YIL
1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 9
MOM MOM NURİ
Karşıdan
gelirken görseniz, İngiliz konsolosu sanırsınız. Eksik olan bastonudur.
Gelişini çok uzaklardan fark edersiniz. Dik yürür. Sağına soluna bakmaz. Uzun
boyludur. Bir İngiliz gibi zayıftır. Kuru yüzünde asalet vardır. Daima aynı
adımları atar.
Sabahın
erken saatlerinde, fırından aldığı pideleri eve götürürken görürsünüz. Bin bir
özenti ile pideleri sol kolunun üzerine alır. Sağ elinde bir sepet vardır. Onu
hep bir acele içinde bulursunuz. Sık ve kesik adımlarla, hemen eve varmanın
telaşı içindedir.
Sabahları
yolculuğu olaysız geçer. Fakat küçük yaramazların okula gidiş, okuldan dönüş
saatlerinde mom-mom Nuri, hiçbir zaman evine rahat gidemez.
Onu,
daha köşeyi dönerken görenler, birbirlerine: “ geliyor.” Diye haber verirler.
Kendilerine doğru geliyorsa, yanlarından geçmesini beklerler. Sonra, Nuri biraz
uzaklaşınca ona döner, bazen hep bir ağızdan:
-
Mom
mom Nuri, şapka beeenimmm. Diye bağırırlar.
Nuri,
çoğu zaman birinci bağırışa aldırış etmez. Ama ikinci bağırışta, elinde ne
varsa yere atar. Birden anlaşılmayan sesler homurdanır. Sonra, güç fark edilir
bir dille en ağır küfürleri savurur. Daha sonra yerden taş arar. Bulursa taşı alır,
gelişi güzel fırlatır.
Nuri,
önceden normal bir delikanlı imiş. Sevda yüzünden böyle olduğunu söylerler.
İhtimal doğrudur. Çünkü Nuri mahallemizden geçerken kendisine yapılanlardan
içlenerek, sessizce ağladığını çok gördüm. Gözyaşlarının, adaleleri kasılmış
yüzünden aralıksız, sessiz inişi, katı yürekleri üzecek niteliktedir. İyi bir
ailenin çocuğu. Gelgelelim çocuklar söz dinlemiyor.
Onun
bu içli halini büyükler görseler, bu eziyete son verirler sanırım. Ne felaket
ki bacaksızların ateşlediği ilk olaylar, sonraları büyükler tarafından da
yardım görür. Bazen kahvelerin önüne oturan delikanlılar da küçüklerin
bağırışlarına katılırlar:
-
Mom
mom Nuri, şapka benim.
Nuri
sara nöbetleri geçirir. Parmaklarını ısırır. Şapkasını çıkarır, yırtar, yere
atar. Onun bu ızdırablı durumu etrafındakileri neşelendirir. Bağırışlarını
artırırlar:
-
Mom
mom Nuri, ceket benimmm.
Nuri
bu defa ceketini çıkarır, ayakları altında çiğner. Yerden bulduğu taşları oraya
buraya atar. Bazen kendini yere atardı. Çocuklar onun bu haline bayılırlar.
Büyüklerin aynı sevinç içinde:- Şapkayı çiğniyi, lannnn, diye kahkahalarla
güldükleri olur.
Bir
gün yine Nuri’yi kızdırmışlardı. Kendileri köşe başlarını tutmuşlar, o ana yol üstündeydi. Nuri, elindeki sepeti yere
atmıştı. Evine dönüyordu herhalde. Sepet içindeki tabak yere düşmüş, çarşıdan
aldığı tahin yere dökülmüştü. Küçükler yine heyecan içindeydiler. Pazara odun
getiren köyüler de onları seyrediyor, onlarda gülüyordu. Dükkânlarından çıkmış
ayakkabıcı çırakları hem önlüklerini silkeliyor, hem de bağırıyorlardı:
-
Mom
mom Nuri, şapka benimmm.
Nuri
şimdi şapkasını eziyordu. Öyle üzüntü içindeydi ki, etrafını hiç görmüyor,
homurdanıyor, ağlıyordu. Onu insan içinde ağlarken ilk defa görüyordum.
O
sırada yan sokaklardan gelen bir köylü, odun yüklü eşeğini caddeye geçirmek
istedi. Hayvan yol kenarındaki şarampolü geçemedi. Ayağı kaydı, yattı. Köylü
eşeğin kuyruğundan tutup çekti. Eşeği kaldıramadı. Nuri ile uğraşanlar
başlarını bu yeni olaya çevirdiler. Her gün gördükleri önemsiz bir yük
devrilmesi olduğunu görünce, tekrar Nuriye döndüler.
Köylü
eşeği kuyruğundan tutup kaldıramayınca, bu defa dayak faslına başladı. Elindeki
sopayı bütün gücü ile hayvanın neresine gelirse gelsin vuruyor, ağza alınmadık
küfürler savuruyordu.
Biraz
ötede Nuri, kaderi ile boğuşmaktaydı. Onu bu kadar perişan hiç görmemiştim.
Küçük yaramazların, ayakkabıcı çıraklarının, köylülerin neşesine diyecek yoktu.
Bu karmaşa içinde uzaktan bir muhterem adamın, bu kalabalığı yararak geldiğini
gördüm. Çok şükür Nuri’yi savunacak biri çıktı diye içimden seviniyordum. Yaşlı
adam:
-
Dur
lan, dur lan diye yürüdü. Fakat Nuri’yi geçti. Eşeğini kaldırmak için uğraşan
köylünün yanına gelip durdu
-
İnsafsız
teres, dedi. Senin dinin imanın yok mu? Ne istiyon elin dilsiz hayvanın’dan. Şu
bastonu gafana indürürüm şindi! Dedi.
VAKTİ- SALAAAA EY MÜSLİİMİNNNN
Kasabanın
öyle yerleşmiş gelenekleri var ki, hiç değişmiyor. Bunlardan biride, en ufak
olayları dahi halka tellal ile haber vermektir.
Belediyenin bu işler için ayaklı bir adamı var. Onun, ufak tefek
belediye işleri yanında asıl vazifesi: her türlü haberi halka ulaştırmaktır.
Saat
değil dakika geçmez ki, tellalın sevimli sesini duyar görürsünüz. Kasabaya gelen her yabancının yadırgayacağı
bu yumuşak, fakat anlaşılmaz ses, size eski zamanları hatırlatır. Köşe başında,
iyi giyimli elbisesi, tıraşlı, sevimli yüzüyle, elleri ceplerinde bir
centilmenin durduğunu görürsünüz. Sol elini yavaşça ceketinin cebinden çıkarır,
sol kulağı ile yanağının üzerine kor. Sonra derinden gelen tatlı bir sesle:
-
Buugüüüünnn,
seat filanda…
Diye
bağırmaya başlar. Birçok şeyler söyler. Dinleyenlerin çoğu söylenenleri
anlamaz. Hele yabancılarla köylüler hiç anlamazlar. Fakat yerliler onun her
dediğini anlarlar. Anlamayana da anlatırlar.
Onun
sesini tanımayan yerli yoktur. Daha ilk haberi okumaya başlayınca işlerini
bırakır, dinlerler. Bakkalların şekeri kese kâğıdına dökerken, onun sesini
duyunca, işlerini bırakıp, kepçedekileri yere döktüklerine çok rastladım.
-
Gine
ne diycek bizimki! Der, gülerler.
Onun
bir işi de çarşı esnafına ezan vaktini önceden haber vermektir. Öğlen ve ikindi
ezanlarının okunmasına 10- 15 dakika kala, onu çarşı meydanında bulursunuz. Bu
vazifesini büyük bir ciddiyet ve zevkle yapar. Her köşe başında tekrarlar. Taki
bütün çarşı esnafı duysun diye.
- Vaati- salaaaa eyyy müslimiiiinnn.