8 Ağustos 2013 Perşembe

MOMMOM NURİ


YIL 1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 9
 

MOM MOM NURİ


Karşıdan gelirken görseniz, İngiliz konsolosu sanırsınız. Eksik olan bastonudur. Gelişini çok uzaklardan fark edersiniz. Dik yürür. Sağına soluna bakmaz. Uzun boyludur. Bir İngiliz gibi zayıftır. Kuru yüzünde asalet vardır. Daima aynı adımları atar. 

Sabahın erken saatlerinde, fırından aldığı pideleri eve götürürken görürsünüz. Bin bir özenti ile pideleri sol kolunun üzerine alır. Sağ elinde bir sepet vardır. Onu hep bir acele içinde bulursunuz. Sık ve kesik adımlarla, hemen eve varmanın telaşı içindedir.  

Sabahları yolculuğu olaysız geçer. Fakat küçük yaramazların okula gidiş, okuldan dönüş saatlerinde mom-mom Nuri, hiçbir zaman evine rahat gidemez. 

Onu, daha köşeyi dönerken görenler, birbirlerine: “ geliyor.” Diye haber verirler. Kendilerine doğru geliyorsa, yanlarından geçmesini beklerler. Sonra, Nuri biraz uzaklaşınca ona döner, bazen hep bir ağızdan:
-      Mom mom Nuri, şapka beeenimmm. Diye bağırırlar.
Nuri, çoğu zaman birinci bağırışa aldırış etmez. Ama ikinci bağırışta, elinde ne varsa yere atar. Birden anlaşılmayan sesler homurdanır. Sonra, güç fark edilir bir dille en ağır küfürleri savurur. Daha sonra yerden taş arar. Bulursa taşı alır, gelişi güzel fırlatır. 

Nuri, önceden normal bir delikanlı imiş. Sevda yüzünden böyle olduğunu söylerler. İhtimal doğrudur. Çünkü Nuri mahallemizden geçerken kendisine yapılanlardan içlenerek, sessizce ağladığını çok gördüm. Gözyaşlarının, adaleleri kasılmış yüzünden aralıksız, sessiz inişi, katı yürekleri üzecek niteliktedir. İyi bir ailenin çocuğu. Gelgelelim çocuklar söz dinlemiyor.  

Onun bu içli halini büyükler görseler, bu eziyete son verirler sanırım. Ne felaket ki bacaksızların ateşlediği ilk olaylar, sonraları büyükler tarafından da yardım görür. Bazen kahvelerin önüne oturan delikanlılar da küçüklerin bağırışlarına katılırlar: 

-      Mom mom Nuri, şapka benim.

Nuri sara nöbetleri geçirir. Parmaklarını ısırır. Şapkasını çıkarır, yırtar, yere atar. Onun bu ızdırablı durumu etrafındakileri neşelendirir. Bağırışlarını artırırlar: 

-      Mom mom Nuri, ceket benimmm.

Nuri bu defa ceketini çıkarır, ayakları altında çiğner. Yerden bulduğu taşları oraya buraya atar. Bazen kendini yere atardı. Çocuklar onun bu haline bayılırlar. Büyüklerin aynı sevinç içinde:- Şapkayı çiğniyi, lannnn, diye kahkahalarla güldükleri olur.  

Bir gün yine Nuri’yi kızdırmışlardı. Kendileri köşe başlarını tutmuşlar, o ana   yol üstündeydi. Nuri, elindeki sepeti yere atmıştı. Evine dönüyordu herhalde. Sepet içindeki tabak yere düşmüş, çarşıdan aldığı tahin yere dökülmüştü. Küçükler yine heyecan içindeydiler. Pazara odun getiren köyüler de onları seyrediyor, onlarda gülüyordu. Dükkânlarından çıkmış ayakkabıcı çırakları hem önlüklerini silkeliyor, hem de bağırıyorlardı:

-      Mom mom Nuri, şapka benimmm.

Nuri şimdi şapkasını eziyordu. Öyle üzüntü içindeydi ki, etrafını hiç görmüyor, homurdanıyor, ağlıyordu. Onu insan içinde ağlarken ilk defa görüyordum.  

O sırada yan sokaklardan gelen bir köylü, odun yüklü eşeğini caddeye geçirmek istedi. Hayvan yol kenarındaki şarampolü geçemedi. Ayağı kaydı, yattı. Köylü eşeğin kuyruğundan tutup çekti. Eşeği kaldıramadı. Nuri ile uğraşanlar başlarını bu yeni olaya çevirdiler. Her gün gördükleri önemsiz bir yük devrilmesi olduğunu görünce, tekrar Nuriye döndüler.  

Köylü eşeği kuyruğundan tutup kaldıramayınca, bu defa dayak faslına başladı. Elindeki sopayı bütün gücü ile hayvanın neresine gelirse gelsin vuruyor, ağza alınmadık küfürler savuruyordu.  

Biraz ötede Nuri, kaderi ile boğuşmaktaydı. Onu bu kadar perişan hiç görmemiştim. Küçük yaramazların, ayakkabıcı çıraklarının, köylülerin neşesine diyecek yoktu. Bu karmaşa içinde uzaktan bir muhterem adamın, bu kalabalığı yararak geldiğini gördüm. Çok şükür Nuri’yi savunacak biri çıktı diye içimden seviniyordum. Yaşlı adam:

-      Dur lan, dur lan diye yürüdü. Fakat Nuri’yi geçti. Eşeğini kaldırmak için uğraşan köylünün yanına gelip durdu

-      İnsafsız teres, dedi. Senin dinin imanın yok mu? Ne istiyon elin dilsiz hayvanın’dan. Şu bastonu gafana indürürüm şindi! Dedi. 

VAKTİ- SALAAAA EY MÜSLİİMİNNNN

Kasabanın öyle yerleşmiş gelenekleri var ki, hiç değişmiyor. Bunlardan biride, en ufak olayları dahi halka tellal ile haber vermektir.  Belediyenin bu işler için ayaklı bir adamı var. Onun, ufak tefek belediye işleri yanında asıl vazifesi: her türlü haberi halka ulaştırmaktır.  

Saat değil dakika geçmez ki, tellalın sevimli sesini duyar görürsünüz.  Kasabaya gelen her yabancının yadırgayacağı bu yumuşak, fakat anlaşılmaz ses, size eski zamanları hatırlatır. Köşe başında, iyi giyimli elbisesi, tıraşlı, sevimli yüzüyle, elleri ceplerinde bir centilmenin durduğunu görürsünüz. Sol elini yavaşça ceketinin cebinden çıkarır, sol kulağı ile yanağının üzerine kor. Sonra derinden gelen tatlı bir sesle:

-      Buugüüüünnn, seat filanda…

Diye bağırmaya başlar. Birçok şeyler söyler. Dinleyenlerin çoğu söylenenleri anlamaz. Hele yabancılarla köylüler hiç anlamazlar. Fakat yerliler onun her dediğini anlarlar. Anlamayana da anlatırlar.  

Onun sesini tanımayan yerli yoktur. Daha ilk haberi okumaya başlayınca işlerini bırakır, dinlerler. Bakkalların şekeri kese kâğıdına dökerken, onun sesini duyunca, işlerini bırakıp, kepçedekileri yere döktüklerine çok rastladım.

-      Gine ne diycek bizimki! Der, gülerler.

Onun bir işi de çarşı esnafına ezan vaktini önceden haber vermektir. Öğlen ve ikindi ezanlarının okunmasına 10- 15 dakika kala, onu çarşı meydanında bulursunuz. Bu vazifesini büyük bir ciddiyet ve zevkle yapar. Her köşe başında tekrarlar. Taki bütün çarşı esnafı duysun diye.

-      Vaati- salaaaa eyyy müslimiiiinnn.