TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 17
AYŞE ANA
Havadis çok kötü idi. Deminden beri köyün içi mahşer
yerine dönmüştü. Herkes kaçıyordu. Çoluğunu, çocuğunu kapan, yatağı yorganını sırtına
alan kendini köyden dışarı atıyor, küçük ormanın yolunu tutuyordu.
Yarım saat evvel “ kocabaş” köyünden doludizgin gelen
bir atlı, heyecanla” Daha ne duruyorsunuz, düşman bizim köyün sırtını çoktan aştı,
bu tarafa geliyor.” Demiş ve sabahtan beri ordumuzun çekildiğini, düşmanın her
tarafı ateşe vererek ilerlediğini söylemiş ve geçip gitmişti. Bu habere pek
inanmak istemeyen köylüler sağa sola adam çıkarmışlar, hakikaten düşmanın
süvarilerinin iki saat önce Sarı höyükte göründüğünü bütün ova köylerinin ateş
içinde kaldığını, köylülere yapmadıklarını bırakmadıklarını yana yakıla anlatmışlardı.
Biraz sonra, aşağı yoldan Türk süvarilerinin Eskişehir’e
doğru koştuklarını gördükleri zaman; Bey pınar köyü halkı da artık kaçmaktan başka
çare kalmadığını anlamışlardı. Köyü en son terk eden iki ihtiyar, Ayşe ananın
yolun üst başındaki büyük ve eski evinin önüne geldikleri zaman durdular. Ayşe
anayı evinin samanlığının arkasında cephane sandıklarını saklamaya çalışırken
buldular ve:
- Haydi ana gidelim, köyde kimse kalmadı. Düşman nerede ise
gözükür, demişlerdi. O, hiç istifini
bozmayarak:
- Bunları saklamayınca nereye giderim ben, dedi. Köylüler onu işinden
vazgeçirip beraber götürmek için zorladılarsa da, o bir türlü buna razı olmamış:
- Bunca cephane düşman eline mi geçsin, yazıktır oğul…
Demiş ve bütün cephaneleri samanlığın arkasındaki
hendeğe doldurduğunu ve şimdi de üstünü çalı çırpıyla örtmeye çalıştığını
söylemişti. Ayşe ana kendisine yardım etmek isteyen köylülere:
- Siz varın gidin. Ele geçerseniz düşman sizi sağ
koymaz. Ben nede olsa kadınım, demiş ve atının ahırda hazır olduğunu, çok eğleşmeyin
arkadan yetişeceğini söylemişti. Ayşe ana Bilecik civarındaki Bey pınar köyünün
üst başında, yanında gümüş gibi parlak bir dere geçen, büyük ve eski bir evde
oturuyordu. Bu ev ona vaktiyle, köyün en zenginlerinden biri olan rahmetli babasından
kalmıştı. Genişlikten, büyüklükten, güzellikten yana onun eşi yoktu. Yol
üstünde olduğu için gelip geçen garipler, yolcular hep bu evde konaklarlar,
burada sığınacak bir yer bulurlardı. Ayşe ana bu evde tek başına oturuyordu.
Kocası, Balkan harbinde kaybolmuş, iki oğlundan büyüğü Birinci İnönü de şehit
düşmüş, küçüğü de ağır yaralanıp Eskişehir hastanesine yatmıştı. Şimdi Allahtan
başka kimsesi yoktu. Şimdi köyün bütün yaşlıları, delikanlıları, kızları… Hep
onun evlatları idi. Herkes Ayşe anayı öz anası gibi severlerdi. Başı sıkılan,
derdine çare arayan hep ona koşardı. Elli yaşlarında, uzun boylu, iri kemikli,
kuvvetli bir Türk anasıydı. Az söyler, çok gülmez, şakaya gelmez birisiydi. Düşman
Anadolu ya saldırıp ta Bursa’yı aldıklarını duyduğunda, o yaralı bir aslan gibi
köpürmüş, kendi oğulları başta olmak üzere bütün köyün delikanlılarını milli
kuvvetlere, çetelere yardıma göndermişti. Çok geçmeden kendisi de kocasından
kalan tüfeğini omzuna asıp, kağnı arabasını arkasına alarak orduya katılmıştı. O
zamandan beri durup dinlenmeden, yağmura kara bakmayarak, her sıkıntıya göğüs
gerip askerlere cephane, tel örgü, yiyecek taşıyor, sıkışınca harbe giriyor,
hülasa cephede ve gerilerde umulmadık hizmetler yapıyordu. Hatta hizmetlerine
karşılık harp madalyası bile almıştı. Son defa düşman Bileciği alıp da Eskişehir’e
doğru ilerle diği zaman, Ayşe anada beş fedakâr kadınla beraber, düşmanı karşılayan
askerlerimize cephane taşıyordu. Düşman bu defa İnönü cephesine kuvvetli gelmişti.
Çok kalabalıktı. Komutanlarımız düşmanla buralarda savaş etmektense, düşmanı
daha gerilere çekip Sakarya boylarında karşılamaya karar vermişlerdi. İşte
bunun için askerlerimiz geri çekiliyor, düşman da arkasından yakıp yıkarak
geliyordu.
Ayşe ana ve arkadaşları bu kara haberi işitince, hemen
geri dönüp arabaları Bey pınar köyünün üst başına çekmişlerdi. Bu sırada
köylüler de kaçışıp duruyorlardı. Arkadaşları da çıkıp gitmişlerdi. Şimdi şaşırıp
kalmıştı. Bu cephaneleri ne yapacaktı... Kime teslim edecekti. İleriye
götüremezdi. Cepheden çekilenler ordunun çoktan geri çekildiğini söylüyordu.
Köylüler kendini ormana atarken, oda beş araba dolusu cephane sandığını, kendi
evinin samanlığının yanındaki hendeğe doldurmuş, üstünü çalılarla örtmüştü.
Samanlıkta işini bitiren Ayşe ana eve girdi. Odanın
pencere kepenklerini kapadıktan sonra ufak yağ kandilini yaktı. Şimdi rahattı.
Uzun bir nefes aldı. Artık korkulacak bir şey kalmamıştı. İki rekât namaz kılacak,
sonra ala atına binip yola çıkacaktı. O namaz kılarken hava iyice kararmıştı.
Bey pınar köyü bir gecenin
karanlığına gömülürken, Ayşe ana birden uzaklardan kopan top seslerine benzeyen
gürültü ile sarsıldı. Kalbi şiddetle atmaya başladı. Kulak verdi: Gök
gürlüyordu. Kulakları yırtan bir çatırtıdan sonra, şiddetli bir yağmur başlamıştı.
Aman vermeyen rüzgâr ağaçları, dalları koparan bir fırtına halinde evi yerinden
oynatır gibi sarsıyordu. Ayşe ana namazını bitirmişti. Dua ediyordu. Dışarıda
ayak sesleri duyar gibi oldu. Yüzünü sıvazladı. Tüyleri ürpererek kalktı.
Pencereye koşup kulak verdi. Sesler gittikçe yaklaşıyor ve çoğalıyordu. Acaba
düşman mı? Diye düşündü. O, düşmanın bu kadar çabuk gelmesine ihtimal
vermiyordu. Fakat o esnada evin aralık duran kapısı şiddetle açılmıştı. Süngülü
iki düşman askeri içeriye girdi. Bunlardan biri kötü bir Türkçe ile:
- Hey kadın… Kim var evde?
Diyerek odaya daldı. İçerde kimse olmadığını anlayınca,
dışarı çıkıp kapının önünde duran subaylarına haber vermişti. Düşman burasını,
bu gece için tabur karargâhı yapmayı karar vermişti. Taburun bir bölüğü de geceyi
Bey pınar köyünde geçirecekti.
Bir dakika sonra askerler, parlak şeritli, sırmalı üç
subayın ıslak paltosunu çıkarmaya uğraşırken, süngülülerde kudurmuş canavar
gibi Ayşe ananın üzerine atılmışlar, dipçikle döverek dışarı çıkarıyorlardı.
Oracıkta işini bitireceklerdi.
O esnada subaylardan biri, ıstıraptan inleyen Ayşe
ananın bağırmasını duydu ve askerlere: “ Dokunmayın ona… Burada dursun; soracağım
şeyler var.” Askerler Ayşe anayı baygın bir halde oraya, sofanın bir köşesine bırakmışlardı.
Biraz sonra tabur komutanının portatif masasını kurduğu
büyük oda, gaz lambasının ışıkları ile aydınlandı. Ocağın içinde yanan çam
odunları, kısa alevlerle çatırtılar çıkararak yanıyor, odayı ılık bir sıcaklıkla
dolduruyordu. Ayşe anayı ite kaka içeri getirdiler. Tabur komutanının karşısına
bıraktılar. Komutan koca bıyıklı, gök gözlü, meymenetsiz bir adamdı. Ayşe anayı
yukarıdan aşağı şöyle bir süzerek alay eder gibi güldü. Ayşe ana yaralanmış dişi
kaplan gibi soluyordu. Başörtüsü yırtılmış, sacları yolunmuş, yüzü gözü kan
içinde kalmıştı. İhtiyar bir kadına karşı yapılan bu hareket en katı kalpli
insanları bile merhamete getirebilirdi. Fakat düşman subayının umurunda değildi.
Küfür eder gibi bir şeyler mırıldanıyor, yanında duran er tercümanlık yapıyordu.
- Doğru söyle, sonra karışmam… Köyde kimse kalmamış, sen niye
gitmedin?
- Burada ne yapıyordun?
- Hiç.
- Anlaşılan dayak yemeyince söylemeyeceksin.
Komutan hiddetle elini sağ tarafa uzattı. Orada ayakta
duran, asker elbiseli birini gösteriyordu.
- Bu adamı tanıdın mı?
Ayşe ana kafasını sağa çevirince dona kalmıştı. Ne
söyleyeceğini şaşırdı. O gösterdiği adam, kasabada her zaman alışveriş ettiği
Dimo çorbacı idi. Komutan ilave etti.
- Bu senin millicilere cephane taşıdığını görmüş, öylemi?
Ayşe ana susuyordu. Komutan cephaneleri nereden aldığını,
nereye götürdüklerini, ellerinde cephane olup olmadığını sormuş, fakat Ayşe
anadan:
- Bilmiyorum, hiçbir şeyden haberim yok, hayır.
Cevabından başka bir şey öğrenememişti. Herif fena
halde köpürmüştü. Elindeki kırbacı Ayşe ananın yüzüne şiddetle vurdu. Avaz avaz
bağırarak: “ Kadın doğru söyle, söylersen evini yaktırmam.” Diyordu.
Ayşe ananın artık şüphesi kalmamıştı. Etrafında
kendisine haydut gibi bakan bu gözü dönmüş herifler, kendisini öldürecekler,
evini de yakacaklardı. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar, bir şey söylemek
istemiyordu. Tek memlekete zarar gelmesinde, o ölüme razı idi.
Bu esnada aklına müthiş bir şey geldi. Birden gözleri
parladı. Elini kaldırarak kendisini süngülemeye götürenlere:
- Durun şimdi söyleyeceğim. Hakikaten Ayşe ana, cephane taşıdığını
itiraf
etmişti. Nereden nereye ne kadar götürdüğünü
söyledikten sonra dedi ki:
- Son taşıdığım cephane, mezarlığın alt tarafında toprağa
gömülüdür. Bu
çamurda karanlıkta yerini size gösteremem. Yarın sabah
gidersek bulup çıkarırız.
Sabaha karşı idi. El ayak çekilmiş, herkes mışıl mışıl
uyuyordu. Ayşe ana samanlığın kaplamasına dayandı. Kulak verdi. Nöbetçi dışarıda
dolaşıyordu. Ayağa kalktı. Samanlığın arkasından yavaşça üç tahta söktü.
Kaçacak kadar bir delik açılmıştı. Açılan delikten temiz bir toprak kokusuyla
karışık ıslak bir hava yüzüne çarptı. Uzun bir nefes aldı. Sonra akşam
kandilini yakarken cebine attığı kibrit kutusunu çıkardı.. Bir kibrit yaktı; elinde tuttuğu bir demet
otu tutuşturup samanların arasına bıraktı. Samanlar için için yanmaya başladı.
Samanlığın kapısını içeriden kilitledikten sonra, kendisini delikten dışarı attı.
Nöbetçi evin ön tarafına geçmişti. Köşede durdu, biraz bekledi. Nöbetçi bulunduğu
tarafa doğru gelirken, hemen dolaştı. Evin önüne gelince merdivenden tırmandı.
Cebindeki anahtarla sokak kapısını kilitledi. Artık canavarlar tuzağa düşmüştü.
Kimse kaçamazdı. Nöbetçi halen öbür tarafta idi. Aşağı indi. Ağaçların arasından
geçerek derenin kenarına vardı. Şimdi artık ormana doğru giden yoldan bütün
hızıyla koşuyordu.
Biraz sonra Ayşe ana ormana ulaştığı zaman durdu,
arkasına baktı. Bey pınar sırtlarından kızıl alevler yükseliyordu. Her tarafı
korkunç bir kızıllık kaplamıştı. Bombaların müthiş gürültüleri vadileri
inletiyor, askerlerin acı acı bağırışları duyuluyordu.
Kahraman ananın güzel evi, içindeki haydutlarla
beraber yanıp kül olurken, Ayşe ana bitkin vücudunu sürüyerek, orduya yetişmek
için ormanın karanlıklarına dalıp gitti. Ayşe ananın intikamı, yerini bulmuştu.
myolcu@ttmail.com