11 Ağustos 2011 Perşembe

KAVUN SATICILIĞI

KAVUN SATICILIĞI


İskilip pirinç pazarındaki dükkânda, Çarşamba günü bir pazarı daha bitirmek üzere idim. O zamanlar sebze pazarı, kavun karpuz pazarı, üzüm pazarı da çevremizde kuruluyordu. Tarladan kavununu getirenler, pazarda satabildiğini satmış, kalan kavunun başında oturuyorlardı.

Babamın arkadaşı Osman emmi dükkâna gelerek “ Mustafa sana şu kavunu alayım. Getir dükkânında sat.”dedi. Bende-“ Osman emmi ben bu işe yalnız girmem. Kazanç ta zarar da ortak, seninle girelim.” Dedim. Teklifimi kabul etti. Gidip pazarlık yaparak, kavunu aldık. Kavunları dükkâna taşıyınca, paralarını verdim gittiler.

Dükkân da artık kavun da satıyordum. Ahşap olan dükkânımızda fare vardı. Sabahleyin dükkânı açınca, bazı kavunların farelerce kemirildiğini gördüm. Kemirilen kavunlar, çok tatlı çıkıyordu. Sanki fareler kavun uzmanı idiler. En güzel kavunları bulup, kemiriyorlardı. Durumu Osman emmiye de anlattım. Yapılacak bir şey yoktu. Bir an önce kavunları satıp, işi sonuçlandırmamız gerekiyordu.

Kavunları satınca, parasını ayrı yere koyuyor, hesabını ayrı tutuyordum. Dükkânda 15 e yakın kavun kalmıştı. Osman emmi kalan kavunları iki kısma ayırdı. Bana seç birini dedi. Bende birini seçtim. Sen bunları evine götür. Bende bunları eve götüreyim dedi.

Kavunun satışından elde edilen parayı saydık. Kavunu aldığımız paradan 40 lira noksan çıktı. –“ Osman emmi 20 lirasını sen, 20 lirasını ben karşılayacağım, zararı paylaşmış olacağız.” Dedim.

O gün kanaatkârlık edip, ortaklık teklif etmeseydim, 40 liranın hepsi benim zararım olacaktı. Ben bu işten, kanaatkâr olmayı öğrenmiştim. Ticarette kazançta, zararda kardeştir. Önemli olan kul hakkı yemeden, ticaretini sürdürmektir.

Mustafa Yolcu


28 Temmuz 2011 Perşembe

Morfinli mehmet ve Bebuk

MORFİNLİ MEHMET VE BEBUK

Çocukluk yıllarında tanıdığımız, alkolik derecesinde içki tüketen iki insanlardı.
Morfinli Mehmet; Hacıpiri’nin yukarı mahallesindendi. Bebuk’ün ise kalenin dibinde, hamamın arkasında tek odalı evi vardı.
Gündüz vakti ikisinin de ayık gezdiğini gören olmazdı. Nerden temin ettiklerini bilmediğim para ile içkilerini alırlardı.

Bebuk ile parkta veya başka yerde karşılaştığımız da “ Bakın delikanlılar, benim vaziyetimi görüyorsunuz. Ayakta zor duruyorum. Bu zıkkımı içmekten memnun değilim. İçkiye alıştım bırakamıyorum. Sakın siz içki şişesini elinize almayın, vb.” diye nasihat ederdi. Açıkta içki içmez, elinde içki şişesi görülmezdi.

Morfinli Mehmet sabahları, içki almadığı zaman, halim selim, efendi görünüşlü biriydi. İçkili iken kimse ile konuşmaz, evini zor bulur, bir yerlerde sızıp kalırdı.
Kışın karın üzerine sızıp, sabahladığı olurdu.

Karnı aç olduğunda, mahallemizde kapısını çaldığı, birkaç ev vardı. O evlerden birine gider “ Ana benim karnım aç. Bana bir dürüm yapında yiyeyim .” derdi.
Gittiği evde yiyecek ne varsa, tepsi ile kapının önüne konur, oda konulanı yer, dua edip giderdi.

Bebüğün, başında yana yatık şapkası, havalar soğuduğunda da, sırtından çıkarmadığı paltosu vardı.
Kalenin dibindeki bir göz odalı evi, belediye yaptırmış, mahalleliler de içinin eşyasını koymuşlardı. Bebuk; kirlenen çamaşırlarını deterjan ve para ile birlikte bir torbaya koyar, torbayı da ihtiyaç sahibi bir evin kapısı önüne bırakırmış. Evden torbayı alıp, çamaşırları yıkar, ütüler Bebüğün evinin kapısının önüne koyarlarmış. Bebuk evine geldiğinde, torbasını içeri alırmış.

İskilip’te hacca, otobüsler ile gidiliyordu. Her sene 6–8 otobüs ve eşyaları götüren kamyon ile hacca giderlerdi.
İçki içmeye tövbekâr olmuş morfinli Mehmet; bir Cuma günü sabahı hamama gider. Güzelce yıkanır. Sonrada soluğu otobüsleri hacca gidecek olan, otobüs firmasının sahibinin yanında alır. “ Ben hacca gitmek istiyorum. Tövbe ettim, içkiyi bundan sonra ağzıma almayacağım.” Der. Oradakiler şaşırırlar. “ Mehmet emin misin? İçki içmeden durabilir misin?” diye sorduklarında; kararının kesin olduğunu, içkiyi bıraktığını söyler.
Onlarda;” Sen kararını vermişsen, bizde seni hacca götürürüz.” Demişler.
Hacca giden Mehmet; hac farizasını yerine getirerek Hacı Mehmet olmuştur. Hac dönüşü İskilip belediyesine işçi olarak alınmış, evlenerek düzenli bir hayatı olmuştu.

Bebukte; Hacı Mehmet’ten 1–2 yıl sonra aynı süreci yaşadı. Hacca gitmeye karar verince, otobüsçüler ondan ücret almadı. Esnaftan para toplayıp, kendisine harçlık olarak verdiler. Bebuk daha hacca gitmeden “ Yarabbi; mübarek yerlerde al benim canımı. Buraya beni bir daha getirme.” Diye dua edermiş. Hac yolculuğunda yanındaki koltukta, dolmacı Bekir Hallı oturmuş.

Bebuk; mübarek yerlerde haccını güzelce tamamlıyor. Mekke’den Medine’ye geliyorlar. Orada da ibadet ve ziyaretler tamamlanıyor. Medine den ayrılmadan bir gün önce, kaldıkları otelde Bebuk; yalnız başına bir köşede ağlıyor. Onun bu halini gören biri soruyor-” Hacı bebuk niye ağlıyorsun?” Cevap veriyor “ Ben mübarek yerlerde feyiz alarak, ibadetimi, görevlerimi yapıp haccımı tamamladım. İskilip’e gidince beni azdırıp, tekrar içkiye başlatırlarsa ben ne yaparım diye ağlıyorum.” Ellerini kaldırıyor “ Allahım benim canımı bu mübarek yerde al. Burada kalayım.” Diyor.

Ertesi günü toparlanıp, yolculuğa çıkmaya hazırlanıyorlar. Bebük sessiz sedasız, her kesten önce otobüste kendi yerine oturuyor. Diğerleri de otobüse binmeye başlıyor. Bebuk başını yana dayamıştır. Onu uyuyor sanıyorlar. Birisi gelip” Hacı uyuma, otobüs kalkacak.” Diyor. Ama hacı bebuk’ten ses yok. Bir iki kişi daha geliyor, bakıyorlar ki hacı Bebuk; gerçek dünyasına gitmiş. Ruhunu mübarek yerde teslim etmiş. Her kes şaşırıyor. Bir gün evvel edilen dua, ertesi günü gerçekleşiyor.

Hacı Bebuk Medine de Cennet’ül Baki’ye, sahabelerin bulunduğu mezarlığa defnediliyor. Hacı kafilesi de yola çıkıp İskilip’e geliyor.
Soruyorlar” hacı Bebuk nerede?”
Cevap;” Hacı Bebuk Medine’de, Peygamberimizin, sahabelerin yanında kaldı. Yaratan onun duasını kabul etti. O sevdikleri ile birlikte Medine’de kaldı.”

Hacı Bebüğün tek göz odalı evinin kapısını açıyorlar. Evin duvarında asılı tabelada diyor ki;

Harabat ehlini hor görme Şâkir.
Defineye malik viraneler var.

Yalan dünya da kimseyi küçük görüp, hor bakmamalıyız. Rabbimin yanında kim daha değerlidir? Onu ancak yaratan bilir.


Mustafa Yolcu

14 Temmuz 2011 Perşembe

ÖĞRENCİLİK HATIRASI

ÖĞRENCİLİK HATIRASI


Ankara’da Üniversitede okurken, Cumhuriyet yurdunda kalıyor, öğrenciliğimi devletten aldığım, kredi ile sürdürüyordum. 500 lira krediden elime 485 lira geçiyor, bunun 80 lirasını da yurt ücreti olarak ödüyordum.

Babam ortaokul üçüncü sınıfa geçtiğimde, vefat etmişti. Aile gelirimiz, ev ve dükkân kirası ile rahmetlik ağabeyimin her ay gönderdiği para idi. Onlarda ancak evimizin ihtiyacını karşılıyordu.
Krediyi alınca, elimde kalan 400 lirayı otuza bölüyor, her güne düşen para ile okul ve zaruri ihtiyaçlarımı karşılıyordum.

Gündüz vakti, yurtta yatağıma uzanmış, kestirmeye çalışıyordum. Odamızın önündeki tavanda bulunan anons hoparlöründen- “ Mustafa yolcu ziyaretçiniz var. Danışmada bekleniyorsunuz .” diye anons sesi geldi.

Hemen ayağa kalkıp, toparlanıp aşağı indim. Bir taraftan da, gelen ziyaretçi kim diye düşünüyordum. Danışmaya gidince, İskilip’ten komşumuz, çocukluk arkadaşım Mustafa Atar ın geldiğini gördüm.

Hemen kucaklaştık. Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra, kantine gidip oturmayı teklif ettim. Mustafa dışarı çıkıp dolaşalım dedi. Dışarı çıkıp Dikimevi, Talat paşa Bulvarından Ulus’a doğru yöneldik. Cebimde 35 kuruş vardı. Kahvelerde bir bardak çay, 50- 60 kuruştu. Bir bardak çay parası bile, cebimde yoktu. Kendi kendime; bir yere oturalım, çay parasını Mustafa’ya ısmarlatırım diye düşündüm.

Nihayet; Ulus’a gelip, sebze halinin karşısında bulunan, havuzlu çarşının kahvehanesine oturduk. Yürümekten ikimizde yorulmuştuk. Çaylarımız geldi. Çayı içerken Mustafa cebinden bir zarf çıkararak-“ Emine halam sana bu mektubu gönderdi.” Dedi.

Annemden mektup gelmişti. Sevinmiştim. Annemi de, evimi de özlüyordum. Hemen zarfı açtım. Mektubu çıkarırken içinden bir miktarda para çıktı. Annem yememiş, içmemiş bana para göndermişti. Annemden para beklemiyordum. Onların, kendi kendilerine yetmeleri bile, benim için mutluluktu. Kendimi iki sevinç ile birlikte buldum. Ağlamamak için, kendimi zor tutuyordum.

Bu arada hemen garsonu çağırarak, bize soğuk bir şeyler getirmesini söyledim. Biraz evvel cebimde 35 kuruş varken, artık paralanmıştım. Allah beni parasızlıktan kurtarmıştı. Bu duyguları yaşamayan birinin, anlaması mümkün değil. Bu sebeple; öğrencilere yapılan her türlü katkının, her zaman destekçisi oldum. İskilip Kültür ve Eğitim Vakfının; kuruluş çalışmaları ile bina yapım faaliyetleri içinde yer aldım.

Okuyan ve askere giden insana, verilecek on liranın bile katkı olduğunu unutmamalıyız. Öğrenci şehri olan Ankara’da; bakkala gidip, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bazı öğrencilerin, nasıl sıkıntılar çektiğini ancak bunu yaşayanlar bilir.

İmkânı olan herkesin, bilhassa öğrenim hayatı sona erip, bir işe başlayanların bu konuda daha hassas davranıp, karınca kararınca “ BURS VERME GAYRETİNE GİRMESİNİ.” Tavsiye ediyorum.

Mustafa Yolcu

4 Temmuz 2011 Pazartesi

KONAĞIN ÖNÜ

KONAĞIN ÖNÜ

Konak diye İskilip’te, kaymakamlık binasına denilir. 1961 yılına kadar Konak, şimdiki Çorum Caddesinde parkın alt tarafında idi. Konağın çevresine de Konağın önü tabiri kullanılırdı. Yaşlılar hâlâ buraya,” Konağın önü.“ derler. Çorum caddesinin sol tarafında, konağın karşısında da hapishane vardı. Hapishane 1958 yılın da yıkıldı.

Çorum Caddesinin sol taraf köşe başında Ortaokul binası, onun yanında da Azmimilli İlkokulu vardı.
1960 yılında Azmimilli ilkokulun da okula başladım. Okul binası ahşap karkas yapılı, zemin kat ve yarım bodrumdan oluşuyordu. Ortaokulun bahçesi ile bizim okulun arasında taş duvar vardı. Bu duvarın ortasında 3–4 metrelik açıklık mevcut olup, buradan iki taraf bahçeye geçiş sağlanıyordu. Biz iki tarafın bahçesini de kullanıyor, ortaokullular bizim tarafa geçmiyordu.

Teneffüste bahçeye çıkınca, biz yürümüyor koşuyorduk. Koşarken de ortaokullulara çarpıyor, düşmeyelim diye onlar bizi tutuyordu. Sanki o zamanlar ortaokulda okuyanlar, daha uzun boylu, olgun insanlardı. Bizim gözümüze çok büyük görünüyorlardı.

Azmimilli İlkokulu Müdürü Hasan Subaşı, Ortaokul Müdürü Hasan Okumuş’tu. Hasan Subaşı 1962 yılında Çorum’a gidince, okul müdürümüz Mehmet Kaymaz olmuştu. Eskimiş bulunan Azmimilli İlkokulu binası yıkılarak, şimdiki okul binasının yapılmasına karar verilince; 1963 yılında trampet takımı, bayrak sancakla Misakımilli İlkokulu binasına taşındık.

Azmimilli İlkokulunun renkli simalarından birisi İsmet öğretmendi. Kendisi Sakarya mahallesindendi. Daha önceden geçirdiği bazı rahatsızlıklardan dolayı, davranışlarında bazen gariplikler olurdu. Ders sırasında sinirlenince, eline geçen değneği önüne kim gelirse ona yapıştırırdı. Tek kurtuluş yolu masa altına gizlenip, hocanın siniri geçip masasına oturuncaya kadar, sıra altından çıkmamaktı. Daha sonra bir şey olmamış gibi derse devam eder, öğrencilerinin gönlünü almaya çalışırdı.

İsmet öğretmenin sık, sık tekrarladığı bir deyimi vardı;
Sizi bizi dizi-dizi
Asıp kesmek istemişlerdi.

Diye devam eden mısraları okuyarak, İstiklal Savaşı öncesi yurdumuzda yabancıların yaşattığı mezalimi anlatırdı. Bir rivayete göre; İsmet öğretmenin yakınlarını Yunanlılar, gözünün önünde öldürmeleri üzerine bu rahatsızlığı yaşamış, hiç unutmamıştı.

İsmet Öğretmen aynı zamanda Atatürk hayranı idi. Yukarıdaki dizeleri okuduktan sonra Atatürk’ün, yurdumuzu nasıl kurtardığını, askerlerimizin kahramanlıklarını anlatırdı.

Bir gün okul bahçesinde oynarken, İsmet Öğretmenin büyük bir çerçeve paketini okula getirdiğini gördüm. Hemen önüne giderek” Öğretmenim elindekini ben taşıyayım.” Demem üzerine - “ Ben Atatürkümü taşıyamıyor muyum? Sana kim taşı dedi? Git buradan.” Diye azarı işittim. Bende geldiğim gibi, kös-kös oradan ayrılmak zorunda kalmıştım.

İlkokul 3. sınıfa kadar bizi, Hilmi Okutan okutmuştu. Bu öğretmenimiz dersinde bize “ Ankara’ya giderde; Anıtkabire gidip Atatürk’ü ziyaret etmezseniz, size hakkımı helal etmem.” demişti. Öğretmenimizin bu sözünü hiç unutmadım.

1966 Yılında ilk defa Ankara’ya gittiğimde, Ankara da yolları öğrenir öğrenmez Anıtkabir’e gittim. Atatürk’ün mozolesine gelince ellerimi açıp, dua etmeye başladım. Yanıma gelen diğer ziyaretçiler dua etmiyor, bir süre sessiz durup, başları ile selam verip ayrılıyorlardı. Bende dua etmenin yanlış olduğu hissine kapıldım. Yavaşça ellerimi aşağı indirerek, bir süre bekleyip mozoleden ayrıldım.

Sonraki yıllarda, benim yaptığımın doğru olduğu, mevtaya yapılacak iyiliğin, onun ruhuna dua okumak olduğunu karar verdim.

Hilmi öğretmenimin istediği “ Ülkemizin önderini, Anıtkabir’de ziyaret etmek.” vazifemi yerine getirmiştim. Yurdumuzun İsmet öğretmenlere, Hilmi öğretmenlere ihtiyacı var. Öğretmenler; ülkesini seven, ülkesine yararlı nesillerin yetiştiricisi olmalıdır.



Mustafa yolcu

26 Haziran 2011 Pazar

HASAN ABUHAN USTA

SANATKÂR TERZİ
HASAN ABUHAN USTA

İskilip’te geçmiş yıllarda, 83 tane terzi vardı. Bu terziler, vatandaşın her türlü terzilik ihtiyacına cevap veriyordu. Şimdiki gibi terziler ceket, pantolon, gömlek dikmiyor; İngiliz kotu, şalvar, işlik, manto, palto dikiyorlardı. Konfeksiyon yaygın değildi. Her türlü elbise talebini terziler karşılıyordu. Bilhassa bayramlar yaklaşırken, talep arttığından geceleri de çalışarak işlerini bitirmeye çalışıyorlardı.

Önceden çocukların bir kısmı, memur olmak için okuyorlardı. Bir kısmı da kolayca hayata atılmak için sanata başlıyor, çıraklık kalfalık derken usta olup, işini kuruyor, bunun yanı sıra çocuk okusun, okumasın mutlaka bir sanat öğrenmesi isteniyordu.

83 terzi vardı ama bunlardan gerçekten sanatkâr olanı çok az bir kısmı idi. Diğerleri sıradan terzi idi. Şu an İskilip’te takım elbise diken 2–3 terzi ancak var. Konfeksiyonun yaygınlaşması, çırak bulunamaması bu sanatı bitme noktasına getirmiştir.

İskilip’te terzilik sanatının zirvesine çıkmış, adı İskilip dışında da duyulan Abuhan kardeşler vardı. Bunların en büyüğü Hasan Abuhan olup, terziliği Fahrinin Abdurrahman denilen ustadan öğrenmiş. Daha sonra Ankara’ya giderek, bir terzinin yanında üç sene çalışıp, bay- bayan terziliğini birlikte geliştirmiş.

Diğer kardeşleri Mustafa ve Hüseyin’de terzi olmuşlar. Hep birlikte çarşı camisinin önündeki dükkânda çalışmaya başlamışlar. Orhan Mehmet Mustafa diye üç çocukları kendi dükkânlarında çalışmaya başlamış. Daha sonra Mustafa Abuhan, oğlu Mehmet ile kendi işyerini açmışlar.

Ben Abuhanları, Ziraat bankasının karşısında bulunan dükkânlarında tanıdım. Abuhan kardeşlerle İskilip’te karşılaştığımda selamlaşır, hal ve hatırlarını sorardım. Hasan Abuhanı en son; 2005 yılında dükkânında görmüş, Çorum da Bayındırlık İl müdürü ve Çorum Belediye Başkanlığı görevinde bulunan oğlu, Ömer ile birlikte oturmuştuk.

18 Haziran 2011 tarihinde İskilip’e gittiğimde, dükkânlarına uğradım. Abuhan ustaları ziyaret edip, bilgilerine başvurmak istiyordum. Büyük Abuhan kardeşlerin üçü de vefat etmiş, geriye çocukları kalmıştı. Dükkânlarında Orhan Abuhan ile birlikte oturduk. Ben konuşmamıza İskilip’te 83 terziden, geriye kalan 2–3 takım elbise dikebilen terzi ile başladım. Onlardan sanatlarını devam ettirme, en az kendileri ayarında çırak yetiştirmeleri ricasında bulundum.

Orhan usta yeri doldurulamaz sanat hayatlarını şöyle anlattı:
“ Babam Hasan Usta, bir süre Ankara’da çalıştıktan sonra, İskilip’teki dükkânı kardeşleri ile birlikte açmışlar. Yanlarında on adet çırak ve kalfa çalıştığı zamanlar oldu. Yetiştirdikleri ustalar arasında; Ulaştepe’li uzun Ahmet usta, Mustafa Yıldırım (Ankara da vefat etti), Hasan Demircan, Kamil Köstekçi, Salim Elmalı bulunmaktadır. Bunların toplamı 50 civarındadır. Halen sanatı sürdüren Ankara da Kamil Köstekçidir. Birçoğu vefat etmiştir.

Babamgilin disiplinli bir meslek hayatı vardı. Onların yanında sesli konuşulmaz, bir şey yenilip içilmezdi. Bu disiplin; verimli bir sanat hayatının sürmesini sağladı.
Babam bazı akşamlar sinemaya giderdi. İskilip’ten bazıları babamın sinemaya gitmesini yadırgardı. Hatta bunu yüzüne söyledikleri olurdu. Babam onlara-“ Ben sinemaya; modanın en son ürünü olan elbiseleri giyen artistlerin, üzerlerindeki elbiseleri görmek için gidiyorum, gördüğüm modelleri başka şeye ihtiyaç kalmadan, dükkânım da uyguluyorum.” Derdi. Bu az bulunur bir kabiliyetti.

Ziraat bankasının bir müdürü vardı. Giyime çok düşkündü. Dükkânımıza gelerek, takım elbise siparişi verdi. Ama istekleri, aradığı özellikler çok fazlaydı. Bizzat babam, elbiseyi keserek dikmeye başladı. Provalar bitmiş, takım elbise dikilerek teslime yaklaşmıştı. Dükkânda çalışırken babamın burnuna yanık kokusu gelmiş. Hemen ütü bölümüne gittiğinde, müdürün ceketinin üzerine, ütüden düşen ateşin ceketi yakarak, delik oluştuğunu görmüş. Hemen müdahale ederek, düşen ateşi almış. Bu hatayı yapanda cezasını gördü. Benimde bu arada olaydan haberim oldu. Ceketi görünce ben umudu kesmiş, ne yapacağız diye düşünüyordum. Ceketi Mustafa emmim aldı. Ceketin parça kumaşlarından iplik çıkararak, cif iğne ile enine boyuna deliği tırnaklayarak ördü. Güzelce ütüledi. Artık orası kumaşın parçası olmuştu. Fark edilmesi imkânsızdı. Banka müdürü takımı giydiğinde, çok memnun kalmıştı. Bizim devamlı müşterimiz oldu.

Semerci Mehmet usta olarak bilinen, şişman bir hemşerimiz vardı. Arkadaşı ile -” Terzi Abuhan, ustayım diye öğünüp duruyor. Bir takımı üç kere prova etmeden dikemiyorlar. Ben hiç prova etmeden elbise dikiyorum. “ diye şaka varı konuşmuş. Bu konuşma benim kulağıma da geldi. Mehmet usta kumaşını alarak, bize takım elbise diktirmeye geldi. Elbise ölçüsünü aldık ve dükkândan ayrıldı. Provaya çağırmamız gecikince, dükkâna gelerek -“ beni provaya çağırmadınız.” Dedi. Bende –“ Mehmet usta biz provasız elbise dikiyoruz.” Dedim. Bunu söyleyince önce şaşırdı. Sonra kahkahayı basıp” Siz beni eşeğe mi benzettiniz. Provasız ben eşeğe semer yaparım.” Dedi. Beni kucakladı.

Orhan Abuhan ile bunları konuşurken, İskilip’te ayakkabıcılığın değerli ustası, Celal Demirel aklıma geldi. Oda model kitabından belirlenen ayakkabıyı, çok güzel bir şekilde diker, teslim ederdi. Nesli tükenmiş olan bu ustaların, hayatta iken yan yana gelip, fikir mütalaası yapıp yapmadıklarını sordum. – “Onların ayda bir sohbet günleri oluyordu. Her ay birinin evinde toplanarak, bu tür sohbetler yapıyorlardı.” Dedi.

İskilip dışından da telefonla elbise siparişi verenler olurdu. Bazı müşterilerimiz, daha önce diktiğimiz elbise ölçüleri değişmediğini bildirerek, aynı ölçülerde bizden elbise isterdi. Bizde diktiğimiz elbiseyi, otobüse vererek gönderirdik. Böyle yıllarca siparişi süren müşterimiz oldu.

Elbisesini dikip teslim ettiğimiz kişilerden, bilahare elbise üzerinde düzeltme talebinde bulunanların, makul istekleri hemen kabul edilerek; istedikleri düzeltme yapılırdı. Ayrıca ceketinin astarı çeken kişiyi babam çarşıda gördüğünde, onu dükkâna gönderir, çeken astarını düzeltip ceketini giydirirdik.”

Bütün bunlar; yeri doldurulamaz terzi ustasının (sanatkâr) kısacık ömründe yaşadığı örnek hatıralardır. Bunlar tüm sanat erbabı için örnek olabilecek davranışlardır. Bu ustalar gerçek dünya ya gittiler. Elleri tabutun dışında kaldı. (İskilip’te sanatkâr için söylenen deyimdir.)

Mustafa Yolcu

18 Haziran 2011 Cumartesi

ÖMER DİLER

ÖMER DİLER

Ankara da mobilyacılıkla uğraşan, Anadolu Mobilya’nın sahibi hemşerimizdi. Saman pazarı, Konya sokak’taki dükkânına senede 2–3 defa uğrar, sohbet ederdik. Güngörmüş, geçirmiş birisiydi. Gençliğinde İskilip’te berberlik yaparken, 1957 yılında üç kardeş Ankara’ya gelerek, mobilyacılık işine girmişler. Daha sonraki yıllarda işlerini ayırarak, herkesin kendi işyeri olmuş. Ayrı çalışmışlar.

Kendisini ziyarete gittiğim bir gün, şunları anlatmıştı:
- “ İskilip’te berberlik yapıyordum. Dükkânda mangalımız vardı. Mangalın içindeki közle hem dükkânı ısıtır, hem de üzerinde kahve yapardık. Ayrıca sıcak suyumda eksik olmazdı. Kahveyi herkese yapmazdım. Kahve yaptığımız insanlardan biride Uludereli İsmail İpekçi Hoca idi.
Arkadaşlar tıraş olmanın dışında da dükkâna gelir, sohbet eder vakit geçirirdik. Böyle bir sohbet sırasında bana – “ Sen ağa damadısın. Bu tıraş işi ile ne diye uğraşıyorsun. Kayın pederinin tarlalarını ekip biçtir, hayatını yaşasana.” Dediler. Bende kayınpederimin malının beni ilgilendirmediğini, tıraşımı yapar, karnımı doyururum diye cevap vermiştim.

Biz bunları konuşurken, dükkâna Uludereli İsmail hoca geldi. Herkes ayağa kalkarak ona yer gösterdi. Mangalın közünü çıkarıp, üzerine kahve fincanını koydum. Kahveyi hazırlayıp, hocamıza ikram ettim. İsmail hoca kahvesini içerken şunları söyledi. “Ömer oğlum, kadının malı hamam kapısının tokmağına benzer. Gelir gider başına vurur. Sakın ola ki, karı malına meyletme.” Dedi. Dükkânın içi bir anda buz gibi oldu. Biraz öncede arkadaşlar, bu konuyu açmışlar konuşmuştuk. Hocamızın, bizim konuşmamız sanki kalbine doğmuştu. “ dedi.

Üç erkek kardeşten, en küçükleri Arif Diler ile ilgili şunları anlattı:
— Arif ile birlikte bir odada yatıyorduk. Arif Cuma namazına gider, diğer öğünleri devamlı kılmazdı. Uykuya daldığım sırada, birinin Kuran okuduğunu duydum. Kendime geldiğimde baktım ki, bizim Arif Kurandan uzun sureler okuyarak namaz kılıyor. Bende kalkıp, abdest alıp arkasında namaza durdum. Namazımız bitince dua ettik. Arif tekrar yatağına girip uyumaya başladı, bende yattım. Sabahleyin sabah namazına kalkınca, arifi de namaza kaldırdım. Sabah namazını kılıp, biraz daha uzandık. Sabah olup kalktığımızda Arife” Sen Kurandan ayetler ezberlemişsin. Ben bunu bilmiyordum. Gece sen namaz kılıyordun. Bende senin arkana durup, seninle namaz kıldım.” Dedim. Arif- “ Hayır ben namaz sureleri dışında sureyi ezbere bilmiyorum, namaz kıldığımızı da hatırlamıyorum.” Dedi. Oda şaşırmıştı. Ezbere nasıl sureleri okumuştu.

Ömer emmi, oğlu ile ilgili ailevi bir sıkıntı yaşamıştı. Bu devrede bende kendisini ziyarete gittim. Morali son derece bozuktu. Durup dururken iç geçiriyordu. Kendisine moral vermeye çalıştım. Ama o diyordu ki- “ Mustafa hayatta çok badireler atlattım. Artık kaldıramıyorum.”

Bir gün duydum ki Ömer emmi vefat etmiş. Artık badire atlatmaktan kurtulmuştu. Sanki gideceği yeri hedeflemiş, oraya gitmişti.

Mustafa Yolcu

4 Haziran 2011 Cumartesi

ŞİRANLI MUSTAFA EFENDİ


ŞİRANLI MUSTAFA EFENDİ
Asırların Emsalini Nadiren Yetiştirdiği Büyük Velî

H A Z I R L A Y A N
Ahmet Hamdi Ertekin
Emekli Vaiz


GİRİŞ

Asırların emsalini nadiren yetiştirdiği büyük velilerdendir. Zülcenahayn alimlerden, kâmil mürşitlerdendir. Engin ilmi, zengin feyzi, örnek takvası ile çok kimseleri irşat etmiştir. Kerameti açıktır. Yakın tarihimizin ünlü şeyhlerindendir. Orta Anadolu'yu kapsayan geniş irşat hizmetleri vardır.

Fakat ne acıdır ki, hayatı hakkında henüz yazılmamış, kulaktan kulağa gelen bilgiler de unutulma safhasına girmiştir. Bilinenler yazılmazsa bu büyük zatın hayatı, hizmetleri, irşat ve kerametleri unutulup gidecektir.

İşte bu yazı dizisi, bu kâmil mürşidi tarihe kazandırmak maksadı ile yazılmıştır. Yazdıklarımız büyüklerimiz arasında tevatür haline gelen bilgilerden kaynaklanmaktadır. Yanlış veya eksiklerimiz varsa bilenler tarafından düzeltilmesini hassaten rica ediyorum.

DOĞUMU ÇOCUKLUĞU VE TAHSİL HAYATI

Şeyh Efendi, takriben H.1254 (1839) tarihinde Şiran'ın Sarıcalar köyünde doğmuştur. Hamile olan annesinin, aile efradıyla birlikte yaylaya çıkarken bir dere içerisinde doğum yaptığı ve o derenin nurla dolduğu rivayet edilir.

Çocukluğunda kendi davarlarını güdermiş. Akşam davarları eve getirdiğinde hemen abdest alır, kendi odasına çekilir, namazla, niyazla meşgul olurmuş. Babası dindar bir kişi olduğu için oğlunun bu haline çok sevinir, onu teşvik ve takdir edermiş.

4 yaşında iken okumaya başlamış, 14 yıl kadar köyünde tahsilini devam ettirmiştir. 18 yaşında iken kendi köyünden Güllü adında bir kızla nişanlamak istemişler, "Bunu ilim tahsilinden sonra düşünürüz" tarzında bir ifade ile babasını kırmadan bu işi reddetmiştir. Uzun gençlik yıllarını alan ilim tahsilinden sonra aynı kızla evlenmiştir.

Tokat'ta tahsiline devam etmek için babasından izin almış, orada tuvaletin bitişiğinde bir odada tahsile başlamak zorunda kalmıştır. Kısa zamanda derslerindeki başarısı dikkati çekmiş, diğer talebeler müzakere için kendi odalarına davet etmeye başlamışlardır. İlim ayağa gitmez diyerek talebeleri kendi odasına çağırır, müzakere orada yapılırmış. Sonradan kendisine en uygun odayı tahsis etmişlerdir.

Tokat'taki tahsili 4 yıl devam etmiş, sonra hocasının tensibiyle Uşak'a gönderilmiş, iki yıl kadar da Uşak'ta tahsil yapmıştır. Zahiri ilimleri ikmal edip icazet aldıktan sonra "Heybenin bir gözünü doldurduk, öbür gözü boş kaldı" diyerek tasavvufa olan meylini ortaya koymuştur.

Uşak'taki hocasının isteği üzerine Mekke'de ikamet eden Dağıstanlı Şeyh Yahya hazretlerine intisap etmek üzere Mekke'ye gitmiştir.

Mekke-i Mükerreme'de konaklayacak bir yer bulamadığı için Mualla Kabristanı'nda iki mezar arasında yatmaya mecbur kalmış, yorgunlukla derin bir uykuyu daldığı sırada birisi, kendisini uyandırarak, Şeyh Yahya Efendi'nin tekkesine götürmüştür.

Tekkede müritlerin çokluğu yüzünden kimse kendisiyle ilgilenmemiş, kim olduğu, nereden, niçin geldiği sorulmamıştır. Böylece aradan aylar geçmiş, Efendi tam bir sabır ve teslimiyetle neticeye intizar eder olmuştur.

Müritlerin dağıldığı bir sırada Şeyh Yahya Efendi, Yemenli arkadaşı ile birlikte Hacı Mustafa Efendi'yi huzura kabul edip "Artık zamanı geldi, kuru kalabalık dağıldı" diyerek, bu sadakatli müritlerine feyiz kanallarını açıvermiştir.

Nakşî tarikatının yetiştirme metotlarından olan sülûk ve riyâzât usulleri tatbik edilmiş, bu ihlâslı ve kabiliyetli müritler tasavvuf yolunda büyük merhaleler katetmişlerdir.

Tekkede kaldıkları bu süre içinde yemeklerde haram şüphesi olabilir düşüncesiyle Mekke dağlarında ot yemek suretiyle takvânın zirvesine ulaşmışlardır. 7 yıl devam eden böyle mükemmel bir tahsil ve terbiye neticesinde kalp gözleri açılmış, kâmil mürşit olabilecek olgunluğa ulaşmışlardır.

Şeyh Mustafa Efendi'nin Yemenli arkadaşının adı da Mustafa imiş. Mürşit mertebesine ulaşmış üçüncü bir arkadaşlarının bulunduğu, Pakistanlı sanılan bu zatın adının da Mustafa olduğu bilinmektedir.

Şeyh Yahya Efendi, yetiştirdiği bu 3 Mustafa'nın irşat yerlerini tayinde müşkülatla karşılaşmış, sonunda şöyle bir çare bulmuş: "Üçünüz birlikte Medine'ye gideceksiniz, Ravza-i Mutahhara üzerine 3 boş kâğıt koyacaksınız, kağıtlara ne yazılırsa ona göre hareket edeceksiniz"

Şeyh Mustafa Efendi'nin kağıdına Anadolu, Çorum; Pakistanlı Mustafa Efendi'nin kâğıdına Hindistan, Yemenli'nin kâğıdına da Medine yazılmış. Böylece Peygamber Efendimizin manevi işaretleriyle görev yerleri tespit edilmiştir.

Şeyh Mustafa Efendi, çok sevdiği Medine-i Münevvere'den pek ayrılmak istemiyor, verilen görevi de yerine getirmek zorunda kaldığı için, Peygamber Efendimizden huzuruna tekrar kabul edilme dileğinde bulunuyor. Buna dair mânevî işaret aldıktan sonra vapurla İstanbul'a dönmek üzere Cidde'ye hareket ediyor.

Bir fakir derviş kılığında gemiye biletsiz olarak biniyor. Bilet kontrolü esnasında, biletsiz olduğu görülerek gemiden indiriliyor. Hareket saati geldiğinde geminin hareket edemediği hayretle görülüyor. Herhangi bir arıza olup olmadığı araştırılıyor. Arıza bulunamıyor. Sonunda gemiden indirilen derviş akla geliyor. Sıkı bir aramadan sonra bir mescitte derviş bulunuyor. Hürmetle gemiye alınıyor. Böylece Efendi'nin kerameti ortaya çıkıyor, kendisine "Gemiyi Durduran Kara Şeyh" lakabı veriliyor.

Gemi tehirli kalkmasına rağmen normal zamanından daha önce İstanbul'a varmış oluyor. Geminin kaptanı, Şeyh Efendi'nin büyüklüğünü anlıyor, bunu Sultan Abdulhamid'e bildiriyor. Padişah, Efendi Hazretleri'ni huzura kabul ediyor. Şeyhülislâm'ın başkanlığında toplanan ünlü alimler arasında 26 mesele üzerinde münazara yapılıyor. Sigaranın haramlığı da dahil, Efendi'nin görüşleri takdirle karşılanıyor.

Padişah, Şeyh Efendi'ye huzurda kalmasını ısrarla teklif ettiği halde, Efendi bunu nezaketle reddediyor. Sultan'ın verdiği altınları kabul ettiğini, fakat Hazine'ye iade ettiğini söylüyor.

İstanbul'dan hareketle Çorum'a geliyor. Mekke'de iken tanıştığı zengin bir zat tarafından Çorum'da ilgi görüyor. Tekke açmak suretiyle irşat görevine başlamış bulunuyor.

Orta Anadolu'yu kapsayan geniş bir irşat faaliyetine girişmiş oluyor. Zahiri ilimlerin yanında, Nakşî tarikatını da yaymaya çalışıyor.

İlmi, irfanı, ihlâsı sayesinde çok başarılı bir irşat hizmeti veriyor. Tekkesi ziyaretçilerle dolup taşıyor. Müritlerinin sayısı bilinmiyor.

Tekkede yenen ekmeklerin daha helal olmasını sağlamak için özel bir yel değirmeni yaptırdığı, ekinlerin burada öğütüldüğü söyleniyor.

Böyle sıkı bir çalışma neticesinde 366 tane halife yetiştirdiği, her birini ayrı ayrı yerlerde görevlendirmek suretiyle hizmet sahasını genişlettiği bilinmektedir. Bu halifelerden en sonraya kalan Niksarlı Hacı Ahmet Efendi 1334 (1919) tarihinde vefat etmiştir.

İskilip'teki halifeleri de meşhur Hacı Ömer Efendi'dir. Hacı Ömer Efendi, Köprübaşı Camii yanında açtığı medreselerde zahiri ilimlerin yanında Kıraat ilmi de okutmuş, İskilip'te kıraat ilminin yerleşmesini sağlamıştır. Ayrıca Nakşî tarikatı üzerinde çok verimli çalışmalarda bulunmuştur. Bu tarikatın halkımız üzerindeki müspet neticeleri ve çok faydalı tesirleri hâlâ görülmektedir.

EVLİLİK HAYATI VE ÇOCUKLARI

Efendi Hazretleri Mekke-i Mükerreme'den dönünce Şiran'a uğramış, babasının nişanlamak istediği Güllü Hanım'la evlenmiştir. Bu evlilikten Hacı Abdullah Efendi ile Hafız Mehmet Nuri Efendi olmuştur. Bu iki zaatın çok kıymetli menkıbeleri anlatılır. Hele Hafız Efendi'nin ilmi ve kerametleri hakkında çok şeyler söylenmiştir.

İskilipli Emine Hanım'la olan evliliğinden Hacı Hilmi Efendi ile Hacı Faik Efendi dünyaya gelmiştir. Hacı Faik Efendi, babasının ilim, ahlak ve tarikatını Çorum ve İskilip'te uzun zaman yaşatmış, hayırlı bir evlat olduğunu ispat etmiştir.

Hacı Mustafa Efendi'nin Çorum'daki ikameti esnasında Tokat ve Afyon'la da sıkı ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Tokatlı Valide ile evlenmesi bu tezi doğrulamaktadır.

Tokatlı Valide, merhum bir paşa hanımıdır. Oldukça zengin ve itibarlıdır. Tokat'ın zenginlerinden aldığı bütün evlenme tekliflerini reddetmiştir. Önce Efendi Hazretleri'nin teklifini de kabul etmemiş, sonradan kendisi talip olmuştur.

Zifaf gecesi lüks bir yatak hazırlanmış, fakat Efendi Hazretleri bu yatağı katlayarak, başını yatağa koymak suretiyle kuru yerde yatmıştır. Bunu gören ferasetli Valide Hanım da Şeyh Efendi'nin ayaklarına başını koymak suretiyle yerde yatmayı tercih etmiştir.

Valide Hanım, sabahleyin ne kadar altın ve ziynet eşyası varsa hepsini Efendi'nin önüne koymak suretiyle bunları kendisine bağışladığını söylemiştir. Şeyh Efendi bu altınların bir kısmı ile o civarda çok lüzumlu olan bir yere oldukça sağlam bir köprü yaptırmıştır.

Afyon'da da başka bir hanımla evlendiği bilinmektedir. Fakat bu konuda fazla bilgimiz yoktur.

Şeyh Efendi'nin Çorum ve çevresinde ikamet ettiği sırada 6 defa hacca gidip geldiği rivayet edilmektedir.

Bu seferlerden birinde İstanbul'da Padişah Abdulhamid tarafından saraya davet edilmiş, yanında bulunan 15 müridiyle birlikte davete icabet etmiştir.

Abdulhamid, müritlerin isim listesini istediğinde 15 kişilik listeyi vermiş, kendi ismini yazmamıştır. Abdulhamid, müritlerden her birine 15 şer altın bağışlamış, kendisine de 600 altın vermek istemiştir. Efendi Hazretleri "Bunları aldım, kabul ettim, geri hazineye bağışlıyorum" buyurmuşlardır.

Çorum'daki ikametlerinin son günlerinde dili tutulmuş, ancak Kur' anı Kerim okurken açılırmış. Bu esnada yedinci defa hacca gitmeyi düşünmüş. Tokatlı Valide ile Afyonlu Valideyi ve 4 oğlunu yanına alarak yola çıkmışlardır. Tokatlı Validenin bağışladığı altınlardan 60 altını 4 oğlu arasında eşit şekilde paylaştırmıştır.

Hac vazifesini ifa ettikten sonra Medine-i Münevvere'ye dönmüşler, çok sevdiği bu mübarek beldede ikamete başlamışlardır. Bu arada Efendi Hazretleri hastalanmış, çok arzuladığı Peygamber Şehrinde vefat etmiştir. Cennetül-Bakîa'da yeni yetişen bir ağacın dibine gömülmüştür. Vefat tarihi H.1317(1902)'dir.

3 gün sonra da Tokatlı Valide vefat ediyor, çok sevdiği Efendisinin yanında kalma bahtiyarlığına eriyor. Geriye kalan aile fertleri üzüntü içinde Türkiye'ye dönüyorlar

----------------------- Aşkınla inşa eyledim,
Dostun kûyüne hanemi
Esmâü hüsna çevresi
Taştan cidarı neylerem.

Yandım tecelli nûruna
Mûsâ gibi hayretteyim
Cûru dilim sadpâredir
Artık şerân neylerem.

Göçtüm diyarı dilbere
Dönmem dahi ben Şiran'a
Uçtum özel sahrasına
Yerde karan neylerem

Şiirde geçen bazı kelimelerin açıklaması:

GÜLZAR: Gül bahçesi, LÂHUT İLİ: Cenabı Hakka mahsus yüce makam, HÂK: Toprak, KEŞTÜ-GÜZAR: Geçiş gemisi, ŞEB: Gece, LEYL: Gece, NEHAR: Gündüz, AĞYAR : Yabancılar, BİGÂNE: Yabancı, CÂNAN : Sevgili, VAHDET: bir KESRET : Çokluk, DİL: Gönül, MUTMAİN: Huzurlu, HAVF: Korku, RECA: Ümit, GUBAR: Toz, ZAHİD: Dünyadan yüz çeviren, BEHİŞT: Cennet, ŞİKÂR: Av, NİGÂR: Güzel sevgili, KÛY: Köy, ESMÂÜ-HÜSNA: Cenabı Hakkın güzel isimleri, CİDAR: Duvar, CÛRİ-DİLİM: Dolu gönlüm, SAD PARE: Yüz Parça, ŞİRAR: Kıvılcım.

Münacâtlarından şu iki kıtayı da teberruken alıyorum. Bu da şiirdeki maharetinin bir başka örneğidir:

Seherde kölendir bu dertli ârif,
Halleri sana malum, istemez tarif,
Dertlere dermandır İhlası Şerif,
Hürmetine bizi affeyle Allahım.

Günahım çoktur eyleme tâzir.
Şiranlı hacıyım, cevherim hâzır.
Gam dükkânım açtım, pirimdir Hızır.
Hürmetine bizi affeyle Allah'ım.

KERAMETLERİ

18 yaşlarında iken, kendinden iki yaş küçük kız kardeşi ile ormana odun getirmeye gitmişler. Kağnı ve öküzleri ayrı ayrı yerlerde bırakarak, kendileri başka tarafa gitmişler.

Kız kardeşinin bir an önce odunları hazırlayalım diye ısrar etmesine aldırmadan, ormanda bir hayli dolaşmışlar. Sonunda kağnının odunla yüklü vaziyette sefere hazır olduğunu hayretle görmüşlerdir. Mustafa Efendi, kız kardeşine, "Bu sırrı ifşa edersen bir daha beni göremezsin" diye çok sıkı bir tembihle kerametinin gizli kalmasını istemiştir.

Odun getirme işi böyle devam ederken, babaları da bunda bir başkalık olduğunu fark etmiş, "Sizin getirdiğiniz odunlar başkalarının getirdiğine benzemiyor, siz bunları hangi ormandan getiriyorsunuz?"diye soruşturmaya başlamış, kız kardeşi kerameti açıklamak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Mustafa Efendi, tahsilini ikmal etmek bahanesiyle köyünden ayrılmıştır.

Mekke'deki 7 yıllık tahsil ve irşat dönemi sonunda görev yerinin Ravza-ı Mutahhare'ye bırakılan boş kâğıda yazılması, Cidde'de, gemiden indirildiği zaman geminin hareket edemeyişi de ilk kerametlerindendir.

Gemi ile İstanbul'a geldiği zaman, karaya çıkmak üzere iken denize düşüyor, suya batmadan denizin yüzünde durduğu gözleniyor. Türkiye'deki ilk kerameti böyle başlıyor. Bu durum Sultan Abdulhamid'e arz ediliyor.

Çorum'da irşat görevine başlayınca sigara içen birisi izin almak istiyor. Sigarayı bırakmak şartı ile izin veriliyor. Ormana odun kesmeye giden tiryaki mürit, bir ağacın oyuğunda sigarasını yakıyor, şeyhim beni nereden görecek diyerek bu işin gizli kalacağını sanıyor. Şeyh Efendi'nin huzuruna geldiğinde "Sen kör Şeyhe mi hizmet ediyorsun, niçin sözünde durmadın, ağacın kovuğunda sigara içtin?" diye azarlanarak müritlikten kovuluyor. Adam köyüne giderken yolda ölüyor. Cenazesi tekkeye getirilmeden önce Efendi, suyunu ısıtıp cenazenin getirilmesini bekliyor.

Halifelerinden birini, Koyulhisar'dan Şiran'a kadar olan mıntıkadaki müritlerini kontrol için görevlendirir. Halife'nin yolu Şiran civarında 300 haneli bir Alevî köyüne uğrar. Köy odasında misafirken oraya Dede gelir, Halife'yi görünce kızar, yakılmasını ister. Şeyh Efendi bu sırada Çorum'da tekkede müritleriyle akşam yemeği yemektedir. Murakabe esnasında Halife'nin durumuna vakıf olur, yemek sahanının kapağını siniye vurur. Halifeye kötülük etmek isteyen Dedenin başının yarıldığı, kanların aktığı görülür. Bu kargaşadan yararlanan Halife köyden kaçar.

Şeyh Efendi yemekten sonra siniyi tersine çevirir. Bu esnada köyün üzerindeki dağ kayarak köyü yerle bir eder. Bu manzaraya o akşam köyden ayrılan bir adam da şahit olur. Sonunda tövbe ederek itikadını düzeltir.

Halife Çorum'a döndüğünde Şeyh Efendi, kendisinden bilgi almak ister. Halife olup bitenleri anlatır. Şeyh Efendi, "Bir daha dikkatli ol da beni bir sahan kapağına minnet ettirme" der.

İskilip'e geldiğinde Hindoğlu Emin Efendi düğün yemeğine davet eder. Şeyh Efendi, pirinç, yağ gibi yemek malzemesini kendi yanından vermek suretiyle kendisine özel yemek yapılmasını ister. Ancak bu şartlar altında davete icabet edebileceğini söyler. Yemek pişirenler, Şeyh nereden görecek diye gelen malzemeyi diğerlerine karıştırarak yemeği hazırlarlar. Şeyh Efendi davete geldiğinde önüne getirilen yemeği görünce, ev sahibinin yüzüne hışımla bakar, adam çarpılmış gibi olur, son derece utanır. Şeyh Efendi bir şey yemeden evi terk eder.

İskilip'in Ulaştepe mahallesinden Koca Osman adında bir zat Çorum'la İskilip arasında postacılık yaparmış. Bazı seferlerde İskilip'ten Şeyh Efendi'ye gönderilen hediyeleri de götürürmüş. Şeyh Efendi, Koca Osman'ı sefer kıyafetiyle kabul eder, çok iyi karşılarmış. Sen tiryakisin, sigara içmeden yapamazsın diyerek huzurunda sigara içmesine bile izin verirmiş. Böylece sigarayı terk etmesini sağlamış.

Tokatlı Mustafa Hâki Efendi ile Niksarlı Hacı Ahmet Efendiler yaylı araba ile sülûk için Çorum'a kadar gelmişler. Arabadan inmeden tekke içine girmişler. Efendi hazretleri bu saygısızlığa gücenmiş, onlarla görüşmeden Tokada geri dönmelerini istemiştir.

Büyük bir üzüntü içinde geri dönen ziyaretçiler, daha sonra çarıkları giyip yaya olarak tekrar Çorum'a gelmişler. Şeyh Efendi huzura kabul ettiği Niksarlı Hacı Ahmet Efendi'ye nasıl geldiklerini sormuş. O da Şeyhimizin himmetiyle cevabını vermiştir. Şeyh Efendi, böyle gelen misafiri böyle kabul ederler diye maddi, manevi büyük ikramlarda bulunmuştur.

Suşehri'ne gidişi esnasında şehrin yakınında bir köyden geçerlerken, köylüler yollarına çıkıp köye davet etmişler. Efendi Hazretleri dönmek istemeyince, köylüler "Hiç olmazsa yeni vefat eden hocamızın kabrini ziyaret ederek mezarı başında okuyuverin" diye ısrarda bulunmuşlar. Efendi Hazretlerinin cevabı şöyle olmuş: "Sigara içerek vefat eden hocanızın kabrinden hâlâ dumanlar çıkıyor. Benim ziyaretimin ona bir faydası dokunmaz."

Suşehri'ne vardıklarında şehir eşrafından Hatip Efendi, Şeyh Efendi'yi evinde misafir etmek istemiş. Şeyh Efendi, Hatip'in hanımının namaz kılmadığını söyleyerek bu daveti kabul etmemiş, hana inmiştir.

Merhum dedem Emin Hafız Efendi, vefat eden ağabeyi Yakup Efendi'nin dul eşi Ayşe Hanım'la evlenmek istememiş. Bütün ısrarlara rağmen bu teklifi kabul etmemiş. Durum Şeyh Efendiye arz edilmiş. Efendi Hazretleri, Emin Hafız Efendi'ye, Levh-i Mahfuz'u göstererek, "Senin bundan başka nasibin yoktur" diye ikna etmiştir.Şiranlı Şeyh Efendi'nin Hacc için Hicaz'a gittiğini, Medine'de hastalandığını, hastalık ağırlaşınca Osmanlı Birlikleri komutanına, kendisini Baki' Mezarlığı'na defnetmesini vasiyet ettiğini anlatırdı. Vefat ettikten sonra yıkanıp kefenlenen bu mübarek zatın Baki'a mezarlığına defnedileceğini öğrenen Araplar itiraz ederler, iş ciddi boyutlara ulaşır. Netice olarak komutan: - Ben bu zatın vasıyyetini silah zoruyla da olsa yerine getiririm. Fakat gelin bir anlaşma yapalım. Ben vasiyet gereği onu istediği yere kadar götüreyim, siz de oradan alın, canınızın istediği bir yere defnedin, der. Araplar bu teklifi kabul ederler. Komutan, tabutu Baki'ye kadar getirir ve tabut yere indirilir. O zaman komutan, - Ben vasiyyetini yerine getirdim. Sen de eğer gerçekten Allah dostu bir kişi isen kendi yerini seç, der ve askerlerin geri çekilmesini emreder. Bu defa Araplar devreye girerler, tabuta sarılırlar ama bütün zorlamalar sonuçsuz kalır. - Bu adamın yeri gerçekten burası olmalı demeğe mecbur kalırlar. Baki Mezarlığı'na girdikten sonra sola doğru dönen yolda on beş, yirmi adım ilerlendiğinde Şiranlı Şeyh Efendi'nin kabrine gelinmiş olacaktır. Mezarı yolun solundadır."*

Şeyh Efendi'nin kerametlerinden biz ancak bu kadarını tespit edebildik. Başka kerametlerini bilenlerin bize anlatmalarını rica ediyoruz.

Merhum Dedem Emin Hafız Efendi'nin "Hatemül Evliya" dediği ve son derece bağlı kaldığı Şeyh Hacı Mustafa Efendi'ye Yüce Mevla'dan rahmet niyaz eder. Cenabı Hakkın bizleri, şefaatlerine nail kılmasını dileriz.

ARŞİV İSKİLİP'İN SESİ
YIL:2 SAYI:27-28-29-30-31-32 06.11.1988-09.02.1989

31 Mayıs 2011 Salı

HAYAT DERSİ

HAYAT DERSİ

İskilip’te Pirinç Pazarında dükkânımız vardı. Babam hasta olduğu için, dükkânı açamıyordu. Okuldan fırsat buldukça, tatilde dükkâna ben bakıyordum.

Dükkânın önünde, hasır iskemlede otururken; babamın arkadaşı Osman emmi dükkâna geldi. Kendisine iskemle verdim oturdu. Kendisi ile sohbet ediyorduk.

Osman emmi; kendisi ile aynı mahalleden olan, iflas ettiği için sinirsel rahatsızlık geçirmiş, Ahmet emminin geldiğini gördü. Ahmet emmi dükkânın önünden geçerken-“ Lan Ahmet, sana verdiğim çuvallar nerde? Bana lazım. Onları hemen gönder.” Dedi. Ahmet emmi cevaben- “ Veririm lan çuvallarını, yemedim ya.” Dedi. Osman emmiye hiç bakmadan yoluna devam etti.

Ahmet emmi dükkânın önünden uzaklaştıktan sonra, Osman emmiye-“ Bu ne çuvalı?” diye sorduğumda- “Kendisine ceviz satmıştım. Cevizin çuvalları.” Dedi. “Cevizin parasını aldın mı” diye sordum. Aldığını bildirdi.
—“ Osman emmi, cevizin parasını almışsın. İflas ettiğinden dolayı Ahmet emmi, zaten rahatsızlanmış. Yolda zor yürüyor. Keşke çuval için böyle kırıcı konuşmasaydın.” Dediğimde; olsun çuvallarımı getirsin dedi.

Aradan zaman geçti. Ahmet emmi tekrar ticaretine başladı. Para kazandı. Sermayesi tekrar eski duruma geldi. Sağlığı da düzeldi. Osman emmi ise vefat etmişti. Ahmet emmiye, yıllar önce bizim dükkânın önünde olanları anlatmış ve benimde söylediklerimi aktarmıştım.

Ahmet emmi dedi ki- “ Osman hastalandığında, çalışamaz hale gelmişti. Evinin zaruri ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Elimden geldiği kadar, evinin ihtiyaçlarını ben karşıladım.”

Hayat dersi bu işte. Mal el kiri. Bir gün yok oluyor. İnsanlık ise baki kalıyor. Düşenin dostu olmuyor. Bir tekme de görenler vuruyor. Sağlıkta gidiyor, parada bitiyor. Ama gün ola devran döne. Herkes yaptığı ile kalıyor. İyi yaptı ise, onun ile anılıyor. Kötülük yaptı ise, kötüden kurtulduk deniliyor.

İyiliğe iyilik her kişinin işi.
Kötülüğe iyilik, er kişinin işi.
Hepimiz er kişi olalım inşallah.

Mustafa Yolcu

24 Mayıs 2011 Salı

HACI FAİK EFENDİ



HACI FAİK EFENDİ

Şiranlı Mustafa Efendi; İskilip’in sesi internet sitesinde, hayatı Hamdi Ertekin hocamızca kaleme alınan, İskilipli büyük âlimlerden dir. Yurt çapında kendisine bağlı tarikat ehli insanlar bulunmaktadır.

Hacı Faik Efendi, Şiranlı Mustafa Efendinin oğlu, Abidin Şiranlının babasıdır. Evleri Hanönü camisinin yanında, Bizim evin bitişiğinde idi.

Hacı Faik Efendi, gayet mütevazı bir hayatı olan, sorulana cevap veren, İskilip ve Çorumda evi bulunan büyüğümüzdür. Evine gelen misafirleri ile sohbet eder, nasihat ta bulunurmuş. Evine gelen hanımlar da bulunduğu odanın yanındaki odada oturur, sohbeti dinlerlermiş. Evlerinde semaver takımı vardı. Gelen misafir sayısına göre büyüklükteki semaverle çay yapılır, misafirlere ikram edilirmiş.

Mahallemizde bulunan Süleyman emmi, oğlunu küçükken hafızlığa göndererek, hafız olarak yetiştirmiş. Gün gelmiş, Süleyman emminin oğlu saçlarını uzatıp, namazını kılmaz, kuran okumaz biri olmuş.

Süleyman emmi bu duruma çok üzülüyormuş. Hacı Faik Efendiye giderek- “ Faik Efendi, bizim bu çocuğun hali ne olacak.” Demiş. Faik Efendide “ Süleyman efendi su mecrasına akar. Sabredin, o kendi yerini bulacaktır.” Demiş.



Bunun üzerine Süleyman emmi oğlunun, normal bir yaşantı içine girmesini sabırsızlıkla beklemiş. Hacı Faik Efendi beş vakit namazını da Hanönü camiin de kılarmış. Süleyman emmi ikindi namazını kılıp camiden çıkarken, Faik Efendiyi görünce içinden “ Faik efendi de bizim oğlanın durumunu bilemedi. “ diye geçirmiş.

Camiden çıkıp köprüye doğru yürürken; cami duvarındaki çeşmeden, oğluna benzeyen birinin abdest aldığını görmüş. Hem yürüyor, hem de ona bakıyormuş. Başı ile takip etme mesafesi bitince, geri dönüp dikkatlice yine bakmış. Abdest alan oğlu Ömer Hafız’mış.

Doğruca Hacı Faik Efendinin evine gitmiş. Bir taraftan da; Faik Efendi hakkında içinden geçirdiği düşünceden, mahcubiyet duyuyormuş. Faik efendiye; oğlunun abdest aldığını, saclarını kestirdiğini, namaza gitmeye hazırlık yaptığını söyleyecekmiş.

Eve gidince Faik Efendi, Süleyman emmiyi ayakta karşılamış. Daha o bir şey söylemeden “ Süleyman efendi önemli olan, suyun mecrasına akmasıydı. Gözün aydın olsun. Oğlun eski haline döndü.” Demiş.Karşıdaki âlim olunca, ona söze ne gerek var. Rabbim sevdiği kullarının kalbine, ilham veriyor.

Süleyman emmi; yetiştirdiği oğlunun güzel günlerini gördü. Oğlu müftü oldu. Müftülük yaptığı yerlerde, çok güzel hizmetler yaptı.

Bu hatırayı; yaşadığımız toplumda, çocukları hakkında endişe duyan insanlara anlatırım. Önemli olan çocuklarımızı, helal lokma ile büyütmemiz, onlara inancını, Allah ve Peygamber sevgisini verebilmemizdir. Sonra da söylediklerimizi kendimizin yaşamasıdır.

Bizim çocuklarımızda, anne babasının gösterdiği yolda yürüyecek, onların istediği gibi insan olacaktır.


“ TARLAYA NE EKERSEK, GÜZ GELİNCE ONU BİÇECEĞİMİZİ UNUTMAYALIM.”



Mustafa yolcu

KANAL İSTANBUL

KANAL İSTANBUL

Her yanı tarih kokan,
Altında medeniyet yatan,
Bize olmuş vatan,
Güzel şehir İstanbul.
Yurdumuzun incisi, gerdanlığı dünya şehri İstanbul.
13 milyon kişinin yaşadığı, çağı kapatıp, yeni bir çağın başlamasına neden olan İstanbul.
Kanal İstanbul gerçekleşir mi?
İstanbul’a ne kazandırır, ne kaybettirir?
Bunun için yapılacak yatırıma değer mi?
Kanal İstanbul konusu ortaya atıldıktan sonra, bu sorular sorulup, konuşulmaya başlandı.
Keban barajının yapıldığı yıllarda, ortaokul ikinci sınıfta idim. Coğrafya dersi hocamız derste Keban barajı konusunu açarak dedi ki:
- “ Çocuklar Keban barajına öyle bir para harcanıyor ki, bir liraları üst üste koyup, bir metre yüksekliğe getirseniz, Türkiye’nin etrafını 1,5 kere dönersiniz. Elektrik üreteceklermiş. Ürettikleri bu kadar elektriği ne yapacaklar. Toprağa mı verecekler !”
Daha sonra Keban’ın iki katı kapasitede Atatürk barajı yapıldı. Başka barajlar yapıldı. Mevcut elektrik ihtiyacımızın, hidroelektrik santrallerden ancak % 40 karşılayabilir durumdayız.
İlk boğaz köprüsü yapıldığında, entellerimiz köprüye karşı çıktı. Şimdi ise bu köprüleri kullanmakta beis görmüyorlar.
Süveyş kanalı yapıldığında da, buna karşı çıkanlar olmuştur. Panama kanalına da karşı çıkmışlardır. Şimdi ise bu kanallar, oraların olmazsa olmazı durumundadır.
Cenabı Allah İstanbul’a İstanbul boğazını bahşetmiş. Kıyılar boğaz akıntısına göre oluşmuş. Betonu yok, demiri yok ama yüz yıllardır; büyük aşınma göstermeden kıyılar kendisini korumuş.
Boğazın altından zehirli gaz çıkmamış. Karadeniz’den gelen akıntı, Marmara denizinin doğal dengesini bozmamış.
Ama artık bu boğaz 13 milyonluk İstanbul’u, günlük 350 gemi geçiş talebini karşılayamaz duruma gelmiştir. Boğaza gelen gemiler bir gün beklemeden sonra, ancak geçiş yapabiliyorlar.
Boğazdan geçen gemiler, İstanbul için büyük bir tehlike oluşturuyorlar. Kılavuz kaptan almadan geçerek, her yıl birçok kazalara neden oluyorlar. Bütan gaz yüklü bir gemi düşünün. Boğazdan geçişi sırasında, bünyesinde oluşan sızıntı ile gemi infilak ederse! İstanbul ne hale gelir? Atom bombası tesiri yaratır. İstanbul un yerinde yeller eser.
Bu sebeple; emniyetli gemi geçişinin sağlanabileceği, yeni kanal büyük ihtiyaç olmuştur. Tabi ki bu kanal düşüncesinin, iyi bir etüde, projeye ihtiyacı var. Bu konuda dağarcığında bilgisi olanlar, bildiklerini ortaya koyup, uyarı vazifelerini fikir üretme vazifelerini yerine getirmelidir.
Bir düşüncenin, birçok çözüm yolları ortaya çıkabilir. Bölgenin nüfus yoğunluğu en az tutularak, rekreasyon ağırlıklı planlama yapılmalıdır. Kanal İstanbul’un çevresi İstanbul’un Walt Disney’i Olabilir.
Kanalın iki yakasını birleştiren ulaşım yollarının, mevcut yolların dışında; ihtiyaç olacak talepleri nazara alarak planlanmalıdır.
Dünya şehri haline gelen İstanbul’un ihtiyaçları hızla artmaktadır. İstanbul boğazının altından tüp geçişler yapıldığı gibi, kanal İstanbul’un altından metro, tren yolu, içme suyu isale hatları, alt yapı galerisi inşa edilebilir. Bunların hesaplaması yapılırken 30 yıl sonraki nüfusa göre değil, 100 sene sonraki nüfusa göre hesaplama yapılmalıdır.
Kanal İstanbul konusunda düşünen beyinlerin düşünmesi, bildiği varsa ortaya koyması, gerekmektedir. Bu tarihi bir teşebbüstür. Geleceğin Süveyş kanalı, panama kanalıdır. Ev yapanla evlenene Allah yardım edermiş. Çağ kapatıp, yeniçağı açan şehirde, bu kanal “ Yeni bir çağın açılmasına neden olacaktır.”

Mustafa Yolcu

17 Mayıs 2011 Salı

İSKİLİPLİ YOLCU: YENİ DÜNYA DÜZENİ

İSKİLİPLİ YOLCU: YENİ DÜNYA DÜZENİ

YENİ DÜNYA DÜZENİ

YENİ DÜNYA DÜZENİ

Yenidünya Düzeni’nin temelini, Avrupalı zengin Lord Rothschıeld ile Amerikalı zengin Davıd Rockefeller 29 Temmuz 1921 yılında ortaya atarak, CRF diye bilinen “Amerikan dış ilişkiler Konseyi’ni” kurmuşlardır.

Yenidünya düzeni söylemini 1991 yılında, Amerika’nın ırak’a saldırısından sonra duymaya başladık. Bu kavramların savunucuları, "sınırlar kalkıyor, dünya küçülüyor, artık herkes istediği yerde, istediği gibi çalışabilecek." diye yutturmuşlardı. Sonunda gördük ki, sınırları kalkan, ekonomik özgürlüğünü elde edemeyen ülkeler oldu. Amerika ve Avrupa ülkelerinin sınırları; daha çok kapandı! Amerika’ya gidebilmek insanlara azap verir hale geldi.

Rothshıld sülâlesi, Amerikan merkez bankası diye bilinen “Federal Reserve Bank’ın” hisselerinin çoğunun sahibidir. Bu banka A.B.D. devletinin değil, banka sahiplerine ait bir kuruluştur. Yani Rothschıld Amerika'yı hem dışarıdan, hem içerden idare ederler.

CFR'nin amacı ise, çeşitli mason derneklerinde toplanmış olan, seçkinlerin ve zenginlerin dünya egemenliğini sağlamaktır. Milliyet, hürriyet, medeniyet bunlar için bir anlam taşımadığı gibi; demokrasi, insan hakları, özgürlük kavramları da, insanları köleleştirmek için kullandıkları "elma şekeridir”.

Kendi kıtasında Pasifik’ teki sömürgeleri ile yetinen Amerika Birleşik Devletleri, 1. Cihan Harbine katılmamasına rağmen; Osmanlı Devleti’nin savaş sonrasındaki paylaşılmasında söz sahibi olmaya çalışmıştır. A.B.D. başkanı Wilson, meşhur "milletlerin kaderlerini tayin hakkı" bildirisini yayınlayarak Türkiye topraklarında Ermenistan, Kürdistan, hatta Pontus Rum devleti kurulması için çaba göstermiştir.

ABD başkanı Wilson, özel delegesi Hause'a, "Türkiye bütünüyle ortadan silinmeli. " der! Hause da, "eğer böyle bir işlem uygulanacaksa, Türkiye galip devletler arasında paylaşılmayıp, etnik kökenli özerk yönetimler kurulmalı" tezini ileri sürer. Wilson da bunu kabul ederek, malum "Wilson Prensipleri"ni şu şekilde açıklar
Bu antlaşmanın 1. Maddesi iki ülke arasında "diplomatik ilişki" kurulmasını, 2. Madde de "Kapitülasyonların Kaldırıldığı’nı belirtiyordu. Bu antlaşma uzun süre Amerikan Senatosu'na sunulmamış, 18 Ocak 1927'de senato'da görüşülerek reddedilmiştir!

Yani, biz hâlen A.B.D. ile savaş halindeyiz! Dostluk, müttefiklik, stratejik ortaklık boş laflardır. A.B.D. ile halen barış dahi yapmadık! İşte bu yüzden Amerika Ermenileri, Kürtleri kışkırtıyor! Muavenet zırhlımızı topa tutuyorlar! Bu yüzden helikopterimizi düşürüp, Eşref Bitlis Paşa'yı şehit ediyorlar! Bu yüzden askerlerimizin başına çuval geçirip esir alıyorlar!
A.B.D. o tarihten bu yana Türkiye’yi parçalamak hedefinden asla vazgeçmemiş, yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni 1926 yılına kadar tanımamıştır!
Dikkat edilirse, anlaşma’yı reddetmesi, "tanımadan sonradır ve âdeta tanıdığını da reddetmiştir!
İngiltere ve Fransa ise, geçmişte tümü Osmanlı Devleti’ne ait olan Arabistan yarımadasını ele geçirmişler, buraları terk ederken de bu topraklarda; 10 kadar suni devlet kurmuşlardır!

Elbette ki batılılar, bu kıymetli toprakların ve insan kaynaklarının ellerinden çıkmasına izin vermemişlerdir. 1947'den sonra İngiltere, Hindistan’ı terk ederken, Müslümanlar ile Hindular arasında sürtüşmeler çıkardı. Hindistan, Pakistan, daha sonra Bangladeş tek bir ülkeden doğdu, geriye de Keşmir sorunu kaldı.
Çin’den çekilirken Tayvan, Tibet, Nepal gibi ülkeler doğdu. Afrika’ da cetvelle çizilmiş sınırları olan, halkları bölünmüş, birbirine düşürülmüş suni devletler oluşturuldu!

Sömürgeden çekilmeyi hazmedemeyen batılılar, bu sefer yeni sömürgecilik dönemini başlattılar. Eski sömürgeleri olan yeni devletleri, başlarına getirdikleri kukla yöneticilerle, onların sağladığı imtiyazlarla, yönetme yolunu seçtiler. Karşı koyan liderleri, ülkede çıkardıkları iç savaşlarla sıkıntıya soktular. İhtilal yaparak devirdiler.

Bilderberg Mayıs 1954'de Yahudi asıllı CIA mensubu, 33. Dereceden mason Joseph Retınger'in girişimiyle, Hollandalı prens Berndhard'ın başkanlığında kurulmuştur. Bilderberg'in amacı, “yapılan toplantılar ile CRF ve Trilateral komisyonu kararlarını, hedeflenen ülkelerin politikacıları, işadamları ve işbirlikçi medya mensuplarına sunmaktadırlar.”

Bunların hepsi; bir avuç emperyal zengininin, dünya’ ya tamamen hâkim olmak için “serbest piyasa, özelleştirme “talepleri ile bastırmaları; ama bir yandan da basın-yayın organlarını, yani medya’yı ve gazetecileri, politikacılar ve işadamlarını kullanarak, demokrasi insan hakları ve özgürlük kavramlarıyla insanları uyutmaları sonucu meydana gelmektedir.

—İstedikleri “ tek dünya devleti” oluştuğunda, insanların kendilerini yönetme hakları, dünya bankerleri ve emperyalların hâkimiyeti altına girecektir!"
Bunu gerçekleştirebilmek içinde; devletlerin direnmemesi, küçülmesi, sonra “Millî Devlet” ile halkların milliyetçilikten, yani kendi milletinin hakkını savunmaktan vazgeçmesi gerekmektedir!
Din’den, bilhassa zengin ham madde kaynaklarının üzerinde yaşayan Müslüman ülke halklarının, İslâm’dan uzaklaşması, böylece zulme karşı direnme sağlayan, manevî gücünü kaybetmesi gerekmektedir.

Milliyetçilik, millî devlet ve küçülme konusunda, CRF'ın kontrolünde olan Amerikan dış politika araştırmaları enstitüsü başkanı R. Strausz Hupe diyor ki:
—“Milliyetçilik, bu yüzyılın en güçlü gerici kuvvetidir!”
Milliyetçilik, mal ve hizmetlerin serbest dolaşımını engeller! Amerikan halkının misyonu, millî devletler’ i tarihe gömmek, halklarını parçalamak, Amerika’nın elindeki güç ile kurulacak yeni düzene karşı olanları yok etmektir.

Mustafa Yolcu

1 Mayıs 2011 Pazar

İSKİLİPLİ YOLCU: 2011 SEÇİMİ VE KÜRTCÜLÜK HAREKETİ

İSKİLİPLİ YOLCU: 2011 SEÇİMİ VE KÜRTCÜLÜK HAREKETİ

2011 SEÇİMİ VE KÜRTCÜLÜK HAREKETİ

2011 SEÇİMİ VE KÜRTCÜLÜK HAREKETİ
Yeni bir seçime gidiyoruz. Ülkemiz ve çevresinde birçok dolaplar dönmektedir. Parti liderleri hegemonyası ile gerçek demokrasinin olmadığı, doğru söyleyenin dokuz köyden kovulduğu seçim sürecini yaşıyoruz.
Ayrımcılık hareketi aldı başını gidiyor. Bu hareketi temsil edenler, televizyonlarda fütursuzca konuşuyorlar. Alenen devlete kafa tutuyorlar. “ Bu ülkenin valisine, hukukuna güvenmediklerini, yurt dışından gelecek gözlemcilerin hakemliğine güveneceklerini” söylüyorlar.
İngiltere’de IRA hareketi, hiçbir devresinde böyle azgın hale gelmedi. Orada da ayrımcılık hareketi vardı. İngiltere onların nefes alışlarını bile izledi. Ülkesinde ajanlar cirit atamadı. Bizim devletimizin de “SINIRSIZ TAKİP” imkânlarına sahip olduğunu düşünüyorum.
AKP iktidarı demokratik açılım hareketi ile bunlara hiçbir iktidarın vermediği imkânları tanıdı. Bölgede birçok yatırımı gerçekleştirdi. Bunun karşılığı olarak; BDP yapılanları istismar etti. Gemiyi azıya aldırttı. İstanbul’ da araçları kundaklayıp yaktılar. Kürt siyasetçiler varlıklarını ve başarılarını çatışma ortamında görmektedir. İktidarın, bugüne kadar görülmemiş biçimde, kültürel haklar tanıması ve bunu genişletmek kararlılığına rağmen, çatışma tahrik edilmektedir.
Ayrılıkçı Kürt hareketinin yürütücüleri, içinde yaşadıkları her ülkeyle sorunludur. Irak’ta Amerika ile işbirlikçi, İran ve Suriye’de asi konumundalar. Türkiye tüm sorunları, demokratik açılım içinde çözmek isterken, onlar çatışarak ve bu çatışmadan zaferle çıkarak bir şeyler elde etmek istiyor. “Biz mücadele eder, istediklerimizi alırız.” havası içindeler. Oysa bu ülkede; Kürtler mücadele yolunu seçerse, Devletimiz de bu mücadeleden, başarıyla çıkmak yollarını mutlaka arayacaktır.
Emperyal güç odakları, ülke insanlarının hangi ihtiyaçlarının önemli olduğunu bilmektedir. Bu ihtiyaçlar önce güvenlik, sonra refahtır. Bir ülkede değişim yapmak istediklerinde, bunlardan birini ön plana çıkarırlar. Mesela 1980 öncesi ülkemizde, halk kendini güvensiz hissediyordu. Darbe yapıldıktan sonra güvensizlik duygusundan eser kalmadı. Kimse anarşinin nasıl sona erdiğini, bunu kimlerin nasıl yaptığını sorgulamadı.
Her parti lideri bir fikrin temsilcisidir. Demokratik ülkelerde liderin değişmesi, partinin hedeflerini değiştirmez. Bizim ülkemizde ise; partinin tabanı aynı kalsa dahi, lider değişikliği bambaşka politikaların izlenmesi sonucunu doğurmaktadır. Yani halk, partilerin izlediği politikaların niteliğiyle ilgilenmiyor. Parti taassubu ile tuttuğu partiye oy vermektedir. Bu sebeple “Türkiye’nin politikasını değiştirmek isteyenlerin yaptıkları şey; parti liderini değiştirip, kendi tercihlerine göre birini lider yapmaktır.” Bu durumda partinin politikası, parti liderine göre temelden değişmektedir.
Seçim sonuçları ne olabilir? Sürpriz olabilir. Partiler nasıl propaganda yaparsa yapsın, ne dolaplar dönerse dönsün, vatandaş seçim günü, vicdanının sesini dinleyerek oyunu kullanacaktır.

Televizyonlara çıkıldığında, partilerin projelerini konuşmaları gerekirken, karşı partiyi yıpratmanın yolları aranmaktadır. Bu durum; vatandaşı gerilime itmekte olup, kültürel olarak vatandaşa hiçbir katkısı olmamaktadır. Partilerin öbür partiye taş atmadan önce, kendilerini taşlayıp, kendi hatalarını görmeleri gerekir. Bir kirlilik varsa, bunun altında herkesin vebali bulunmaktadır.
AKP’de iki dönem iktidar olmanın verdiği, yüz eskimesi dediğimiz bir eskime ve yanlışlıkları var. AKP’de “ Mağrurlanma Padişahım, senden büyük Allah var.” deyiminin hatırlanması gerekiyor. Yanlışlara devam ederlerse, nasıl geldilerse, öyle de gideceklerini bilmeleri gerekiyor. Milletvekili seçimlerinde merkez yoklamasının değil, kendi değerlendirmelerini tercih ettikleri ortada. Tabanın tercihi dışında, tercihe gitmek yanlış değil mi? Bölge seçmeninin, insanının hissiyatına kim tercüman olacaktır. Partinin tercih ettikleri mi tercüman olacaktır? Seçimlerde parti yönetiminin, seçtiği seçilmektedir. Bu yanlıştır, demokratik değildir. “Hâkimiyet kayıtsız Şartsız Milletindir” ilkesine aykırıdır.
Milli Eğitim Bakanlığında “Yabancı öğretmen” konusu, Bayındırlık Bakanlığında yeni “İmar Kanunu”nun çıkarılamaması, Kültür bakanlığında “ Fikir Ve Sanat Eserleri Kanunu”nun yeniden ele alınması, Maliye Bakanlığında “Vergi denetimi” ile ilgili problemlerin çözülemeyişi, muhasebecilere yüklenen büyük mesuliyet sonrası, problemlerin çözümünde muhasebecilerin muhatap bulamaması. Yüksek Seçim Kurulunda son yaşanan olaylar. Devlette her şeyin yeniden ele alınması ve düzenleme yapılmasını ortaya koymaktadır.
“Keser döner sap döner, gün olur hesap döner.” Yanlış hesaplar, elbet geri dönecektir. Zoraki iktidarlar yıkılacaktır. Hiçbir partinin, zümrenin yanlış yapmaya hakkı yoktur. “Tarih, zulmü yüzünden yıkılan saltanatların enkazı ile doludur.”
Mustafa Yolcu

17 Ocak 2011 Pazartesi

Mustafa Yolcu

Kartınızı Oluşturun

9 Ocak 2011 Pazar

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE DÜĞÜN ALAYI

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE DÜĞÜN ALAYI

İSKİLİPTE DÜĞÜN ALAYI

İskilip’te düğünler Cuma günü akşamı başlar, pazar günü gelin oğlan evine getirilince sona erer.
Bu zaman içinde DÜĞÜN ALAYI cumartesi günü öyleden sonra ve akşamı, Pazar günü de gelini almak için kız evine gider gelirdi.

Düğün alayının önünde davul zurna, köçek, düğün devesi tabir edilen deveye benzer şamata, kılıç oynayan iki kişi bulunurdu. En basit düğünde davul zurna olur, diğerleri düğün sahibinin maddi gücüne göre oluşurdu. Bazı düğünlerde davul zurna ikişer tane olurdu.
Önde davul zurna ve değerleri, bunların arkasında hanımlar en geride de erkekler düğün alayını takip ederler.
Davul zurnanın nağmesine takılan çocuklar, düğün alayının her yerinde olur, alayla birlikte gidip gelirdi.
Düğün alayının kız evine gidip gelmesi epeyce zaman alır, kız evinde kalınan en uzun zaman, Cumartesi akşamı olurdu.
Akşam düğününde kadınlar kendi başlarına ayrı bir yerde eğlenir, erkeklerde dışarıda oynayarak, halay çekerek, oyun çıkartma denilen şamata ile eğlenirdi.
Kız evine gidildiğinde erkeklere kolonya ile lokum ikram ediliyordu.
Bizim mahallede Hanönü Camisi ile Hindolu gilin evinin önünde cirit oynamışlardı.
Yaklaşık 5–6 atlı kişi at üzerinde birbirlerine cirit denen sopayı atıyor, yere düşen sopayı at üstünde yerden alıyorlardı. İlk kez cirit oyununu burada seyretmiştim. Ama köylerde daha sık oynarlarmış.
Cirit oynanırken davulcular ara sıra davul çalıyordu ama kimsenin davul zurna umurunda olmuyor, orada bulunan her kez merakla cirit oyununu seyrediyordu.

Yaklaşık 1962 yılı idi.
Evimizin önünde dururken, çarşıdan davul zurna sesi geldiğini duydum.
Evimizin yanında cami, camiden sonra Akçay deresi, ondan sonrada çarşı geliyordu.
Davul zurna sesini işitince evin önünden hemen düğün alayını seyretmeye çarşıya gittim.
Düğün alayı ulaş tepe mahallesi tarafından geliyordu.
Şamatalı bir düğün alayı idi. En önde iki kişilik kılıç oynayanlar, arkasında düğün devesi, kaleli meşhur köçeği, davulu zurnası, kadınlar ve en arkada da erkekler geliyordu.

En çok tantana da düğün devesinde olurdu. Deve sağa sola insan gurupları üzerine saldırır, insanlarda deveden kaçar yol boyunca bu olay böyle devam ederdi.

Diğer çocuklar gibi bende düğün alayının peşine takıldım. Bu durum aynen “fareli köyün kavalcısı” hikâyesine benziyordu. Çocuklar davul ve zurna sesinin peşine takılıyordu.

Konağın önünden, parkın yanından, meydan köprüsünden sağa dönen düğün alayı meydan çayı kenarından, Tosya yoluna doğru gitmişti.
O yaşta meydan köprüsüne kadar İskilip’i biliyor, ondan sonrasını pek tanımıyordum.
Düğün alayında tanıdığım insanlar ile çocuklar vardı. Tanıdığım insanların olması bana güç veriyordu. Ama alay durmak bilmiyor habire ( devamlı ) gidiyordu.
Isıtma pınarı, Mutafların başı derken Pazarbaşını vardık.
İskilip bitmişti artık. Evler sona ermiş bahçeler başlamıştı. Düğün alayı daha nereye gidecekti?
Düğün alayına takıldığıma pişman olmuştum. Çevreyi bilmiyordum. Geri dönsem yalnız başıma korkuyordum.
Nasıl olsa düğün alayı geri dönecek, çarşıdan geçecekti. Bende alayla birlikte gider geri dönerdim.
Düğün alayı devam ederek Tosya yolundan Uludere ye doğru gitti. Bahçelerin içinden geçen yoldan bir süre gittikten sonra, yoldan sağa Uludere tarafına döndük.

Meydan çayı gürül gürül akıyor, insanlar karşıya nasıl geçeriz diye bakıyordu.
Köprü yapılmamıştı. Çaydan geçerek Uludere ye gidiliyordu. Akan çay suyunun içine taşları dizmişler, taşlara basılarak karşıya geçiliyordu.

Nihayet Uludere mahallesinde kız evine gelmiştik. Kadınlar kadınlara ayrılan yere gitti. Erkeklerde sokakta hazırlanan iskemlelere oturdu.
Uludere Mahallesi davul zurna sesi ile inliyordu. Sokakta oynanıyor, deve oraya buraya gidiyor, köçek geriye köprüye yatarak, yerden ağzı ile para alıyordu.
Biran önce düğün bitsin, geri dönülsün istiyordum. İnadına davul zurna birbiri ile yarışıyor, düğün devam ediyordu.

O sırada baktım birisi tokalaşıp düğünden ayrılıyor, düğünden ayrılan Kale boğazı mahallesinden muavinlik yapan Ahmet’ti. Kendisini tanıyordum. Küçük kardeşi ile birlikte aynı sınıfta okuyorduk.

Biraz uzaktan onu takip ederek yürümeye başladım. Pazarbaşına gelince o çayın sol tarafından gitmeye başladı. Bende çayın sağ tarafından onu takip ederek yürüyordum.
Isıtma pınarını geçince evlerinin önünde oturan kadınlardan birisi beni görünce bağırdı- “ Oğlum sen hangi mahalledensin, kimin oğlusun.”
Cevap verdim – “ Sıyrıncak (Hacıpiri) mahallesinden, Çorumlu oğlu gildenim”
Kadın-“ Oğlum ta burada sen ne arıyon, hadi eğlenme hemen evine git” dedi.
Hiç cevap vermeden yoluma devam ettim. Baktım muavin Ahmet’te epeyce uzaklaşmış.
Bu arada Büyük taş mahallesine de gelmiştik. Buraları gelirken tanımıştım. Artık rahatlamış, Meydan köprüsüne ve çarşıya yaklaşmıştım.
Meydan köprüsünden sola dönerek çarşıya gelip parkta bulunan kanepelerden birine oturdum. Hem yorulmuş, hem de strese girmiştim. Artık rahatlamıştım.
Parkta otururken kendi kendime bir karar aldım.
“Artık akrabalarımın dışında hiçbir düğün alayına katılmayacaktım.”
Hani derler ya bir musibet, bin nasihat tan evladır.

İskilip’te de birçok şey değişti. Şu andaki nesil düğünlerde cirit oynandığını, kılıç oynayan ekibi, düğün devesini bilmezler. Düğün evine artık araba ile gidip geliyorlar.
Çocuklar yine davul zurnanın nağmesine takılıp, düğünün peşinden gitmek isterler. Zaman değişse de çocuklar aynı çocuk.

Mustafa Yolcu- Ankara
8.1.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: İSMAİL KAVLU

İSKİLİPLİ YOLCU: İSMAİL KAVLU

İSMAİL KAVLU

İskilip’e emeği geçen, faydası dokunan,400 kişiye iş imkânı açan değerli bir hemşerimiz, büyüğümüz idi.
Her fani gibi çalıştı didindi, yalan dünyanın misafirliğini bitirerek gerçek dünyasına gitti. Kendisine Allahtan rahmet diliyorum.

İsmail Kavlu’yu yanında bir sürü işçi çalıştıran ayakkabı imalatçısı olarak tanıdım.
Bir konuşmasında 1965 yılında yanında 35 işçi çalıştığını söylemişti.

Ankara’dan İskilip’e gelip kendisi ile karşılaşınca bana hoş geldin der, beni çay içmeye dükkânına davet ederdi.

21.05.1995 yılında Mehmet Lokum’un Belediye başkanı olduğu dönemde “İSKİLİP’İN SORUNLARI VE ÇÖZÜM YOLLARI” adlı toplantı düzenlenmişti. Toplantının başkanlığını Abdul Haluk Çay bey yapıyordu.

Anılan toplantıda söz alan İsmail Kavlu abi ana hatları ile şunları söylemişti:
- “ İskilip için Kızılırmak çok önemli. Kızıl ırmağın suyunu sulama amacı ile kullanıp sebze meyve üretmeliyiz.
Ben Beypazarı’na gittim. Sabah erkenden Ankara yolu üzerinde sebze yüklü traktörler sıralanmışlar bekliyordu. Kamyonlar gelip traktörlerden ürünü alarak konvoy olup Ankara’ya taşıyorlardı. Aynı şey İskilip’te de yapılabilir. Yeter ki sulama suyunu bulup sudan yararlanalım.

İskilip’in kalkınabilmesi için İskilip’e dışarıdan para girişinin sağlanması şarttır.

İskilip’te bir evde bir kişi çalışıyor, geri kalanlar onun kazandığını yiyor. Bu yanlıştır. Evlerde birden fazla kişinin çalışması, evi müşterek olarak geçindirmeleri gereklidir.

Halk Eğitim müdürlüğümüz çok güzel çalışıyor. Onları çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.
Ben istiyorum ki halk eğitim bize işçi yetiştirsin. Şu anda biz yetişmiş işçi bulamıyoruz.
Dükkânıma işçi aranıyor diye ilan asıyorum, aradan iki hafta geçiyor bir kişi çalışmaya gelmiyor. Gelenlerde geçici bir süre için çalışmak istediklerini söylüyorlar. Ben istiyorum ki fabrikamın devamlı işçisi olsunlar.
Halk Eğitim bize işçi yetiştirmeyi bırakın, bizim işçimizi alıp halk eğitimde çalıştırmak istiyorlar. Bu yanlıştır.

İskilip’te yeni iş sahaları açılabilse, işsizlik sorununa çözüm getirilebilse İskilip’ten dışarı göç olmaz, nüfusumuz azalmazdı “ demişti.

İsmail ağabeyin bu tespitlerine bende hak vermiştim. Toplantı arasında yanına giderek ‘kendisinin tespitlerini doğru bulduğumu, çalışmaları ve İskilip’e olan kazanımları dolayısı ile kendisinin takdiri hak ettiğini ’söylemiştim.

İskilip ve sorunlarını konuşurken hep şunu söylerdik- “ İskilip’te İsmail Kavlu gibi 5–6 kişi daha olsa İskilip’in işsizlik sorunu olmazdı.”

İsmail beyin ayakkabıcılık işinde model çıkarmada, mesleki bazı sorunları çözmede başvurduğu kişi rahmetli ayakkabıcı Celal DEMİREL’di.
Onun yanına gelir mesleki fikir alış verişi yaparlardı.

İsmail Kavlu başarılı bir müteşebbis, Celal Demirel iyi bir sanatkârdı. Eniştemiz olan Celal Demirel’e dermiş ki- “ Sen bülbül yetiştiriyorsun, ben karga. Sende para kazanıyorsun, bende para kazanıyorum.
Her ikisi de sağ olsaydı da bu sözün ne manaya geldiğini kendilerinden dinleseydik.
Şimdi İskilip’te İsmail ustada Celal ustada yok. İskilip sanatkârlarını bir bir kaybetti.

Terzi Abuhan’lar dan kim kaldı? Ulaş tepe yukarı taslıdan terzi uzun Ahmet’te, Mustafa Yıldırım’da yok. 50 adet terzi dükkânından İskilip’te kaç terzi dükkânı kaldı?

Demirciler arastasındaki demircilerden, bakırcılar arastasındaki bakırcılardan, mutaflardan, semercilerden, sallicilerden, kalaycılardan sanatını devam ettiren kaç usta kaldı?

Kebapçılar arastamız var ama içinde bir tane bile Kebapçısı yok.
Bir zamanlar o arastada kaç tane kebapçı vardı da oraya o isim verildi? Bilen varsa söylese de bizde öğrensek.
Ben İskilip’te üç tane kuyu kebapçısının olduğunu biliyorum.
İskilip’te şimdi bir tane bile kuyu kebapçısı yok. Bu meslek’te kayboldu gitti.

Park ta bahçıvan Tayyar emmi vardı. Onu parkta görünce gül isterdik. Bize –“ gül dalında güzeldir.”derdi. Dalından koparıp bize gül vermezdi.
Onun parkının güzelliğini, bakımlılığını İskilip’e gittiğimde gözlerim hala arıyor. Ama artık Tayyar bahçıvanda, parkta o güzellikte yok.

Okullardaki eski öğretmenleri hala konuşuyor arıyoruz. Bizim talebelik dönemimizde ve sonrasında İskilip lisesinin Üniversiteye öğrenci gönderme oranı % 60–70 civarında idi. Şimdi ne durumda acaba?

Camilerde ki eskiden Hamdi Ertekin, İsmet hafız, Şaban hafız, kaleli hafız, Yeni cami’nin imamı, çarşı cami’nin müezzini Ermum’cu, Hanönü caminin mutaf müezzini vardı. Din bilgisi, hafızlığı, sesi ile insanları Allahın evine bağlarlardı. Bu işi memurluk olarak görüp vazife yapmazlardı.

Neticesi rahmetli olanlar ve görevini bırakanlardan sonra geçen zamanda İskilip ileriye mi gitti? Gerimi gitti merak ediyorum!

Ama ben eski İskilip’i özlüyor, İskilip’e emeği geçip şu an aramızda olmayan tüm geçmişlerimize Allahtan rahmet diliyor, kalanlarında İskilip için güzel şeyler yapabilme çalışması içinde olmasını diliyorum.

Mustafa Yolcu
23.05.2010

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE HAC İBADETİ

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİPTE HAC İBADETİ

İSKİLİPTE HAC İBADETİ

Hacca gidebilmek bütün Müslümanların en büyük arzularından biridir.
Eskiden deve kervanı ile hacca gidilirken, şimdi uçak ile üç saatte mübarek topraklarda olunuyor.
İskilip’te hacca gitmek insanlara ayrıcalık kazandırıyordu. Ahmet- Hacı Ahmet, Emine- Hacı Emine adını alıyordu.
Mübarek yerleri görmenin, toprağına yüz sürmenin, Arafat’a çıkmanın, tavafın, sayın hürmetine binaen kendi adı başına hacı adı da takılıyordu.

Hac ibadetini yapmak için hacca gitmeye karar vermek ayrı bir konu, hacca müracaat edip listede adın çıkması veya hacca gitmenin kesinleşmesi ayrı bir konudur.

Bizim küçüklüğümüzde 5 ten fazla otobüs ile hacca gidilirdi. Buda en az 150- 200 kişiye tekabül ederdi. Şimdi ise haçça giden insan sayısı 50 kişiyi buluyor mu bilmiyorum.

Hacca gitme konusu kesinleşince, hacca hazırlık safhası başlar, hac sırasında kullanılacak malzemeler temin edilir, eş dost ile helalleşmeye başlanırdı.

Bu helalleşme gidip de gelinemeyen bir yolculuğun başlangıcıdır sanki.
Bu haccın zahiri manası ile hayata geçirilişidir. İhramını giyip, tabut yerine taşıyıcı vasıtasına binip, mahşer gününü yaşamaya gidiş gibidir. Bu dünyadan ayrılmadan hakkı olandan hakkının helalleş ilmesidir.

Hacca gidenin evinde eşe dosta hac daveti verilir. Haç daveti hacca giderken veya haç dönüşü verilir. Davete çağrılacak insan sayısı herkesin maddi gücüne göre değişir.

Hacca gitme günü yaklaştıkça tatlı bir buruklukta aileyi sarar. Sevinç ve ayrılık üzüntüsü yan yanadır. Diller bunu söylemese de gözler bunu gizlemez.
Konu komşu hacda benim sevabıma sadaka olarak dağıt diye para getirip verir.

Hacca gitme günü gelip çatar. Tüm akraba, konu komşu, eş dosttan helallik alınmıştır. Hacca gidene “Peygamber efendimize selam götürmesi, kendileri içinde dua etmesi” söylenir.

Hacı Karani’de toplu olarak dua edilerek hacılar otobüsler ile yola çıkarlardı.
Mübarek yolculuk başlamıştır artık. İskilip’ten Ankara’ya gelinir. Ankara’da Hacı Bayram Cami’inde bir öğün namaz kılınarak, Hacı Bayram Hazretleri ziyaret edilerek dua edilir, daha sonra otobüsler yoluna devam ederdi.

Hacılar gittikten sonra eş dost Allah kavuştursun diye hacı evine ziyarete gelir, hacı evinden de “Allah dileyene o mübarek yerlere gitmeyi nasip etsin” diye cevap verirlerdi.

Haç dönüşü başlar. Artık hacıyolu gözlenir. Hacıları gelsin, mübarek yerlere değen elinin içi öpülsün, üzerine sinen mübarek yerlerin kokusunu onlarda koklasın.

Hac daveti verilecek evlerde davet hazırlıkları başlar. İskilip Dolmasını yapacak dolmacı, dolma kazanları, et, ak çeltik pirinci, tereyağı temin edilir, bu malzemelerin miktarı çağrılacak kişi sayısına göre hesaplanarak belirlenir.
Hacdan gelecek zemzemi davetlilere ikram edebilmek için zemzem fincanı bulunur.

Hacılar gelince Hacı Karani’de otobüslerinden inerlerdi. İskilip halkı oradadır. Sevinç gözyaşları ile hacılar karşılanır.

Hacılar İskilip’e geldikleri gün kendi evlerine gitmezlerdi. Bu İskilip’te bir gelenekti. Önceden bunun niye böyle yapıldığına mana veremez, merak ederdim.
Daha sonraki zamanlarda-“ Peygamber efendimizin sefer dönüşünde direk evine gitmeyip ordusuyla Medine’nin dışında konaklamışlardır. Ertesi günü sabah namazından sonra Medine’ye girerek evine gittiğini” öğrendim.
İskilip’te hacıların hacdan geldikleri gün evlerine gitmemelerinin nedeni Peygamberimizin bu sünnetini sürdürmek içinmiş.

Yakın akrabalarından ( kardeşi, amca, dayı, hala vs.) hacdan geldiği gün hacıyı evlerine davet ederdi. Hacının davet edildiği eve kendi eşi gelmezdi. Hacı diğer Akrabaları ile birlikte olurdu.
Ertesi günü sabah namazına camiye gidilir, cami çıkışı hac ilahileri söylenerek cami cemaati ile birlikte hacı kendi evine getirilirdi.
Bundan sonra evde davet sofraları kurulur, mevlit ve kuran okunur, davet yemeği başlar. Hacı evine gelenler hacıdan büyük olsun, küçük olsun hacının elinin içine öperlerdi.

Günümüzde bu geleneklerin birçoğu İskilip’te kalkmıştır. Şimdiki kuşak bu yazılanları ilk defa okuyor olabilirler. Ama güzel geleneklerin sürdürülmesinde yarar vardır. Geleneklerimizi kaybederek sonunda kaybedecek bir şeyi kalmayacak hale gelebiliriz.

Güzelliklerin sürdürülmesi, yaşatılması dileği ile.


24.01.2010
Mustafa yolcu- Ankara

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİP’TE BAĞ BOZUMU

İSKİLİPLİ YOLCU: İSKİLİP’TE BAĞ BOZUMU

İSKİLİP’TE BAĞ BOZUMU

Bağlarda çeşitli tat ve kokuda siyah ve beyaz üzüm vardı. Siyah üzüm pekmezlik üzüm olarak kullanılır, genellikle kalın kabuklu olan beyaz üzümler saplarından bağlanarak duvara asılır veya sergilerin üzerine serilirdi. Beyaz üzümler kış boyu dururdu.

Kıraç (sulanmayan) olan bağımızın kara üzümleri çok tatlı olur, bekletmeye gelmezdi. Eylül ayı içinde üzümler olgunlaşınca, at ve eşeklerin sırtında HE dediğimiz ağaç dalları ile örülmüş büyük sepetlere doldurulan üzümler eve getirilir, ŞİREVET denilen kalın tahtalardan yapılan oluğa boşaltılırdı.
Bağdan üzümler getirilirken, yolda karşılaşılan insanlara üzüm verilirdi. Üzümü alanlar ”deveğiniz gür olsun” diye temennide bulunurlardı.

Elbiselerini dizlerinin üzerine kadar toplayan insanlar ayak ve bacaklarını güzelce yıkar, şirevete girerek üzümü çiğnerlerdi. Çiğnenen üzümlerden çıkan şıra denilen şerbet, şirevetin aşağı tarafındaki delikten altında bulunan helkeye akardı. Helke de toplanan şıra, içinde pekmez toprağı olan kazanlara boşaltılıyordu.

Pekmez toprağı ( %50–90 oranında kireç içeren beyaz renkli bir toprak türüdür.) Pekmez yapımında şırayı durultmak için kullanılır.
Kazanlara doldurulan şıra tahta kürek ile karıştırılarak, pekmez toprağı ile adeta köpürtülür.
Bu şekilde kazanda 5–6 saat bekleyen şıra durulur, sonrada pekmezin kaynatılacağı 40 cm. derinliğinde, 120 cm. genişliğinde olan bağ tavalarına dökülür.

Bağ tavalarının altı yakılarak, pekmez yapma işi gece yarısına kadar sürerdi. Şıranın az veya çokluğuna göre, pekmez yapma işi bitinceye kadar faaliyet devam ediyordu.

Pekmez yapma sırasında mısır patlatılır, ateşin gözünde patates pişirilir, pirzola yapılırdı.
Semaveri olanlar semaverde çay kaynatır, gelen giden çay içerdi.
Pekmez pişerken etrafa çok güzel bir koku yayılır, koklamaya doyum olmazdı.

İki çeşit pekmez vardı. Kara pekmez, ak pekmez.
Kara pekmez şıra kaynatılarak elde edilen pekmezdir.
Ak pekmez; pekmezin içine yumurta akı ile çöğen katılıp kaynatılıp, sonrada çırpılarak elde edilirdi.
Pekmez çırpılırken şak şak diye ses çıkarır, bu ses geceye ayrı bir senfoni katardı.
Pekmez yapma zamanına “bağ bozumu zamanı” denilir. Kimse bu gürültülere, kokulara aldırmazdı.

Kışa hazırlık faaliyetleri arasında: Pekmez kaynatma, salca yapma, etlik yapma, bulgur kaynatma, konserve yapma, mantı- erişte kesme, yufka ekmeği yapmayı sayabiliriz.
Bu faaliyetlerden sadece pekmez kaynatma geceye sarkan ve muhakkak bahçede açık havada yapılması gereken faaliyettir.

Pekmez yapıldıktan sonra, oluktaki çöbre denilen üzümün kabuğu ile çekirdeklerinin üzerine bağ yaprakları konulur, yaprakların üzerine de şilteler örtülerek kapatılırdı. Bu şekilde üç, dört gün duran cöbre ısınınca, üzerine su dökülerek beklemeye başlanır.

Cöbrenin üzeri açıldığında adeta buradan buhar çıkar. Avuca alınan cöbre sıkılarak, çıkan su tadılır. Eğer tatlılık gitmiş ekşime başlamışsa sirkeleşmeye başlamış manasına gelir.


Sirkeleşme zamanı başlayınca; oluğa girilerek cöbre çiğnenir ve çıkan ön sirke oluşmasını tamamlamak üzere, topraktan yapılma içi sırlı çekmen dediğimiz kaplara doldurulurdu.

Kilerde yan yana üç adet çekmen denilen toprak kap bulunurdu. Bir tanesine turşu kurulur. Bir tanesinde kullanılan sirke bulunur. Üçüncüsün de ise olması beklenen ham sirke bulunurdu.

İskilip turşusu İskilip sirkesinden yapılırdı. Sirke çok sert olmasına rağmen mideye dokunmaz, hazmı kolaylaştırırdı.

İskilip’te şimdi üzüm bağı bulunmuyor. Dolayısı ile pekmez, sirke, İskilip turşusunu bulmak mümkün değil. Turşuda yabancı sirke kullanılıyor ama bu sirke İskilip sirkesinin tadını vermiyor.

İskilip’te bağcılık yeniden başlamalıdır. O zaman özlediğimiz sirkeyi, turşuyu, cevizli sucuğu, köfteri bulabiliriz.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

ÇOCUKLUK GÜNLERİMİZ

Çocukluğumu İskilip’in Hacıpiri mahallesinde geçirdim. Mahallemiz çarşının yanında, düz kayanın eteklerinde kurulmuştur. Çorumdan gelirken, Hacıkarani köprüsünü geçince; sağ tarafta iki yol vardır. Bu yolun yokuş olanına “Elekçi bayırı” denilir. İskilip şiirinde bu yol ile ilgili:

İskilip’im senden ayrı
Duramam yeter gayrı
Aha Elekçi bayırı
İskilip’im var benim
Diye mısralar dökülüyordu. Mahallemizin üst tarafına “ Yukarı mahalle”, alt tarafına “ aşağı mahalle “ denilmektedir.
Mahallede her kez birbirini tanır, küçük küçüklüğünü, büyük büyüklüğünü bilirdi. Komşular arasında çıkan sorunlar, büyüklerin araya girmesi ile sona eriyordu.
Düğünde, ölümde büyüklerin ayrı bir yeri ve görevi vardı. Cenaze defnedildikten sonra eve gelinir, aile büyüğü varisleri bir odaya çağırarak; “ iki acı bir arada çıksın, bir daha sorun olmasın.” Diye söze başlayarak miras taksimi aynı gün aralarında yapılır, sonra tapudan intikali gerçekleşirdi.

Mahalleye gelen saman, kömür komşuların yardımı ile eve taşınır, güz hazırlığı olan yarma, bulgur, keşkek, yufka ekmeğini komşular sıra ile birlikte yaparlardı.
Mahalle kadınları bir araya gelerek dibekte sokularla keşkek döverlerdi. Dibeğin yakınında bulunan evlerden de çay, ayran, su getirilip ikram ediliyordu.

Çocukluğumuz da kışın ve yazın, kendine göre ayrı güzellikleri olurdu.
Kışın misafirliğe gidildiğinde, çay içildikten sonra ortaya küçük tepsi dolusu meyve getirilip konurdu. Meyveler yenir, mısır patlatılır, hikâye anlatılırdı. Çok az evde radyo bulunurdu. Misafir geldiğinde radyo, sadece haber saatinde açılır, radyo tiyatrosu bazen dinlenirdi. Küçüklük nostaljimiz olan, radyo tiyatrosunu dinlemeyi halen severim.
Biz küçüklerin, misafirlikte çoğunlukla uykusu gelir, bir köşeye kıvrılıp uyurduk.

Yazın ise akşamları da sokağa çıkar, yatsıya kadar oyun oynardık. Annelerimiz de sokağın bir yerinde toplanır, altlarına örtü sererek yerde otururlardı.

Çocuklar için, sabahtan akşama kadar oyun saatiydi. Eve karnımız acıkınca geliyor, karnımız doyunca soluğu sokakta alıyorduk. Öyle vakti yediğimiz, çoğunlukla aperatif yiyeceklerdi. Yufka ekmeğin arasına bir şeyler koyar, dürüm yapıp yerdik. Annemiz “ oğlum yağlı yiyen tazı gibi, yavan yiyen kuzu gibi olur.” Diye ne bulursak yememizi sağlamaya çalışırdı.

Bazı günlerde bağa, bahçeye gider, akşama kadar iş yapardık. Akşama kadar bahçede durmak, çok sıkıcı oluyordu. Bahçeden dönüşte bize de taşıyabileceğimiz büyüklükte bohça verilirdi. Bohçalarda bahçeden toplanan meyve, sebze bulunurdu. Eve gelince meyveler ve sebzeler ayrılır, annemiz ev işine başlardı.

Evlerde bulaşık, çamaşır makinesi, buzdolabı yoktu. Yemekler ocakta veya soba üzerinde pişerdi. Evimizde bulunan gaz ocağı ile çay demlerdik. !966 yılında bile evinde elektriği olmayıp, gaz lambası ile aydınlananlar vardı.

Komşudan alıp kullandığımız ütü, odun kömürü ateşi ile ısınıyordu. Yemek yapılan ocaktan alınan köz halindeki parçalar ütüye doldurulur, ütü üfürülerek iyice ısıtıldıktan sonra ütü yapmaya başlanırdı.

Çamaşır yıkanırken çamaşır kili veya sabun kullanılırdı. Daha sonraları çıkan şaşmaz adlı deterjan ile çamaşır ve bulaşık yıkanmaya başlanıldı.

Analar evde ineğe, tavuğa bakar, ev işlerini yapar, bahçeye gidip ineğe ot getirirdi. Çocuklarını da ihmal etmez onlara gözü gibi bakarlardı.
Geçim sıkıntısı vardı ama var olana şükredilir, şikâyet edilmezdi. Kışın kullanılan ihtiyaç maddelerini, her kez evinde hazırlar, kendi içinde kapalı ekonomi uygulanırdı. Memleketimizde zenginlik, bağ ve bahçenin sayısı, büyüklüğü ile ölçülürdü.

Mahallemizden üç kişi üniversiteyi bitirmişti. Bunlar Ahmet Şiranlı, İsmail Beşikçi, Ahmet Söylemezdi. Ahmet Şiranlı mimar, Ahmet Söylemez fizik mühendisi olmuş, İsmail Beşikçi Siyasal Bilgiler Fakültesini bitirmişti. Mahallede çocuklar kendi aramızda konuşurken, bu ağabeylerimizden bahseder, onlarla öğünürdük. İsmail Beşikçiden bahsederken “ İsmail abi kaymakam mektebini bitirdi. Şimdide o mektep de hoca olmuş.” Diye kendimize pay çıkarır, büyüyünce şu olacağım, bu olacağım diye hayaller kurardık.

Ben pilot olmayı hayal ediyordum. İsmail Beşikçi, benim ağabeyime uçaklara ait dergi vermişti. Bende bu dergide bulunan uçaklara bakar, pilot olmayı arzulardım. Halen uçmayı, gökyüzünü seyretmeyi çok seviyorum.

İskilip’e kışın çok kar yağardı. 1964 yılında kışın, bir sabah kalktığımızda sokaklarda, bir metreden fazla yükseklikte kar ile karşılaştık. Kar kütlesi çatılardan aşağı sarkıyordu. Her kez kendi evinin önünde, insanların geçeceği kadar yol açıyordu. Çorum yolu ve tüm köy yolları kapanmış, bir yerden bir yere gitme imkânı kalmamıştı.

Her evin, sert geçen kış şartlarına hazırlığı vardı. Kış mevsimine girerken, evden hiç çıkılmayabilir diye her evde “ kırk kütük, kırk kabak, kırk tekne hamur yapacak un.” Olmalı diye büyükler söylermiş. 40 kütük ile 40 gün soba yakılacak, 40 kabak ile 40 gün kabak tatlısı yapılacak, 40 tekne hamur ile 40 gün ekmek yapılacaktır. Evlerimiz de turşumuz, pekmezimiz, kıymamız, eriştemiz, salçamız eksik olmazdı. Büyüklerimiz karın içinden tünel kazıp, evden eve gidildiğini anlatırdı.

Kar yağdıktan sonra yollar buz tutar, Müftü camiinden, çayın başına kadar kızak ile kayardık. Elimiz üşür, sızlardı. Yine de kaymaktan vazgeçmezdik. Üzerimizde giyecek olarak; analarımızın diktiği pamuklu içlik, üzerine gömlek, tiftik tüyünden örülme bembeyaz kazağı giyerdik. Şimdiki gibi giyecek kabanlarımız yoktu.

Ayağımıza mes, pantif, potin olur, üzerine lastik ayakkabı giyerdik. Karda çamurda kirlenen lastik ayakkabıları, çeşmede kolayca temizlerdik. Okula gittiğimizde, lastik ayakkabılarımızı silmemiz söylenirdi. Evlerimizde; sadece oturduğumuz odada soba yandığından, odadan dışarı çıkınca yerler buz gibi olurdu. Onun için potinimizi evde yatıncaya kadar ayağımızdan çıkarmazdık.


Evinde inek olanlar yayık yaydıklarında, yayık ayranını komşulara dağıtıyordu. Yayık ayranının yanında, yufka ekmeğine yayık tereyağını sürüp, dürüm yapıp, yemenin tadına doyum olmuyordu. Bahçeden meyve toplanıp, bağdan üzüm getirildiğinde komşulara dağıtılırdı. Eve gelen meyve ve yiyecekler, evde tüketilir, fazlası komşulara verilirdi. Kaysı, kiraz, vişne, tut, eriğin para ile satılması ayıp sayılırdı.

Sabahları genellikle çorba içiliyordu. Nadiren çayla kahvaltı yapılırdı. Kahvaltıda en hoşumuza giden, kıymalı pide yaptırıp yemekti. Çarşı ekmeği dediğimiz Kaygusuz’un fırınından alınan okkalık ekmek ile katık olarak yanında zeytin veya tulum peynirini bulduğumuzda; bu bizim için mükemmel kahvaltı olurdu.

Günümüzde refah seviyesi büyüdü. En fakirin evinde bile kahvaltıda zeytini peyniri eksik olmuyor. Herkesin evine fırın ekmeği giriyor. Çocuklarımız ihtiyaçlarını karşılarken marka arıyorlar. Elektriksiz, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu olmayan ev kalmadı. Herhalde ağzımızın tadı kaçtı. Yediklerimizin tadını, huzuru bulamaz olduk. Komşuların halini sormaz, kimsenin elinden tutmaz olduk. Beyaz atlı yiğitler atına binip, başka diyarlara gitti artık.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: TÜPGAZ SOYGUNU

İSKİLİPLİ YOLCU: TÜPGAZ SOYGUNU

TÜPGAZ SOYGUNU

Fakir fukaranın çorbasını aşını pişirdiği, halkımızın zorunlu ihtiyaç maddesi olan 12 kg tüp gaz piyasada 50–62 .- TL arası satılmaktadır. 12 kg tüpün dolum sonrası maliyeti 34.-TL dir. Satışı sırasında tüp gaz % 47- 82 arasında değişen büyük kar ile satılmaktadır

5307 sayılı Sıvılaştırılmış Petrol Gazları Piyasası Kanununun 10. Maddesi:
“ MADDE 10. — LPG alım satımında fiyatlar, erişilebilir dünya serbest piyasa koşullarına göre oluşur.
Rafineriler ve dağıtıcılar, lisansları kapsamında yaptıkları piyasa faaliyetlerine ilişkin fiyatları, erişilebilir dünya serbest piyasalarındaki fiyat oluşumunu dikkate alarak, tavan fiyatlar olarak Kuruma bildirirler.
Ancak, LPG piyasasında faaliyetleri veya rekabeti engelleme, bozma veya kısıtlama amacını taşıyan veya bu etkiyi doğuran veya doğurabilecek nitelikte anlaşma veya eylemlerin piyasa düzenini bozucu etkiler oluşturması halinde, gerekli işlemlerin başlatılmasıyla birlikte, her seferinde iki ayı aşmamak üzere, faaliyetlerin her aşamasında, bölgesel veya ulusal düzeyde uygulanmak için taban ve/veya tavan fiyat tespitine ve gerekli tedbirlerin alınmasına Kurum yetkilidir. Belirli bölgelere ve belirli amaçlara yönelik olarak fiyatlara müdahale edilmeksizin kullanıcıların desteklenmesinin usûl ve esasları ile miktarı Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile belirlenir.” Olarak hükme bağlanılmıştır.

Bu maddeden de anlaşıldığı gibi “ her seferinde iki ayı aşmamak üzere, faaliyetlerin her aşamasında, bölgesel veya ulusal düzeyde uygulanmak için taban ve/veya tavan fiyat tespitine ve gerekli tedbirlerin alınmasına Kurum yetkilidir.” Her iki ayda bir likit ve tüp gaz fiyatlarını Enerji piyasası Düzenleme Kurulunca tespit edilmektedir.

Başbakanlık ve Enerji Bakanlığı nezdinde konunun ele alınarak fakir fukaranın zorunlu ihtiyaç maddesi olan Likit Tüp gaz fiyatlarının olması gereken 40-42 lira arasına çekilmesi gerekmektedir.

Tüp gazın nakliyedeki zorluğunu yenmek içinde illerde nizami tüp gaz tolum istasyonları kurulması sağlanılabilir. Böylece nakliyeden tasarruf sağlanabilir.

Yıllardır yapılan tüp gaz soygununun önlenmesi için yetkililer ve iktidarın üzerine düşeni yapması gerekiyor.

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: ÖĞRENCİ OLAYLARI

İSKİLİPLİ YOLCU: ÖĞRENCİ OLAYLARI: "Arılar Bal Yaparlar Kovana, Karınca Tane Taşır Yuvaya, Böcekler İpek Örer Kozaya, Sen Ömrü Nasıl Geçirdin Yolcu ?"

ÖĞRENCİ OLAYLARI

Yıl 1960, 1968, 1980, 2010 öğrenci olayları ve arkasındaki güçler kimlerdir?

Öğrenci okumak, öğrenmek için evinden çıkar. Gurbete okula gider.
Kendi evinde kalıp okula gidiyorsa ne ala. Çorbası hazır, yemeği hazır, sıcacık evi hazırdır.
Gurbete gitmişse, gurbet acısı çekiyor evini özlüyorsa durum başkadır.
Kaldığı yer, yurt veya talebe evidir. Bazen kaldığı yurda, talebe evine de gitmek istemez. Kendisine evinin sıcaklığını verecek bir ortamı özler.
Maddi sıkıntı çeker. Basit ihtiyaçları değil, otobüs biletini dahi alamadığı zamanlar olur.

İşte bu devrelerde ortaya birileri çıkar. Arkadaşlık adına, derdini paylaşmak adına, ülkenin sorunlarını konuşmak adına onunla arkadaş olurlar.
Kendisine pembe bir dünya gösterilir. Kısıtlamaların olmadığı, zenginin fakirin olmadığı, hiç kimsenin hakkının yenilmediği bir dünyadır bu.
Gösterilen dünyaya ulaşabilmek içinde otoriteye baş kaldırmak gerekir. Direnmek, mücadele etmek gerekir. “Korktukça tutsak, vazgeçtikçe özgürsün” cümlesi işlenir zihinlere.

Öğrenciye farklı olması, zincirleri kırması söylenir. Bu topyekûn bir başkaldırı hareketidir. O artık her şeyi en iyi bilen, başkalarını zavallı gören birisidir. Kampüs hayatında apayrı bir yaşam tarzı sergilerler. Kılığı, kıyafeti diğer insanlardan farklıdır.

!980 öncesi öğrenci olaylarına karışmış bir gencin başından geçenleri sizlerle paylaşmak istiyorum:
Ankara da üniversiteyi kazanan Cemal orada ne yapacak, nasıl geçinecek, yeni bir hayatı nasıl sürdüreceğini düşünmektedir.
Kendisi fakir bir ailenin çocuğudur. Köylerinden Murtaza Ankara’da kapıcılık yapmaktadır. Cemal’in babası hemşerileri olan kapıcı Murtaza’yı bulmasını söyler. Cemal Murtaza’nın adresini alarak Ankara’ya gider.

Ankara’ya gelince elindeki adres ile Murtaza’yı bulur. Birlikte üniversiteye giderek kayıt yaptırırlar. Murtaza kapıcılık yaptığı evde ona yatacak bir yer ayarlar. Kalacak bir yer temin edinceye kadar misafir olarak evinde kalacaktır. Köyden getirdiği erzakta orada yenilir.

Okul açılmıştır. Cemal okula gidip gelmektedir. Murtaza Cemal’e bir sendikadan bahseder. Burada tanıdıklarının olduğunu, insanların hak aramak için buraya gelip gittiğini söyler.

Cemal’i de yanına alarak sendikaya giderler. Burası devrimci bir sendika’dır. Orada sınıf bilinci, proletarya iktidarı, sosyalizm konuşulmaktadır.

Cemal sendika da çay ocağında görevlendirilir. Odanın birinde yatacak yer ayarlanır. Artık Cemal okuluna gidip gelmekte, kalan zamanında sendikada çay ocağında çalışmaktadır.

Elinde okulunun kitaplarının yanında, sendika kitapları, devrimci kitaplarda vardır. Bu kitapları okumakta, her gün yeni şeyler öğrenmektedir. Okudukça kendi dünyasında bocalamaya girer. Şimdiye kadar öğrendikleri ile burada okudukları, söylenenler farklı şeylerdir. Kendisine din afyondur denilmekte, önceden bildikleri gericilik olarak nitelendirilmektedir.

Cemal artık işçi sınıfının bir üyesidir. Kültür çalışmalarına, gösterilere katılmakta, sendikal faaliyetlerde bulunmaktadır.
Cemal bir süre sonra öğrenci lideri olmuştur. Çeşitli illere devrimci konferanslar vermeye gitmektedir. Adı Cemal hocadır.

12 Eylül hareketinden sonra birini öldürmek suçlaması ile Mamak ceza evine atılır. Orada malum işkencelerden sonra iki kişilik bir hücreye konulur. Hücredeki diğer kişide adam öldürmek suçlaması ile yatan ülkücüdür. Altlı üstlü bir ranzada yatmaktadırlar. İkisi de birbirinden çekinmekte, can korkusu yaşamaktadır. Kaldıkları hücre ikisi içinde manevi işkenceye dönüşür. Gece olunca uyumamakta, birbirleri ile konuşmazlar. Sigarası biten Cemal ülkücü koğuş arkadaşından sigara ister. Böylece diyalogları başlar.

Her ikisi de kimseyi öldürmediğini, suçsuz yere hapse atıldıklarını söylerler. Ülkücü arkadaşı koğuşta namaz kılmaktadır. Cemal de onu seyreder. Bir gün arkadaşına kendisinin köylerinde Cuma namazına gittiğini, bu olaylar içine girince, kendisini ateist bir oluşumun içinde bulduğunu söyler. Koğuşta oda namazını kılmaya başlar.

Geçmişe ait her ikisinin kanaati de; birilerinin kendilerini kullandığı. Kendilerini olayların içine sürenlerin ortada gözükmediği, hapse girmediği noktasında birleşir. Hapiste kararlaştırdıkları bir şey vardır. Hapisten çıkıp normal hayata başladıklarında, yeni yetişen gençlere olayları anlatıp; onlarında bu duruma düşmemelerini sağlamaktadır. Hapisten çıkınca ikisi de arkadaşlıklarını sürdürürler. İkisi de güvenlik raporu alamadıklarından memur olamamıştır.

Günümüzde sergilenen oyun, yine aynı oyun. Türkiye’de eylemler iktidarı hedef alıp, darbeye gizli ajanda sahiplerine zemin hazırlamak amacını gütmektedir. Eski istihbaratçılar, bir servisin güdümü olmadan, üç kişinin bir araya gelip sokakta eylem yapmasının mümkün olmadığını söylemektedir.

Dünyada yeni bir parasal sistemin doğum sancıları yaşanıyor. Bu geçiş döneminde birçok ülkede refah kayıpları yaşanacaktır. Önümüzdeki günlerde Avrupa’da kitle eylemlerinin oluşmasına sebep olacak alt yapı oluşmaktadır. Nitekim 1968 öğrenci olaylarında Avrupa’ya özenilmiştir. Türkiye’de yaşananlar daha geniş kapsamlı bir dönüşümün parçasıdır. Öğrenci olayları büyük bir değişimin küçük bir parçasıdır. Deniz yüzeyinde görülen buzlardan başka, deniz altında buzdağı bulunmaktadır. Önemli olan yaşanan olayların altındaki mesajı iyi algılayabilmektir.
Bütün bu hususlar göz önüne alınarak; “güvenlik yetkililerinin, havada uçuşan sivrisineklerle uğraşmayı bırakıp, sivrisineklerin barındığı bataklığı kurutması gerekmektedir.”

Mustafa Yolcu

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇORUMUN BAKLAVASI

İSKİLİPLİ YOLCU: ÇORUMUN BAKLAVASI

ÇORUMUN BAKLAVASI

Çorum düğünlerinde en çok beğendiğim yemek “su böreği ve Çorum Baklavasıdır.” Kayık tabaklarda sofraya konulan bembeyaz baklavanın tadına doyum olmazdı.

Uzun yıllardır yaşadığım Ankara’da üzeri fazlası ile kızarmış baklavalara alışamamış, memleketimin baklavasını özlüyorum.

Bir ay önce Çorumda idim. Baklava almak için gittiğim Gazi caddesi üzerindeki baklavacıda, bazı konular dikkatimi çekti:
Baklavaya konulan cevizler sarı değil ikinci kalite cevizlerdi.
Gül baklavaların içine çok miktarda ceviz konulmuştu.
Has baklavalar iri kesilmiş, tepside istenen güzelliği vermiyordu.
Dükkânın vitrini ise Çorumun baklavasını sergileyecek güzellikte değildi. Vitrinin üst katlarına unlu kurabiye konulmuş, alt katlarda baklava vardı.

Ankara da Necatibey caddesinde “Hacı baba baklavacısı” adında, 37 yıldır tanıdığım baklavacı vardır. Ankara da kendi başına marka olmuştur. Baklavalarında sadece tereyağı kullanır. Dükkânın önünden geçerken burcu, burcu tereyağlı baklava kokusunu koklarsınız.
Vitrininde en göz alıcı yerde baklava çeşitleri, tel kadayıf, su böreği bulunur. Dükkânın ön tarafı satış yeri, arka tarafında masalarda self servis alınan yiyeceğin yeme yeri bulunmaktadır. Bu dükkânda ramazan ve bayramlar yaklaştığında insanlar kuyruğa girer. Yıllardır imalatını aynı kalite ve titizlikte babadan, toruna yürütmektedir.

Bütün bu saydıklarıma rağmen, Çorumdan Ankara’ya baklava getirdiğimde, baklavamızı ikram ettiğimiz dostlarımız, bizim baklavamızı çok beğeniyorlar. Beyaz olmasına rağmen güzel pişmesi, yerken ağızda dağılması çok beğeniliyor. Çorumdan baklava getirmemizi sipariş ediyorlar.

Şu an Çorum baklavasının Çorumdaki durumu nedir?
Çorum düğünlerinde Çorum beşlisinin içinde Çorum Baklavası var mı? Öğrendiğime göre maalesef yoktur. Otellerde verilen düğün yemeklerinde, Çorum’a ait olmayan baklava ikram edilmektedir. Çorumun şimdi baklavası, yarın su böreği daha sonrada yayla çorbası düğün sofrasından kalkacak, bunların yerini başka yemekler alacak. Kendimize ait olan değerlerden, güzelliklerden vazgeçersek; sonra kaybedecek bir şeyimiz kalmayacaktır.

Genç nesil kışın yapılan tel tel kadayıfı biliyor mu? Tabii ki bilmiyor.
Çorumda başka illerin baklavası, kadayıfı satılıyor. Kendi ilimizde bari kendi değerlerimize, sahip çıkmamız gerekir diye düşünüyorum.

Çorum leblebisi hakkında “Milli Eğitim Bakanlığındaki” yaptığım görüşmenin sonucunu Mustafa Bey sizlere yazısında aktardı.

Bir ay önce geldiğimde ünlü leblebicimizden leblebimi alarak, Ankara’ya döndüm. Leblebi yine tek elek değildi. Birkaç boyutta nohuttan yapılmıştı. İçinde yine kör leblebiler var. Onları ağızda ezebilmek için mengene gerekiyor.
Aynı leblebiciden bir zamanlar aldığımız fındık büyüklüğündeki karanfil kokulu leblebileri bulamaz olduk artık.

Arzumuz daha iyi bir Çorum. Çevresinde “marka olmuş ürünleri ile anılan” bir Çorum’a kavuşmaktır. Bunun içinde önce kendi “unutulan güzelliklerimize” sahip çıkmamız gerekiyor.

Mustafa Yolcu