21 Şubat 2013 Perşembe

9. HAÇLI SEFERİ İLE KARŞI KARŞIYAYIZ


 

9. HAÇLI SEFERİ İLE KARŞI KARŞIYAYIZ 

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, akıl havsala almıyor. Bizim dediğimiz, bizden dediğimiz iktidar döneminde, 9. Haçlı seferi devam ediyor. 

Bu dönemde tarihimiz, milletimiz, bayrağımız, vatanımız yargılanmaktadır. Dün Sevr anlaşmasını bize imzalatmak isteyenler, bu gün bunun hükümlerini yerine getirmek çabası içindeler. Bölünme haritaları düzenleyip, basına servis ediyorlar. Dünün sol ve TKP’lileri bu gün, PKK- BDP ile kol kolalar. Adı malum köşe yazarları, bölücülerin destekçisi olmuşlar. Onları destekleyen, kollayan yazılar yazıyorlar.  

BDP önderliğinde sözde barış ( kışkırtma ) turu düzenleniyor. Bayram değil seyran değil, bunca olaylardan, PKK militanları ile dağda kucaklaşmadan sonra; bu barış turu neyin nesi? Her mezarlığında PKK’nın pusuya düşürüp öldürdüğü şehitlerin olduğu ülkemizde, milletin sabrını basiret inimi ölçüyorlar? Bunun altında ne yatıyor? 2012 yılında Karadeniz bölgesinde yakalanan PKK militanları vardı. Planladıkları Karadeniz hareketinin alt yapısını oluşturmak için mi bu geziyi düzenlediler? Ertuğrul Kürkçü 12 Mart döneminde, Niksar Kızıltepe’de yakalanmıştı. Sebahat Tuncel Çorumda yaptığı konuşmada-“ “Biz sadece Kürt halkının değil, Alevilerinde, Ermenilerin de hakkını savunuyoruz.” Diyerek,  Türklüğü hiç ağzına almamıştır.  

Sinop ve samsun da meydana gelen olaylardan sonra, televizyonlarda milletin tepkisini karalayan sözde aydın konuşmacılar, yaşanan olaylara -“ bu bir provokasyondur.” Damgasını vuruyorlar. Bu milleti sokağa döktüren de, BDP’lileri buraya gönderen de aynı güç.  Ajanda aynı yerin ajandası.

Aslında sadece yakasında TBMM rozeti taşıyan milletvekilleri değil, dileyen her kesin, ülkenin her köşesine güven içerisinde gidebilmesi gerekir. Gel görelim öyle kötü oyunlar oynadılar ki, Kürdü- Türk ü birbiri ile çatıştırmak için, karşı karşıya getirmek için, her şey i yaptılar.

 Onca devlet ihalesi yapılan Diyarbakır’da, Ankara’dan giden bir Türk’ün ihale alabildiğini duydunuz mu?  Şayet alırsa bu işi sağ salim bitirebileceğini, düşünebiliyor musunuz?

Ankara’da bir kamu kurumundan, Siirt’e görevli olarak gidiyorlar. Ekib’den birisi Kürtçe biliyor. Lokanta ya gidip yemek siparişimizi verdiklerinde, Kürtçe bilen garsona Kürtçe bir şeyler söylüyor. Garson siparişi alıp, yanlarından ayrılıyor. Daha sonra içlerinden birisi, bu garsonun yanına gidiyor –“ bizim arkadaş sana ne dedi.” Diye soruyor. Garson biraz tereddüt ettikten sonra- Arkadaşınız bu Türklerin yemek fiyatlarını kazıklayabildiğin kadar kazıkla dedi. Bende olmaz öyle, fiyat ne ise onu uygularım dedim.” Diyor. Görevleri bitip Ankara’ya döndüklerinde; Kürtçe bilen arkadaşlarına yaptığı hareketin nedenini sorduklarında, söylediğini pişkinlikle inkâr ediyor. Onlarda, bir daha o arkadaşları ile göreve gitmeme kararı alıyorlar.

Bunu genele şamil etmek mümkün değil ama bir şeylerin doğru gitmediği ortada. Bunlardan ders alınmadığı da orta dadır.

Uğur Mumcu bir notunda "Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa, ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında?" "Yoksa CIA ve MOSSAD, anti-emperyalist savaş veriyorlar da; dünya bu savaşın farkında değil mi?" demektedir. Aslında CIA ve Mossad’ın yanına AB. ve Almanya, Fransa’yı da eklemek gerekir. Ülkemize karşı 9. Haçlı seferi bu ülkelerce icra edilmektedir.
En hazin olanı da, devlet erki bu duruma engel olmamakta veya olamamaktadır. AKP iktidarı bu oyunun tarafı durumunda olup, görevini Kürt ve Ermeni açılımı ile devam ettirmektedir. Biz vatandaşlarda sahnelenen oyunu seyrediyor, oyunun sonunu bekliyoruz.
Yarın seçim olsa sonuç ne olur. Kamuoyu yoklamalarında olduğu gibi AKP % 56 oyumu alır, tepe taklak mı giderler? onu zaman gösterecek.
Her şeye rağmen ben, milletimizin sağduyusuna güveniyorum. İnşallah gazasız belasız sandık, bu milletin önüne konulur. O zaman görürüz, ağ mı yaman, bey mi yaman. 

Mustafa Yolcu

 

 

18 Şubat 2013 Pazartesi

YIL 1956 İSKİLİPTEN NOTLAR


 

YIL 1956 İSKİLİP’TEN NOTLAR- 1

ORUÇ

İskilip’e 1938 yılında bir ramazan ayında gelmiştim. İki üç gün kalıp ayrılmıştım. Aradan bu kadar zaman geçti. 1953 Yılında bir ramazan ayında, İskilip e yeniden gelmek kısmetmiş.  İşe başlayıp kendime yer edinince, eski hatıralarımı yoklamak ilk işim oldu.

O zamanki İskilip’i ziyaretim çok ayrı bir sebeptendi. Ayrıca o gün ki ben ile bu gün ki ben arasında, bir hayli fark ve zaman var. Bu bakımdan 1938 yılının İskilip’ini hatırlamak benim için çok müşkül oldu. Ama yinede o gezinin içimde silinmez bir iki hatırası var ki, onları bu defada aynen bulunca geçmişi bu gün gibi hatırladım.

1938 de geldiğim İskilip’te, üç gün aç kalmıştım. Ay ramazana rastladığı için bütün lokantalar kapalı idi. Gündüzleri oturacak bir yer bulamamış, otelin tahtakurulu karyolasında, yaz sıcağında günümü öldürmüştüm. Çünkü kahveler de kapalı idi. Tanıdık biri bize bir lokanta gösterdi. Yemeğe lokantanın arka kapısından girmiştik. Ayrıca caddeye bakan pencereler, perdeler ile örtülmüştü. Akşamları kaleden patlayan topla sokaklar birden boşalıyor, sonra yirmi dakika ortalıkta yalnız köpekler dolaşıyor, birden sokaklar yine insan almıyordu. Yemeğini yiyen dışarıda idi. Gece bütün kahveler 12 kadar açıktı. Hiç birisi boş değildi. İşte kasabadan bende kalan en derin izler bunlardı.

1953 Yılı bir ramazan ayında, tekrar buraya geldim. Akşamın geç saatinde kasabaya girişimle, olanların farkına varmadım. Ama ertesi gün sokağa çıkınca, hatıralar birden canlandı. Sanki kasaba bunca yıl donmuş kalmış, şimdi buzlar çözülmüş, her şey tekrar aynı yerden başlamıştı. Tespihleri ellerinde elleri arkalarında ihtiyarcıklar, dualar mırıldanarak dolaşıyor, gölge arıyorlardı. Belli ki oruç keyfi içindeler. İşte yine lokantalar kapılarını kilitlemiş, pencerelerini perdelemişler, kahvelerde kimseler yok, yine kaleden top atılıyor. Yine kalede nare çalıyor, yine geceleri kahveler saat 12 lere kadar işliyor. Her şey yine aynı. Ben yine lokantaya arka kapıdan giriyorum. 

İlk yorgunluğum geçti. Etrafı daha iyi görebiliyorum. Sabahları da eski alışkanlığımla, vaktinde uyanmam mümkün oluyor. İşte saat altı. Güzel bir gün başlıyor. Etrafta bahar havası, kuşlar cıvıl cıvıl. Bütün ağaçlar çiçek içinde. Toprak buğulu. Yağmur çiselemiş az önce. Fakat o ne? Etrafta öylesine bir uğultu bir gürültü var ki. Hatıramı yokluyorum bu ne ola. Acaba bu gün Pazar mı? Günümü arıyorum. Pazar yeri bomboş. Geri dönüyor odamın penceresine koşuyorum. Sesler çoğalıyor. Pencereyi açıp bakıyorum.

Baktığım pencerenin altı bir kahvenin arka bahçesine karşıdır. Gürültü işte bu bahçeden gelmektedir. Geniş bahçenin her bir köşesine, dut ağaçlarının altına birçok masalar konmuş, gurup gurup insanlar bu masaların etrafına oturmuşlar,  hem konuşuyor, hem kahvaltı ediyorlar. Masaların üzerinde peynir ekmekleri, zeytinleri çayları pideleri var. Önce bir şey anlamıyorum. İşte şu dün elinde tespih, oruç keyfi gölge arayan falan şu filan, hım iş anlaşıldı.

Bu bütün bir ramazan, böyle devam etti. Yağmurlu sabahlar hariç, ben her sabah otelin penceresinden, bu bahçede oruç bozanları seyrettim. Sonra onları ellerinin tersi ile ağızlarını silip, dışarıda tespih ellerinde oruç keyifli gölge arayıp, dolaştıklarını gördüm. Şimdi asıl merakım, acaba 1938 dede bu bahçe bu kadar işliyor muydu?

ORMAN VE EV

Kasabanın bulunduğu yerler vakti ile ormanmış.  Bunun en yakın delili evleri. Burada evler orman bölgesinin evleri gibi hep iki katlı ve ahşap. Tek ev gösteremezsiniz ki bir katlı olsun. Bütün evler aynı tip. Yeni yapılanlarda da ufak tefek değişiklikler başlamış ama hep aynı genişlik ve ısınması imkânsız büyüklükte.

Orman yakın olduğu için, yazdan araba araba odunu getirir, bahçeye yığarlarmış. Kışın kütükleri ocaklara dayar, yakar ısınırlarmış. En küçük evin bir kışta yaktığı, 160 at yükü odun imiş. At yükleri ormanı uzağa kaçırmış. Şimdi almış bir dert onları” bu evleri nasıl ısıtıcok” diye. Odunun yükü en ucuzundan, meşenin eşek yükü üç lira, yılda ısınmak için 150 lira odun parası ayırmak lazım.

İşte bu düşünce, şimdi evlerin yapılışında kendini gösteriyor. Yeni yapılanlarda biraz küçüklük, daha mazbutluk göze çarpıyor. Burada alçı, kireçtaşı, kerpiçlik iyi toprak var, eh kerestede var. İnsanlar en azından daha rahat evlerde yaşayacaklar. Anlatmak istediğimiz, asıl bu evlerin eksikliği ve ana sebepleri. Kasabada bana bir ev gösteremezsiniz ki her şeyi tamam, hiç noksansız olsun. Bir defa evler iki katlıdır ama üst katlar, çoğunlukta oturulur durumda değildir. Daha tamamlanmamıştır. Pencereleri takılmamış, sıvası noksandır.( editörün notu- bu evler çoluk çocuğun evi hazır olsun diye büyük yapılırdı.)

OKUMA İŞİ

Havalar birden kışa çevirince, postalar aksadı. Her akşamüstü gazetelerimizi üç günlükte olsa alıyor, seviniyorduk. Şimdi çok akşamları boynumuz bükülü, postaneden geri dönüyoruz. Asıl anlatmak istediğimiz, bilhassa yerli memur arkadaşların, posta ile ilgilerini büsbütün kesmiş olmalarıdır. Onlar için arada sırada, kulüpteki eski gazeteleri bazen okumak, hatta okuyor görünmek kafi. Pek mühim bir olay olmalı ki, arada sırada gazete alınsın.

Bir öğretmen okumasa ne olur? Bunu düşünmekten bile korku duyup, insanı ürperiyor. Bu hal yerli öğretmen üzerinde daha bariz görünmektedir. Bu husus her yer için böylemidir? Bunu kesin olarak söylemek belki mümkün değilse de, bu kasaba için böyledir. Yerli öğretmen burada her türlü kültür faaliyetinden kendini çekmiş gibidir.

Bir gün bir arkadaş ile bu mevzu üzerinde konuşuyorduk. O fazla zamanı olmadığından onun için okuyamadığından dem vurdu. Daha sonra okumadan yaşamanın daha kolay olduğundan bahsetti. Öyle ya insan okuyunca birçok mesele ile karşılaşıyor, onları düşünmek zorunda kalıyor,uykusu kaçıyor, rahatsız oluyor vs. İyisi mi okumamak daha iyi.

Yerli öğretmen arkadaşların yıllardır buranın geleneklerine uymuş olmaları, onları buralı yapmış. Herhangi kötü atılması gerekli bir geleneği atmak değil, yapmamak da değil, aksine bizzat tatbik etmekle muhite uyuyorlar. Geçenlerde aydın fikirli birkaç yerli halk bu konu üzerinde düşünmüş olacaklar ki toplanıp üst makamlara bir dilekçe sunmuşlar. Yerli öğretmenler en azından 15- 20 yıldır burada eskidiler. Bunları değiştirin demişler.

Yabancı (dışarıdan gelen) memurların hiç olmazsa posta günleri ana, baba, arkadaşlarından mektup olsun beklemeleri, onları postaya, dolayısı ile yurt haberlerine bağlıyor. Gazete olsun okuyorlar. Radyo dinliyorlar. Ama bu çok önemli bir fark değil. Netice yine dönüp dolaşıp, bilhassa öğretmen kitlesinin okumadığı neticesine varıyor. Yalnız öğretmen kitlesi mi? Hâkimi, doktoru, avukatı hepsi. Bu mesele üzerinde önemle durulacak, konuların başında geliyor bence. Ne yapmalı, nasıl etmeli de okutmalı herkesi.  Hiç olmazsa okuma yazma bilenleri.