TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 10
YEDEK TEĞMEN AFİF
Afif, uzun boylu, narin yapılı, nazik tavırlı,
halim ve kalbi meftun kılacak kadar cana yakın, samimiyeti gözlerinden okunan,
keskin zekâsı ile gerek aile muhitinde ve gerekse tanıyanları arasında çok
sevilen bir gençti. İstanbul’da
Yesarizade ailesinden deniz Kurmay Albayı Fahrettin in oğludur. Babası biricik
yavrusunun, her hususta milletine ve memleketine yarar bir insan olması için;
maddi ve manevi bütün fedakârlıkları yapmış, Avrupa ya tahsile göndermiş,
bununla da kalmamış kendi mesleği olan askerliği ve askeri tanıtmıştır. Bu
suretle sivil hayatta iyi bir memur olan yavrusuna çok iyi bir askeri terbiye
de vermişti.
1914 Senesinde, büyük harp ilan edilmişti. Bu
sıralarda herkesin pekiyi tanıdığı halim ve nazik bir genç olan Afif, ortadan
çekilmiş, yerine ecdadının kahramanlık mirası gözlerinden fışkıran seferi
kıyafetli bir subay dikilmişti.
Şimdi onun ruhunda, kültürlü ve zarif bir genç
yerine, milli gururu okşanmış, vakur, civanmert bir Türk subayının cengâverlik
hüviyeti beliriyordu. Afif senelerce bu meslekte hizmet etmiş bir asker tavrı
ile arkadaşlarını selamlıyor, sevimli bakışlarında kazanılmış bir emelin
şetaretini söyleyen ifadeler uçuşuyordu. Tanınan bir sesle, gidiyorum… Diyordu.
Fakat biliyor musunuz nereye? Kafkas
cephesine ve ilave ediyordu.
Evet, beyaz çehresiyle bikes bir bakir gibi aciz
ve mütevekkil yolumuzu gözeten o dağlara gidiyorum. Ben ve bütün Türkler akacak
kanlarımızla onun beyaz örtüsüne, güller, laleler işleyeceğiz. Soğuk göğsünü
sıcak nefesimiz ile ısıtacağız. Düşman boyunduruğunda inleyen onsuz
yurttaşlarımızı kurtarmak için öleceğiz… Diyordu.
Afif, hakikaten bir süre sonra RUSLARA
karşı Kafkas cephesinde görüldü. Bütün arkadaşları Afifin içinde yanan intikam
ateşini ve büyük hayalinin mücessem hakikatlerini gördüler. O vazife için
çırpınıyordu. Erleriyle onların her haliyle uğraşıyor, onların istirahatı için
çok gecelerini feda ediyor, onlarla yaşayış, yiyiş, düşünüş itibarı ile daima
beraber oluyordu.
1916 Senesi Şubat ayının pek fırtınalı ve soğuk
bir kış sabahı idi. Güneş, üç günden beri devam eden kanlı muharebelerin, son
buhranını yaşayacak olan bu günün elim hakikatlerini görmek için titrek
parmaklarıyla ufku yırtmaya çalışıyordu. Ortalığın ağarmasıyla birlikte
başlayan Endek tepesindeki muharebenin pek kanlı olacağı daha başlangıcından
anlaşılıyordu. Tepede bulunan ileri karakol bölüğü şiddetle üzerine gelen bu
saldırıdan ürkmedi. Kendisinden 20 misli üstün kuvvette olan düşmana karşı
imanla savaşıp, düşmanı kıra kıra canlarını çok pahalıya sattılar. Tepeyi, bir
tek er kalıncaya kadar savundular. Düşman yüzlerce kaybına karşı, birkaç siper
parçasını işgale muvaffak olmuş, orada vazifesini büyük kahramanlıkla yapan ve
son erine kadar bu uğurda can veren bölüğün varlığından başka bir şey
görememişti. Tepenin küçük bir kısmı elden çıkmıştı. Lakin bu kısmın hâkimiyeti
diğer kısımlara da tesir yapacak bir durumda ve bu kısım düşmanda kalırsa,
mevzide tutunmak mümkün olsa dahi çok kan dökülecekti. Bu tepenin geri alınması
gerekiyordu.
Veli baba bölgesinde müdafaada bulunan 28. Tümen
kendisinden belki onbeş misli kuvvette düşmanla üç gündür savaşmış ve her ne
kadar mevziini müdafaa imkânı bulmuşsa da girdiği kanlı muharebeler neticesinde
mevcudunun yarısını kaybetmişti.
Bu sebeple, tümenin zayiatını doldurmak ve
muharebe gücünü artırmak gerekiyordu. Bunun içinde, 17. Tümene mensup 51.
Alayın 2. Taburu 28. Tümen emrine verildi. Tümenin emrinde başka ihtiyat
olmadığından, bu tabur tepenin geri alınması için görevlendirildi. Bu sırada
topçularımız taarruzu hazırlamak, düşman topçusu bizimkileri susturmak için
düelloya tutuştular. Hedefleri zıt bu iki kütle, birbirini boğazlamaya
çalışıyordu. Her Mehmet’in yüzünde ölmeye karar vermiş bir insanın azmi
görünüyor, her subayın ruhunda ölmeye karar vermiş Mehmetçikten ayrılmanın
ıstırabı seziliyordu. Askerler birbirleriyle helalleşiyor, Hasan sen sağ
kalırsan anama selam söyle, Mehmet hakkını helal et. İşte bu sıralarda Afif
takımın başına geçmiş, şimşekler çakan gözlerini tepeye dikmişti. Bu gün onda
bir fevkaladelik vardı. Görünen sessizliğinin incelikleri arkasında biriken
intikamının coşkunluğu hissediliyordu. Arkadaşının omzuna hafifçe dokundu ve
heyecanlı bir sesle – “ Reşat hakkını helal et… Ben şehit olmaya gidiyorum.”
Dedi. Sabırsızlanan takımına ileri… Komutunu vererek kendisi en önde düşmana
doğru atıldı.
Düşman büyük bir inatla müdafaa ediyor,
tükenmeyen, dinmeyen, susmayan bir cehennem yağdırıyor, ölüm saçan nesi varsa
hepsini ortaya atıyor, buna rağmen bu mermi tufanı altında Mehmetler vakit
vakit sıçrıyor, yere yatıyor, ilerliyordu. Bütün bu kütlenin önünde şahlanmış,
cesaretini çevresine yayan bir kahraman görülüyordu. Yedek teğmen Afif…
Tüfek muharebesi bir saat kadar sürmüş, kesin
netice zamanı gelmişti. Afif yıllardır içinde sessizce yanan intikam ateşini,
bütün kinini bir volkan gibi fışkırttı… Süngü tak… Hücum… Ve yıldırım gibi
düşmana saldırdı. Afif artık hisseden ve duyan biri olmaktan çıkmış, o, yağan
ateşe, parıldayan süngülere doğru koşan ve yalnız tepeye vazifeye doğru koşan
ateş kütlesi olmuştu. Bir kurşun, sağ ayağını deldi bir misket sağ bacağını
yardı, fakat o, artık sızlamayan ve acı duymayan bir asap yığınından ibaret
kalmıştı. Bütün dimağı, varlığıyla bir şey düşünüyordu. İntikam… Tepeye yaklaşıldı.
Uzun mesafeleri, diz boyunda karları cehennemi ateşler altında geçmiş bir tabur
asker, diğeri zinde silahı, cephanesi bol, savunmadaki iki tabur düşman,
birinde yanan ateşe mukabil, diğerinde kül olmuş, sönmüş bir enkazın dumanları
tütüyordu. İki taraf birbirine girmişti. Mehmetler süngülerini bütün kuvvetleri
ile saplıyorlar, gırtlakları koparıyor, beyaz karlar üzerinde kanlar akıyordu.
Düşman ümitsizce bütün toplarını tepeye cevirdi. Bir saniyelik volkan iki
tarafında yarısını yaktı. Esasen düşmanda bozgun başlamış, sağ kalanlar
canlarının derdine düşmüşlerdi. Günlerce süren bu muharebelerde, tabiatın bütün
şiddetine, yorgunluğa ve açlığa rağmen bu gaye uğruna çarpışan, ne için
savaştıklarını bilen kalpleri iman dolu Mehmetler, düşmanlarını yendiler. Akşam
yaklaşıyordu. Tepe şehitler ve yaralılarımızla dolu, bu günün yarasını sarmak
için herkes bir işle meşgul oluyordu. Bir taraftan şehitler gömülüyor,
yaralılar geriye gönderiliyordu. Afif, bu kahraman Türk evladı, goncalar açmış
nazik gülfidanı, göğsünden aldığı bir süngü yarası ile şehit olmuş ve
patlamayan bir obüs mermisine yaslanmış bulunuyordu. Çehresi hala manalı,
gözleri ateşli idi. Şimdi dağlardan kopan ve vadileri titreten acı bir rüzgâr
esiyor. Bu karlı tepeleri sulayan mübarek şehit kanları, tepede muzaffer ve
vakur dalgalanmakta olan bayrağa kızıl rengini verirken, büyük bir tümenin
gıpta ve özlemi içinde Afif, yine bir düşman mermisinin açtığı ebedi
istirahatgahına tevdi ediliyordu. Onun ruhu kar, bora, tipi fırtınaları
arasında beyaz çehresiyle bikes bir bakir gibi aciz ve mütevekkil, onu bekleyen
dağlara gidiyordu.
Zair bu aziz naaşı hürmetle selamla
Mihrabı emel, aşkı vatan mahzenidir bu
Afif ne bahtiyarmış, yüce sonunu anla
Yurt uğruna oldu feda, son meskenidir bu
Pek sevdi hüda kıldı anın ruhunu ila
Yerde kalan naş, şehidin mezarıdır bu
myolcu@ttmail.com