24 Haziran 2013 Pazartesi

YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8


YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8 

ÇAĞIL
 
Uzaktan gelirken görünce, önce ot yükü ile bahçeden evine dönen biri sandım. Değildi. Eşeğin ipinden tutan adam bağırıyordu:

-      Çağıl, çağıll, çağıılll.

Eşeğin yalnız kulakları görünüyordu. Üstü yabani hanımeli çiçekleri, yapraklar, dallarla süslenmişti. Bu çiçek, yaprak yığını arasından iki meşe fıçı zor seçiliyordu. Demek adam su satıyordu. 

Çağıl, kasabanın bir su kaynağının adıydı, sonradan öğrendim. Buz gibi suyu varmış. Biraz sertmiş. Ama suyun soğukluğuna diyecek yokmuş! Havanın ısınmaya başladığı, haziran ayının ilk günlerinden itibaren, bütün yaz çağıl suyu böyle satılırmış. Fıçıların iki yanında iki musluk, adamın elinde eski bir maşrapa, durmadan bağırıyor. Çağıl, çağııl, çağıılll. 

Köylüler, kasabalılar, çoluk çocuk, hemen yanaşıyorlar. Adam bir maşrapa dolduruyor. Maşrapayı eline alan önce başını tutuyor, sonra maşrapayı kafasına dikiyor. Ağzının iki kenarından suları bağrına akıta akıta içiyor. Maşrapadan suyun arttığı hiç olmuyor. Sonra maşrapayı su satana uzatıyor. 

Sucu maşrapayı çalkalamadan ikinciyi, üçüncüyü dolduruyor. Havanın pek sıcak olmamasına rağmen, çağıl suyu içenler o kadar çok ki. Sucunun hiç boş durduğu yok. Maşrapa bir doluyor, bir boşalıyor. İçenler önce bir oh çekiyorlar, sonra şükür’ü unutmuyorlar.

-      Nasıl lan?

-      Buz gibi.

Sucu hemen yapıştırıyor.

-      Buz gibi, buz, çağıl, çağııll.

-      Ve bide bana.

-      İç gardaşım iç. Çağıl bu çağııll.

Ve böylece taslar, dolup boşanıyor. Eşek ayak değiştirip, sinekleri kovalıyor. Fıçıların üzerinden taze bahar kokuları etrafa yayılıyor. Fıçılar öylesine süslü ki, çağıl suyunu içmeden geçmeye imkan yok.. Nitekim bir delikanlı daha yaklaştı:

-      Ve bi tas, dedi. Arkadaşı sırtını dürttü.

-      Bayakdan inek gibi su içdin lan. Kurbamısın sen? Dedi.

Diğeri aldırmadan tası başına kaldırdı. Açık yakasından akıta akıta suyunu içti. Sonra arkadaşına döndü:

-      Söz temsili, bi odada oturuyok. İçeri paşa girdi, yer yok denümü? Demezsin elbet. Buyur edersin, baş köşüye otudursun deelmi? Çağıl suyu sularun paşasudur. Misal dedi. Kol kola girip gittiler.

Sonraki günlerde sucular iki, üç, dört oldular. Kır çiçekleri ile süslü eşekleri ile sabahtan akşama kadar, Pazar yerinde yaz boyunca su sattılar. 

YİVLİK     

Kasabanın, yamaçlarına yaslandığı yüksek bir tepesi var. Adı yivlik. Bu gökleri tırmalayan kayalık, kasabanın sembolü gibidir. Yarı beline kadar toprakları öyle verimli ki, bağlık, bahçeliktir. Bağ- bahçenin bittiği yerde de kayalar başlıyor. Bundan sonrası dik ve çıkılmaz bir duvardır.  Şaha kalmış bir yağız at gibi. Truva atından daha gösterişli. Atın yeleleri göğün bulutlarına değiyor. Bu kayaların dibinden, bağ- bahçelerin üstünden, yivlik suyu fışkırmış. Serin, tatlı, gözyaşı gibi dumduru bir su.  

Kasabanın bu yakasındaki mahallenin her dar sokağı, sizi sonunda yivliğin yamaçlarına çıkarır. Evler bitince, dolana dolana bir keçi yolu, bağlar bahçeler arasından geçerek kayalığa varır. Bahar gelince, yamaçlarda yabani bademler çiçek açar. Ardından bağlar yeşerir. Cevizler yeşillerini giyer. Erik ve elmalar da çiçek açtı mı bir renk cümbüşüdür başlar.   Kayalara kadar olan bu yamaç birden meram olur.  

Bahar aylarında kasabanın her yönü, yurdun hiçbir köşesinde göremeyeceğiniz ayrı bir görünüş kazanır. Hele yivliğe dolana, dolana çıktıkça, altınızda her an değişen, güzelleşen bir yeşil senfonisi ile karşılaşırsınız. Tepeleri mor kayaların süslediği iki sıra dağın, dar vadisi inanılmaz bir yeşil denizidir.

Yeşilin her tonunu, açığını, koyusunu, tatlısını acısını bulursunuz. Ceviz yeşili, badem ağaçlarının açık yeşili, kavaklar, söğütler, bağlar, yer yer arpa tarlaları… Hepsi ayaklarınızın altındadır. Yeşiller, yeşiller, yeşiller… Başınızı yukarı kaldırınca koyu morların kayalıklarda kavgasını görürsünüz. Daha yukarda, morları süsleyen bulutlar, abanı abanıverir kayalıklara. Siz yerde olduğunuz halde, bir uçağın içindeymiş gibi kasabanın üzerinde dolaşırsınız.  

Taa… Aşağılarda kasaba, yığın yığın evleriyle ayaklarınızın altında küçülür kalır. İp gibi uzayıp giden sokaklar görürsünüz. Meydanlarda yumak olan sokaklar. Elinizi uzatsanız, bir evin damını alıp açacakmışsınız gibi gelir içinize. Sanki küçük oyuncak evlerdir bunlar. Sokakları karınca gibi kaynaşan insanlar doldurur. Meydanlarda kamyonlar durur. İnsanlar, arabalar gider gelir. Evlerin arasından minareler ve kavaklar yükselir. Uludere ( meydan çayı), dolana dolana kasabayı ikiye böler. Derede oynayan çocuklar, yanınızdaymış gibidir. Karınızı bahçede çamaşır asarken tanırsınız. Her şey, bir sihirbazın aynasındaymış gibi görünür. Küçücük.
 
Fakat sesler… Sesler aksine, büyür yivlikte.  Bir radyonun fazla açılan hoparlörü gibi, oturduğunuz ağacın altından kasabanın seslerini daha büyümüş olarak duyarsınız. Pazar yerinde seslenenleri yanınızdaymış gibi sanırsınız.  

Birden gözleriniz uzaklardaki bozkırı görür. Ağaçsız, otsuz, insansız bozkır uzanır uzaklarda. Sıradağların bittiği yerde, dolana dolana Kızılırmak akar. Bulanık sularda gün ışığı yansır. Toz bulutları yükselir kenarında. Yivliğin yamaçlarından bunları da görürsünüz.  

Radyo susar, Yakın nahiye ye müşteri arayan kamyonun şoförü bağırır Bayat, Bayat.  Bozkırın çoraklığından, kendinizi bu sesle kurtarırsınız.  Ayaklarınızın altında uzanan yeşile dönersiniz. Sonra bakırcılar çarşısının çekiç sesini duyarsınız. Şimdiye kadar bu sesleri neden duymadığınıza şaşarsınız. İçinizde deniz canlanır. Doklardan gelen çekiç seslerine benzetirsiniz bunları. Yosun kokusu sarar içinizi. Ayaklarınızın altındaki deniz, burada yeşildir.  

Yivlik suyunun çıktığı yerde eskiden büyük bir pınar varmış. Yivlik suyu bir zamanlar; tamamen bu bağ ve bahçelere akarmış. Sonra suyu kasabaya almışlar. Bağlara hiç bırakmamışlar. Pınarın eski olukları, su yalakları duruyor. Pınar kurumuş, oluklar suya hasret. Bağ- bahçe su bekler olmuş.  Pınarın gürlediği altın çağda, kasaba kadınları buraya gelir, çamaşır yıkarlarmış. Her biri birkaç metre karelik çamaşır taşları artık yosun tutmuş. Bir zamanlar genç kız elleri gören yerlerde, şimdi böcekler dolaşıyor. Örümcekler ağ tutuyor. Kazanların kurulduğu ocaklar, tütmüyor artık. Güzel bir gelenek unutulup, yitip yok olmuş. Al, yeşil, beyaz çamaşırların rüzgârda savrulduğu, genç kızların türküler okuduğu bu güzel yamaç, şimdi kimsesiz, susuz, bomboş. Dağlara hüzün çökmüş. 

Koyu gölgeli ceviz ağaçlarının altında dinlenen kadın kümeleri yok artık. Yivliğin bir zamanlar kalabalık bu semti şimdi sesten, sazdan, sözden öksüz kalmış. Buralarda buğday kazanları kaynamıyor, helvalar yapılmıyor, sofra kurulmuyor gayrı. Boz kanatlı üveyikler bile eğleşmez olmuş. Karaçalılarda saksağanlar tünüyor. Nemli serin rüzgâr boşuna esiyor. Yivlik kasabalıları boşuna bekliyor.  

Yazık olmuş yivliğe. Tatlı serin suyu küçük bir pınardan akmalıydı. Yivlikten kasabaya türküler gelmeliydi. Ocaklar tütmeli, kazanlar kaynamalıydı.  

KEÇİ VE ELBİSE  

Bir memur arkadaş kasapla konuşuyor, hayat pahalılığından dert yanıyordu. Kasap’a şöyle bir hesap verdi.

-      Ben dedi, 15 yıllık memurum. İlk tayin edildiğim zaman elime 53 lira para

geçerdi.  53 lira ile 8 altın almak mümkündü. Aradan bu kadar zaman geçti. Terfi ettim, yüksek tahsil yaptım. Mesleğimde ilerledim. Şimdi elime 294 lira geçiyor. Bu para ile altı altın alabiliyorum. Demek ki ben gerilemişim. 

Kasap, bu cevap karşısında güldü. – Ben dedi: 15 sene evvel bu kasabaya en iyi cinsten 9 keçi getirmiş, tanesine üç liradan zorla alıcı bulmuş, sonra da bu 9 keçinin parası ile kendime güzel bir elbise yaptırıp köye dönmüştüm. Şimdi köyden iki kel keçi getiriyorum, 150 liraya elimden kapıyorlar. Yine 150 liraya aynı elbiseyi yaptırıyorum. Eskiden 9 keçiyle giydiğim elbiseyi, şimdi iki keçi ile giyiyorum.  

           

Hiç yorum yok: