14 Ağustos 2014 Perşembe

MUHALİF OLMAK


MUHALİF OLMAK 

Önceden medyanın tek adı vardı “Kartel Medyası”. Şimdi üç guruba ayrıldı. Yandaş medya, Paralel medya, Kartel medya.
Kartel medyası, yanlı haber yapıyor, gerçekleri çarpıtıyor, sol ideolojiyi temsil ediyor, devlet medyasıdır diye tanımlanırdı.
 
Şimdi ne oldu?
Üç ayrı medya gurubu oluştu. Değişen ne? Hiçbir şey değişmedi. Asparagas haberler, acımasızca eleştiriler, belden aşağı vurmalar. Dün karşı tarafı eleştirenler, şimdi kendileri aynı şeyi yapıyorlar. 

Sol medyayı acımasız, tek taraflı olarak olaylara bakıyor diye nitelendirirken, şimdi onlara taş çıkartırcasına kendileri acımasızca eleştiri yapıyorlar. Şapka düştü, kel göründü artık.  

Kime nasıl inanacağız. Kimin fikirlerine değer vereceğiz. Kavram kargaşası aldı başını gidiyor. Bu gün, her yönü ile eleştirdikleri insanlarla karşı karşıya gelince ne yapacaklar acaba? Belki aynı gazetede, televizyonda çalışacaklar. Tabi kimin parasını alırlarsa, onun kılıcını sallarlar. 

Yıllar önce tanıdığım bir siyasetçi, konumu gereği Süleyman Demirel’in partisi aleyhine çalışıyordu. Bahsettiğim siyasetçinin babası, daha önce Adalet partisinin il başkanlığını yapmış, dolayısı ile Demirel’i yakından tanıyorlardı. Ben kendisine” Siz Özal’ı tanımadan, Demirel’i tanıyordunuz. Yarın Demirel ile karşılaşırsanız ne yaparsınız? “ diye sordum. Bana cevaben” Kendisinden özür dilerim olur biter.”    Diye cevap vermişti. 

Kavramlar, değerler değişti. Yaşadığımız dünya sol, sağ, komünist, kapitalist inanan, inanmayan değil, kimin ekmeği yenilirse, onun kılıcının sallandığı bir dünya oldu. Bu arada meydan istismarcılara kaldı.
Kime nasıl inanacağız? Kimin arkasından gideceğiz?  Kimin dediği doğru? Bütün bunlar belirsiz oldu.
Adalete, emniyete, bizi koruyup gözetmesi gereken kurumlara güven kayboldu.  

Doğruluk, dürüstlük meziyet olmaktan çıkıp, istenilmeyen yaşam tarzı haline geldi. Bal tutan parmağını yalar. Yeter ki aşırı olmasın dendi. Hırsıza, hırsız diyen suçlanır oldu. Efendim ne varmış bunda. Yiyor ama çalışıyor da. İcraatları orta da! Denilir oldu. 

Kimin nerde ne yaptığı belli değil. Ortada uzun soluklu politika yok. Günün getirdiği ile tavır oluşuyor. Hesap karışınca, netice de alınmıyor. Asıl hesap sahipleri ise yol alıp, merhale kat ediyor.  

Muhalif olmak! Kime ne için muhalif olacaksın? Değer sistemleri alt üst olmuş, kırmızı çizgiler yok olmuş, kurt kuzu ile gezer olmuş. Şimdi neye muhalefet edeceğiz?   

Senin değer verdiğin kişide, benim değer verdiğim kişide, aynı yerden icazet alıyor, aynı merkeze bağlı iseler; biz kendi aramızda neye muhalefet ediyor, neyin mücadelesini veriyoruz?

Bu durum şimdi böylede, önceden böyle değil miydi? Her zaman böyleydi ama bu durumun biz, yeni farkına varıyoruz. Siyaset adına, başka konular adına, vatandaşlar olarak birbirimizle tartışıp durduk. Hiç bir şeyi değişmedi. İnandıklarımız, savunduklarımız bildiklerini yaptılar. Yara alan, kaybeden hep biz olduk. Ağlayan bizim anamız oldu.

Yine muhalif olacak mıyız? Yine birbirimiz ile tartışacak mıyız?  Biz istediğimiz kadar muhalif olalım, kervan gideceği yere doğru, yoluna devam ediyor. Treni kim sürerse sürsün, tren rayların döşeli olduğu yöne doğru gidiyor. 

Gelin birbirimizle tartışarak, bunu isteyenlerin ekmeğine yağ sürmeyelim. Yanlışın karşısında dik durup, bir ve beraber olalım. 

Mustafa Yolcu
myolcu@ttmail.com

 

 

 

 

 

 

 

 

 

9 Ağustos 2014 Cumartesi

DEĞİŞEN İSKİLİP


DEĞİŞEN İSKİLİP 

Değişmek iki türlüdür. Olgunlaşarak mükemmel olmakta, çürüyerek kullanılmaz hale gelmekte değişimdir.
Şu anda İskilip ne yazık ki! Çürüme safhasına girmiştir. İskilip’in yerlisi İskilip’ten göç edince, kültürde büyük bir yozlaşma meydana gelmiştir. 
İskilip’te çarşının pazarın düzeni kalmamış, kötü ahlak ve davranışlar yaşanır hale gelmiş. İnsanların birbirine, sevgisi saygısı yok olmuştur.

Önceden küçükler hata yaptığında büyükler küçükleri uyarır, hatta azarlardı. Şimdi ise erişkin insanlar, caddenin ortasında küfür ederek konuşuyor. İskilip dışında bağırarak konuşmaya alışmış insanlar, caddenin bir yanından öbür tarafa bağırıyor. Manav ayıkladığı çürümüş meyveleri yere atıyor.  

Ankara’da oturan bir hemşerimiz İskilip’ten bağ alıp bağı ile uğraşmaya başlamış, bağında oturmak için, iki katlı evde yapıyordu. Bizde bağına kiraz yemeye gittik. Dolmuş ile altı kişi bağa geldi. “ Biz yukarda ki köydeniz. Siz bizim yolumuzu kapattınız. Yolumuzu açın. Yoksa evini başına yıkar, bağını tarumar ederiz. Ben zaten hapisten yeni çıktım. Hapse girip çıkmaya alışkınım. Yine girip çıkarım.” Diye tehdit etti. Şaşırıp kalmıştık. Biz İskilip’te, böyle bir olay yaşamamıştık. 

İskilip’te önceden düğüne davetlere, davetli olanlar giderdi. Şimdi herkesi çağırıyorlarmış. Buda davetin nezihliğini ortadan kaldırıyor.
Komşular arası yardımlaşma ortadan kalkmış. Her şey, para karşılığı yapılır olmuş. 

İskilibi alakadar eden bir sorunda, Bağ-Kur’lu olarak belirli bir süre çalışıp, emeklilik hakkı kazananların durumudur. Emekli olana kanunlar-“ Sen işini bırak, çalışma.  Çalışırsan maaşında kesinti yaparım diyor.” Böyle olunca emekli olanlar, işini gücünü bırakıp dükkânını kapatıyor, üretimden çekiliyor. Bu sebeple İskilip’te dükkânlar kapanıp, arastalar boşalıyor. İnsanların sağlığı açısından, 65 yaşına kadar çalışması gereklidir. Bu sebeple, emekli olanlarında isterlerse çalışmaya, üretime devam etmesi gerekir. 

İskilip’teki bu çürümenin önüne geçilmesi için Kaymakamlık vasıtası ile öğretmenler, muhtarlar, emniyet, jandarma, din görevlileri, sivil toplum kuruluşları, kanaat önderlerine çok iş düşmektedir.  

İskilip’in üzerinde durulacak bazı konularını maddeler halinde sıralarsak: 
1-   İskilip'in kanaat önderine ihtiyacı vardır. İskilip’te sözü dinlenir insanlar azalmıştır. Sözü dinlenir insanlar, iftira dedikodu ve yalanlarla pasifize edilmiştir.
2-   Siyaset kurumu, muhtarlık seviyesinden kurtulmalıdır. Siyaset kurumlarının başına, ciddi proje üretecek ve takip edecek kapasitede insanlar gelmelidir.
3-   İskilip’in tarihi ve kültürel potansiyelini değerlendirmek için çalışan insanlar küstürülmemeli, onlara destek olunmalıdır.
4-   Toplum içersinde fitne, iftira, dedikodu ve ahlaksızlığı yayanlar, baş tacı olmaktan çıkarılmalı, bunların önemli yerleri işgal etmeleri önlenmelidir. 

Tüm İskilip halkının müspet yönde eğitilerek bilinçli hale gelmesi, gerekirse yanlışların devlet erki ile üzerine gidilmesi, bir an önce İskilip kültürünün yaşanır hale getirilmesi hayati önem arz etmektedir. İskilip'in tarihi ve kültürel zenginliğini ön plana çıkarmak asıl hedefimiz olmalıdır. Aksi takdirde, beyaz atlı prensler İskilip’ten tamamen gitmiş, İskilip tanınmaz hale gelmiş olacaktır.  

Mustafa Yolcu

3 Ağustos 2014 Pazar

İSRAİL YA KOMŞOMUZ OLURSA?


İSRAİL YA KOMŞUMUZ OLURSA? 

İsrail, Gazze’de Filistinlileri bombalıyor, öldürüyor. Dünya ise olanları seyredip, İsrail orantısız güç kullanıyor demek ile yetiniyor. Sonrası yok. 

Ülkemiz de ise ayrılıkçı, militarist tüm faaliyetlerin içinde, İsrail’in parmağı var. PKK militanları içinde İsrail militanları var. Askerlerimizle yaptıkları çatışmada ölen İsrail militanları, ülkelerine törenle gönderilmişlerdi. 

İsrail bayrağında bulunan iki çizgi, Nil den Fırat’a kadar olan, Yahudilerin kutsal toprakları “ Arz-ı Mev-ud u”  timsal etmektedir. Hedef buraları ele geçirmek. Buralarda bulunan insanları ise, aynı Filistinlilerin olduğu gibi buralardan göç ettirip, ya da taşeron olarak kullanmaktır. 

IŞID da, Esat ta, Barzani de, Nuri- El Maliki de bu amaçlar için kullanılmaktadır. Ülkemiz’ de gündemde olan açılım politika’sı, bu hedefe hizmet etmektedir. Kuzey Irak’ ta kurdurulan Kürt devletini, ilk defa İsrail’in tanıyacağını açıklaması tesadüf mü? 

Şimdiki açılım politikasını yürütenler yarın, tarihe ve vicdanlarına nasıl hesap verecekler?
Ortadoğu’da akan kandan, IŞİD denen taşeron örgütün yaptıklarından ders alınmayacak mı? 

Suriye çökertildi, Irak halledilmek üzere. İsrail, Suriye’yi, Irak’ı işgal edip, bizim komşumuz olursa! Sıra Türkiye’ye gelip, çanlar Türkiye için de çalarsa, bu uysal çocukla bizim halimiz ne olacak? 

İsrail uçakları kalkıp ülkemizi vuracak, bizim uçakların ise, onlara karşılık vermek gibi bir imkânı olmayacak. Çünkü onların bulunduğu yer, bizim uçakların bilgisayar programın da dost ülke olarak göründüğünden, bizim uçakların ateşleme mekanizmaları çalışmayacak. Şu anda nasıl, uçaklarımız Suriye hava sahasına giremiyorsa, onların ülkesine hiç giremeyecek. Kaldı ki uçakları havada ateş bile etmeden, elektronik olarak kilitleyip düşürebilme teknolojisi var. Bu teknoloji bizde yok ama İsrail’de var.  

Bütün bunları düşünüp, açılım adına ülkemizde yapılanları, Orta Doğunun mevcut konjonktür ünü göz önüne getirdiğimizde, rahatsız olmamak elde değil.

 Bütün bunlar olurken, bizim kafamızı kuma gömmemiz, baltayı kendi ayağımıza vurmamız, insanımızı gerekli bilgiler ile teçhiz etmememiz işin çabası. Vatandaş “cambaza bak cambaza” kategorisi ile başka şeyler ile oyalanıyor.  

İsrail Suriye’yi, Irak’ı nasıl işgal edebilir denilebilir. Şu anda Filistin toprakları nasıl işgal edildi? Golan tepeleri kimin elinde? İsrail’in hangi komşu ülkeye yaptığı hava saldırısı engellendi? Sorulara müspet cevap vermek mümkün değil. Maalesef kabadayı, aklına geleni yapıyor. Kimsede hesap soramıyor. 

Uluslar arası hukukun direk bir yaptırımı yoktur. Güçlü olan devlet, haksız olsa da haklı çıkar. Güçlü devlete yaptırım olmaz.
Güçsüz olan devlet haklı olsa da, kendisine yapılan haksızlığı sinesine çekip oturmak durumundadır. Kimseden hesap soramaz. 

İsrail’e karşı neler yapılabilir? Diye düşünüldüğünde şunlar gündeme geliyor: İsrail ile olan ilişkilerimizi tekrar gözden geçirmeliyiz.
Devlet olarak birçok sırlarımızı paylaştığımız, ordumuzun, istihbaratımızın, emniyetimizin, kamunun, enformasyon faaliyetlerinin İsrail ile olan ikili ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması gerekmektedir.

GAP bölgesinde dolaylı ve direk olarak mülk sahibi olup, bu bölgede bulunan İsrail vatandaşları ile ilgili politikayı gözden geçirmeliyiz.

Yurdumuzda birçok operasyon yaptığı söylenen MOSSAD’ın, bu faaliyetlerini açığa çıkararak, tekrarlanmasına izin vermemeliyiz. İstihbarat ilişkimiz varsa, bu ilişkiye son vermeliyiz.

Yoğun olarak doğu, güneydoğu Anadolu bölgesinde Mossad faaliyetlerini gözden geçirilmeli, Yahudiler için bu bölge yasak bölge haline dönüşmelidir.

Şimdiye kadar, çok derin olan ilişkileri masaya yatırarak analiz edip, kendimize nerede hata yaptık diye sormalıyız.

Dün biz onların dedelerini koruyup, katledilmekten kurtardık. Camimizin yanına havra yapılmasına izin verdik. Memleketimizin ekonomik yapısını, kontrolleri altına almalarına müsaade ettik.

Besle kargayı oysun gözünü. Yıllardır yedirelim, içirelim, ülke kaderine, basın yayınına, ekonomimize hâkim olmalarına müsaade edelim; onlar hiçbir taviz vermeden, kendilerince “Arz-ı Mev-ud” kutsal topraklar olarak ilan ettikleri vatanımızı bölüp, sonrada ele geçirmeyi planlıyorlar. 

Altı milyonluk İsrail kendi başına yaramaz çocuk olmuyor. Yaramaz çocuğun sahibine, NATO, BM, Uluslar arası örgüt toplantılarında diyecek şeylerimiz olmalıdır.

Hepsinden önemlisi “ÜLKE OLARAK ARTIK DİK DURABİLMELİYİZ.” Dış politikada kendi ajandamız olmalı, kendi ajandamızdakileri gündeme getirmeliyiz.
Devlet olarak yapılması gereken her şeyi yapıp, söylenmesi gerekene de gerekeni söylemeliyiz.

Sabahın sahibi var. O ne yaparsa güzel yapar. 

 

Mustafa Yolcu
myolcu@ttmail.com

 

11 Haziran 2014 Çarşamba

HÜSEYİN GÖKCAN

















HÜSEYİN GÖKCAN - 3.6.2014-
Değerli büyüğümüz, rahmetlik Hüseyin Gökcan ağabey ile ilgili bazı bilgileri, oğlu Mustafa Gökcan ile size aktarmaya çalışacağız:
“-R- Bu röportaj Hüseyin Gökcan ağabey Nevşehir’de görevli iken, Hüseyin Necati Bey tarafından yapılarak, bağımsız haberler sitesinde yayınlanmıştır.” 

R- Bize kendinizi tanıtırmısınız?
H.G.- 1936 Yılında İskilip, Hacı piri Mahallesinde doğdum. 1951 senesinden itibaren İslâmi ilimlerle meşgul olmaya başladım. İskilip’te Osman Kalfa hocada, Mürsel Şahinbaş, Faik Şahinbaş, Hamdi Ertekin, Hüseyin Namlı, Arif Çetinkale ile birlikte Molla camiye kadar okuduk. 

R- Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri (K.S.) nasıl tanıdınız?
H.G.- 1955 Yılı idi. ilim öğrenmek ateşiyle tutuşuyor, beni okutacak ve bu aşkımı söndürecek birisini arıyor, karşılaştığım hocaları yeterli bulmuyordum. Bu amaçla Halep’e, Şam’a veya Mısır’a gitmek için bir takım teşebbüslerde bulundum. Dini ilimleri oralarda bulacağımı sanıyordum. Bu teşebbüslerimde netice alamayınca, hoca aramak gayesiyle İstanbul’a gittim. Kitapçı Muzaffer Azak’ın dükkânın da Necati Tosun Efendi ile tanıştım, kendiside üstazın talebeymiş. Bana hoca aramamı, kendi hocasını tanımamı istedi. O tarihlerde din ilimlerini okuyan ve okutanlar sıkı takibat altında oldukları için, hocasının ismini vermekten çekindi ve Camcı Hacı Refik Bürüngüz ile görüşmemi tavsiye etti. Refik Bey vasıtasıyla Hazreti Üstaz (K.S.)  Kısıklıdaki misafirhanesine gittik. 

Merhum Ali Dayımız, Efendi Hazretleri (K.S.)’ne geldiğimizi haber verdi. Bir müddet sonra Hazreti Üstaz (K.S.), bahçe merdivenlerinden aşağı elindeki bastonu vura vura indiler. Tatlı ve şefkatli bir sesle “Esselamü Aleyküm” diyerek misafirhaneden içeri girip, yerine oturdular. Orada bulunan birkaç talebe kardeşimizle beraber, ben de elini öpme şerefine nail oldum. Elini öptüğüm zat, daha önceleri görmüş olduğum hocalara hiç benzemiyordu. Yüzünün nuraniliği, lisanının içten ve samimiliği başka bir mahiyet arz ediyordu.
İlk sözü şu oldu: “Evladım, terliydim, o yüzden geciktim. Özür dilerim” ileride kim olduğunu öğreneceğim büyük zat, talebe olarak kapısına gelmiş olan bir acizden özür diliyor, acizi mahcup ediyordu. “Allah’ım! O ne büyük tevazu, o ne büyük hassasiyet.”
Memleketimi sormak lütfunda bulundular. “İskilipliyim Efendim” dedim. İskilipli Atıf hocadan bahsettiler. Mübarek gözleri yaşararak, onun hakkında şöyle buyurdular: “O ne halim-selim insandı, beni ne kadar çok severdi.” daha sonra Atıf Hoca’ya nasıl idam cezası verildiğini ve İstiklal mahkemesinde Hâkime sordurulan bir suale, Atıf Hocanın verdiği cevabı kendilerinden dinledim. Bana- “ Atıf Hocanın ilmini sana öğreteceğim.”dedi. 

R- Hazreti Üstazın huzurlarında bulunduğunuz zamanlarda, daha çok nelerden bahsederlerdi?
H.G- En çok rabıtadan, Nur-u İlâhiden, Feyzi Muhammedi’den bahsederlerdi. Üstaz rabıtayı şöyle anlatırdı. “Evladım rabıtayı terk ederseniz, dışarıdaki insanlara dönersiniz. Her şey rabıta ile kaimdir. Dünya, ay ve diğer peykler Güneşe rabıta yapıyorlar. Güneş Arş-ı Âlâya, Arş-ı Âlâ, Sıfatı İlâhi’nin Nuruna, Sıfatı İlâhinin Nuru da, Zat-ı İlahi’nin nuruna rabıta halindedir.”

Üstadımız- “-İlmi kısa zamanda elde etmek ancak rabıta ile olur” buyururlardı ve şöyle izah ederdi. (İlim önce Feyyaz-ı mutlaktan ruha gelir. Ruhtan kalbe geçer, kafa tercüme eder) Bir gün İman mevzu’unda da şöyle buyurmuşlardı “kalp ile olan İman, fakirlerin İmanı ve sırla olan İman zenginlerin İmanı” derdi 

R- Merkez vaizliği görevine ne zaman başladınız?
H.G.- 1957’de Diyanet işleri başkanlığında açılan vaizlik imtihanına girdim ve muvaffak oldum. 1965 senesine kadar resmi vazife almadım.
1965 senesinde ilk defa Giresun merkez vaizliğine tayin oldum. Daha sonra sırasıyla; Samsun, Adıyaman, Bursa, Nevşehir, Çorum’da merkez vaizliği yaptım. 1980 Yılında, Çorum’dan başka bir ile tayinim çıkması üzerine görevimden istifa ederek, Ankara’ya yerleştim. 

Bu kısımda ise Mustafa Gökcan’ın aktardığı ve bana ait anekdotları bulacaksınız:
Bazen dükkânda otururken babam- “Oğlum benim yerim rahle başı. Bu dükkânda oturup, ticaretle uğraşmak gücüme gidiyor. Kader beni vaaz kürsüsünden, buraya getirdi.” Derdi.

Ankara'da yayın yapan bir FM radyosunda, düzenli olarak sohbet programı yapması için Hüseyin ağabeye teklif götürmüştüm. Kendisi hemen cevap veremeyeceğini, sorup izin verilirse bu programı yapabileceğini bildirmişti. Ama bu izin çıkmadı. Sohbet program’da yapılamadı. Bu program yapılabilseydi, tüm Ankaralılar sohbetten istifade edecekti. 

Ankara’da, ramazan ayında müftülüğün gösterdiği camide vaaz verirdi. Bir ramazan da,  Keçiören- Kuşcağızda küçük bir mescit de vaaz vermeye görevlendirmişler. Vaazını verip eve dönerken” Ben Bursa’da, yetmiş ayrı camiye dağılan megafon sistemi ile kırk bin kişiye vaaz veriyordum. Şimdi buradaki mescitte, kırk kişiye vaaz veriyorum. Bu hayatın iniş çıkışıdır. İnsan hayatın da bu iniş çıkışlar hep olur. Hayatta temiz yaşayın, kirli işiniz olmasın.” Demişti. 

Sarf ilminde babamın üstüne yok diyorlar. Babam çok zeki imiş. Bir gördüğünü bir daha unutmazmış. Vaaz verirken, kuranı kerimin ilgili sahifesini açar, başka nota gerek kalmadan saatlerce vaaz verirdi. 

Babam çok kibar ve temiz birisi idi. Birde babamı tanıyan birçok kişi- “ Hüseyin hocam beni çok sever, benimle ayrı ilgilenirdi.” Diyorlar. O kadar çok kişiye kendisini sevdirmiş ki, onu tanıyanlar halen bu duygu ile babamı anıyorlar.

Tek başına vakıf gibiydi. Bir zarfın içine, kendisi ve arkadaşlarından topladığı parayı koyar, bu parayı ihtiyacı olanlara, evlenecek, ev yaptıracak olanlara verirdi. Kurs camiasında, Talebe Yurdu temel atma, açılış törenleri için çağrıldığı her yere gider, elinden gelen katkıda bulunur, sohbet ederdi. Kendisinin, Süleyman Hilmi Tunahan efendinin talebesi olmuş olması da, ayrı bir ağırlık katıyordu. 

Her gece kalkar, gece namazını kılar, elinde kitap eksik olmaz kitap okurdu. Her akşam meyve yerdi. Gezmeyi çok severdi. Avrupa’da, Türkî devletler de gitmediği ülke kalmadı. Sıra Afrika ülkelerinde idi, ömrü vefa etmedi. Babaannem, gezip görmeyi çok sevdiği için babama, Es Hüseyin lakabını takmış. 

Hüseyin Gökcan ağabey, İskilip’ten komşumuz Hacı Faik Şiranlı hakkında - " Faik Efendinin ziyaretine giden birisi, Faik Efendide velilik alameti bulunduğunu söyleyince Faik Efendi-“ Bende bir şey yok, babamda mevcuttu." Dediğini anlatmıştı. Faik Efendinin alçak gönüllülüğü ile kendisinde keramet gören insanların içinde bulunduğu durumu anlamak açısından bu anekdot, ibrete şayandır.
Bana şu hatırasını anlatmıştı: "Askerde, acemi birliğinden sonra dağıtımım Ankara’ya çıkmıştı. Ben İstanbul’u istiyordum. Hafta sonu çarşı iznine çıkınca, burada büyük bir zat var mı? Diye düşünerek yürürken, yolumun üzerine Hacı Bayram cami başta olmak üzere, üç ayrı zatın türbesi çıktı. O zaman düşüncemden utandım ve dedim ki: “ Ankara’nın da sahipleri varmış. Daha sonra çarşı iznine çıkınca, buraları ziyaret ettim." 

Bir ramazan günü rahatsızlanarak, ayakta duramayacak hale geldi. Akşam olup, vaaza gitme zamanı yaklaşınca evde bulunan damadı-“ Baba, rahatsızsın bu akşam vaaza gitme.” Demiş. Bunun üzerine sinirlenen Hüseyin ağabey-“ Biz bu vazifeyi yapmak için yetiştirildik. Ben öleceksem, kürsüde vaaz ederken öleyim. Bir daha bana vaaz vermeye gitme demeyin.” Demiş. Ve hasta haliyle camisine gidip, vaazını vermiş. 

Trafik kazası –“ Hüseyin ağabey, kendisinin kullandığı arabası ile yaralamalı trafik kazası yapmış, bu nedenle bir süre tutuklu kalmıştı. O hassas insan için, tutuklanmak zor bir hadise olmalı idi. Tutukluluk süresinde, hapishanede bulunanlara vaaz ve nasihatte bulunmuş, onların dertlerini dinleyerek, rehabilite etmişti.

Tutukluluk süresi sonunda, işyerine geçmiş olsuna gittiğimde, hapishane hakkındaki kanaatini sordum.- “ İnsanların ders alması gereken yerlerden birisi. O hayatı yaşamadan, orasının ne olduğunu anlamak zor. İnsanların bir gün bile olsa orayı görüp, elini kolunu sallayarak serbestçe gezmesinin, şükredilmesi gereken büyük bir nimet olduğunu bilmesi gerekiyor.” Demişti. 

Düzgün ve kaliteli giyimi- Hüseyin ağabey, düzgün ve kaliteli giyinirdi. Bilhassa gömleğine çok özen gösterir, Ankara’da terzisi de hemşerimiz Kamil Köstekçi idi. Elbiselerini ona diktirmeye gider, oda Hüseyin ağabeyin sohbetini dinleyebilmek için, onu dört gözle beklerdi. Hüseyin ağabey, dört dörtlük bir beyefendi idi. Büyükle büyük olur, küçükle çocuk olurdu. Herkese kendisini sevdirirdi. Yeri gelir, oğlu Mustafa ile kol kola dolaşırdı. 

Alçak sesle yumuşak konuşması- Alçak sesle tane tane konuşurdu. Bilgili idi. Çok kitap okur, kitap hastası idi. Gittiği her ilden el yazması kitap toplar, onları okuyup, değerlendirirdi. Kendisine İslami bir konuda görüş sorduğunuzda, en kesin cevabı alır, kafanızda acabanız kalmazdı. Sorunuza cevap bulmak, insana huzur verirdi.
Bir arkadaşım -“ Ailemin ortak olduğu içkili bir lokanta var. Ben bu lokantadan evime beş kuruş sokmadım. Şimdi bu lokantanın, başkasına devredilmesi söz konusu. Devir yapılırsa, biz buradan payımıza düşen parayı alabilir miyiz? ” diye sorduğunda, alabilirsiniz cevabını verdi. 

Ben, bir arsamı birisine satmak üzere, alıcı ile aramızda satış sözleşmesi yaparak, sözleşme gereği alıcıdan kaparo almıştım. Arsayı almak isteyen kişi, tapuya gitmemiz gereken gün bana telefon ederek, arsayı alamayacağını, paranın geri kalanını temin edemediğini bildirdi. Bende tamam dedim. Daha sonra Hüseyin ağabeyi arayarak, aldığım kaparonun helal olup olmadığını sordum. Hüseyin ağabey, aldığım kaparoyu iade etmem gerektiğini bildirdi. Bende iade ettim.  

Biraz da olsa anlatmaya çalıştığım, herkesin Hüseyin ağabeyi böyle biriydi. Onunla birlikte olmak, insana huzur verirdi. Aydınlatıcı idi. Soruna çözüm bulucu idi. Kendisi kırılsa da, o kimseyi kırmazdı. Bir gün nefes bitti. Hüseyin ağabeyde sevdiklerine kavuştu. Mekânı cennet olsun. Nur ile dolsun. 

Mustafa Yolcu
myolcu@ttmail.com

 






28 Mayıs 2014 Çarşamba

SEÇİM SONRASI İSKİLİP


SEÇİM SONRASI İSKİLİP
 
Geçen hafta sonu Mersinde, Ahmet Ertekin beyle birlikteydik. Ahmet Beyin, belediye başkanı adaylığı sırasında açıkladığı, İskilip için ürettiği projeleri vardı. Bunları değişik vesileler ile İskilip’te duyurmuş, başkanlığa seçilirse, mesleki birikimini İskilip için harcamayı planlıyordu. 

Aynı şekilde, Fikri Kısar kardeşimiz inde projeleri vardı. Bunlardan birisi de İskilip’e Askeri eğitim taburunun getirilmesi düşüncesi idi. 

Seçimler yapıldı. Recep Çatma Bey, belediye başkanlığına seçildi. Başkanlığın kendisine hayırlı olmasını, başarılı olmasını diliyorum.  

Şimdi yapılması gereken, Ahmet Ertekin, Fikri Kısar, Numan Sezer başta olmak üzere, İskilip için proje üreten bütün hemşerilerimizin, fikir ve kapasitelerinden sonuna kadar faydalanılmalıdır. 

Düz kayadan kaleye teleferik çalıştırmak, gerçekleşebilecek bir projedir. Çağıl’ı piknik alanına, sağlık tesis alanına dönüştürmek mümkündür.      

İskilip’te yapılan sıcak su sondajında, yeterli miktarda sıcak su bulunabilirse, bunu işletme haline döndürmek mümkündür. 

İskilip dışındaki İskilipli olarak, İskilip’e geldiğimizde öğretmen evinde kalmak gücüme gidiyor. Belediye arsa temin ederek, 50 tane devre mülk daire yapılsa, senede 15 gün bile olsa kapısını açıp girebileceğimiz bir evimiz olsa kötümü olur. 50 dairenin, devre mülk mülkiyeti ile 15 er kişiden, 750 tane daire sahibi olur. Buda İskilip’e ayrı bir gelir kapısı demektir. Dairelerin olduğu yerde, devre mülk yönetimi ile güvenliği, temizlik elemanları bulunur. Bu gerçekleşirse, bizlerde 15 günlüğüne de olsa, İskilip’te eve kavuşuruz. Bu teşebbüsün, diğer avantajları da peşi sıra gelecektir. 

Eğitim taburunun İskilip’e gelmesi demek, her eğitim döneminde 500 askerin İskilip’e gelmesi, bu askerlerinde üç ayda bir değişmesi demektir. Böylece askerlerin iaşesi İskilip’ten karşılanacak, hafta sonu izine çıkacaklar, aileleri onları ziyarete gelecektir. Bu şekilde lokantalar ile otel sektörü kazançlı çıkacaktır. Yukarda bahsedilen devre mülk konutları da kiraya verilebilecektir.  

İskilipliler olarak bütün gücümüzle, imkânlarımızla bu konuları değerlendirip, gerçekleşmesine çalışmamız gerekmektedir. Rahmetlik Zübeyir Kemelek kardeşimizin, Sivaslı olan Milli Savunma Bakanı ile çok iyi diyalogu vardı. Gerekirse heyet oluşturup, Sayın Bakana ziyarete gidilebilir. 

İskilip için kimin katkısı olacaksa, taş taş üstüne koyabilirse, ondan yardım istenebilir. Ankara’da katkı yapabilecek, kapısının çalınmasını bekleyen hemşerilerimiz var. Yeter ki ihmal edilmeden kapısı çalınsın. Vakıflar da Ali Kılcı hemşerimiz, İskilip için elinden gelen her şeyi yapıyor. Emekli ve halen görevli profesör hemşerilerimiz, kendi uzmanlık alanlarında, talep geldiğinde yardımlarını esirgemezler. İskilip’te, siyasetin dua yeni Mustafa Çalık beyinde fikrinin alınmasında, kapısının çalınmasında yarar bulunmaktadır. Hani derler ya; herkes kaşık yapar ama sapını ortasına getiremez.  

Bir hemşerimizin anlattığı hatırayı da sizlerle paylaşmak istiyorum.
-    “ İskilip’te terzi bir arkadaşın dükkânında oturuyor, sohbet ediyorduk.
Sohbet konumuz İskilip’ti. İskilip’e şu yapılması, bu yapılması lazım diye konuşmamızı sürdürdük. Dükkânda da bizi dinleyen, tanımadığımız birisi vardı. Dedi ki- (Hemşerim ben Tosyalıyım. Söyledikleriniz doğru. Size hak veriyorum. Tosya’da bir kanaat var. Bir yerde mal alım pazarlığı yaparken, yanımıza İskilipli gelirse pazarlığı keseriz. İskilipli malı alana aldırmaz, satana sattırmaz.) diyerek, konuştuğunuz doğru ve güzel şeyleri kiminle, nasıl yapacaksınız.” Dedi. 

İskilip önceden böyle değildi. Yöresinin ticaret, sanat, eğitim merkezi idi. Bölgesinde birçok ilkleri gerçekleştirdi. Gelin, İskilip’in nakus kaderini değiştirip,  bu zinciri hep birlikte kıralım. Bıkmadan, usanmadan, maddi ve manevi olarak bütün hemşerilerimizin, İskilip için katkıda bulunması, yaşadığımız güzel günlerin hayata geçirilmesi için çalışalım. Büyüklerimiz ne demiş?
İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.   
 

Mustafa Yolcu
myolcu@ttmail.com

 

26 Mayıs 2014 Pazartesi


SOMA'DAN DERS ALMAK
 
Somada, maden kazasında büyük bir acı yaşadık. 300 den fazla insanımız öldü. Ülke olarak yasa boğulduk. Soma maden ocağı kazası için bilende bilmeyen de çok şey konuştu. Kimi vatandaşlarımız üzüntü ile ağladı, bir kısmı da muhalif duygular ile maden faciasını istismar etmeye çalıştı. 

 “Soma'da 301 işçimizin şehit olduğu acı kaza sonrası, Hürriyet gazetesi yazarı Yılmaz Özdil'in yaptığı yorum herkesin tepkisini çekti. Halk tv'de canlı yayına bağlanan Özdil, Soma'daki faciayı yorumlarken kullandığı "O işçiler için bu kaza normaldir, hatta müstahaktır, Türkiye layığını buldu" sözü her kesimin kanını dondurdu.”
Bütün bunlar olurken, ateş düştüğü yeri yaktı. Analar evlatlarını, eşler kocalarını, yavrular babalarını kaybetti. 

Bundan sonra ne olacak? Bu olaylardan nasıl ders alacağız? Maden ocaklarında gerekli tedbirler alınarak bundan sonra göçük, patlama olmaması sağlanacak mı? Yaşadığımız depremlerden ders çıkarılarak, insanlar yıkılan evlerin altında kalmayacak mı?   Dere yataklarına ev yapılmıyor mu? Patlama ve yangınlara karşı önlem aldık mı?  İş yerlerinde, iş güvenliğine ne kadar önem veriyoruz? Araç kullanırken, trafik kurallarına ne kadar uyuyoruz? İçkili araç kullanımını ne kadar azalttık? Ülkemiz de hastalıkların ve ölümlerin en büyük nedeni olan, gıda zehirlenmelerine karşı ne gibi önlemler aldık? Uygunsuz gıda üretimi yapan, bu yüzden bakanlıkça isimleri basında teşhir edilen firmalar hakkında hangi caydırıcı işlemler yapıldı? Bu firmalar halen faaliyetlerine devam ediyor mu, etmiyor mu? Soruların arkası bitip tükenmeden uzayıp gitmektedir. 

Bu ülkenin insanları olan bizler, adeta tesadüfen yaşıyoruz. Çevremizde yüzlerce tehlike kol gezmektedir. Kendimiz, bu tehlikelere göz yumuyor, bana ne sallabaşını al maaşını diyoruz.  

Batı ülkelerinde antibiyotik kullanımının çok az olduğu, antibiyotiğin zehir olarak görülüp, zorunlu olmadan antibiyotik kullanılmadığını, ülkemizde ise başı ağrıyana antibiyotik reçetesi yazıldığını hepimiz duyuyoruz. 

Avrupa da, Radyasyon yayma ihtimali ile sağlıklı kullanım süresi sona eren, kullanım dışı kalan emar ve tomografi cihazlarının, ülkemize getirilerek kullanıldığını duymayan kaldı mı? 

Bütün bunları duyuyor, biliyor, yaşıyoruz. Önce feveran ediyoruz, kaybettiklerimizin arkasından üzülüp yas tutuyoruz, sonrada bir şey olmamış gibi unutup gidiyoruz! 

Gelişmiş diye nitelendirilen ülkeler ise, her konuda kurallarını tavizsiz olarak uygulayarak, yaşam tarzlarını ortaya koymuşlar. Yöneticileri günün şartlarına göre değil, uzun süreli planlamaya dayalı olarak yönetimlerini sürdürüyorlar. Güneş batmayan imparatorluk idealini halen devam ettiriyorlar. Biz ise, ülkemizin parçalanma tehlikesinin sancılarını çekiyoruz. 

Sorunların çözümü için, bir yerden taviz vermeden başlamak gerekiyor. Kuralları koyup, tavizsiz uygulayıp, manda altında değil, özgür bir ülke olarak yaşamak, ülkemizi ilgilendiren her konuda başka ülkelerden izin almadan, kendimiz karar verip uygulamaya geçmemiz gerekiyor.  

İşte o zaman kendi kurallarımızın ülkesi oluruz. Kendi geleceğimiz için yaşarız. Başkaları bizim geleceğimize ipotek koyamaz, bizi yönetemez. Satırlarıma karanlık şiiri ile son veriyorum. 

Karanlık Gözün Görmediği
Bilinmeyen Bir Yer
İşte Orası
Aydınlanmalı Artık
Kapkara Eller
Orayı Örtmemeli
Tanyeri Ağardığı Gibi
Önce Yavaş Yavaş
Sonra Apaydınlık
Olmalı Her yer
Bir Şey Gizlenmeden
Bilinmeli Her şey
İşte O Zaman
Hakem Olmalı Koca Millet
Sorgulanmalı Devirler
Eğer Varsa Suçlu
Cezası Verilmeli
Eğer Yoksa Suçlu
İlahi Adalet
Tecelli Etmeli
 

Mustafa Yolcu
myolcu@ttmail.com

 

 

 

 

 

 

2 Mayıs 2014 Cuma

ARAMIZDAKİ FARK 150 KURUŞ AĞAM


ARAMIZDAKİ FARK 150 KURUŞ AĞAM 

Salı günü İskilip’teydim. Benim için nostalji olan İskilip’in çarşısında, sokaklarında gezerken, çocukluğumdan itibaren geçen 20 yılı hatırlar, adeta o günlere dönerim.
 
Üzerinde yürüdüğüm yollar, evlerin duvarları bana bir şeyler söyler, söylenenleri duyar gibi olurum. Karşılaştığım tanıdıklar, film şeridini başa alır, onlar ile ilgili yaşadıklarımızı hatırlamaya çalışırım. Her gidişimde İskilip’te yaşayan tanıdıklarım biraz daha azalmakta, mezarlıkta tanıdıklarım çoğalmaktadır. 

Ailem Hacıkarani mezarlığında bulunmaktadır. Ayrıca çocukluk arkadaşım Ömer Söylemez, Cemil Çorumluda bu mezarlıktadır. Zübeyir Kemelek kardeşimde Hacıkaraniye defin olur diye düşünmüştüm ama o Gülbaba mezarlığına defin olundu. 

Pirinç pazarında bulunan dükkânımız, Kocali eniştemin otobüs yazıhanesi, Sefer eniştemin kasap hali girişindeki üzüm incir sattığı dükkânı, dayımın din görevlileri lokali altındaki saraç dükkânı, dayımın oğlu Osman Çorsuzun nalbur dükkânı hepsi tek tek hafızamda bulunmakta, dükkânların önünden geçerken geçmişi, yaşadıklarımızı hatırlıyorum.
 
Önceden fırın olarak kullanılıp, şimdi kullanımı değişen, eski sahiplerinden eser kalmayan dükkânlar, eski zenginliğinden iz kalmayan insanlar,  gözümün önünden geçip giderler. 

Babası vefat eden Nurettin Kulalı arkadaşımın evine baş sağlığına gittim. Nurettin Bey, rahmetlik babası Ahmet Bey hakkında çok güzel şeyler anlattı. Hayırlı evlat olan Nurettin, her gün en az üç kere babasını telefonla arar, hatırını sorarmış. Ben oldum olası, anne babasına hayırlı olan insanlara hayranlık duyarım. Anamız babamız gönül tahtımızın sultanıdırlar. Onları kaybedince, değerlerini daha iyi anlıyoruz. 

Bir dostum, İskilip’te yaşanmış olan bir olayı anlattı. Mahallelerinde ağa olarak anılan bir zat, çarşıda pazarda karşılaştığı insanlara selam sabah vermeden, yoluna devam edermiş. İnsanlar onunla konuşmaya da çekinirlermiş. Aynı mahalleden nüktedan bir komşuları, anılan ağanın yanından geçerken-“ Ağa aramızda 150 kuruş fark var. Uğurlar ola.”  Demiş. Ağa bu konuşulanı hiç duymamış gibi yoluna devam edip, evine gitmiş. Kendisine hitaben söylenen, aramızda 150 kuruş fark var sözü içine büyümüş. Komşu bu lafı bana niye söyledi, sebebi neydi diye düşünmeye başlamış. Hanımına- “ yarın sabah birisini kahvaltıya çağıracağım, ona göre hazırlık yap .” demiş.
 
Ertesi günü sabahleyin çocuğunu komşusunun evine göndererek, kahvaltıya davet etmiş. Komşusu eve gelince birlikte kahvaltıya oturmuşlar. Kahvaltı sırasında komşusuna- “ Dün bana bir laf söyledin, söylediğini aklımdan çıkaramadım. Aramızda 150 kuruş fark var demekle neyi kastettin?” Demiş. 

Komşusu’da- “ Ağam, ben ölünce bana metresi 25 kuruşluk, altı metrelik patiskadan kefen yaparlar. Sen ölünce metresi 50 kuruşluk altı metre patiskadan kefen yaparlar. Mezara girerken aramızda 150 kuruşluk fark olur. Sen karşılaştığın insanlara selam sabah vermeden, geçip gidiyorsun. Ağam bu mağrurluğun sebebi ne?”demiş. Ağa, derin derin düşünmüş ve haklısın komşum,  sen bana hayat dersi verdin demiş. 

İskilip’te önceden aileler geniş aile düzeninde yaşar, bir öğünde iki üç sofra kurulup yemek yenilirdi. Bu aileler ile ilgili çok hoş tespitlerim var. Daha sonraki yazılarımda bu tespitlerimi sizlerle paylaşacağım.  

Şimdi boş duran evlerde, önceden 20- 30 kişilik geniş aileler otururdu. O evlerin önünden geçerken, kalabalık ailenin seslerini duyar gibi oluyorum. Şimdi geldiğimiz noktada, bir evde iki kişi kalmış, karı koca birbirlerinin yüzüne bakıp oturuyorlar. İnsanlar önceden mi mutlulardı? Şimdimi mutlular? Eskiye göre daha iyi yaşam tarzı içindeler ama bu insanları mutlu ediyor mu? Komşuluk ilişkileri, akraba ilişkileri, büyük küçük davranışları nasıl? Bu sorulara olumlu cevap alamıyoruz.  

Yukarıdaki hatırada anlattığım gibi, zenginle fakirin arasındaki fark 150 kuruş. Bu dünya’da oyun oynadığımızı unutup, gerçek sanıyoruz. Bu dünyayı bitmeyecek sanıyoruz. Ölümden ibret almıyoruz. Bu dünyanın malını biriktirmeyi maharet sanıyoruz. Ne kadar hırslanırsak hırslanalım, zenginle fakirin arasındaki fark 150 kuruştur unutmayalım. 

Mustafa Yolcu
myolcu@ttmail.com

 

 

 

2 Nisan 2014 Çarşamba

BELEDİYE BAŞKANLARINA


BELEDİYE BAŞKANLARINA

Seçimler sona erdi ve seçilen yeni Belediye Başkanları, görevlerine başlayacak.
Belediye Başkanları neler yapmalı: Seçilen başkanlar parti kimliğini bir tarafa bırakarak, tüm vatandaşların Belediye Başkanı olmalıdır. Meclis ve encümen üyeleri Ahmet’in Mehmet’in işi için değil; ilinin, kazasının daha güzel olması için çaba sarf etmelidir.
Belediye Başkanları vatandaşına, bulundukları şehre deniz getireceğini vaat etmemeli, mevcut imkanlardan azami olarak faydalanarak
; hizmet etmenin yollarını aramalıdır.

Belediyecilikte imar konusu çok önemlidir.
İmar mevzuatını, kişi ayrımı yapmadan her kez için aynı şekilde uygulamalıdır. Çarpık yapılaşmaya katiyen izin vermemelidir. 1/5000 lik nazım planlardan sonraki safha olan 1/1000 lik parselasyon planlarını düzenleyerek, imar kanununun 18. madde uygulaması yapılıp, plan tescili gerçekleşmelidir. Bunun sonucunda planın uygulamasına geçip, plan gereği alt yapı tamamlanmalıdır.

Başkanların, belediyecilikte kalıcı bir isim bırakmak için, imar uygulamaları konusunda çok hassas olması gerekmektedir.
Şehirlerin yeterli büyüklükte şehir meydanı olmalı, meydanların yanında büyük park alanları yer almalıdır. Nazım planı gereği, ulaşım planları iyi tasarlanmalı, sonradan yol genişletme, yeni yol açma ihtiyacı doğmamalıdır.
Bir çok belediye’de belediye meclisi toplantılarının ana konusu, mevzi imar planı ile inşaat emsal değişikliği olmaktadır. Onaylanan bir imar planı kalıcı bir özellik göstermeli, çok zorunlu olmadıkça üzerinde kalem oynatılıp, 
mevzi plan değişikliğine gidilmemelidir.
Çevre şartlarına göre, gerekli araştırmalar yapılmadan düzenlenen imar planları, sonraki yıllarda yetersiz kalmaktadır. Nüfus artmakta, araç sayısı çoğalmakta, talepler değişmektedir. Mevzi imar planı değişikliğinde, çoğunlukla yeşil alanlar ile sosyal donatı alanları küçülmekte, meydanların kullanımı değiştirilmekte, ulaşım ise metrodan önce yer altı geçitleri ile çözülmeye çalışılmaktadır. Çağdaş imarcılıkta, araçların şehir merkezlerine girmesi önlenerek, insan taşıması toplu taşım ve metrolar ile sağlanmaktadır.

Birçok şehirde, önceden pazar yeri olarak kullanılan alanlar, plan değişikliği ile ticaret ve konut alanına dönüştürülerek, pazar alanları yok edilmiştir. Böylece pazar alış verişi, AVM alış verişine dönüşmektedir.

Konut parsellerinde
yeterli sayıda ağaç dikimine önem verilmemekte, konut dışında kalan alan betonlaşmaktadır. Konutlarla birlikte yeşil alan kaybolarak, konut parselleri tamamen beton bir alan olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu betonlaşma devam ederse, çocuklarımız nerede oynayacak? Ağaç sevgisini, hayvan sevgisini nasıl tadacak? Bu sorulara cevap bulamıyoruz. Belediye, başarılı bir tüccarın işyeri gibidir.
Başkan, belediyesine gelmesi gereken geliri kuruşuna kadar getirmelidir. Harcamada ise öyle hesaplı olmalı ki, elindeki parasının kuruşunu boş yere harcamamalıdır. İşte o zaman belediyenin parası bereketlenecek, halkına ve şehrine hizmeti artacaktır.


Böyle yapılmayıp, belediyenin imkânları yersiz harcanırsa; yapılanlar havayı hevese gider, vatandaşın takdirini de kazanmaz.

Başarılı bir başkanın başarılı bir ekibi olur.
Belediye Başkan
larının, getirdiği yazıyı güvenle imzalayacağı Özel Kalem Müdürü, kendisi olmadığında yokluğunu aratmayacak Başkan Vekili, fikir sorup, fikir jimnastiği yapacağı, fikir üretebilecek dostları olmalıdır. Fikrine, kanaatine inandığı değişik mesleklerden kişiler ile danışma toplantıları düzenleyerek; yapılan ve yapılacak işler hakkında onların kanaatleri alınabilir. Belediyecilikte gündüz vakti, halk ile haşir neşir olunacak zamandır. Gündüz halkın sorunları ile ilgilenilmeli, çevre gezilerek yapılan işler denetlenmeli, belediyenin diğer bürokratik işleri ile geri kalan zamanda uğraşılmalıdır. En güzel denetim zamanı sabahleyin olanıdır. Başkanlar denetimlerini, daha çok sabahleyin yapmalıdır.

İtfaiyenin yangın ihbarı aldığında, tüm donanımları tamam olarak zamanında yangına müdahale edip etmediği, değişik zamanlarda denenip test edilmelidir.

Büyük bir belediyenin başkanı, görevi sırasında park ve pazarlara sıkı bir çeki düzen vermişti. Tekrar başkanlığa aday olduğunda vatandaşın ilk söylediği- “ Onun döneminde park ve pazara, çeki düzen gelmişti. Onun bu icraatının devamını istiyoruz.” olmuştur. Yoksa “ Şöyle şenlik yapıldı, şu şarkıcı geldi, yola yoğurt döktürdü.” Gibi düşünce kimsenin aklına gelmemektedir.

Belediye başkanı, başkanı bulunduğu şehrin hem anası, hem babasıdır. Belediye Başkanı şehrin tüm sorunlarını çözmeye, dertlere çare olmaya, kimsesizlerin kimsesi olmaya çalışmalıdır. Şehrin temizliğine çok önem verilmeli, caddeleri sokakları temiz ve düzenli olmalıdır.

Belediyecilik özveri ister. 24 Saat zaman bir başkana yetmez. Başkanın gece gündüz, bitip tükenmeyen görevleri vardır. Başkan bıkmayacak, usanmayacak, yeter be demeyecektir.

Belediye Başkanlarının bu konuları iyi değerlendirmesi ile belediye başkanlığında Halka Hizmetin Hakka Hizmet olduğu hususunu, kendilerine şiar edinmelerini diliyoruz.
Mustafa Yolcu

myolcu@ttmail.com