25 Haziran 2013 Salı

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 2 KIRK GAZİLER


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI - 2 

KIRK GAZİLER 

GARAF SAVAŞLARI- Birinci Dünya savaşı sırasında, Irak cephesinde Kutülamare" çevresinde Türkler ile ingilizler arasında yapılan dört savaşa verilen ad (25 ocak 1915 -3 şubat 1917)” 

16 Nisan 1332 de Kutülamare düşmüş, Irak cephesinde yepyeni bir vaziyet meydana gelmişti.  Dicle sol sahili Felâhiye’ye kadar elimizde, sağ sahilde yalnız İmamı Muhammet ve Garaf mıntıkalarıyla daha gerilerde birkaç köprübaşı, kıtalarımız tarafından tutulmuştu. 

Felâhiye de takviye edilmiş bir tümenimiz, Felâhiye ile Kutülamare arasında sahil kısmında bir tümene yakın kuvvetimizle Kutülamare Kuzey-batısında bir alaya yakın kuvvetimiz ihtiyatta bulunuyordu.  

Irak illerinin bu kahraman müdafileri, düşmanın öldürücü ateşi ve tabiatın amansız kırbacı altında; mevcudunun çoğunu kaybetmiş ve mesafelerinin uzaklığı dolayısıyla, ana vatandan ancak zayıf kuvvetlerle takviye edilebilmişlerdi. Buna rağmen askeri ve subayı her birisi birer harika olan bu kahramanlar, bir dakika olsun düşmanın ezici üstünlüğü karşısında irkilmemişlerdi. Düşman yalnız bu kuvvetlerimiz karşısında, dört piyade tümeni ile bir süvari tümeni bir çok müstakil tugaylar, topçu kuvveti, hava kuvveti ve nehir filosu bulunuyordu. 

Düşman netice almak için, devamlı saldırı istikametini değiştiriyordu. Bir gün Felahiye ye saldırıya geçiyor, yüzlerce topun desteklediği onbinlerce insanın korkunç akışı, yalın kat siperler ve diz boyunda çamur içinde savaşan Mehmetlerin imanlı göğüslerine çarpıyor, duruyor ve kırılıyordu. 

Garafa taarruz ediyor, İmamı Muhammed e saldırıyor, fakat her yerde her zaman aynı ruh, aynı kudret ve aynı imanla karşılaşıyordu. Ne Irak’ın kızgın güneşi, ne Dicle’nin taşan suları, ne gecelerce süren uykusuzluğun yorgunluğu, savaşan Mehmetlerin gücünü eksiltmiyordu. 

Ölmek için karar vermiş bu kahramanlar kitlesine, ölümü göze almadan saldırmak elbette mümkün değildi. 

Düşman Felahiye ye karşı yaptığı taarruzlarda ağzının tadını aldığı için, artık kesin neticeyi orada değil, Garaf mıntıkasında arıyordu. 1 /2. Kasım / 1916 dan itibaren Garaf mıntıkasında ciddi muharebeler başladı. 

Düşman Garaf’a karşı yaptığı taarruzları örtmek için, İmamı Muhammet’e karşı gösteriş saldırıları yapıyordu. Zayıf bir alayımız tarafından tutulan İmamı Muhammet mevzi’i Kutülamare şimalinde ve Dicle’nin sağ sahilinde, Garaf la nehir boyunca irtibatı olan köprübaşı mevzii idi. Bu mevziinin önemi dolayısıyla buraya gösteriş saldırıları yapan düşman, cephesinin tehditkar durumu sebebiyle imamı Muhammed’e karşı da ciddi hareketler yapmaya mecbur oldu. 

Bu ciddi saldırılar 4 / 2. Kasım / 1916 da başlamış ve 4, 11, 18, 22 kasım  tarihinde meydana gelen her defasında birer tugay ile icra edilen çeşitli saldırılar, azimkar subaylarımızla, kahraman Mehmetlerimizin azim ve sebatı karşısında buz kütlesi gibi erimişti.  

Düşman 27/2. Kasım / 1916 da bu cepheyi muhakkak almak gayesi ile 48 saatlik cehennemi bir topçu hazırlığından sonra, tekrar saldırıya geçti. Yüzlerce topun engin gümbürtüleri, tüfek ve makineli tüfek ateşleri altında Türk siperlerinde barınmak mümkün değildi. Buna rağmen toprağa gömülen Mehmetler yılmıyor, yıkılan siperler yeniden yapılıyor, zayiat telafi edilmemesine rağmen, Mehmet içinde saklı bulunan enerjisini derece derece yükseltiyor ve eksilen Mehmet’in yerini engin ruhlu bir Mehmet alıyordu. Düşman ateşten bir silindir arkasında siperlerimize kadar sokulmaya, bir kısım kuvveti ile girmeye muvaffak oldu. Fakat öldürücü ateşlerin kalktığı bu anda, yağız çehresiyle yalnız süngüsüne iman etmiş kahraman Mehmetlerin, en cesur insanların bile yüreğini titretecek kadar korkunç saldırışları önünde düşman geriye atıldı. 

Düşman devamlı takviye alıyor, her defasında daha büyük kuvvetle saldırıyordu. Burada tarihin kaydetmediği kanlı bir boğuşma başladı. Türk birlikleri takviye alamıyordu. Gerisindeki derme çatma bir geçitte, düşman topçu ateşi altında idi.  Düşman günlerce süren bombardımandan sonra, ellerini kollarını sallayarak gireceklerini sandıkları siperlerimizin içinde, toza ve toprağa boğulmuş Mehmetçikleri görünce hayret ve korkularından ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. 

Alay, mevcudunun 2/3 kaybettiği halde geriden emir verilmedikçe bir adım geri adım atmadı ve bir adım attırmadı. Buna karşı düşmana mevcudunun iki misli zayiat verdirdi. Her biri birer harika olan Mehmetler, bu muharebelerde tarihinin kaydetmediği engin kahramanlıkları ile vatanseverlik ve alicenaplıkları ile Türk ruhunun ne demek olduğunu cihana ispat ettiler.   

Müslim onbaşı bölük komutanına-“ komutanım ölürsem ne olur, devlet millet yaşasın. Siz başımızda bulunun, sizin gölgeniz bize yeter.” diyordu. 

Kara Mehmet öğüt veriyor- “ Onun topu çoksa, bizim haklı davamız, allahımız var.” diyor. Bu kahraman Türk yavruları, muharebenin en feci ve en şiddetli devrelerinde İmamı Muhammet’te sağa koşuyorlar, sola koşuyorlar ve erata ( Merak etmeyin arkadaşlar. Düşmanımız korkaktır.) diyerek moral veriyordu. 

Bu iki yiğit siperlerimize atlamak isteyen beş düşman erini tepeledikten sonra, ellerindeki bombaları bıraktırarak tekrar düşmana karşı kullanan, yaralandıkları halde şehit oluncaya kadar savaşmak isteyen ve savaş alanından çekilmediler. Türklüğün cesaret timsalleri olan, bu şerefli Türk yavrularının kahramanlıkları, bizlere ve bu vatanın evlatlarına bıraktıkları en etkili ve ölmez birer hatıradır. 

İmamı Muhammet’te, düşman toplarının Sema’ya kadar yükselttiği rengarenk ve devasa ateş sütunlarının vücuda getirdiği müthiş tahribat sonucu siperlerimiz tamamen yıkılmış ve Mehmetçiklerimizin çoğu enkaz altında kalmıştı. Bu zamanda, insan asabının ve ruhunun dayanamayacağı sanılan bu tufanda, Türk subayı büyük vatanper merhum Kemalin “ Felek her türlü esvabı cefasın toplasın gelsin; dönersem kahpeyim millet yoluna hizmetten.”   Mısrasını söylüyor ve tek başına kaldığı siperinde perişan, bölüğünün 3 /4 kaybetmiş, bir avuç eratı ile son kurşununa, son bombasına, süngüsüne, dibçiğe varıncaya kadar boğuşuyor, kahramanca müdafaa ettiği ve mübarek kanı ile suladığı toprağa düşüyordu. Emirsiz terk etmeyeceklerine yemin ettikleri bu mevziide, etten bir kale vücuda getiriyorlardı.

142. Alayımızın İmamı Muhammet müdafaası, emsaline dünyada ancak Türk tarihinde tesadüf edilecek bir harikadır. Vazifesini şan ve şerefle yapan bu alay, büyük zayiata uğradığından 28/29 ikinci Kasım gecesi geri alındı ve yerine 43. Alayın 2. Taburu ile Garaf kahramanı 3. Alayın birinci bölüğü geçirildi. 29. Günü düşmanın Lahor tümeninden iki tugay bir taburluk kuvvetimize tekrar saldırıya başladı. Burada o kadar zayiat veriliyordu ki, esasen bütün Irak’ı müdafaaya tahsis edilen kuvvetlerin azlığı yanında, fazla zayiat ve bunun doldurulmaması, sonraki hareketimize tesir edebilirdi. Bu sebeplerden dolayı, burada 43. Alaydan birinci bölük bırakıldı ve diğer kuvvetlerimiz geri çekildi. 

Bu bölükte mevzii, üç gün kahramanca müdafaa etti. Koca bir taburun cephesini, aynı kuvvetle saldıran düşmana karşı, kuvvet farkını düşünmeden silah ve malzeme üstünlüğüne aldırış etmeden, durmadan azalan mevcuduna rağmen cephede tutundu ve düşmanı bir adım attırmadı. Ne yazık ki bu bölükte eriyordu. İnsan takatinin üstünde bir direnişle, kırk kişi kalıncaya kadar savaştılar. Genel durum icabı, bu cephenin tutulmasına gerek kalmadığından, emirle İmamı Muhammet mevziini terk ettiler. İşte bunu içindir ki buraya kırk kahraman adına izafeten orduca Kırk Gaziler ismi verildi.  

Akşam olmuştu. Güneş, etrafını çevreleyen bulutlar arasından sıyrılarak, bütün ışığını İmamı Muhammet’te yatan aziz Türk şehitleri üstünde topluyor, Dicle sabahtan beri kahramanlıklarına şahit olduğu Kırk Gaziden ürkmüş gibi yatağına çekilmiş sessiz ve sakin akıyordu. Düşman koca bir tümenle kırk kişiye galebe çalmış olmaktan dolayı haz içinde şenlikler yaparken, beriki sahilde mağrur ve vakur dolaşan Türk nöbetçilerinden başka kimse görünmüyordu. 

“Zaferi Mehmetler kazanmış, şenliğini düşman yapıyordu.”

           

 

    

 

24 Haziran 2013 Pazartesi

YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8


YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8 

ÇAĞIL
 
Uzaktan gelirken görünce, önce ot yükü ile bahçeden evine dönen biri sandım. Değildi. Eşeğin ipinden tutan adam bağırıyordu:

-      Çağıl, çağıll, çağıılll.

Eşeğin yalnız kulakları görünüyordu. Üstü yabani hanımeli çiçekleri, yapraklar, dallarla süslenmişti. Bu çiçek, yaprak yığını arasından iki meşe fıçı zor seçiliyordu. Demek adam su satıyordu. 

Çağıl, kasabanın bir su kaynağının adıydı, sonradan öğrendim. Buz gibi suyu varmış. Biraz sertmiş. Ama suyun soğukluğuna diyecek yokmuş! Havanın ısınmaya başladığı, haziran ayının ilk günlerinden itibaren, bütün yaz çağıl suyu böyle satılırmış. Fıçıların iki yanında iki musluk, adamın elinde eski bir maşrapa, durmadan bağırıyor. Çağıl, çağııl, çağıılll. 

Köylüler, kasabalılar, çoluk çocuk, hemen yanaşıyorlar. Adam bir maşrapa dolduruyor. Maşrapayı eline alan önce başını tutuyor, sonra maşrapayı kafasına dikiyor. Ağzının iki kenarından suları bağrına akıta akıta içiyor. Maşrapadan suyun arttığı hiç olmuyor. Sonra maşrapayı su satana uzatıyor. 

Sucu maşrapayı çalkalamadan ikinciyi, üçüncüyü dolduruyor. Havanın pek sıcak olmamasına rağmen, çağıl suyu içenler o kadar çok ki. Sucunun hiç boş durduğu yok. Maşrapa bir doluyor, bir boşalıyor. İçenler önce bir oh çekiyorlar, sonra şükür’ü unutmuyorlar.

-      Nasıl lan?

-      Buz gibi.

Sucu hemen yapıştırıyor.

-      Buz gibi, buz, çağıl, çağııll.

-      Ve bide bana.

-      İç gardaşım iç. Çağıl bu çağııll.

Ve böylece taslar, dolup boşanıyor. Eşek ayak değiştirip, sinekleri kovalıyor. Fıçıların üzerinden taze bahar kokuları etrafa yayılıyor. Fıçılar öylesine süslü ki, çağıl suyunu içmeden geçmeye imkan yok.. Nitekim bir delikanlı daha yaklaştı:

-      Ve bi tas, dedi. Arkadaşı sırtını dürttü.

-      Bayakdan inek gibi su içdin lan. Kurbamısın sen? Dedi.

Diğeri aldırmadan tası başına kaldırdı. Açık yakasından akıta akıta suyunu içti. Sonra arkadaşına döndü:

-      Söz temsili, bi odada oturuyok. İçeri paşa girdi, yer yok denümü? Demezsin elbet. Buyur edersin, baş köşüye otudursun deelmi? Çağıl suyu sularun paşasudur. Misal dedi. Kol kola girip gittiler.

Sonraki günlerde sucular iki, üç, dört oldular. Kır çiçekleri ile süslü eşekleri ile sabahtan akşama kadar, Pazar yerinde yaz boyunca su sattılar. 

YİVLİK     

Kasabanın, yamaçlarına yaslandığı yüksek bir tepesi var. Adı yivlik. Bu gökleri tırmalayan kayalık, kasabanın sembolü gibidir. Yarı beline kadar toprakları öyle verimli ki, bağlık, bahçeliktir. Bağ- bahçenin bittiği yerde de kayalar başlıyor. Bundan sonrası dik ve çıkılmaz bir duvardır.  Şaha kalmış bir yağız at gibi. Truva atından daha gösterişli. Atın yeleleri göğün bulutlarına değiyor. Bu kayaların dibinden, bağ- bahçelerin üstünden, yivlik suyu fışkırmış. Serin, tatlı, gözyaşı gibi dumduru bir su.  

Kasabanın bu yakasındaki mahallenin her dar sokağı, sizi sonunda yivliğin yamaçlarına çıkarır. Evler bitince, dolana dolana bir keçi yolu, bağlar bahçeler arasından geçerek kayalığa varır. Bahar gelince, yamaçlarda yabani bademler çiçek açar. Ardından bağlar yeşerir. Cevizler yeşillerini giyer. Erik ve elmalar da çiçek açtı mı bir renk cümbüşüdür başlar.   Kayalara kadar olan bu yamaç birden meram olur.  

Bahar aylarında kasabanın her yönü, yurdun hiçbir köşesinde göremeyeceğiniz ayrı bir görünüş kazanır. Hele yivliğe dolana, dolana çıktıkça, altınızda her an değişen, güzelleşen bir yeşil senfonisi ile karşılaşırsınız. Tepeleri mor kayaların süslediği iki sıra dağın, dar vadisi inanılmaz bir yeşil denizidir.

Yeşilin her tonunu, açığını, koyusunu, tatlısını acısını bulursunuz. Ceviz yeşili, badem ağaçlarının açık yeşili, kavaklar, söğütler, bağlar, yer yer arpa tarlaları… Hepsi ayaklarınızın altındadır. Yeşiller, yeşiller, yeşiller… Başınızı yukarı kaldırınca koyu morların kayalıklarda kavgasını görürsünüz. Daha yukarda, morları süsleyen bulutlar, abanı abanıverir kayalıklara. Siz yerde olduğunuz halde, bir uçağın içindeymiş gibi kasabanın üzerinde dolaşırsınız.  

Taa… Aşağılarda kasaba, yığın yığın evleriyle ayaklarınızın altında küçülür kalır. İp gibi uzayıp giden sokaklar görürsünüz. Meydanlarda yumak olan sokaklar. Elinizi uzatsanız, bir evin damını alıp açacakmışsınız gibi gelir içinize. Sanki küçük oyuncak evlerdir bunlar. Sokakları karınca gibi kaynaşan insanlar doldurur. Meydanlarda kamyonlar durur. İnsanlar, arabalar gider gelir. Evlerin arasından minareler ve kavaklar yükselir. Uludere ( meydan çayı), dolana dolana kasabayı ikiye böler. Derede oynayan çocuklar, yanınızdaymış gibidir. Karınızı bahçede çamaşır asarken tanırsınız. Her şey, bir sihirbazın aynasındaymış gibi görünür. Küçücük.
 
Fakat sesler… Sesler aksine, büyür yivlikte.  Bir radyonun fazla açılan hoparlörü gibi, oturduğunuz ağacın altından kasabanın seslerini daha büyümüş olarak duyarsınız. Pazar yerinde seslenenleri yanınızdaymış gibi sanırsınız.  

Birden gözleriniz uzaklardaki bozkırı görür. Ağaçsız, otsuz, insansız bozkır uzanır uzaklarda. Sıradağların bittiği yerde, dolana dolana Kızılırmak akar. Bulanık sularda gün ışığı yansır. Toz bulutları yükselir kenarında. Yivliğin yamaçlarından bunları da görürsünüz.  

Radyo susar, Yakın nahiye ye müşteri arayan kamyonun şoförü bağırır Bayat, Bayat.  Bozkırın çoraklığından, kendinizi bu sesle kurtarırsınız.  Ayaklarınızın altında uzanan yeşile dönersiniz. Sonra bakırcılar çarşısının çekiç sesini duyarsınız. Şimdiye kadar bu sesleri neden duymadığınıza şaşarsınız. İçinizde deniz canlanır. Doklardan gelen çekiç seslerine benzetirsiniz bunları. Yosun kokusu sarar içinizi. Ayaklarınızın altındaki deniz, burada yeşildir.  

Yivlik suyunun çıktığı yerde eskiden büyük bir pınar varmış. Yivlik suyu bir zamanlar; tamamen bu bağ ve bahçelere akarmış. Sonra suyu kasabaya almışlar. Bağlara hiç bırakmamışlar. Pınarın eski olukları, su yalakları duruyor. Pınar kurumuş, oluklar suya hasret. Bağ- bahçe su bekler olmuş.  Pınarın gürlediği altın çağda, kasaba kadınları buraya gelir, çamaşır yıkarlarmış. Her biri birkaç metre karelik çamaşır taşları artık yosun tutmuş. Bir zamanlar genç kız elleri gören yerlerde, şimdi böcekler dolaşıyor. Örümcekler ağ tutuyor. Kazanların kurulduğu ocaklar, tütmüyor artık. Güzel bir gelenek unutulup, yitip yok olmuş. Al, yeşil, beyaz çamaşırların rüzgârda savrulduğu, genç kızların türküler okuduğu bu güzel yamaç, şimdi kimsesiz, susuz, bomboş. Dağlara hüzün çökmüş. 

Koyu gölgeli ceviz ağaçlarının altında dinlenen kadın kümeleri yok artık. Yivliğin bir zamanlar kalabalık bu semti şimdi sesten, sazdan, sözden öksüz kalmış. Buralarda buğday kazanları kaynamıyor, helvalar yapılmıyor, sofra kurulmuyor gayrı. Boz kanatlı üveyikler bile eğleşmez olmuş. Karaçalılarda saksağanlar tünüyor. Nemli serin rüzgâr boşuna esiyor. Yivlik kasabalıları boşuna bekliyor.  

Yazık olmuş yivliğe. Tatlı serin suyu küçük bir pınardan akmalıydı. Yivlikten kasabaya türküler gelmeliydi. Ocaklar tütmeli, kazanlar kaynamalıydı.  

KEÇİ VE ELBİSE  

Bir memur arkadaş kasapla konuşuyor, hayat pahalılığından dert yanıyordu. Kasap’a şöyle bir hesap verdi.

-      Ben dedi, 15 yıllık memurum. İlk tayin edildiğim zaman elime 53 lira para

geçerdi.  53 lira ile 8 altın almak mümkündü. Aradan bu kadar zaman geçti. Terfi ettim, yüksek tahsil yaptım. Mesleğimde ilerledim. Şimdi elime 294 lira geçiyor. Bu para ile altı altın alabiliyorum. Demek ki ben gerilemişim. 

Kasap, bu cevap karşısında güldü. – Ben dedi: 15 sene evvel bu kasabaya en iyi cinsten 9 keçi getirmiş, tanesine üç liradan zorla alıcı bulmuş, sonra da bu 9 keçinin parası ile kendime güzel bir elbise yaptırıp köye dönmüştüm. Şimdi köyden iki kel keçi getiriyorum, 150 liraya elimden kapıyorlar. Yine 150 liraya aynı elbiseyi yaptırıyorum. Eskiden 9 keçiyle giydiğim elbiseyi, şimdi iki keçi ile giyiyorum.