YIL 1956- BİR
KASABADAN NOTLAR- 8
ÇAĞIL
-
Çağıl,
çağıll, çağıılll.
Eşeğin
yalnız kulakları görünüyordu. Üstü yabani hanımeli çiçekleri, yapraklar,
dallarla süslenmişti. Bu çiçek, yaprak yığını arasından iki meşe fıçı zor
seçiliyordu. Demek adam su satıyordu.
Çağıl,
kasabanın bir su kaynağının adıydı, sonradan öğrendim. Buz gibi suyu varmış.
Biraz sertmiş. Ama suyun soğukluğuna diyecek yokmuş! Havanın ısınmaya
başladığı, haziran ayının ilk günlerinden itibaren, bütün yaz çağıl suyu böyle
satılırmış. Fıçıların iki yanında iki musluk, adamın elinde eski bir maşrapa,
durmadan bağırıyor. Çağıl, çağııl, çağıılll.
Köylüler,
kasabalılar, çoluk çocuk, hemen yanaşıyorlar. Adam bir maşrapa dolduruyor.
Maşrapayı eline alan önce başını tutuyor, sonra maşrapayı kafasına dikiyor.
Ağzının iki kenarından suları bağrına akıta akıta içiyor. Maşrapadan suyun
arttığı hiç olmuyor. Sonra maşrapayı su satana uzatıyor.
Sucu
maşrapayı çalkalamadan ikinciyi, üçüncüyü dolduruyor. Havanın pek sıcak
olmamasına rağmen, çağıl suyu içenler o kadar çok ki. Sucunun hiç boş durduğu
yok. Maşrapa bir doluyor, bir boşalıyor. İçenler önce bir oh çekiyorlar, sonra
şükür’ü unutmuyorlar.
-
Nasıl
lan?
-
Buz
gibi.
Sucu
hemen yapıştırıyor.
-
Buz
gibi, buz, çağıl, çağııll.
-
Ve
bide bana.
-
İç
gardaşım iç. Çağıl bu çağııll.
Ve
böylece taslar, dolup boşanıyor. Eşek ayak değiştirip, sinekleri kovalıyor. Fıçıların
üzerinden taze bahar kokuları etrafa yayılıyor. Fıçılar öylesine süslü ki,
çağıl suyunu içmeden geçmeye imkan yok.. Nitekim bir delikanlı daha yaklaştı:
-
Ve
bi tas, dedi. Arkadaşı sırtını dürttü.
-
Bayakdan
inek gibi su içdin lan. Kurbamısın sen? Dedi.
Diğeri
aldırmadan tası başına kaldırdı. Açık yakasından akıta akıta suyunu içti. Sonra
arkadaşına döndü:
-
Söz
temsili, bi odada oturuyok. İçeri paşa girdi, yer yok denümü? Demezsin elbet.
Buyur edersin, baş köşüye otudursun deelmi? Çağıl suyu sularun paşasudur. Misal
dedi. Kol kola girip gittiler.
Sonraki
günlerde sucular iki, üç, dört oldular. Kır çiçekleri ile süslü eşekleri ile
sabahtan akşama kadar, Pazar yerinde yaz boyunca su sattılar.
YİVLİK
Kasabanın,
yamaçlarına yaslandığı yüksek bir tepesi var. Adı yivlik. Bu gökleri tırmalayan
kayalık, kasabanın sembolü gibidir. Yarı beline kadar toprakları öyle verimli
ki, bağlık, bahçeliktir. Bağ- bahçenin bittiği yerde de kayalar başlıyor.
Bundan sonrası dik ve çıkılmaz bir duvardır.
Şaha kalmış bir yağız at gibi. Truva atından daha gösterişli. Atın
yeleleri göğün bulutlarına değiyor. Bu kayaların dibinden, bağ- bahçelerin
üstünden, yivlik suyu fışkırmış. Serin, tatlı, gözyaşı gibi dumduru bir su.
Kasabanın
bu yakasındaki mahallenin her dar sokağı, sizi sonunda yivliğin yamaçlarına
çıkarır. Evler bitince, dolana dolana bir keçi yolu, bağlar bahçeler arasından
geçerek kayalığa varır. Bahar gelince, yamaçlarda yabani bademler çiçek açar.
Ardından bağlar yeşerir. Cevizler yeşillerini giyer. Erik ve elmalar da çiçek
açtı mı bir renk cümbüşüdür başlar.
Kayalara kadar olan bu yamaç birden meram olur.
Bahar
aylarında kasabanın her yönü, yurdun hiçbir köşesinde göremeyeceğiniz ayrı bir
görünüş kazanır. Hele yivliğe dolana, dolana çıktıkça, altınızda her an
değişen, güzelleşen bir yeşil senfonisi ile karşılaşırsınız. Tepeleri mor
kayaların süslediği iki sıra dağın, dar vadisi inanılmaz bir yeşil denizidir.
Yeşilin
her tonunu, açığını, koyusunu, tatlısını acısını bulursunuz. Ceviz yeşili,
badem ağaçlarının açık yeşili, kavaklar, söğütler, bağlar, yer yer arpa
tarlaları… Hepsi ayaklarınızın altındadır. Yeşiller, yeşiller, yeşiller…
Başınızı yukarı kaldırınca koyu morların kayalıklarda kavgasını görürsünüz.
Daha yukarda, morları süsleyen bulutlar, abanı abanıverir kayalıklara. Siz
yerde olduğunuz halde, bir uçağın içindeymiş gibi kasabanın üzerinde
dolaşırsınız.
Taa…
Aşağılarda kasaba, yığın yığın evleriyle ayaklarınızın altında küçülür kalır.
İp gibi uzayıp giden sokaklar görürsünüz. Meydanlarda yumak olan sokaklar.
Elinizi uzatsanız, bir evin damını alıp açacakmışsınız gibi gelir içinize. Sanki
küçük oyuncak evlerdir bunlar. Sokakları karınca gibi kaynaşan insanlar
doldurur. Meydanlarda kamyonlar durur. İnsanlar, arabalar gider gelir. Evlerin
arasından minareler ve kavaklar yükselir. Uludere ( meydan çayı), dolana dolana
kasabayı ikiye böler. Derede oynayan çocuklar, yanınızdaymış gibidir. Karınızı
bahçede çamaşır asarken tanırsınız. Her şey, bir sihirbazın aynasındaymış gibi
görünür. Küçücük.
Fakat
sesler… Sesler aksine, büyür yivlikte.
Bir radyonun fazla açılan hoparlörü gibi, oturduğunuz ağacın altından
kasabanın seslerini daha büyümüş olarak duyarsınız. Pazar yerinde seslenenleri
yanınızdaymış gibi sanırsınız.
Birden
gözleriniz uzaklardaki bozkırı görür. Ağaçsız, otsuz, insansız bozkır uzanır
uzaklarda. Sıradağların bittiği yerde, dolana dolana Kızılırmak akar. Bulanık
sularda gün ışığı yansır. Toz bulutları yükselir kenarında. Yivliğin
yamaçlarından bunları da görürsünüz.
Radyo
susar, Yakın nahiye ye müşteri arayan kamyonun şoförü bağırır Bayat,
Bayat. Bozkırın çoraklığından, kendinizi
bu sesle kurtarırsınız. Ayaklarınızın
altında uzanan yeşile dönersiniz. Sonra bakırcılar çarşısının çekiç sesini
duyarsınız. Şimdiye kadar bu sesleri neden duymadığınıza şaşarsınız. İçinizde
deniz canlanır. Doklardan gelen çekiç seslerine benzetirsiniz bunları. Yosun
kokusu sarar içinizi. Ayaklarınızın altındaki deniz, burada yeşildir.
Yivlik
suyunun çıktığı yerde eskiden büyük bir pınar varmış. Yivlik suyu bir zamanlar;
tamamen bu bağ ve bahçelere akarmış. Sonra suyu kasabaya almışlar. Bağlara hiç
bırakmamışlar. Pınarın eski olukları, su yalakları duruyor. Pınar kurumuş,
oluklar suya hasret. Bağ- bahçe su bekler olmuş. Pınarın gürlediği altın çağda, kasaba
kadınları buraya gelir, çamaşır yıkarlarmış. Her biri birkaç metre karelik
çamaşır taşları artık yosun tutmuş. Bir zamanlar genç kız elleri gören yerlerde,
şimdi böcekler dolaşıyor. Örümcekler ağ tutuyor. Kazanların kurulduğu ocaklar,
tütmüyor artık. Güzel bir gelenek unutulup, yitip yok olmuş. Al, yeşil, beyaz
çamaşırların rüzgârda savrulduğu, genç kızların türküler okuduğu bu güzel
yamaç, şimdi kimsesiz, susuz, bomboş. Dağlara hüzün çökmüş.
Koyu
gölgeli ceviz ağaçlarının altında dinlenen kadın kümeleri yok artık. Yivliğin
bir zamanlar kalabalık bu semti şimdi sesten, sazdan, sözden öksüz kalmış. Buralarda
buğday kazanları kaynamıyor, helvalar yapılmıyor, sofra kurulmuyor gayrı. Boz
kanatlı üveyikler bile eğleşmez olmuş. Karaçalılarda saksağanlar tünüyor. Nemli
serin rüzgâr boşuna esiyor. Yivlik kasabalıları boşuna bekliyor.
Yazık
olmuş yivliğe. Tatlı serin suyu küçük bir pınardan akmalıydı. Yivlikten
kasabaya türküler gelmeliydi. Ocaklar tütmeli, kazanlar kaynamalıydı.
KEÇİ VE ELBİSE
Bir
memur arkadaş kasapla konuşuyor, hayat pahalılığından dert yanıyordu. Kasap’a
şöyle bir hesap verdi.
- Ben dedi, 15 yıllık memurum. İlk
tayin edildiğim zaman elime 53 lira para
geçerdi.
53 lira ile 8 altın almak mümkündü.
Aradan bu kadar zaman geçti. Terfi ettim, yüksek tahsil yaptım. Mesleğimde
ilerledim. Şimdi elime 294 lira geçiyor. Bu para ile altı altın alabiliyorum.
Demek ki ben gerilemişim.
Kasap,
bu cevap karşısında güldü. – Ben dedi: 15 sene evvel bu kasabaya en iyi cinsten
9 keçi getirmiş, tanesine üç liradan zorla alıcı bulmuş, sonra da bu 9 keçinin
parası ile kendime güzel bir elbise yaptırıp köye dönmüştüm. Şimdi köyden iki
kel keçi getiriyorum, 150 liraya elimden kapıyorlar. Yine 150 liraya aynı
elbiseyi yaptırıyorum. Eskiden 9 keçiyle giydiğim elbiseyi, şimdi iki keçi ile
giyiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder