18 Haziran 2013 Salı

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- GARAF SAVAŞLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -1 

Cennet gibi bir ülkede, dört mevsimi doyarak yaşıyoruz.

Bu ülkede büyük bedeller ödeyerek, ecdadımızın döktüğü kanın bedelinde, çektiği sıkıntıların, haçlı seferlerinin, 93 Harbinin, Balkan harbinin 1. Cihan harbinin, Çanakkale harbinin, İstiklal harbinin, halen devam eden soğuk savaşların bedeli olarak yaşıyoruz. 

Aç kurtlar yine başımızda kanımızı içmek, birbirimize düşürmek için bekliyor.

Darbeler, yurdumuzda meydana gelen iç kalkışmalar, ses getiren ölüm hadiseleri onların eseri. Onlar organize ettiler, bizim kanımız aktı, binlerce insanımıza hapishanelerde işkence ettiler. Analar ağladı. Ülkemiz her seferinde geriye götürüldü.

Zaman uyanık olma zamanıdır.

Zaman oyuna gelmeme zamanıdır.  

Parça parça yayınlanacak bu yazı dizisinde, ülkemizin her kısmında meydan gelen, kahramanlık şeref levhaları ile unuttuklarımızı hatırlayacak, o günleri tekrar yaşayacağız. “ Anlayana sivrisinek sazdır. Dersini almayana davul zurna azdır.”  

“GARAF SAVAŞLARI- Birinci Dünya savaşı sırasında Irak cephesinde Kutülamare" çevresinde Türkler ile ingilizler arasında yapılan dört savaşa verilen ad (25 ocak 1915 -3 şubat 1917)”

Garaf Kahramanları -1 

1331- 1332 Senelerinde Irakta çok sürekli, aynı zamanda çok kanlı ve şiddetli muharebeler olmuştu. Bu muharebeler Selman Paktan Kutül’- amaraya kadar hareket harbi halinde cereyan etmiş ve Kutül’ammare etrafında ise mevzi muharebeleri şeklini almıştır.  Bu bölgede cereyan etmiş olan Felâhiye Sabes, Beyti İsa, İmamı Muhammet ve Garaf muharebeleri Irak muharebelerinin merkezini teşkil eder. Bunların her biri muazzam ve muhteşem birer eserdir. 

Yüzlerce kilometre uzunluğundaki çöllerde günlerce, kızgın güneş altında birlikler, nehir sularının taşması ile diz boyunda çamur içinde kalan cephelerde savaşan Mehmetler, gününü birkaç hurma ile geçiren subaylar. Düşmanın günlerce süren cehennemi topçu ateşi altında sarsılmayan çelikten bir kütle, bir avuç Türk birkaç misli düşmanı aylarca, senelerce hırpaladılar, kırdılar ve ondan sonra bir adım geri çekildiler. Buradaki savaşları, yalnız Türk’ün kahraman varlığı, yüksek maneviyatı, cengâverlik hasleti başarmıştır. Yoksa hiçbir tarih, on misli düşmanla çarpışarak muzaffer olmuş bir millet, bir ordu gösteremez. Bu, yalnız Türk tarihinde ve onun mütevazı sayfalarında bulunur. Garaf’takiler de eski Türk adsızları gibidir.  Garaf, insanüstü bir kudretle kanının son damlasına burada savaşan, gücünün son sınırına bir kütleden bir zerre kalmayıncaya kadar savaşan, mütevazı, fedakâr ve kahraman Türk ordusunun bir abidesi olarak tarihe geçmiştir. Nereye bakarsanız, bir kahramanlıkla karşılaşırsınız. Alayı kahramandır, taburu kahramandır, bölüğü, takımı, mangası kahramandır. Komutanlar, subaylar, Mehmetler hepsi erişilmez yılmazlıkları ile bir birleriyle yarışırcasına gösterdikleri kahramanlıklarıyla, en zor zamanlarda bile sarsılmayan maneviyatlarıyla, temiz bir mabedin kutsallığı kadar ölmez varlıklarıyla hepsi, birer kahramandır. 

“ Mevziimiz dardır. Düşman ateşi çok şiddetlidir. Durup da bu ateşin altında ezilmektense, karşı saldırıya geçmemizi müsaadelerini” diyen komutanlar, taburundan yüzlerce zayiat verdikten sonra “ bizi geri alın” demiyor, “ sebat edeceğim de demiyor, taarruz istiyor. 

Alay komutanı öğüt veriyor: “ Düşmanla süngü süngüye gelelim. Ondan sonra zaferin bizim olacağına herkes emin olsun.” Diyor. Ne yazık ki aradaki kuvvet, malzeme ve silah farkı düşman lehine çok fazladır. Buna rağmen çelikten iman, sönmeyen bir zafer azmi, Anadolu’nun sert havası ile demirleştirilmiş bu aslan yapılı Mehmetlerin insan takati üzerindeki tahammülü karşısında, yalnız maddi kuvvetle çarpışan düşman, maneviyatın ne kadar kıymetli olduğunu defalarca öğrendi. 

12/ 2 a kanun/ 332 de, günlerce yaptığı neticesiz taarruzlardan sonra, kesin bir netice elde etmeye karar vermiş olarak görünen düşman, 23 gündür durmadan dövmekte olduğu, hiçbir hayat eseri kalmadığı sandığı mevzilerimize yeniden talihini denemek cesaretinde bulundu. Düşmanın cehennemden bir levha diye tasvir ettiği Türk mevzilerinde, Mehmetler Türk’e has vakarlarıyla siperlerini güçlendiriyor, yıkılanları yeniden yapıyorlar, gece gündüz uyumuyorlar ve devamlı yağan düşmanın mermilerine, imanlı göğüslerini ve sevgili topraklarını siper ediyorlardı. 

Düşman hücuma kalkmıştı. Kendini destekleyen yüzlerce top, havan, tüfek mermilerinin baş kaldırtmayan uğultuları arasında ve önünde ilerleyen çelikten bir set himayesinde olarak mevzilerimize kadar sokulmaya muvaffak oldu. Taarruzun siklet merkezi bilhassa üçüncü alay cephesine yöneltmişti. Alay, kendinden on misli üstün 13. Kiçner tümeninin onbinden fazla olan mevcuduna binbeşyüz mevcuduyla karşı koyacaktı. Bütün subaylar ve erler kahraman alay komutanları Nazmi beyin “ Emekli Korgeneral Nazmi Solak “  Düşmanla süngü süngüye gelelim. Ondan sonra zaferin bizim olacağına emin olun” diyen kahramanca öğütlerini hatırladılar. Düşman gittikçe siperlerimize yaklaşıyordu. Mehmetler üzerlerine yağan bu çelik tufanın kalkmasını, pazunun imanın, süngünün son sözü söyleyeceği anı bekliyorlardı. Siperlerde hiçbir hareket yok, herkes yerli yerinde, süngüler takılmış, bombalar elde, gözler düşmanda. 

Düşmanla aramızdaki mesafe 20- 30 metreye inmişti. Birden bire o sessiz ve ölü sükûneti içinde sanılan siperde, bir gürleme duyuldu ve arkasından her iki tarafın fırlattığı binlerce bombanın gümbürtüleri arasında, bir dağın çökmesini andırır uğultularla, Mehmetler siperlerinden fırladılar. Bu esnada artık fikir elamanları durmuş, yalnız maneviyat ve cesaret hükme başlamıştı. Bir insan mahşerini andıran bu boğazlaşmada, karları eriten ılık bir sonbahar güneşi gibi her iki tarafta yavaş yavaş, fakat korkunç rakamlarla devamlı eriyordu. Mehmetlerin intikam ateşi ile yanan bağırlarını körükleyen ( Allah Allah ) sedaları, şakırdayan süngüler, yırtılan gırtlaklar, delinen göğüsler, kopan kafalar ve bunları çerçeveleyen acı feryatlar arasında düşman, mevcudunun yarısını Mehmetlerin ayakları altına serdikten sonra geri çekildi. Bu muharebede 13. Kışner Tümeni 5000 kadar zayiat vermiş ve 1570 mevcutla muharebeye girişen kahraman 3. Alayda akşam olduğu zaman 24 subay ve 489 erle bu cehennemi savaştan çıkabilmişti. Bu alaya mensup 1. Taburun 416 mevcudundan 69 kişi ve taburun 2. Bölüğünden yalnız bir er sağ kalmıştı. 

Bu kahraman er 2. Bölüğün kahraman ve ( yedi canlı ) diye tanınan, gözünü bir şeyden sakınmayan Memik Çavuşu idi. Memik çavuş 12/2 Kanun 332 de düşman ateşleri ve bir çok hücumları neticesinde erimiş olan, bölükten kalan birkaç erini kendi ateşi, cesareti ve nişancılığı ile takviye ye çalışırken, birden hain bir kurşun bölük komutanı’nı yere serdi. Memik bu gibi durumlarda harika olan soğukkanlılığını kaybetmedi. O yanı başında şehit olan kardeşine bile koşmamış ve gözünü düşmandan, elini tüfekten ayırmamıştı. Yalnız yaşlı gözlerini küçüğü olan Hüseyin’e dikmiş ve ona gözlerindeki kıvılcımla, içinde yanan ve bağrını dağlayan acıyı göstermişti. Memik bir taraftan düşmanın yaklaştığını, diğer tarafta komutanının kanlar içinde yatan baygın vücudunu görüyordu. Bir yandan düşmanı durdurmak, diğer taraftan bölük komutanını kurtarmak lazımdı. Memik; bu iki vazife arasında sendelemedi. Kucağında taşıdığı bölük komutanını o esnada bölükten geriye giden yaralı bir ere, Haymanalı Mehmet e teslim etti, sipere döndü. Yaralı er bölük komutanını son takatine kadar kâh sırtında, kâh kucağında götürüyordu. Fakat ne yazık ki bu fedakâr Mehmet bu emanetini götüremedi. Baygın olan Yüzbaşısını bir çalı dibine yatırdı ve kendiside orada ruhunu teslim etti. Memiğin bundan haberi yoktu. O siperde mıhlanmış, düşmanın binlerce mermisi altında sönmeyen ve gittikçe şiddetlenen bir volkan gibi ateşine devam ediyordu. 

Yanında birer birer hayata gözlerini kapayan arkadaşlarının acı iniltileri ve koca bir bölüğün cephesindeki boşluk içinde ve saatlerce süren ateşler neticesinde cephanesi tükenmiş, şehit arkadaşlarınınkini de harcamıştı. Sağındaki üçüncü bölükte de çok az sağ kalan vardı. Memik cephane bulabilme ümidi ile oraya koştu ve saatlerdir sağ kalan birkaç erle kahramanca mukavemete devam eden, 3. Bölüğün yiğit evladı Halinin yanına koştu. Düşman şiddetli topçu ateşine devam ediyor, yüzlerce Mehmet in cansız yattığı siperleri alt üst ediyor, bir adım atabilmek için çaba harcıyordu. Buna rağmen sessiz yatan Mehmetlerin bekçisi olan kahramanlar; kendilerine emanet edilen bu perişan ve iç yakıcı siperler içinde, insan gücünün üstünde bir enerji ve kahramanlıkla direniyorlardı. Bu sırada havada korkunç vızıltılarla uçuşan obüslerden bir tanesi, Halinin bulunduğu siperde patladı. Şiddetli bir gümbürtüden sonra bir toprak sütununun havaya yükseldiği görüldü. Ortalık dindiği zaman, Halil’den eser yoktu. Kafatası uçmuş, kanlar içinde olan gövdesinde konuşan bir çif gözden başka hayat eseri kalmamıştı. 

Memiğin heyecan ve telaşını gören Halil eliyle ekmek torbasını işaret etti ve bununla torbasında cephane olduğunu anlatmak istedi. Arkasından yüzünde beliren tebessümle, gözlerini ebediyen hayata kapadı. Düşman hayatta hiçbir kudretin çöktüremeyeceği kadar azimli ve cesurane çarpışan 3. Alay önünde son kudretini, son takatini, son topunu da muharebeye sokmuştu. Buna rağmen ne Mehmetleri sindirebildi, ne de bir adım atabildi. Evvela durdu ve sonra perişan bir sürü gibi karma karışık eski mevzilerine çekildi. 

Muharebe artık sükûnete ermiş, ölüm kusan namlular susmuş, ortalıkta yaralıların acı iniltilerinden başka bir ses kalmamıştı. Herkes bu sükûnete eren cehennemden sonra biraz dinlenmek, yarasını sarmak, karnını doyurmak için çömelirken, Memik fırladı ve yüzbaşısını aramaya çıktı. Bu kum deryasında sendeleyerek, dermansız vücudunu sürükleyerek yorgun gözlerle etrafı arayarak ilerledi.  

Memik bir müddet daha yürüdükten sonra uzakta yerde yatan iki kişiye gözü takıldı ve çölde, evladını kaybetmiş bir ana heyecanıyla bu istikamete koştu. Birde ne görsün! Sevgili Yüzbaşısı. Memik; başını Yüzbaşısının göğsüne koymuş uyuyor sandığı Mehmet’i evvela sarstı, fakat yana kaymış gözleriyle cansız olan yüzünü görünce “ Vah sendemi Mehmet?” diyerek bu, kardeşine dahi sızlamayan koca Memiğin gözlerinden oluk gibi yaşlar boşanmaya başladı. Evvela Yüzbaşısını kucakladı. Bütün gücünü sarf ederek tehlikede olan bu aslanı sargı yerine ulaştırdı ve sonra da Mehmet’e döndü. Onu kasaturasıyla kazdığı bir çukura yerleştirdi, üstünü örttü, fedakârlığıyla tanınmış bu kahraman arkadaşının mezarı başında gözyaşı döktü. Ona çöllerin yegâne süsü olan birkaç çalıdan ibaret çelengini koydu, kendisinden başka mürettebatı kalmayan 2. Bölüğün mukaddes mezarına doğru gitti.  

 

   

 

                     

 

 

 

 

MÜRSEL ŞAHİNBAŞ HOCA


MÜRSEL ŞAHİNBAŞ HOCA 

Rahmeti Rahmana kavuşan Mürsel hoca, 1933 yılında İskilip’te dünya ya geldi.

Babası İsmet hafız, İskilip Ulu Camisinin imamı idi. İki erkek kardeştiler. Diğer kardeşi olan Faik Şahinbaş’ta müftülük yapmış, emeklilikten sonra İskilip’e dönmüştü. İskilip’te vefat etmiştir.

Mürsel Hoca hafız olduktan sonra, İskilip’te Osman Kalfa hocadan Molla camiye kadar Arapça dersi aldı.

Şiranlı Mustafa Efendinin oğlu, Hacı Faik Efendinin kızı ile evlendi.

İskilip’te Hanönü camisinin yanında medreseler vardı. Bizim evimizde bu medreselerin yanında idi. Bu medreselerden birini Mürsel hoca kullanıyordu. 1963 Yılı yazında, bu medrese’de Mürsel hocadan kuran okudum.

Mürsel hocanın mimar olan oğlu Muhlis Şahinbaş genç yaşında vefat etmişti. Bu ölüm Mürsel hocayı üzmüştü.

Çorum’a konuşma yapmak için gelen Ahmet Taner Kışlalı, Atıf Hoca hakkında menfi şekilde konuşma yapınca, konuşulanlara katılmadığından salonu terk etmişti.

Şiranlı Mustafa Efendiye ait Çorum’da iki adet medrese bulunuyordu. Bunların onarılarak, eski işlevine kavuşması için, Mürsel hocaya müracaat ettiklerinde; kendisinin yapması gereken ne varsa, yapmaya hazır olduğunu bildirmişti.

Ben kendisi ile telefonla görüşmüştüm. Eşi konuşmamıza aracılık ediyordu. O sıralarda, Şiranlı Mustafa Efendi hakkında yazmakta olduğu kitap hakkında konuşmuştuk. Kitap konusundaki çalışmalarını kutlamış, sağlık dilekleriyle konuşmamız sona ermişti. 

Mürsel Şahinbaş hocamız arkasında güzel bir seda, eserler bırakarak yalan dünya’dan ayrılıp gerçek dünyasına kavuştu.

Hocama Yüce Allahtan rahmet ve mekânının cennet olmasını diliyorum. 
 

MUSTAFA YOLCU