bir konuyu elimize yüzümüze bulaştırıyoruz.

Bazı ülkeler bulunduğu zamandan 70 sene sonrasının politikasının kurgularını hazırlıyor, senaryolarını tartışıyor, biz önümüzdeki sorunun çözümünü ne hale getiriyoruz.

Sonuç: AKP hükümeti bu sorunun halledilmesini akıllıca yönetemedi.

07.06.2009
Mustafa Yolcu