18 Aralık 2010 Cumartesi

7 Kasım 2010 Pazar

25 Ekim 2010 Pazartesi

sayac

Sayaç
MHP ve Senaryolar
MHP VE SENARYOLAR

2004 Yılında İMO Ankara Şubesi seçimleri yapılıyordu. Geçmiş dönemlerde seçimlere meslekte birlik gurubu olarak katılıyor, az bir farkla seçimi kaybediyorduk.

Oyumu kullanmak üzere seçim mahalline gittiğimde; orada üç ayrı gurubun bulunduğunu gördüm. Bunlar “1- Çağdaş gurup 2- Meslekte birlik grubu 3- Ülkücü mühendisler gurubu” idi.

Daha önceki seçimlerde birlikte çalıştığımız, çoğunu tanıdığım Ülkücü Mühendisler gurubunun çadırına giderek orada bulunan arkadaşlara “ Hayırdır, seçime niye ayrı giriyorsunuz?” diye sorduğumda, “Genel merkezden talimat geldi. Biz seçime AKP’lilerden ayrı gireceğiz.” Dediler.

Aslında meslekte birlik gurubunda, adından da anlaşılacağı üzere parti ayrımı yoktu. Sağduyu sahibi bütün mühendisler bu çatı altında toplanıyordu. Oyunu bozan ülkücü mühendisler gurubu olmuştu. Bu şekilde seçimi kazanmak şansı kalmamıştı.

2010 yılında seçime gittiğimde genel kurulda meslekte birlik gurubu da, ülkücü mühendisler gurubu da yoktu. Genel kurula sadece çağdaş gurup katılıyordu. Onların ekmeğine de yağ sürülmüştü. Onlarda genel kurulda sınıf bilincinden bahsediyor, “çağdaş olmadan demokrat olunmaz. Demokrat olmadan da çağdaş olunmaz.” Diyorlardı.

Milliyetçilik, Ülkücülük, muhafazakârlık ile hamuru yoğrulmuş olan MHP hareketin de Devlet Bahçeli ile birlikte değişim yaşanmaktadır.
MHP hareketinden muhafazakârlık anlayışı uzaklaşarak, yerini ulusalcılık anlayışı almıştır.
MHP kitlesine tarikatlara, cemaatlere, AK Partiye karşı olmak duygusu empoze edilmektedir. Bunun sonucu olarak bu kesimlere karşı husumet ve karşı oluş belirgin olarak kendini gösteriyor.

CHP yıllarca iktidar olamadı. Bu sebeple muhalefet etmek, her şeye muhalif olmak CHP varlık sebebi olmuştur.
Parti başkanları değişmiş, kadroları değişmiş ama iktidar olma durumuna gelememişlerdir.
İktidar olamamalarının sebebi ise statükonun, vesayet düzeninin yanında yer almaları, halkın yükselen değerlerine karşı tavır almalarıdır.

Toplum mühendisleri bu duruma çözüm getirmek düşüncesi ile CHP yanına MHP katmayı uygun bulmuşlardır.
Böylece “milliyetçilik, ulusalcılık, jakoben laikliği “kendisine şiar edinmiş iki parti yan yana gelerek, tek parti haline dönüşecektir.
Bu birleşme önce tepede, sonra da tabanda olacaktır. Böylece muhafazakâr bir kesimin düşünce yapısını değiştirerek, kendi düşünce kalıplarının içine çekmiş olacaklardır.

Şu anda ulusalcı kimliğe giren birinin çocuğu, büyüdüğünde kendisini CHP olarak kabul edecektir.

Gelinmek istenen nokta, yapılmak istenen budur.
Bu yılki ramazan ayında bunun emarelerini görmeye başladık. İslami vecibeleri, namazı, oruç tutma görevini daha çok insan yerine getirmemeye başladı.
Evet, hayır kampanyalarında MHP ile CHP birlikte hareket ederek, birlikte kampanya düzenlediler.

Neticesinde ülkücü, milliyetçi, muhafazakâr, üç hilalli parti amblemi olan parti değil, ulusalcı CHP oldular.
Herhalde ilk parti kongresinde parti ambleminden üç hilali çıkarır, yerine bozkurt’u veya altı oku koyarlar.
Bu hali ile CHP’nin koltuk değneği MHP olacak. CHP bu sayede iktidara olup, altı oklarını yaşam tarzı haline getirip, Beyoğlu çağdaşlığı, jakoben laikliği, özgürlükler karşıtı düşünceleri ile iktidara kavuşmuş olacaktır.

Uygulamaya konulan senaryo bu herhalde. Bu senaryonun uygulamasına 8 yıl önce başlanıldı. Son genel seçimlerde yollara kama şeklinde CHP- MHP amblemi çizildi. O zamanlar basına bu durum yansıdığında bunun kendilerinin dışında, başka guruplarca yapıldığı söylediler. Zaman ise gerçeği ortaya çıkardı.
Birlikte organize edilen hayır mitingleri, Türkiye’yi karanlığa götürme teraneleri, tarikatlara, cemaatlere karşı oluş konuşmaları tesadüfen değil, senaryo gereği ortaya konuldu.

Tüm bunlara rağmen zaman her şeyi yerli yerine koyacak, sel akıp dere yatağına kavuşacaktır.
Bizim insanımız çok çile çekti. İşkenceye uğradı. Sürgün edildi. İşinden atıldı. Birileri ona göbeğini kaşıyan adam dedi. Kullandığı oyu geçersiz sayıldı.
Kızlarımız başı örtülü olduğu için ikna odalarına konuldu, üniversiteye sokulmadı.

Ama bu ülke bize şehitlerimizin, gazilerimizin emanetidir.
Biz bu toprakları dedelerimizin kanı, şahadeti karşılığı kendimize vatan ettik.

Bu senaryoları yazanlarda, bu senaryoyu oynayanlarda emellerine ulaşamayıp, senoryaları sonuçsuz kalacaktır.

İnsanımız uykudan uyanıp, yanlışı fark edip asli yerlerine döneceklerdir.
Bırakalım sol dünya görüşüne sahip olanlar birbirleri ile olsunlar. Yan yana dursunlar.

Benim insanım ise kendi yeri olmayan yerden ayrılarak, asli yerine dönecek, kendi yerini bulacaktır.
Milletimizin yükselen değerleri, muhafazakârlık, milliyetçilik, üç hilalli bayrak MHP lideri Alpaslan Türkeş’in emanetidir. Başbuğun yolundan gidenler Başbuğ’un emanetlerine sahip çıkacaklardır.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: İmar kanunu Uygulamasındaki Aykırılıklar

İSKİLİPLİ YOLCU: İmar kanunu Uygulamasındaki Aykırılıklar

İSKİLİPLİ YOLCU: Hayırlı Bir İşe Evet Diyeceğiz

İSKİLİPLİ YOLCU: Hayırlı Bir İşe Evet Diyeceğiuz

İmar kanunu Uygulamasındaki Aykırılıklar

İMAR KANUNUN UYGULAMASINDAKİ
AYKIRILIKLAR

Gecen hafta ziyaret için Tokat’ın Erbaa ilçesine gittim. Bu ilçeye 10 yıldır gidip geliyorum. Daha önce deprem nedeni ile evleri tamamen yıkılan ilçede yeniden imar planı yapılmış, önü kapanmayan caddeleri sokakları vardı. Burası örnek bir şehir olabilirdi.
Yeni imar planı ile bir iki katlı evler yapılmış, konutların taban alanına katsayısı yaklaşık % 25 idi.

Bu gidişimde gördüm ki konutların taban alanı katsayısı yaklaşık % 80 olmuş, dört katlı yapılan binaların arka cepheleri otopark alanı olarak ayrılmıştı.
Neticede parsellerde ne ağaç dikilecek yer, nede çocukların oyun oynayabilecekleri alan kalmamıştı. Bu uygulamanın yapıldığı parseller ve şehrin bu kısımları beton yığınına dönüşmüştü.

Bu durumu görünce parsellerin eski halini bildiğimden hayal kırıklığına uğradım.
Hiç kimsenin bu durum umurunda değildi, ya da kimse farkında değildi.

Konuyu ilçenin Kaymakamına aktardım. Beni ilgi ile dinledi. Konuyu yazılı olarak aktarmamı istedi.
Kaymakam beyin istediği şekilde konuyu yazılı hale getirmek, ilgililere bu durumu duyurabilmek amacı ile bu yazıyı kaleme aldım.

Bu şehirde İmar Kanunu ve şehircilik anlayışına aykırı hususlar şunlardı:

1-) Binaların ön bahçe mesafeleri 3 metre civarında idi. İmar planlarını göremediğim için ön bahçe mesafelerinin ne kadar olması gerektiğini bilmiyorum.
Ama dört katlı olarak yapılan binalara üç metre ön bahçe bırakılması doğru değil.

2-) “İmar kanunu Madde 35 -Bina Ön Cephe Hattı İle Yol Arası Ve Tabii Zeminin Kazılması:
Binaların zemin seviyesi altında kat kazanmak maksadıyla, bina cephe hattından yola kadar olan kısımda, zeminin kazılarak yaya kaldırımının seviyesinin altına düşürülmesine müsaade edilmez.”
İmar Yönetmeliği madde -31
a- Ön Bahçelerin Tesviyesi:
Yoldan kot alan parsellerde; %15 den daha az eğimli bir yola cephesi bulunan parsellerin yol cephesinde, parsel sınırı ile bina cephesi arasında kalan kısımlar komşu parsel sınırına kadar yol eğimine göre kaldırım seviyesinde tesviye edilir.
%15'den fazla eğimli, merdivenli veya kademeli bir yola cephesi bulunan parsellerde, parsel sınırı ile bina cephesi arasında kalan kısım, yaya kaldırımı ile uyumlu olmak ve kademeler arasında en çok (0.15) m. kot farkı olmak üzere tesviye edilir.
Amir hükümleri bulunurken, bodrum kat zemini seviyesine kadar trotuardan binaya kadar olan kısım kazılarak bu kısımda bodrum katlara kapı ve pencere açtırılmıştır. Bu durum kanun ve yönetmeliğe aykırıdır.

3- ) İmar yönetmeliği:
“Madde 36 - (Değişik - R.G.: 4.12.1987 - 19654) Binalarda taban alanı dışında kendi bahçe hudutları dışına taşmamak şartı ile binanın her cephesinde açık ve kapalı çıkma yapılabilir. Ancak:
A - Kapalı Çıkmalar;
1) Plan ve yönetmelikte verilen yan ve arka bahçe mesafeleri içine taşamaz. Ancak arka bahçelerde çıkmalı olarak oluşmuş binaların bulunduğu yapı adalarında yapılacak yeni binalarda kapalı çıkmalar en çok 1.50 m. olmak ve parselin arka hududuna 3.00 m.den fazla yaklaşmamak kaydıyla yapılabilir.
2) 5 metreye kadar olan ön bahçelerde parselin yol sınırına ( 3.50) m.den fazla yaklaşamaz. 5 metreden fazla olan ön bahçelerde bu mesafe civarındaki mimari ve yapılaşma durumuna göre Belediyece tayin edilir. Ancak her halükarda parselin yol sınırına ( 3.50) m.den fazla yaklaşamaz.
B - Açık Çıkmalar;
1) Parsel sınırlarına (2.00) m.den fazla yaklaşamamak kaydı ile arka ve yan bahçe mesafelerine (1.00) m. taşabilir.
2) Ön bahçelerde parselin yol sınırına ( 3.50) m.den fazla yaklaşamaz.
3) Bitişik nizamda bitişik olduğu komşu sınırına (2.00) m.den fazla yaklaşamaz.
Açık ve kapalı çıkmaların tabii zeminden çıkma altına kadar en yakın şakuli mesafesi en az (2.40) m. Olacaktır.” Amir hükümlerine rağmen:
Binaların yan bahçe mesafesine kapalı çıkmalar yapılmıştır. Bu sebeple yan bahçe mesafelerinde yürünemez hale gelmiş, komşu binalar birbirine çok yaklaşmıştır.

Ön bahçelerde kapalı çıkmalar parsel sınırının bir metre yakına kadar yaklaşmıştır. Bu mesafenin en az 3.5 metre olması gerekirdi.

Kapalı ve açık çıkma yapabilmek için tabi zeminden çıkma altına kadar 2.4 metre yükseklik olması gerekirken ön cephelerde bile tabi zeminden bir metre yükseklikten itibaren kapalı çıkma yapılmıştır.

Bina derinliklerinde en son sınır olan 40 metre uygulaması esas alındığından parsellerde % 80 taban alanı uygulaması ( TAKS ) meydana gelmiştir. Aslında TAKS- 0.40 geçmemelidir. Kalan alan otopark, bahçe olarak kullanılmalıdır.

Şehirlerimizde kanun ve yönetmelik hükümleri hilafına yapılaşma devam etmektedir.

İçişleri bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığının İmar kanunu ve uygulamalarını teknik takibe alarak çocuklarımızın emaneti olan şehirlerimizdeki kanuna aykırılıklara son vermesi gerekmektedir.

Aksi takdirde yeşil alanlar kaybolacak, şehirler beton yığını haline dönüşecektir. Bu durum devam ederse insanlar nefes alamaz hale gelecektir.
Bu binalarda yetişen çocuklar ağacı yeşili tanımayacak, oyun oynayacak alanları kalmayacaktır.

İnşa halindeki her binada peyzaj projesi ile bahçe yapılmalı, parseller ağaçlandırılmalıdır. Bunlar kural haline getirilmelidir.

Mustafa yolcu

Hayırlı Bir İşe Evet Diyeceğiuz

HAYIRLI BİR İŞE EVET DİYECEĞİZ

Milletimizin önüne tarihi bir fırsat çıkmıştır.
Statikonun yıllardır milletimize yaptığı baskıların, oyunların sona ermesi için 12 Eylülde yapılacak olan anayasa referandumuna evet diyeceğiz.

Tamda 12 Eylül tarihinde, 12 Eylülün getirdiği kanın, gözyaşının, ızdırabın tekrarlanmaması için evet diyeceğiz.

Milletimizin üzerine ayrılık tohumları ekenlere, faili mechullere, provakasyonlara son vermek için evet diyeceğiz.

Bir referandum ki, ezildiklerini, baskı altında olduklarını, ayrılıkcıların olduğunu söyleyenler bir araya geliyorlar ittifak yapıyorlar. Onlara statikonun çizdiği bu oyununu bozabilmek için evet diyeceğiz.

Akıl hocalarının altın gol adını vererek, anayasa referandumunu güven oylamasına dönüştürme planı yapanların, oyununu bozmak için evet diyeceğiz.

Ergenekon yapılanmasının, susurluk oluşumunun, ayrılıkçı çetelerin oyununu bozmak için evet diyeceğiz.

Ülke imkânlarının boşa harcanmaması için, başımızdan eksik olmayan kaosların istikrarsızlıkların sona ermesi için, herkesin kendi işini yapması, milletin üzerinde efendilerin olmaması için evet diyeceğiz.

Ülkemizde hukuk düzeninin olması, “ Adalet Mülkün Temelidir” ilkesinin gerçekleşmesi için evet diyeceğiz.

Yurtta sulh, cihanda sulh olması için, özgür ve bağımsız iç ve dış politikanın gerçekleşmesi için, bu vatanın efendisi olan millete saygı duyulması için evet diyeceğiz.

Millete rağmen dönen dolapların sona ermesi için, her on yılda bir darbe yapıp, darbe ortamını hazırlayıp camilerimizi, uçaklarımızı bombalayıp binlerce insanımızı katletmeyi göze alanlardan, bunun hesabını sorabilmek için evet diyeceğiz.

İkiyüzlü politikaların, milletime göbeğini kaşıyan adam diyenlerin ortaya çıkması için evet diyeceğiz.

Çocuklarımıza iyi bir gelecek bırakmak için, yaşadığımız olumsuzlukları bir daha yaşamamak için evet diyeceğiz.

Milletin gözüne baka baka yalan söyleyip politika yapanların mumlarının sönmesi için evet diyeceğiz.

Doğusu ile batısı bir olan ülkemizde ayrımcılığı körükleyip, binlerce insanımızın, askerimizin ölmesine yol açıp, ülkemizin kıt imkânları ile alınan silah ve mermilerin dağa taşa atılıp silah tüccarlarının zengin edilmesine son vermek için evet diyeceğiz.

Birbirine karşı gibi gözüken üç siyasi oluşumun nasıl bir araya geldiklerini, âleme ibret yüzlerindeki perdenin inmesini sağlamak için evet diyeceğiz.

12 Eylül 2010 akşamı doğan ay, 13 Eylül günü doğan güneş apayrı doğacak. Yapılan yanlış hesablar bozulacak. Yeni anayasa maddeleri yürürlüğe girmiş olacak.

Bizlerde hayırlı bir işe evet demiş olacağız.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: Hayırcının Hayır Dedikleri

İSKİLİPLİ YOLCU: Hayırcının Hayır Dedikleri

Hayırcının Hayır Dedikleri

HAYIRCININ HAYIR DEDİKLERİ

Anayasa referandumu ile ilgili olarak kamuoyunu ve televizyon konuşmalarını takip ediyoruz.

Kılıçdaroğlu il il gezip mitinglerde konuşuyor ” Anayasa değişikliği fındık üreticisinin sorununu çözüyor mu? Kayısı üreticisinin sorununu çözüyor mu? “
Mitinge katılanlar cevap veriyor “ hayır” o halde sizde onlara hayır deyin.

Burada şu akla geliyor. Mecliste trafik kanunu görüşülürken, milletvekilleri kanun hakkında söz alınca “ Trafik kanunu bizim karnımızı, halkın karnını doyuruyor mu? Tabi doyurmuyor. Biz bu sebeple gurup olarak görüşülen trafik ile ilgili kanuna hayır oyu kullanacağız !” diye görüş mü bildiriyorlar.
Böyle bir düşünce tabi’i çok yanlış olur. Trafik kanunu ayrı, halkın memurun, emeklinin geçim sıkıntısı ayrı.
Her kanun maddesi kendi çerçevesinde görüşülür. Buna göre görüş bildirilir.

1982 anayasasının değiştirilmesi konusunda bütün partiler aynı görüşteydiler. Bu değişikliği AKP yapması buna bu şekilde karşı çıkmayı gerektirmiyor.

Anayasa değişikliği hususu da kendi içinde değerlendirilip, değişecek anayasa maddelerine itirazlar varsa bunlar konuşulup dile getirilmelidir.
Anayasa değişikliği maddelerini bir tarafa bırakıp, başka konular ile ilgili görüş bildirmenin ne yararı olur?

MHP sözcüleri konuşmalarında ağırlıklı olarak “Başbakanı usulsüzlük iddiası ile yüce divana götüreceklerini, Cumhuriyetin kazanımlarından taviz verilmeyeceğini, iktidarın askerle uğraşmaması gerektiğini” söylüyorlar.

Onları dinleyen halk ise MHP yetkililerine şunları soruyor:

Balgat’ta bulunan Genel merkez binasını hangi kaynaklar ile yaptırdınız?

Sizin Bakanınız da yüce divanda yargılanmadı mı? Mahkemede ceza görmedi ama halkın vicdanında ne kadar aklandı?

Cumhuriyetin kazanımları dediğiniz benim insanıma yıllarca laiklik, irtica diye baskı uygulayıp, onları ikinci sınıf insan olarak görmek midir?

27 Mayıs ta, 12 Mart ta, 12 Eylülde darbe yaparak, 28 Şubat kararları ile ülkemizi geriye götüren darbecilere, statükoya arka çıkılarak bu ülke insanına katkı yapılabilir mi?

Hayır, kampanyasını yürütenlerin altın gol dedikleri diğer bir husus, bu oylamayı AKP açısından güven oylamasına dönüştürmek çabasıdır.

Bu çabanın amacı konuyu kendi güzergâhından çıkararak, başka bir yöne götürmektir. Ama burada namlu sahibine de dönebilir.

Üç parti bir olup anayasa oylamasına karşı hayır kampanyasını yürütüyorlar. Bu arada da eteklerindeki taşları döküyorlar.

Referandum sonunda sağduyu galip olurda hayırcılar mağlup olursa, neticesinde anayasa değişikliği kabul edilirse CHP- MHP- BTP üçlüsünün toplum ve kendi hedef kitlesinin karşısında durumu ne olacaktır!

Bu durum kendilerinin söylediği şekilde güven oylaması manasını taşıyacak mı?
Her üç partide de yönetimde değişikliğe gitmek etik hale gelecek, yanlış ata oynayanlar sonucuna da katlanmak zorunda kalacaktır.

Aynı durum AKP içinde geçerlidir. Referandum sonucu hayır çıkarsa erken seçime gitmek kaçınılmaz olacaktır.

Bu arada BTP politikaları ile büyük bir tenakuzun içindedir.
Sözde Kürt halkının demokratik haklarının elde edilmesi için çalıştıklarını söylüyorlar, öbür taraftan başlatılan açılım hareketini baltalıyorlar.
Partimiz kapanmasın diyorlar, parti kapatmayı ortadan kaldıran anayasa maddesine karşı tavır takınıyorlar.
Ortaya çıkan sonuç, ülkemiz üzerinde oynanan bu kirli oyunların, statükonun ve Ergenekon un tezgâhı olduğunu ortaya koymaktadır.

Bir güç PKK hareketinin bitirilmesine, orada akan kanın durmasına, Mehmetçiğin hunharca tuzağa düşürülmesinin önlenmesine karşı çıkıyor. Bu kirli oyunun devam etmesinin hesabını yapıyor.

Heron hadisesi günlerdir konuşuluyor, sorumluların gıgı çıkmıyor.
İstihbarat eksikliğinden, değerlendirilmesinden, önlem alınmamasından söz ediliyor kimse üzerine alınmıyor.

Şehit cenazeleri yurdun her yanına gitmeye devam ediyor. Analar ağlıyor. Ocaklarının üzerine kara bulutlar iniyor. Bir taraftan da şehit cenazeleri istismar ediliyor.

Bütün bu sayılan olumsuzlukların son bulması için, insanımın huzur ve refaha kavuşması için, hayırcının hayır hesabı sonuçsuz kalmalıdır.
Statükonun, çetelerin kirli oyunları bozulmalıdır.

Ülkemiz, insanımız huzur istiyor, istikrar istiyor. Ülkesinin santraç tahtası yapılıp
Üzerinde oyun oynanılmasını istemiyor.

Ülke kaderinde söz sahibi olanların da bunu görüp halkının, insanının yanında yer alması gerekiyor.

Hayırcının hayır hesabı sonuçsuz kalsın.
Ülkemize huzur ve istikrar gelsin.

MUSTAFA YOLCU

İSKİLİPLİ YOLCU: Havuz Başı Sohbeti

İSKİLİPLİ YOLCU: Havuz Başı Sohbeti

İSKİLİPLİ YOLCU: Hastanede Yaşananlar

İSKİLİPLİ YOLCU: Hastanede Yaşananlar

Hastanede Yaşananlar

HASTANEDE YAŞANANLAR


Trabzon’un bir ilçesinde doğmuştu. Ankara’da kamu kuruluşunda Genel Müdür Yardımcılığı görevini yürütüyordu. Boğazından rahatsızlanarak doktora gittiğinde, doktoru ameliyat olması gerektiğini söyler.
Ankara’da bulunan Üniversite hastanesine, ameliyat olmak üzere yatar.
Ameliyat olacağı gün; tekerlekli sandalye’ye bindirilerek ameliyata götürülür.

Bu arada olanları şöyle anlatır:
— Ameliyat sırasını beklemek için arabada otururken, bildiğim namaz surelerini sessizce okuyarak dua ediyordum. Yanımda bulunan doktor bana “kendi kendine ne konuşuyorsun? ” Dedi. Sinirlenmiştim. Doktorun yüzüne bile bakmadan” bir şey konuşmayrum da.” Dedim.

Doktorun bana karşı takındığı tavırdan, moralim bozulmuştu. Ameliyat oldum. Hastanede olduğum sırada, bana yemek olarak bulgur pilavı, turşu, nohut verdiler. Bunları yediğimde boğazım tahriş olduğundan, rahatsızlığım tekrarladı. Doktorlar beni muayene ederek, ameliyatın tekrarlanması gerektiğini söylediler.
Bende ikinci ameliyatı bu hastanede olmayacağımı, başka bir yerde olacağımı bildirerek hastaneden ayrıldım.

Ameliyatımın yurt dışında yapılması için teşebbüse geçtim. Tavsiye üzerine İngiltere’de bulunan bir hastane’ye sevkimi yaptırdım.
İngiltere’ye giderek hastaneye yattım.
Türkiye’de yapılan tetkikler ile orada yapılan tetkikler sonucu ameliyat olmam kararlaştırılarak, ameliyat günüm belirlendi.

Ameliyat olacağım günü sabah erkenden; odama hastalara moral vermekle görevli olduğunu söyleyen kişi geldi.
Bana geçmiş olsun dileğinde bulunduktan sonra “ Siz Müslümansınız değimli? ” diye sordu. Bende “evet” dedim.
Bana- “Sizin inancınızda ibadetten önce abdest almak konusu var. İsterseniz banyo yapıp, abdest alarak Allaha dua edin. Bunları yaparsanız vücut direnciniz artar, moraliniz yükselir, ameliyatınızda başarılı geçer.” dedi.

Görevlinin söylediklerine şaşırmıştım. Hıristiyanların çoğunlukta olduğu yabancı bir ülkede, hastane görevlisi bana abdest almamı, dua etmemi tavsiye ediyordu. Kendi ülkemde ise; ameliyathanenin önünde dua ettiğim için yadırganıp, horlanıyordum.

Hemen gusül abdesti alarak namaz kılıp, ameliyatımın başarılı geçmesi için Allaha dua ettim.
Hastanenin moral vermek ile görevli insanı, ameliyathaneye benimle geldi. Beni hep motive ediyordu. Diğer hastaların yanında da ayrı görevliler vardı.

Ameliyatım çok iyi geçti. Odama geçtikten kısa süre sonra sağlığıma kavuştum.

Moral vermekle görevli kişi, her gün yanıma gelerek benimle ilgilendi. Bir isteğim olup olmadığını sordu. Taburcu olurken de çıkış kapısına kadar beni yolcu etti.

Bütün bunlar, yabancı bir ülkede insana verilen değerin göstergesi idi. Keşke benim ülkemde de insana böyle değer verilse, insanlar fikirlerine göre, yaşam tarzına göre ayrıma tabi tutulmasa.
Birileri, kendini birinci sınıf insan olarak görüp, diğer insanları ayırıma tabi tutmamalı.

İnsan, önce kendisi ile barışık olup, kendisi ile kavgalı olmamalı. Toplum hayatımız o zaman ne kadar güzel olurdu.


Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: Ankara Garında sahipsiz Bina

İSKİLİPLİ YOLCU: Ankara Garında sahipsiz Bina

Ankara Garında sahipsiz Bina

ANKARA GARINDA SAHİPSİZ BİNA

Ankara garının sağ tarafında, kuzey-güney doğrultusunda kurulmuş olan binadır. Bir çift sütun dizisiyle, aynı tarihte inşa edilmiş olan gar binasına bağlı bulunmaktadır. Geniş bir terasa sahip iki katlı gazino binasının yanında birde saat kulesi bulunmaktadır. Yivli süslemeleriyle dikey hissi artırılmış bu kulenin yüksekliği 32 metredir.

Mimar Şekip Sabri Akalın tarafından projelendirilerek 1935–1937 yıllarında inşa edilen yapı, 1960'lı yılların sonuna kadar eğlence merkezi olarak kullanıldı.

En son Ulaştırma Bakanlığına bağlı Sivil Havacılık Genel Müdürlüğü binası olarak kullanılan bina, uzun yıllardır kullanılmadığı için metruk bir vaziyette, camları kırık, sıvaları dökülmüş, kaderine terk edilmiş durumda beklemektedir.

Ankara’nın merkezinde, karşısına on bin kişilik Arena Spor salonu yaptırılarak hizmete açılmış, her gün önünden binlerce kişinin gelip geçtiği Gar Gazinosu binasının tamir edilip kullanılır hale getirilmesi için Ulaştırma bakanlığına yaptığım müracaat neticesinde tarafıma aşağıdaki yazı gönderilmiştir.

Sayın MUSTAFA YOLCU
İlgi: 09/06/2010 tarih ve 37085 sayılı, başvurunuz.
Ankara Gar sahasında yer alan Gar Gazinosu Binası tarihi özelliklere sahip tescilli binamızdır. Ancak bina uzun yıllar süresince kullanılmadığı için bakımsız ve harap durumda olduğu tespit edilmiştir. Bu nedenle bina içi-dış cephesinde onarım yapılmak üzere proje ve keşif çalışmalarının bitmesine müteakip en kısa zamanda bakım onarım ihalesi yapılacaktır.
Bilgilerinize rica ederim.

Emlak ve İnşaat dairesi Başkanlığı- Projeler Şube M

Özel sektörün elinde olsa altın yumurtlayacak konumda ve yerde bulunan, estetik olarak çok güzel bir görünüşü olan bina bir an önce onarımı yapılarak kullanıma açılmalıdır.

Binlerce memur ve emeklisinin yaşadığı Ankara’da, memurların hayat standardına uygun ailecek yemek yiyip dinlenebileceği bir yer bulunmamaktadır.
Kazanç amaçlı olmamak kaydı ile burası böyle bir mekâna dönüşebilir. Hafta içi veya sonları spor salonlarına, maçlara, gençlik parkına giden insanlarımız buraya gelip dinlenip hoşça vakit geçirebilir.

Buraya trenle, metro, belediye ve halk otobüsleri ile Ankara’nın her tarafından kolayca ulaşım mümkündür. Belediye ile anlaşma sağlanarak Arena spor salonunun oto parkından da yararlanılabilir.

Bütün bu avantajlara sahip olan binanın bir an önce onarılarak, uzun yıllardır yapılış amacı dışında kullanılmasına, atıl bırakılmasına son verilerek kullanılır hale getirilmesinde yarar bulunmaktadır.

Başbakanlıkça kamu bina envanteri düzenlenerek, atıl durumda bulunan binaların hizmete sokulması ile kamunun mümkün olduğunca özel sektör ve şahıslardan bina kiralamaya son vermesi gerekir.

Mustafa Yolcu

8. türkçe Olimpiyatları

8. TÜRKÇE OLİMPİYATLARI


120 ülkeden 750 öğrencinin katıldığı Türkçe Olimpiyatları 05.06.2010 tarihinde Ankara’da Arena spor salonunda yapıldı.

Onbin kişilik Arena spor salonu ilk defa açılıyor, açılışını da Türkçe olimpiyatları ile yapıyordu. Salonun düzenlenişi, ışıklandırılışı mükemmeldi. Olimpiyatlara renk veren 120 ülkeden 750 çocuğumuz izleyenlerin gözlerini yaşarttı.

Salonu dolduran binlerce vatandaşla birlikte devletin zirvesi de olimpiyat coşkusuna ortak oldu. Dünya çocukları, seslendirdikleri türkü, şarkı ve şiirlerle sergiledikleri halk oyunları ve gösterilerle ‘dünyaya barış’ mesajı verdi.

Törene, Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin, bakanlar, milletvekilleri, yabancı misyon temsilcileri, vali, müsteşar, rektör, belediye başkanı, sanayici, sanatçı ve işadamları katıldı.

Türkçe Olimpiyatları Tertip Komitesi Başkanı Mehmet Sağlam, olimpiyata katılan öğrencileri 'Türkçenin çiçeği' olarak nitelerken, 7 sene önce 17 ülke ile başlayan organizasyonun çığ gibi büyüdüğünü kaydetti. Türkiye'nin en seçkin üniversitelerinden mezun olan öğretmenlerin bir ideal uğruna dünyanın dört bir tarafında dilimizi öğrettiğini anlatan Sağlam, "Onları hiç uğurlamıyoruz, kendi çocuklarımız gibi Türkçe açan çiçekleri gibi bağrımıza basıyoruz." dedi.

Tacikistan'dan İsmoil Saidov'un 'Dönülmez Akşamın Ufkundayız' şarkısı ve Bangladeş'ten Farzana Siddique ile Sevdenur Işılak'ın hem Türkçe hem de Bangladeş’çe söyledikleri 'Üsküdar'a Giderken' parçası yoğun alkış aldı.

Karamanoğlu Mehmet Bey Türk Dili Ödülü ise Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'na verildi.
Davutoğlu'na ödülünü Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç takdim etti. Dakikalarca süren alkışlar eşliğinde ödülünü alan Davutoğlu- "Bir milletin dış politika hedefi o ülkenin dilinin yaygınlaşma hedefi ile aynıdır. Dilimizi dünyanın her tarafına yaydıkça, Türkiye'nin dünyadaki yükselmesini kalıcı hale getiririz. Artık şöyle diyorum: Hattı lisan yoktur, sathı lisan vardır, o satıh ise bütün dünyadır. Türkçemiz bütün dünyada yaygınlaşacaktır. Türkçe bilmek ikinci dil bilmek olmayacak, sizde bu dili bilmek ile çağımızın seçkin insanları arasında yer alacaksınız." dedi.

Bülent Arınç ise-“ Türkiye çok itibarlı ve güçlü bir ülke oldu. Tacikistan’dan gelen çocuklarımıza sordum; Siz nerden geliyorsunuz? Bana cevap verdiler- Hacı Atanın memleketinden geliyoruz. Onlar Tacikistan’ı Hacı ata’nın memleketi olarak görüyorlardı’ Onlar buraya sevgi ile geliyorlar. Kardeşlik ile geliyorlar. Türkçe anamızın ak sütü gibi helal bir dildir. Bu okullarda görev yapan öğretmenler analarına, memleketlerine mektup yazıyorlar ‘ Biz buraya dönmek için gelmedik.’
Yurtdışında bulunan bu okulların açılmasına ülkemizden birçokları karşı çıkarken rahmetlik Ecevit bu okullara sahip çıktı.” Dedi.



Memleketimizde bazıları Türkçeye karşı çıkarken, Türkçe konuşmanın aleyhine faaliyet düzenlerken “Dünya da halen iki yüz elli milyon insanın konuştuğu Türkçemizi öğrenebilmek için, 120 ülkede insanlar çaba sarfediyorlar.”

8.Türkçe olimpiyatlarında gözüm Devlet Bahçeli’yi de diğer partilerin ileri gelenlerini de aradı ama yoklardı. Sol düşünceli sivil toplum örgütlerini de görmeyi arzuladım ama onlarda yoktu.

Bu kadar büyük ve önemli bir toplantıya bu saydıklarım davet edildikleri halde katılmamalarına ne mazeretleri olabilirdi!
Burada hepimizin ana dilinin olimpiyatı vardı. Yürekler Türkçemiz ve bu Türkçeyi kendi ana dilleri gibi konuşabilen 120 ülkenin çocukları için atıyordu. Bu güzellikler görülmeli idi, görülmeye değerdi.

Ben ve benim gibi 1973 kuşağı olanlar üniversite yıllarında Türk dünyası için çok hayaller kurmuş, umutlar beslemiştik. Bu olimpiyatları, 120 ülkedeki Türk okullarını ve sağlanan bu gelişmeyi hayal bile edememiştik. Şimdi ise yapılması gereken bir şey var-“ Bunu düşünen, sağlayan büyüğün elini öpmek.”

Bu okullardaki çiçekler büyüyecek, gelişecek, çoğalacaktır. Bunlarla birlikte Türkçemizde, kültürümüzde bütün dünyaya yayılacak, dilimiz dünya dili olacaktır.

Bütün bu gelişmelerin olması rahmetlik Atatürk’ün, Menderes’in, Özal’ın, Türkeş’in, Ecevit’in, Muhsin Başkan’ın, Hacı ata’nın ruhlarının şad olmasını sağlayacaktır.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: 12 Eylül Sonrası politikacılardan Beklediklerimiz

İSKİLİPLİ YOLCU: 12 Eylül Sonrası politikacılardan Beklediklerimiz

İSKİLİPLİ YOLCU: Unutmak

İSKİLİPLİ YOLCU: Unutmak

Unutmak

UNUTMAK

Allahın insanoğluna verdiği en güzel özelliklerden birisidir UNUTMAK.

Dağın taşın bile kaldıramayacağı, ezilip un ufak olacağı duygular topluluğu olan acıyı kederi imtihan etmek için Allah biz insanoğluna vermiş.
Bir şey daha vermiş ki oda UNUTMAK.
Acı ve kederle önce yanıp tutuşsak ta, yaşadıklarımız hiç unutulmaz gibi gelse de daha sonra unutuyoruz. Acıları hiç yaşamamış gibi oluyoruz.

Yaşadığımız üzüntüleri, kederi, yokluğu, aldatılmayı unutmasaydık ne olurdu?
O istemediğimiz duyguları hep içimizde yaşatsa idik ne olurdu?
Negatif duygular ile yüklü bir hayat nasıl devam ederdi?

Yaşamanın anlamı kalmazdı. Hiçbir şeyden zevk almaz, yiyemez içemez hale gelirdik. Karmaşık duygular kurt gibi kafamızın içini kemirir, kendimizi unutur, başka bir âlemde yaşar gibi olurduk.
Yapmamız gerekenleri yapamaz, sorumluluklarımızı ihmal ederdik.

İnsanların biyolojik ve ruhi rahatsızlıklarının büyük bir kısmının nedeni stres ve asabiyet olduğunu tıp ortaya koymuştur. Demir bile yorulma zamanı dediğimiz bir süreçten sonra taşıma özelliğini kaybedip eğiliyor. İnsanda belirli bir dayanım sürecinden sonra VÜCUT SAVUNMA mekanizması iflas ediyor, sürmenaj oluyor.

Cenabı Allah kullarına yaşadıkları olumsuzluklardan sonra unutma özelliği vermiş.
Unutmak için önce çok yeme, başka şeyler ile uğraşma gibi bir alışkanlığımız oluşur. Yerken kafamızdaki meşguliyetimiz değişir, yavaş yavaş unutmaya başlarız.
Varsa dostumuz acımızı paylaşır bize teselli verir.

Hani derler ya:
Arkadaş vardır ekmek gibidir her zaman aranır.
Arkadaş vardır ilaç gibidir, lazım olduğunda aranır.
Arkadaş vardır mikrop gibidir, sen istemesen de o gelir seni bulur.

Bu unutma reflekslerinin yanında bazı oluşumlarında unutturmama çabaları olur. Unutmamak için yeminler ettirilir. Bedene bazı izler koyulur ( saçını kesmek, vücudu yaralamak ) vs. Adeta ağlayıp sızlanma toplumu oluşturulur.

Önceden Anadolu’yu gezen destancı denen insanlar olurdu. Pazarlara gelirler matbaa baskılı destan denilen kâğıtlardan ağlamaklı destanı okur, onu dinleyenlerden ağlayanlarda olurdu. Sonunda hediyesi 25 kuruş diye destanı satardı. Bir kısım insanlarda bu duygu sömürüsünden nemalanma peşine düşüyor.

Acıları unutmanın yanında birde sevinçleri unutmak var. Buda acıyı unutmanın diğer bir versiyonu.
Sevinç çığlıklarımız hiç durmasaydı, hep çalıp oynasaydık ne olurdu?
Hayat yine yaşanmaz olurdu. Kim çalışır, üretir sorunları çözebilirdi?
Yine unutma refleksimiz devreye giriyor, neşeyi sevinç ide unutuyoruz.

Yaşadığımız güne baktığımızda aynı anda ölüm ile pençeleşende, ıstırap tan inleyende, sorunlar altında çaresiz kalmış insanlarda var.
Öbür tarafta ise gülen oynayan, sevinç çığlıkları atan insanlarda var.
Kimi insan çok bulup bulduğunu israf ediyor, kimileride bir lokma ekmeğe muhtaç.
Hayat inişi çıkışı ile devam ediyor.

Peki, unutmasaydık, hiç olmamış gibi hayatı devam ettirmeseydik bu dünya hayatı böyle devam eder miydi?
Her gün güneş doğduğunda güne yeniden başlayıp, gün batınca evimize gider miydik?
Yaratan bizi ve kanuniyetlerimizi en iyi bildiği için; bizi de belirli özellikler ile yaratmış.
Ağlayacak yerde gülen, gülecek yerde ağlayan var mı? Bazen duygu seline kapılabiliyoruz. Çok sevindiğimiz zaman rabbimize bir şükür olarak ağlayabiliyoruz.
Çocuk doğunca ağlıyor biz ise ona bakıp gülüyoruz.

Unutmak Allahın bize verdiği en büyük lütuflardan birisidir. Onun sayesinde hayatımız devam ediyor, güne yeniden başlayabiliyoruz.

20.02.2010
Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: Uluslararası Hukuk Ve İsrail

İSKİLİPLİ YOLCU: Uluslararası Hukuk Ve İsrail

Uluslararası Hukuk Ve İsrail

ULUSLAR ARASI HUKUK VE İSRAİL

Gazze ye insani yardım götürmek için yola çıkan gemimiz, Uluslar arası sularda İsrail tarafından gemiye çıkarma yapılarak durdurulup, insanlar vuruluyor öldürülüyor.

Yapılan tam manası ile korsanlık. Korsanlığı bir devlet yapıyor, Gazze’ye insani yardım götüren gemileri kendisini savunma adına durdurup yolundan çeviriyor.
Yurttaşlarımızı vuruyor, öldürüyor.

Dünya ise olanları seyrediyor. İsrail orantısız güç kullanmıştır demek ile yetiniyor. Sonrası yok.

Bunun böyle olacağı belli değil miydi?
Korsan devletin korsanlığını devam ettireceği bilinmiyor muydu?

Uluslar arası hukukun direk bir yaptırımı yoktur.
Güçlü olan devlet haksız olsa da haklı çıkar. Ona bir yaptırım olmaz.
Güçsüz olan devlet haklı olsa da, kendisine yapılan haksızlığı sinesine çekip oturmak durumundadır. Kimseden hesap soramaz.

Benim devletimin güçlü olduğuna inanıyorum.
Biz 30–40 yıllık devlet değiliz. İmparatorluklar kurmuş, devletler kurmuş ataların torunlarıyız. Bizim devlet geleneğimizde bunun gibi birçok badirelerin atlatıldığını, arşivlerimizde sayfası açılmayan dosyalarımızın olduğunu sanıyorum.

İsrail’e karşı neler yapılabilir diye düşündüğümde şunlar gündeme geliyor:

İsrail ile olan ilişkilerimizi tekrar gözden geçirmeliyiz.
Devlet olarak birçok sırlarımızı paylaştığımız, ordumuzun, istihbaratımızın, emniyetimizin, kamunun, enformasyon faaliyetlerinin İsrail ile olan ikili ilişkilerinde yeni bir sayfa açılması gerekmektedir.

GAP bölgesinde dolaylı ve direk olarak mülk sahibi olup, bu bölge ile ilgili Arz-ı Mev’ud hesapları olduğu söylenen İsrail vatandaşları ile ilgili politikayı gözden geçirmeliyiz.

Manavgat suyunun borular ile İsrail e taşınması konusunu bir daha gündeme getirmemeliyiz.

Yurdumuzda birçok operasyon yaptığı söylenen MOSSAD’ın bu faaliyetlerini açığa çıkararak, tekrarlanmasına izin vermemeliyiz. İstihbarat ilişkimiz varsa bu ilişkiye son vermeliyiz.

Yoğun olarak doğu, güneydoğu Anadolu bölgesinde Mossad faaliyetlerini gözden geçirilmeli, onlar için ülkemiz yasak bölge haline dönüşmelidir.

Şimdiye kadar çok derin olan ilişkileri masaya yatırarak analiz edip, kendimize nerede hata yaptık diye sormalıyız.

Dün biz onların dedelerini koruyup, katledilmekten kurtardık. Camimizin yanına havra yapılmasına izin verdik. Memleketimizin ekonomik yapısını kontrolleri altına almalarına müsaade ettik.

Besle kargayı oysun gözünü. Yıllardır yedirelim, içirelim, ülke kaderine, basın yayınına, ekonomimize hâkim olmalarına müsaade edelim; sonuç uluslar arası denizlerde korsanlık yapıp, gemimizi basıp, içindekileri kurşunlasınlar.

Bütün bunları bir ajandaya yazarak unutmamalıyız. Uluslar arası arenada, her ortamda bütün bu olanları masanın üzerine koymalıyız.

İsrail benim insanımın kanını akıtıp, kimsenin bunun hesabını soramayacağını sanmamalıdır.

İsrail büyükelçiliğinde gidip gösteri yapmanın yanı sıra, İsrail’in ülkemizin mahremleri ile ne kadar içli dışlı olduğunu görelim.
Onların beşinci kol faaliyeti olarak çalıştığı söylenen malum locaların farkına varalım!
Bir şey yapacaksak önce bu kuşatılmışlığı ortadan kaldırmanın çaresine bakalım .

Bir yapan var, birde yaptıran var.
Yaptırana da diyecek bir şeyimiz olmalıdır.
Unutmamamız gereken altı milyonluk İsrail kendi başına yaramaz çocuk olmuyor. Yaramaz çocuğun sahibine de NATO, BM, Uluslar arası güç oluşturma gibi yer ve durumlarda diyecek şeylerimiz olmalıdır.

Hepsinden önemlisi ‘ülke olarak artık dik durabilmeliyiz.’ Dış politikada kendi ajandamız olmalı, kendi ajandamızdakileri gündeme getirmeliyiz.

Sabahın sahibi var. O ne eylerse güzel eyler.
Bizim bir atasözümüzde-“ Köpeğin vadesi yetince gidip çobanın değneğine siyermiş. Çobanda köpeğin kafasına değneğiyle vurup öldürürmüş.” Denir ya.

Devlet olarak yapılması gereken her şeyi yapıp, söylenmesi gerekene de gerekeni söylemeliyiz.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: Türkiyenin Enerji Politikası

İSKİLİPLİ YOLCU: Türkiyenin Enerji Politikası

Türkiyenin Enerji Politikası

TÜRKİYENİN ENERJİ POLİTİKASI

Cumhuriyet tarihi süresince elektrik enerjisi termik, sıvı yakıtlar, doğalgaz çevrim, hidrolik santrallerden elde edilmiştir.
Son yıllarda ise yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik elde etmek çalışmaları sürdürülmektedir.

Ülkemizde üretilen elektrik miktarı kimi zaman yeterli olmamış, elektrik ithal etmişiz, kimi zamanda pik saatlerde yurt dışına elektrik ihraç edilmiştir.

Ülke olarak vatandaşımız hep pahalı elektrik kullanmış, elektriğin nimetlerinden gerektiği gibi yararlanmamıştır.
Elektrik iletim hatlarımız, trafolarımız, ürettiğimiz elektrik yeterli olmamış, elektrik kesintisinden kurtulamamışımızdır.

Bir zamanlar şehirlerin kasabaların elektrik ihtiyacı dizel jeneratörle karşılanmaya çalışılmıştır.
Benim büyüdüğüm kazada elektrik santrali denilen yerde mazot ile çalışan jeneratörler vardı. Bu jeneratörler sabahleyin saat 05. te çalışmaya başlar, gece saat 24.00 te kapatılırdı. Bu saatten sonra sokağa idare lambaları, çıra yakılarak çıkılırdı. Günün bazı saatlerinde voltaj düşer, ampuller sönecek gibi olurdu.

İnsanlar medeniyetin sunduğu imkânları yaşadıkça, evlerde elektrik sadece aydınlatma aracı olarak değil, günün her saatinde kullanılır hale geldi.
Elektrik enerjisi sanayinin vazgeçilmez enerji kaynağı oldu.

İnsanlar elektrik ile ısınıyor serinliyor, yemeğini pişiriyor, asansör ile yüzlerce katlı binaların katlarına çıkıyor, hastalar elektrikle çalışan aletler ile sağlığına kavuşmaktadır. Elektrik enerjisi hayatımızın her anını kuşatan ihtiyaç maddesi haline dönüşmüştür.
Günlük yaşamımızda elektrik kesildiğinde hayat felç olup, sıkıntılı bir hale dönüşmektedir.

Bu kadar önemli olan elektriğin üretimi konusunda ülkemizde gerekli çalışmalar yapılabilmiş midir?

Hayır yapılamamıştır.
Asgari ücretin 576.-TL olduğu ülkemizde en az kullanım ile bir eve 30 – 40.-TL elektrik faturası gelmektedir. Yani asgari ücretlinin maaşının %8 elektrik faturasına gitmektedir. Dünyada en pahalı elektrik kullanan ülkelerden biriyiz.

Kaçak elektrik konusuna çözüm getirilememiştir. Kaçak elektrik kullananın parasını, kullandığı elektriğin faturasını ödeyen vatandaşlar ödemektedir. Bu adaletsizlik ortadan kaldırılmamıştır.

Yıllardır termik santrallerden elektrik elde ederiz ama bu santrallerde kullanılan buhar kazanlarını üretemiyoruz, bu santraller üzerinde ARGE çalışması yapıp geliştiremiyoruz.
Hidroelektrik santrallerinin türbin ve diğer aksamının ne kadarını kendimiz üretebiliyoruz? Bunların üzerinde ARGE çalışmaları yapıp geliştirebiliyor muyuz?

Hidroelektriğin en temiz enerji olduğu, ihtiyacımız olan elektriğin hidroelektrik santrallerinden elde edilmesi yıllarca savunuldu.
Şimdi ise HES ile doğal dengenin bozulduğu, göç olgusunu doğurduğu, akarsularda rafting yapılamadığı tezleri ileri sürülmektedir.

Termik santrallerin baca gazları ile çevre kirliliğine neden olduğu, kömür nakil ve üretimi ile çevrenin kirletildiği söylenilmektedir.

Karşı çıkılmayan santral türü doğalgaz çevrim santralleri ile yenilenebilir enerji kaynaklarıdır.

Doğalgaz tamamen ithal bir üründür. Doğalgaz vanası kapandığında elektrik üretimi yapılamaz. Doğalgaz çevrim santralleri en pahalı elektrik üretimi yapılan alandır. Bu santraller yalnızca pik saatleri atlatmak için alternatif olmalıdır.

Dünya elektrik üretiminde yenilenebilir enerjilerin payının ağır, fakat emin adımlarla büyüdüğü ortadadır. Özellikle son dönemlerde gerçekleşen enerji yatırımlarıyla bütün dünyada yenilenebilir enerjilerin payı hızla artmaktadır.

Elektrik Üretiminde ne Yapılmalıdır:

1- HES kaynaklarımız sonuna kadar değerlendirilmelidir. Akarsu kaynaklarımızın rasatı sağlıklı bir şekilde yapılarak baraj yapılabilecek yerler tespit edilmeli, barajlar buralara yapılmalıdır.
Üzerinde hiç baraj bulunmayan nehirlerimiz vardır. Bu alanların incelemesi yapılarak değerlendirilmelidir.
Türkiye Bulgaristan sınırında bulunan Meriç nehri büyük taşkınlara yol açmaktadır. Bu nehir üzerine Yunanistan ile ortaklaşa baraj yapılıp istifade edilebilir.

2- Termik santraller: Termik santrallerin özellikle buhar kazanlarını kendimiz üretmeliyiz. Bu konuda araştırmalar ve ARGE çalışmaları yapılmalıdır.
Yurdumuz kömür rezervlerini termik santrallerde kullanarak dışa bağımlı olmayan elektrik üretimini sağlamalıyız.
Kömürün verimli yakılabilmesi için teknik çalışmalar yapmalıyız.

3- Nükleer Santraller: Yapıp işletmekte geç kaldığımız bir alandır. Gelişmiş ülkeler ile batılı ülkelerin tamamında nükleer santral bulunmaktadır.

Nükleer santraller 1960’lar da yapılmaya başlanmış sayısı hızla artarak şu anda 443 âdete ulaşmıştır. Ayrıca inşaat halinde 28 adet, sipariş aşamasında ise 64 adet nükleer santral vardır. Projelendirme aşamasında ise 158 NS vardır. Batıda nükleer santrali olmayan ülke yok gibidir. Ancak doğudaki tüm İslam ve Türkî cumhuriyetlerde maalesef İKİ adet santral mevcuttur. O ülkeler İran ve Pakistan dır.

Dünyada nükleer santral karşıtı hareketler petrol şirketleri tarafından finanse edilmektedir. Çünkü 1000 MW lık Nükleer Santral (NS) 1 yılda 1,6 milyon ton ham petrol eşdeğeri enerji üretmekte, hatta petrol fiyatlarının düşmesine neden olabilmektedir. Bu gerçekler yüzünden petrol kartelleri nükleer santral yapımına karşı olmuşlardır. Ülkemizde yürütülen nükleer karşıtlığının ana nedeni ise bu teknolojiye Türk ve İslam ülkelerinin sahip olmasına getirilen kısıtlamadır.
Nükleer santral yapmak, işletmek ileri teknolojiyi gerektirmektedir. Teknolojide çağ atlayabilmek için, gelişmiş ülkelerin teknolojilerini yakalayabilmek için nükleer santral işine bir an evvel başlamalıyız.

İkinci cihan harbi sonrası iki büyük kenti nükleer bomba ile yerle bir olan Japonya da bile 29 adet nükleer santral bulunmaktadır. Japonya elektrik ihtiyacının % 55 nükleer santrallerden karşılamaktadır.

Nükleer santrallerin en yoğun olduğu ülke olan Fransa’nın “ 59 adet nükleer santrali vardır. Elektrik ihtiyacının % 80 bu santrallerden karşılanmaktadır.” Dünyada hava kirliliğinin en az olduğu ülkelerden biriside Fransa’dır.

Nükleer santralin tek sakıncası nükleer atıkların nasıl saklanacağı konusudur. Bu sorunu mevcut 460 adet nükleer santralin sahibi ülkeler nasıl çözüyor ise bizimde o şekilde çözmemiz gerekmektedir.
Biz ülke olarak nükleer santral konusuna girmezsek, diğer ülkelerin riskine biz katlanmış oluruz.

Nükleer güçten her alanda yararlanılmaktadır. Denizde gemiler, denizaltılar nükleer güç ile çalışmakta, bu teknoloji tedavi olduğumuz hastanelerde ve değişik alanlarda kullanılmaktadır. Biz nükleer den ne kadar kaçmak istesek de o teknoloji olarak yakınımıza gelmektedir.

Güvenli olması noktasına gelince; nükleer santralin her kısmında en az beş tane emniyet tedbiri bulunmaktadır. Elimize aldığımız herhangi bir kesici alette bizim için tehlikeli olabilir. Evlere giren ateşli silahlar, likit gaz tüpleri, binalardaki doğalgaz ve kullanımı, elektrik düğmesi, elektrik ile çalışan araç ve gereçlerde tehlikeli olabilir. Bütün bu saydıklarımız da bir iki tane emniyet tedbiri ancak vardır.

Nükleer santral işine girmekle ülkemizin düzenli şekilde elektrik ihtiyacı karşılanacak, teknolojide çağ atlamak imkânına kavuşulacak, barışçı koşullarla kullanılan nükleer yakıt insanımızın hayatının kolaylaşmasına yol açacaktır.

Mustafa Yolcu

20.05.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: Televizyon Haberleri+

İSKİLİPLİ YOLCU: Televizyon Haberleri+

Televizyon Haberleri+

TELEVİZYON HABERLERİ

Ne zaman televizyon haberlerini izlesem, haberleri sonuna kadar izleyemez kanalı değiştiririm.

Sanki haber ajansları, muhabirleri bulunduğu yerin en kötü haberlerini toplamak için birbiri ile yarışıyorlar.
Kafalarına göre haberi bulup kameraya alınca sıra haber servisine geliyor.
Haber servisleri de en kötü haberi bulup yayına hazırlayıp, defalarca aynı kareleri izleyicilerine göstermekten zevk alıyorlar.

İzleyici olarak haberlere baktığımızda:
İnsanlar gün boyu çalışmış, yorulmuş veya işsiz kalmış, aşsız kalmış bir değişiklik olsun diye televizyonlarının karşısına oturuyorlar.
İstedikleri günün yorgunluğunu, stresi üzerlerinden atıp rahatlayabilmektir.

Haberleri izleyerek bunu gerçekleştirmek mümkün mü?
Haberlerdeki konular; trafik kazası, anarşi ve terör, gözyaşı, açlık, sefalet bunlardan başka konu yok.
İyiki oturup bu haberi izliyorum diyebileceğiniz, izlediğinizde size müspet bir katkısı olan bir televizyon haber kanalı yok.
Aksine televizyonlar insanlara negatif enerji yükleyerek, içini karartıp, hayata mutsuzlukla bakan insan haline getiriyor.
Benim gibi birçokları da haberleri izlerken ya televizyonu kapatıyor ya da başka kanala geçiyorlar.

Kablolu kanal ile bazen yabancı televizyon haberlerini izliyorum.
İzlediğim bu yabancı televizyon kanallarında, bilhassa kendi ülkeleri ile ilgili olumsuz haberleri vermemeye çalışıyorlar.
Haberleri yorum yapmadan, direk yansıtıyorlar.

Gazetecilikte kural “Haberi doğru vermek, yorumu istediğin gibi yapmaktır. “

Amerika da İkiz Kuleler vuruldu.
Amerikan televizyonları insanlarına kanı, vahşeti, enkazı izlettirmedi.
Sadece kameralar ne görüntülemiş ise onu gösterdiler.
Amerikalılar ve dünya da ne kadar görmeleri gerekiyor ise o kadarına görebildiler.

Bizde Marmara depremi oldu.
Bizim televizyonlarımız bu millete acısını bile yaşatmaya fırsat vermediler.
Ölen insanları, acıyı, sefaleti, enkazı daha çok verebilmenin yarışı içine girdiler.
Kim daha çok kötü haberi bulup televizyonunda yayınlayabilecek!
Bunun adına da haberi atlamamak denilecek.
Habercilik anlayışı işte bu!

Habercilerimiz, Gazeteciler Cemiyeti “habercilik konusun da “ prensip kararı alamaz mı?
Kanı, vahşeti, hep kötü olanı haber olarak vermeyi bırakıp, birazda güzel ve iyi olayları haber haline getiremez miyiz?

Yolun ortasına idrar dolu bira şişesini atıp gidilmemesi, asansörde sigara içilmemesi, en mutena semtlerimizin sokak kaldırımlarını köpek pisliklerinden kurtarılması için çaba sarf edemezmiyiz?
Paraya, şöhrete, makama tapmayı bırakıp; kendimiz ile barışıp, çevremiz ile dost olamaz mıyız?

Habercilerimiz birazda bu konuları haber haline getirseler, insanlara yol gösterici olsalar daha iyi olmaz mı?

Çok uzakta değil hemen ellerinin altında bulunan yabancı haber kanallarına bakıp, onları örnek alıp haberciliğimizi daha seviyeli hale getirmeliyiz.
İnsanlar haberleri izlerken sıkılmamalı.
Hayata karamsar hale bakar hale gelmemeli.
Haberlerden bir şeyler öğrenerek, bilgisini artırarak ayrılabilmelidir.

Böyle haberli günleri umutla bekliyor, iyi haberli günler diliyorum.

Mustafa yolcu- Ankara

İSKİLİPLİ YOLCU: Susmak Sanatı

İSKİLİPLİ YOLCU: Susmak Sanatı

Susmak Sanatı

SUSMAK SANATI

Mevlana hazretleri bir şiirinde diyor ki:

Kör cehalet çirkefleştirir insanları.
Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verilecek bir cevabım var.
Lakin bir lafa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye…

Rabbim biz insanlara akıl vermiş, fikir vermiş, konuşsunlar diye dil, sussunlar diye de iki dudak vermiş.
Hayvanlar âleminin de birbirleri ile konuşma anlaşma meziyetleri var.
Horozlar sabahleyin vakti gelmeyince ötmeye başlamazlar. Bu yüzdendir ki vakitsiz öten horozun başı kesilir.
Sabahleyin vakti gelmeden zikre başlamazlar. Vakit sona erince de zikri keserler.
Her şey bir nizam içinde devam eder.
Çoğunlukla nizamı bozan biz insanoğlu oluruz. Yerli yersiz konuşur, konuşulacak zaman susar, susacak zaman konuşuruz.
Haksızlık karşısında susar dilsiz şeytan oluruz.

Televizyon haberciliğinin, program yapımcılığının enleri olan, ilim âleminde kendi dalında otorite olan insanlar günlük hayatta az konuşup çok dinlerler. Onların zihni düşünmek ile meşguldür.
Bu durum onların bilmediklerinden konuşamadıklarından değil, bilgeliklerindendir.

“Susmak, kendini dinlemektir “.
Çoğumuz kendimizi dinlemeye, tefekkür etmeye vakit bulamıyoruz. Vaktimizi boş şeyler ile harcıyoruz.

Bir âlim “ İnsan ne kadar az düşünürse, o kadar çok konuşur.” Der.
Düşünmeden Konuştuğumuzda, konuşmamızın sonucunun nereye varacağını, ne doğuracağını nasıl bilebiliriz?
Söz ağzımızdan çıkmadan önce bizim esirimizken, söyledikten sonra biz sözümüzün esiri oluruz. Artık sözümüzü geri alma şansımız yoktur.
“Söz var astıra başı, söz var bitire işi ”demiş Yunus Emre.

Çoğu zaman “susmak konuşmaktan daha zordur”. Susmanın zorluğu da buradan anlaşılmaktadır.
Bu sebeple atalarımız “Çok bilenler konuşmaz, çok konuşanlar bilmez.” , “ Akıllı insan bin düşünüp bir söz söyleyen insandır.” Demişlerdir.

Bir âlime - “Bir insanın akıl seviyesini nasıl anlarsın “ diye sormuşlar,
Âlim - “Konuşmasından” diye cevap vermiş.
Konuşmaya devam etmişler - “Bu insan hiç konuşmazsa”
Âlim Gülümseyerek şu cevabı vermiş “O kadar akıllı insan var mı?”
Âlimler susmak sanatı üzerine çok söz söylemişler. Az konuşmayı teşvik etmişler ve çok düşünmeyi öğütlemişler.

Güzel konuşmanın sırrı az ve öz konuşmadadır.
Susmayı bir acizlik olarak görenler, çok konuşmayı erdem olarak görmüşlerdir.

İskilipli âlimlerden İbrahim Ethem Efendi İskilip’te olduğu zamanlarda Müftünün düzenlediği dini sohbet toplantılara katılırmış.
Toplantılarda konuşanları dinler, ancak kendisine soru sorulduğunda soruya cevap verirmiş. Konuşması da kısa ve öz olurmuş.(1)
Aynı İbrahim Ethem Efendiyi Ankara’da bulunduğu zamanlarda Atatürk köşke çağırır, dini konularda kendisinin görüşünü alırmış.

Güzel konuşabilmek sanattır.
Susmak ayrı bir sanattır. Konuşan çok ama yerinde konuşan azdır.
Konuşmuş olmak için konuşmak. Nefsi arzu ettiği için konuşmak. Bir şey bildiğini sansınlar diye konuşmak!
Bunlar konuşmak değil sadece gevezelik etmektir. Çünkü lüzumsuz konuşulan şeylerin kimseye faydası olmamaktadır.

Bilen insan tevazu sahibidir. Dolu başaklar gibi başı yerlere eğilir.
Boş insanların başı yükseklerdedir. Sanırsın ki yüksek dağları o yaratmıştır. Havasından yanına yaklaşılmaz.
Böyle insanların kendisine de topluma da hiçbir yararı olmaz.

Susmak, yorulmadan yapılan ibadet, masrafsız takılan bir ziynet, hükümdarlığa muhtaç olmadan ele geçen bir devlettir.
Susanlar bahtiyar olur, susmayanlar yolda kalır.


Sana senden olur, her ne olursa,
Başın selamet bulur, dilin durursa

Mustafa yolcu- Ankara
9.1.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: Maydonoz Bahçesi

İSKİLİPLİ YOLCU: Maydonoz Bahçesi

Maydonoz Bahçesi

MAYDONOZ BAHÇESİ

Yıllar önce maydanoz bahçesi diye bir hayat hikâyesi dinlemiştim. Hikâye şöyleydi:
Bir babanın arkadaş düşkünü bir oğlu varmış. Bu oğul iş güç tutmaz, arkadaşları ile gezer tozarmış.
Babası oğlunu ne zaman karşısına alıp- “ oğlum arkadaşlarınla gezip tozmayı bırak, işine gücüne bak.” Dese
Oğlu- “ Baba onlar benim en samimi arkadaşlarım. Biz arkadaşlarımızla her şeyi paylaşıyoruz. İyi günde de kötü günde de bir arada olacağız.” Dermiş.

Baba nasihat ile oğlunun arkadaşlarına olan düşkünlüğünü kaldıramayacağını anlamış.
Baba -“ Oğlum arkadaşların senin iyi gününde de, kötü gününde de arkan da olup sana arka çıkarlar mı? “ demiş.
Oğlu- “ Tabi baba, onlar beni hiç yalnız bırakmazlar.” Diye cevap vermiş.
Baba – “ Oğlum senin o kıymetli arkadaşlarını bir deneyelim mi? ” diye sormuş.
Oğlu –“ Olur baba deneyelim de gör. Arkadaşlarımın ne kadar sağlam olduğunu sende anlayacaksın.” Demiş.
Baba –“ Bizim koyunlardan en zayıf, çelimsiz olanını kes, kanlı kanlı bir çuvala koy bana getir.” Diye oğluna söylemiş.

Oğlu gidip en zayıf koyunu keserek kanını çuvala bulaştırmış. Kestiği koyunu da çuvala koyarak babasına getirmiş.
Baba –“ Bu çuvalı eşeğin semeri üzerine koyup sıkıca bağla, en samimi olduğun arkadaşından başlayarak git deki; Benim başıma bir iş geldi, birisine öldürdüm. Ceset eşeğin sırtındaki şu çuvaldadır. Bana yardım ette cesedi kaybedelim de.” Demiş.

Oğlu kanlı çuvalı eşeğin semerinin üzerine bağlayarak en samimi arkadaşından başlayıp, bütün arkadaşlarını dolaşıp babasının söylediğini söylemiş.
Hangi arkadaşına gittiyse arkadaşı- “ Kusura bakma ben bunu yapamam, beni karıştırma” diye başından savmış.
Arkadaşlarının hiçbiri kendine yardımcı olmayınca, babasının yanına dönerek durumu babasına aktarmış.

Babası –“ Oğlum şimdi karşıki köye git. Orada sebzeci Mehmet diye benim bir arkadaşım var. Onu bul ve benim selamımı söyle. Diğer arkadaşlarına söylediğini ona da söyle.” Demiş.
Oğlu karşıki köye gitmiş. Sorarak sebzeci Mehmet’in evini bulmuş. Kendini tanıtarak babasının selamını söylemiş.
Arkadaşlarına söylediği gibi sebzeci Mehmet’e de konuyu anlatıp, eşeğin sırtındaki kanlı çuvalı göstermiş.

Sebzeci Mehmet – “ oğlum sen yukarı çık istirahat et. Biz hallederiz bu konuyu. ” demiş.
Oğlan yukarı çıkıp istirahat ederken, sebzeci Mehmet oğullarına bahçesinde bir çukur kazdırıp kanlı çuvalı çukura gömdürmüş.
Toprakla kapattırdığı çukurun üzerine de bahçenin diğer yerlerinden söktürüp getirdiği maydanoz fidelerini diktirmiş. Orası hiç kazılmamış bir görünüme sahip olmuş.

O gece sebzeci Mehmet’in evinde yatan oğlan, sabah olup kalkınca kahvaltısını yapmış.
Kendisine maydanoz fidelerinin olduğu yer gösterilip durumu anlatmışlar. Onlara teşekkür etmiş. Babasının yanına dönmüş.
Babasına olanları anlatmış.



Baba-“ Her arkadaş gerçek dost değilmiş. Senin arkadaşların iyi gün dostuymuş. Bu meydana çıktı.” Demiş.

Babası –“ Oğlum daha bitmedi. Sebzeci Mehmet sebzelerini satmak için pazara gider. Sende pazara gidip onun sebzelerine müşteri olacaksın. Müşterilerinin yanında sattığı sebzelerin fiyatının pahalı olduğunu, çürük kalitesiz olduğunu söyleyip müşterilerini dağıtmaya çalışacaksın.” Demiş.

Oğlan bir süre sonra pazara giderek sebzeci Mehmet’in tezgâhını bulmuş.
Satılan sebzelerin fiyatını sormuş. Başka müşterilerde tezgâha gelince –“ Sebzelerin fiyatının pahalı, içinde çürükler var.” Diye sebzeleri karamaya başlamış.
Sebzeci Mehmet bir iki kere LA HAVLE çekip, ya sabır demiş.- “ Oğlum sebzeyi almazsan alma işine git, başka yere bak .” demiş.
Oğlan yine konuşuyormuş. Bakmış oğlandan kurtuluş yok, oğlan konuşmaya devam ediyor.
Oğlanın kolundan tutup bir kenara çekerek – “ NE KADAR UĞRAŞIRSAN UĞRAŞ, MAYDANOZ BAHÇESİNİN YERİNİ DEĞİŞTİREMEZSİN.” Demiş.

Bir insana iyilik yapmak güzel şeydir. Ama daha sonra o insana kızınca, darılınca yaptığı iyiliği o insanın başına kakmak çok kötüdür.
Günümüzde iyilik yapan insanları bulabilmek kolay mı?
Hele yaptığı iyiliği araları bozulunca, başına kakmayan dostları bulmak ne kadar zordur.

DOST DOST DİYE NİCESİNE SARILDIM
BENİM SADIK YÂRİM KARA TOPRAKTIR
BEYHUDE DOLANDIM BOŞA YORULDUM
BENİM SADIK YÂRİM KARA TOPRAKTIR

Diyen aşığın sözlerine katılmamak mümkün mü?
Gerçek dostlara sahip olmaya.
Gerçek dostlu günlere kavuşmak dileği ile sağlık ve sıhhatler diliyorum.

17.01.2010
Mustafa yolcu- Ankara

İSKİLİPLİ YOLCU: Kabede Osmanlı Revakları

İSKİLİPLİ YOLCU: Kabede Osmanlı Revakları

Kabede Osmanlı Revakları

KABEDE OSMANLI REVAKLARI

Kâbe gibi tarihi ve otantik olması gereken bir tarihi mabette, Osmanlı revakları hem tarihi andırıyor hem de mimari süs teşkil ediyor. Bu revaklar aynı zamanda tarihi sanat eseridir.
Kanuni Sultan Süleyman'ın emriyle Sinan'ın hazırladığı planlar, 1590'da Mimar Mehmet Ağa tarafından uygulanabildi. Avlusu genişletilmiş revaklardaki sütunlar yenilendi, yenileri eklendi. Tahta kemerler taş ve tuğlaya çevrilerek üzerlerine Türk üslubunda beş yüz küçük kubbe yapıldı.
Kâbe’de Osmanlıdan kalan son eser bu revaklardır.

Kâbe ye gelen hacı sayısı arttıkça tavaf alanı da yeterli olmaktan çıkmıştır.
Suudi yönetimi de bunu çözebilmek için Revakları yıkarak bu alanı da tavaf alanına katmayı düşünmektedir.

Yıkmak kolaycılıktır. Yıkmadan yapmanın, sorunu çözmenin yollarını aramakta fayda vardır.
Neler yapılabilir?
Revakların bulunduğu alan ile ondan sonrası kısım olduğu gibi korunarak tavaf alanı haline dönüştürülebilir.
Yaşlılar, hasta olanlar, yürüme engelli olanlar, kadınların bu alanda tavaf yapması sağlanabilir.
Bu alanın üzerinin kapalı olması, güneşten insanları koruyacağı için bu insanların daha rahat tavaf yapmaları sağlanılmış olur.
Bu düzenleme yapılırken mevcut tavaf alanına en yakın yere Kâbe imamının namaz kıldırma yeri düzenlenebilir.
İhtiyaç duyulduğunda tüm zemin kat tavaf alanı olarak düzenlenebilir. Yapılacak düzenlemelerin ileriye dönük olmasında yarar vardır.

Kâbe’nin dış alanında yapılan düzenleme yerinde bir düzenlemedir. Orada bulunan Kraliyet saray’da kaldırılır bu alana katılırsa bu alan iyice büyümüş olur.
Bu durumda mevcut kapalı alan zemini tamamen tavaf alanı, onun dışındaki alan namaz kılma alanı olacaktır.

Kabe ile bütünleşmiş olan Revaklardaki bir taşın bile önemli olduğunu düşünerek; Osmanlı Revaklarının yıkılmamasını hepimizin dedelerinin buradaki hatırasına hürmeten Revakları korumayı bir borç olarak kabul etmeliyiz.

Mühendislik çözüm üretmektir. Suudi mühendis meslektaşlarımızın bu çözümü en kısa sürede üreteceğini düşünüyoruz.
Gerekirse bu konu İslam konferansı Örgütünün teknik şurasına getirilerek burada çözüm yolları aranabilir. Buradan çıkacak tavsiye kararı Suudi yönetimince değerlendirilerek işleme konulabilir.

Batılı ülkeler kendi kültür tarihlerine mal olmuş hiçbir esere dokunmamaktadır. Onlara sahip çıkmaktadır, daha sonraki nesillere bu eserleri taşımak gayreti içindedirler.

Bizim ülkemizde de çağlar öncesinden kalan eserler gün yüzüne çıkarılarak insanlık âlemine sergilenmeye çalışılmaktadır.

Mekke ve Kâbe bütün Müslümanların kıblesi ve ortak sevgilerinin birleşme mekânıdır. Müslümanların gözlerini yumduklarında düşünce âleminde kendisini bulduğu, olmayı arzu ettiği ortak mekânlarıdır.

Suudi yönetimi de burada Müslümanlara elinden gelen her türlü hizmeti yapmaktadır. Bu herkesin ortak kanaatidir.
Milyonlarca insan oraya gittiğinde hiçbir şeyin yokluğunu çekmemektedir. Her türlü hizmet sunulmaktadır. Bu takdire şayan bir durumdur.

Mekke ile Arafat arasında, Mekke’nin çevresinden Kabe’ye kolayca ulaşımı sağlayacak metro hattı düzenlemesi yapılırsa ulaşım sorunu da ortadan kalkacaktır.
Bu durum merkezdeki yığılmayı da önleyecektir. İnsanlar çevreden kısa sürede Kâbe ye ulaşacaktır.
Bu sürüce Mekke Medine arası hızlı tren çalışması da katılabilir. Böylece İslami mekânlar kolaylıkla görülüp, kutsal duygular tekrar yaşanır hale gelecektir.

Bu yapılanlar kutsal görevini yapmak için oraya giden insanlara kolaylık olacak, bu hizmeti yapanlarında yaratanın katında büyük bir sevaba nail olmasına vesile olacaktır.

MUSTAFA YOLCU
20.03.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: İsmail Kavlu

İSKİLİPLİ YOLCU: İsmail Kavlu

İsmail Kavlu

İSMAİL KAVLU

İskilip’e emeği geçen, faydası dokunan,400 kişiye iş imkânı açan değerli bir hemşerimiz, büyüğümüz idi.
Her fani gibi çalıştı didindi, yalan dünyanın misafirliğini bitirerek gerçek dünyasına gitti. Kendisine Allahtan rahmet diliyorum.

İsmail Kavlu’yu yanında bir sürü işçi çalıştıran ayakkabı imalatçısı olarak tanıdım.
Bir konuşmasında 1965 yılında yanında 35 işçi çalıştığını söylemişti.

Ankara’dan İskilip’e gelip kendisi ile karşılaşınca bana hoş geldin der, beni çay içmeye dükkânına davet ederdi.

21.05.1995 yılında Mehmet Lokum’un Belediye başkanı olduğu dönemde “İSKİLİP’İN SORUNLARI VE ÇÖZÜM YOLLARI” adlı toplantı düzenlenmişti. Toplantının başkanlığını Abdul Haluk Çay bey yapıyordu.

Anılan toplantıda söz alan İsmail Kavlu abi ana hatları ile şunları söylemişti:
- “ İskilip için Kızılırmak çok önemli. Kızıl ırmağın suyunu sulama amacı ile kullanıp sebze meyve üretmeliyiz.
Ben Beypazarı’na gittim. Sabah erkenden Ankara yolu üzerinde sebze yüklü traktörler sıralanmışlar bekliyordu. Kamyonlar gelip traktörlerden ürünü alarak konvoy olup Ankara’ya taşıyorlardı. Aynı şey İskilip’te de yapılabilir. Yeter ki sulama suyunu bulup sudan yararlanalım.

İskilip’in kalkınabilmesi için İskilip’e dışarıdan para girişinin sağlanması şarttır.

İskilip’te bir evde bir kişi çalışıyor, geri kalanlar onun kazandığını yiyor. Bu yanlıştır. Evlerde birden fazla kişinin çalışması, evi müşterek olarak geçindirmeleri gereklidir.

Halk Eğitim müdürlüğümüz çok güzel çalışıyor. Onları çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.
Ben istiyorum ki halk eğitim bize işçi yetiştirsin. Şu anda biz yetişmiş işçi bulamıyoruz.
Dükkânıma işçi aranıyor diye ilan asıyorum, aradan iki hafta geçiyor bir kişi çalışmaya gelmiyor. Gelenlerde geçici bir süre için çalışmak istediklerini söylüyorlar. Ben istiyorum ki fabrikamın devamlı işçisi olsunlar.
Halk Eğitim bize işçi yetiştirmeyi bırakın, bizim işçimizi alıp halk eğitimde çalıştırmak istiyorlar. Bu yanlıştır.

İskilip’te yeni iş sahaları açılabilse, işsizlik sorununa çözüm getirilebilse İskilip’ten dışarı göç olmaz, nüfusumuz azalmazdı “ demişti.

İsmail ağabeyin bu tespitlerine bende hak vermiştim. Toplantı arasında yanına giderek ‘kendisinin tespitlerini doğru bulduğumu, çalışmaları ve İskilip’e olan kazanımları dolayısı ile kendisinin takdiri hak ettiğini ’söylemiştim.

İskilip ve sorunlarını konuşurken hep şunu söylerdik- “ İskilip’te İsmail Kavlu gibi 5–6 kişi daha olsa İskilip’in işsizlik sorunu olmazdı.”

İsmail beyin ayakkabıcılık işinde model çıkarmada, mesleki bazı sorunları çözmede başvurduğu kişi rahmetli ayakkabıcı Celal DEMİREL’di.
Onun yanına gelir mesleki fikir alış verişi yaparlardı.

İsmail Kavlu başarılı bir müteşebbis, Celal Demirel iyi bir sanatkârdı. Eniştemiz olan Celal Demirel’e dermiş ki- “ Sen bülbül yetiştiriyorsun, ben karga. Sende para kazanıyorsun, bende para kazanıyorum.
Her ikisi de sağ olsaydı da bu sözün ne manaya geldiğini kendilerinden dinleseydik.
Şimdi İskilip’te İsmail ustada Celal ustada yok. İskilip sanatkârlarını bir bir kaybetti.

Terzi Abuhan’lar dan kim kaldı? Ulaş tepe yukarı taslıdan terzi uzun Ahmet’te, Mustafa Yıldırım’da yok. 50 adet terzi dükkânından İskilip’te kaç terzi dükkânı kaldı?

Demirciler arastasındaki demircilerden, bakırcılar arastasındaki bakırcılardan, mutaflardan, semercilerden, sallicilerden, kalaycılardan sanatını devam ettiren kaç usta kaldı?

Kebapçılar arastamız var ama içinde bir tane bile Kebapçısı yok.
Bir zamanlar o arastada kaç tane kebapçı vardı da oraya o isim verildi? Bilen varsa söylese de bizde öğrensek.
Ben İskilip’te üç tane kuyu kebapçısının olduğunu biliyorum.
İskilip’te şimdi bir tane bile kuyu kebapçısı yok. Bu meslek’te kayboldu gitti.

Park ta bahçıvan Tayyar emmi vardı. Onu parkta görünce gül isterdik. Bize –“ gül dalında güzeldir.”derdi. Dalından koparıp bize gül vermezdi.
Onun parkının güzelliğini, bakımlılığını İskilip’e gittiğimde gözlerim hala arıyor. Ama artık Tayyar bahçıvanda, parkta o güzellikte yok.

Okullardaki eski öğretmenleri hala konuşuyor arıyoruz. Bizim talebelik dönemimizde ve sonrasında İskilip lisesinin Üniversiteye öğrenci gönderme oranı % 60–70 civarında idi. Şimdi ne durumda acaba?

Camilerde ki eskiden Hamdi Ertekin, İsmet hafız, Şaban hafız, kaleli hafız, Yeni cami’nin imamı, çarşı cami’nin müezzini Ermum’cu, Hanönü caminin mutaf müezzini vardı. Din bilgisi, hafızlığı, sesi ile insanları Allahın evine bağlarlardı. Bu işi memurluk olarak görüp vazife yapmazlardı.

Neticesi rahmetli olanlar ve görevini bırakanlardan sonra geçen zamanda İskilip ileriye mi gitti? Gerimi gitti merak ediyorum!

Ama ben eski İskilip’i özlüyor, İskilip’e emeği geçip şu an aramızda olmayan tüm geçmişlerimize Allahtan rahmet diliyor, kalanlarında İskilip için güzel şeyler yapabilme çalışması içinde olmasını diliyorum.

Mustafa Yolcu
23.05.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: İskilip'te Düğün Alayı

İSKİLİPLİ YOLCU: İskilip'te Düğün Alayı

İSKİLİPLİ YOLCU: İskilip te bağ Bozumu

İSKİLİPLİ YOLCU: İskilip te bağ Bozumu

İskilip te bağ Bozumu

İSKİLİP’TE BAĞ BOZUMU


Bağlarda birkaç çeşit siyah ve beyaz üzüm vardı. Siyah üzüm pekmezlik üzüm olarak kullanılır, genellikle kalın kabuklu olan beyaz üzümler saplarından bağlanarak duvara asılır veya sergilerin üzerine serilirdi. Beyaz üzümler kış boyu dururdu.

Kıraç (sulanmayan) olan bağımızın kara üzümleri çok tatlı olur, bekletmeye gelmezdi. Eylül ayı içinde üzümler olgunlaşınca, at ve eşeklerin sırtında HE dediğimiz ağaç dalları ile örülmüş büyük sepetlere doldurulan üzümler eve getirilir, ŞİREVET denilen kalın tahtalardan yapılan oluğa boşaltılırdı.

Elbiselerini dizlerinin üzerine kadar toplayan insanlar ayak ve bacaklarını güzelce yıkar, şirevete girerek üzümü çiğnerlerdi. Çiğnenen üzümlerden çıkan şıra denilen şerbet, şirevetin aşağı tarafındaki delikten altında bulunan helkeye akardı. Helke de toplanan şıra, içinde pekmez toprağı olan kazanlara boşaltılıyordu.

Pekmez toprağı ( %50–90 oranında kireç içeren beyaz renkli bir toprak türüdür.) Pekmez yapımında şırayı durultmak için kullanılır.
Kazanlara doldurulan şıra tahta kürek ile karıştırılarak, pekmez toprağı ile adeta köpürtülür.
Bu şekilde kazanda 5–6 saat bekleyen şıra durulur, sonrada pekmezin kaynatılacağı 40 cm. derinliğinde, 120 cm. genişliğinde olan bağ tavalarına dökülür.

Bağ tavalarının altı yakılarak, pekmez yapma işi gece yarısına kadar sürerdi. Şıranın az veya çokluğuna göre, pekmez yapma işi bitinceye kadar faaliyet devam ediyordu.

Pekmez yapma sırasında mısır patlatılır, ateşin gözünde patates pişirilir, pirzola yapılırdı.
Semaveri olanlar semaverde çay kaynatır, gelen giden çay içerdi.
Pekmez pişerken etrafa çok güzel bir koku yayılır, koklamaya doyum olmazdı.

İki çeşit pekmez vardı. Kara pekmez, ak pekmez.
Kara pekmez şıra kaynatılarak elde edilen pekmezdir.
Ak pekmez; pekmezin içine yumurta akı ile çöğen katılıp kaynatılıp, sonrada çırpılarak elde edilirdi.
Pekmez çırpılırken şak şak diye ses çıkarır, geceye ayrı bir senfoni katardı.
Pekmez yapma zamanına bağ bozumu zamanı denilir. Kimse bu gürültülere, kokulara aldırmazdı.

Kışa hazırlık faaliyetleri arasında: Pekmez kaynatma, salca yapma, etlik yapma, bulgur kaynatma, konserve yapma, mantı- erişte kesme, yufka ekmeği yapmayı sayabiliriz.
Bu faaliyetlerden sadece pekmez kaynatma geceye sarkan ve muhakkak bahçede açık havada yapılması gereken faaliyettir.

Pekmez yapıldıktan sonra oluktaki çöbre denilen, üzümün kabuğu ile çekirdeklerinin üzeri bağ yaprakları ile yaprakların üzerine de kalın şilteler örtülerek kapatılır. Bu şekilde bir süre duran cöbre ısınınca, üzerine su dökülerek beklemeye başlanır.

Cöbrenin üzeri açıldığında adeta buradan buhar çıkar. Avuca alınan cöbre sıkılarak, çıkan su tadılır. Eğer tatlılık gitmiş ekşime başlamışsa sirkeleşmeye başlamış manasına gelir.


Sirkeleşme zamanı başlayınca; oluğa girilerek cöbre çiğnenir ve çıkan ön sirke oluşmasını tamamlamak üzere, topraktan yapılma içi sırlı çekmen dediğimiz kaplara doldurulurdu.

Kilerde yan yana üç adet çekmen denilen toprak kap bulunur. Bir tanesine turşu kurulur. Bir tanesinde kullanılan sirke bulunur. Üçüncüsün de ise olması beklenen ham sirke bulunurdu.

İskilip turşusu İskilip sirkesinden yapılırdı. Sirke çok sert olmasına rağmen mideye dokunmaz, hazmı kolaylaştırırdı.

İskilip’te şimdi üzüm bağı bulunmuyor. Dolayısı ile pekmez, sirke, İskilip turşusunu bulmak mümkün değil. Turşuda yabancı sirke kullanılıyor ama bu sirke İskilip sirkesinin tadını vermiyor.

İskilip’te bağcılık yeniden başlamalıdır. O zaman özlediğimiz sirkeyi, turşuyu, cevizli sucuğu, köfteri bulabiliriz.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: Anayasa Değişikliği ve Statüko

İSKİLİPLİ YOLCU: Anayasa Değişikliği ve Statüko

Anayasa Değişikliği ve Statüko

ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ VE STATÜKO

Aklıselim düşünen bir insan haksızlığa, hukuksuzluğa sahip çıkar mı?
Ülkesinin kana boyanmasına, her gün bir olay olmasına, kardeşin kardeşe düşman olmasına göz yumar mı?
Binlerce insanın hapishaneye atılıp işkence görmesini, “İşkence ile belinin kırılmasını kabullenir mi? ”

Ülkemizde bütün bu olumsuzluklar yaşandı. Bunu yapanlar cezalandırılmayıp ödüllendirildi. Halen bu insanlar görevlerine devam ediyorlar.
Statükonun yöneticileri “dezenformasyon” ile toplumda huzursuzluğu, istikrarsızlığı, moral bozukluğunu yaymaya çalışıyorlar.

Bu yanlışa dur denilmesi gerekiyor.
Yanlış yapanlara hesabının sorulması gerekiyor.
Bunun içinde toplumun yaşam normlarının demokrasiye, insan haklarına uygun hale getirilmesi gerekiyor.

Anayasa değişikliği ise bunların gerçekleştirilmesinin ilk şartıdır.
Daha sonrada hukuk normları anayasaya uygun hale gelecektir.

Toplumun her kesimi yaşanan bu hukuksuzluktan şikâyetçidir.
Mutlu bir azınlık dışında mevcut gidişattan rahatsız olmayan yok gibi.

Ezilen, bastırılan, korkutulan bu toplumun insanları; kendisine acıyı, kederi yaşatanlara “ statüko ya” karşı durması gerekirken, dezenformasyonla azda olsa kavram kargaşasına girmiş durumdadır.

12 Eylülün işkencesini çekenler, 12 Eylülün faillerinin yargılanmasına karşı çıkıyorlar.
1 Mayısta İstanbul da 34 kişinin ölmesine neden olanlara destek verir haldeler.
Kimileri Profesör kimliği ile ekranlarına çıkıp milletin gözüne baka baka yanlışı savunuyorlar.
Bazı sivil toplum örgütü liderleri kendilerinin faaliyetlerini yasaklayanların yanında yer alıyorlar.

Mevcut statükonun bütün bu tezgâhlarına rağmen diliyorum “Anayasa değişikliği kesinleşir.” Milletin üzerinden kara bulutlar kalkar.

Her türlü baskı ve zulüm sona erer. Benim insanımda çağdaş ülke insanlarının yaşam normlarına kavuşur.

Perde arkasından kukla oynatanların gerçek yüzleri ortaya çıkar.
Herkes kendi görevini yapar, yaparken de gelecek endişesi yaşamazlar.
Çiftçi alın teri ile ürettiğinin karşılığını alır.
Fabrikada çalışana hak ettiği ücreti verilir.
Memur kendisine yakışır yaşama imkânlarına kavuşur.
Ülkemiz dünyanın en pahalı ürünlerinin tüketildiği ülke olmaktan çıkar.
Kara para ortadan kalkar, ekonomik veriler gerçek manada bilinir hale gelir.

Yaşadığımız hayatta her şey birbirine bağlı.
Her şey “Adalet mülkün temelidir” ilkesine bağlı.
Her şey “ahlaklı olmaya” bağlı.
Ana kurallar yerine oturunca diğerleri de peşi sıra hizaya giriyorlar.

Hep birlikte statükonun karşısına olup, “Anayasa değişikliğine sahip çıkalım.”
Haksızlığa, hukuksuzluğa, soyguna dur diyelim.
Kendimiz ve çocuklarımız için sağlam temelli gelecek hazırlayalım.

Statükodan ve kurallarından çok çektik, başımız çok ağrıdı.
Artık bu olumsuzluklardan kurtulalım.
“Hep birlikte Anayasa Değişikliğine Evet diyelim.”


Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: Adnan Menderes

İSKİLİPLİ YOLCU: Adnan Menderes

Adnan Menderes

ADNAN MENDERES

Çok partili dönemin milletin gönlüne taht kurmuş bir BAŞBAKANI’DIR

27.05.1960 tarihinde ilkokul birinci sınıfta idim. Darbe nedir, ihtilal nedir bunları ayıracak durumda değildim. Yalnız 27 Mayıstan sonraki günlerde sokağa çıkmanın yasak olduğunu, ilçemizdeki Hükümet binası ile PTT’nin önünde askerlerin nöbet tuttuğunu hatırlıyorum.

Evimiz çarşının yanında idi. Olanları merak edip mahalleden iki arkadaşımla çarşı merkezine kadar geldik. Askerler nöbet tutuyor, devriye geziyordu. Çarşıda bizi görünce gitmemizi işaret ettiler, bizde korkup kaçarak soluğu mahallemizde almıştık.

İhtilal dolayısı ile halkın bir kısmının içi kan ağlıyor, bir kısmı da seviniyordu. Ama genel manada sessiz bir bekleyiş vardı. Daha sonraki günlerde Yassı ada mahkemesi kurularak Menderes ve arkadaşlarını burada yargılamaya başladılar.

İhtilal’dan sonra Çorumda bulunun Piyade Alayı bandosu ile birlikte İskilip’e gelerek çarşıda geçit töreni düzenledi. Geçit töreni sırasında tüm çocuklarla birlikte bizde askerleri takip ediyor, onların peşinden gidiyorduk. Törenden sonra birlik Askerlik şubesinin önüne gelerek yemek molası verdi. Ora’da da askerlerin yanından ayrılmıyorduk. Mevsim her halde ceviz mevsimi idi. Evlerimizden ceviz getiriyor askerlere veriyorduk. Onlarda getirdiğimiz cevizleri kütüklüklerinin içine koyuyorlardı.

Mahkeme duruşmaları radyodan yayınlanırdı. Yayın saati geldiğinde kahveler dolar, buradaki radyodan ajans haberi diye mahkeme safahatı dinlerdi. Radyo sesi yüksek açıldığından yoldan geçenler bile radyo sesini rahatlıkla duyarlardı.
Bu mahkemenin kararı ile menderes ve iki arkadaşı 17.09.1961 tarihinde idam edildi.

Okul kitaplarımızda 27 Mayıs ihtilal’ı büyük bir övgü ile anlatılıyor, 27 Mayıs günüde 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı ilan edilmişti. Bu bayram 12 Eylül döneminde Kenan Evren tarafından kaldırıldı.

Adnan menderes dönemi ülkemizde Sanayileşme ve Şehirleşme dönemi olarak bilinir. Bu iki konuda ülkemizde çok önemli atılımlar yapılmıştır.
İstanbul, Ankara, İzmir, Mersin ve Adana’nın günümüzde önemi daha çok artmış bulvarları ve caddeleri bizzat Menderes’in takip ve yönlendirmesi ile açılmıştır.

Bu yazıda size Adnan Menderes’le yaşanmış bazı anekdotları aktarmaya çalışacağım.

Ankara’da Atatürk Orman Çiftliğinde Merkez Lokantası vardır. Bu lokanta Atatürk zamanında açılmış olup uzun süre Orman Çiftliği Müdürlüğünce işletilmiş, 1960 yılında restoran olarak işletmesi şahıslara verilmiştir.

!950 yılından sonraki dönemde lokantanın muhasebesine bakan rahmetli Ahmet Atasay yaşadığı hatırasını şöyle anlatmıştı:


—“ Lokantamızdan devlet erkânı hiç eksik olmazdı. Sayın Adnan Menderes beyde lokantaya sık sık gelirdi. Lokantamızda Adnan Menderesin masasına servis yaparken çorba tabağı Menderesin üzerine devrildi. Hepimiz bir anda şoke olduk. Ne yapacağımızı şaşırdık.
Menderes bey hiçbir şey olmamış gibi-“ Çocuklar telaş etmeyin, olur böyle şeyler hallederiz .” dedi. Makam arabasında yedek takım elbisesi varmış. O elbisesini getirterek giydi. Çorba dökülen elbisesini kuru temizlemeciye göndererek temizlettik, temiz elbiseyi evine teslim ettik.” demişti. Lokantada meydana gelen böyle olaylarda üzerine bir damla bile yemek dökülen insanlardan çıngar kopartanda olurdu. O değerli insan ağzını açıp kötü bir kelime bile etmemişti.

Ankara’daki Atatürk Bulvarı şimdiki kullanılan genişlikte onun zamanında açılıyor ve asfaltlanıyordu.
Yol inşaatının başındaki Belediyenin yol şefi şunları anlatmıştı.-“ Çalıştığımız yer rahmetli Menderes’in evine yaklaşmıştı. Hava soğuktu. Variller içinde odun yakıyor onun ile ısınıyorduk. Bir taraf tanda çalışmalarımız devam ediyordu.
Menderes bey akşam evine dönerken makam arabasını durdurup, yapılan işe nezaret eder sonrada evine giderdi. Daha sonra evinden içmemiz için demlikle çay kuru pasta gönderirdi.”

Yine Ankara Yıldırım Beyazıt meydanından sonra Aydınlık evlere doğru asfaltlama çalışması yapılıyor. Akşam olmuş çalışmaya ara vermişler. Evi o tarafta olan bir hemşerim anlatıyor.-“ Akşam evime gidiyordum. Tanımadığım birisi arabasının uzun farlarıyla asfaltın üzerini aydınlatmış, yere oturmuş asfalta bakıyor. Yanına gidip- “ Hayırdır hemşerim neye bakıyorsun” dedim.
Asfalta diz çöküp bakan kişi doğruldu bana bakarak-“ Asfaltı düzgün dökmüşler mi ona bakıyorum. Evladım beni tanıdın mı? ” dedi.
Bende- “ Yabancı gelmiyorsunuz ama hatırlayamadım.” Dedim.
Menderes-“ Evladım ben Adnan Menderes’im.” Dedi.
Başbakanımızı hemen hatırladım ve elini öptüm.

Herkes evinde istirahat ediyor, ülkenin başbakanı yalnız başına dökülen asfaltı kontrol etmeye geliyor.
Bütün ülke şantiye haline dönüşüyor. Şehircilik açısından büyük gelişmeler oluyor. Yokluklar gidiyor, ülkeye bolluk bereket ve kalkınma hızı geliyor.

Adnan menderes’in zamanında Atatürk’ü koruma kanunu çıkarılıyor.
Amerika’nın ülke menfaatine aykırı taleplerine hayır deniliyor.
Komşumuz Rusya ile ilişkilerde yeni gelişmeler yaşanıyor. İki süper ülkeden biri olmaz ise öteki ile menfaat ilişkisine giriliyor.

Ne hazindir ki 1960 ihtilal inden sonra Adnan menderes ve arkadaşları Yassıada mahkemesinde; ülkeyi komünist rejim ile yönetme arzusunda oldukları, Atatürk devrimlerine aykırı hareket etmek sucu ile yargılanıyor idama mahkûm ediliyordu.

1960 İhtilalini yapanların şimdi esamesi bile okunmuyor. Menderes ve arkadaşları anıt mezarda milletin gönlünde taht kurmuş olarak yatıyor.

MUSTAFA YOLCU- 12.03.2010