1 Mart 2013 Cuma

MİLLİYETCİLİK AYAKLARIN ALTINDAMI ?


 

MİLLİYETCİLİK AYAKLARIN ALTINDAMI?
 

“Son dönem Türkiye tarihi, bir millet yaratamayacak kadar kısadır. Eğer Türkiye’de Türk diye bir millet varsa, bu en az bin yıllık bir tarihin sonucudur; üstelik bu sonuç, Misak-ı Millî sınırlarına sığmayacak kadar geniş bir gönül ve kültür coğrafyasına yayılmıştır. Yirminci asrın ilk yarısında çizilen bir harita ve 75 yıllık tarih, bin küsur yıllık bir oluşumdan koparak, nasıl yeni bir millet yaratabilir? 

Türk Milleti: “kültürlerin, dillerin, duyguların birbirine karışıp yoğrulduğu, Türkistan’a, Kırım’a, Bosna’ya, Kosova’ya, Musul’a, Kerkük’e, Şam’a, Halep’e vb. aynı ölçüde bağlı, dalları dört bir yana uzanan, kökleri ise çok derinlerde bir ulu çınardır.”

Milletimin bütün etnik aidiyetleriyle birliğini, refahını, huzurunu ve kalkınmasını istiyorum. Beş bin yıllık tarihimizden getirdiğimiz hasletlerin, geleneklerin ve değerlerin, inancımızdan gelerek kazandığımız güzelliklerin, bütün dünyaya tanıtılmasını, insanlık ailesine sunulmasını istiyorum 

Türk Milleti, millî bir kavramdır. Millet etnik bir temeli olsa dahi, ancak bu etnikliğin aşıldığı, farklı etnikliklerin bir şemsiye altında toplandığı devrede ortaya çıkar.” Millet kavramı, Osmanlı’da dinî kimliğe dayanmaktadır. İslam milleti, Türkleri, Kürtleri, Lazları, Arapları ve diğer (“ırk” ya da “kavim” olarak anılan) tüm Müslüman etnik grupları içine alıyordu. Milli Mücadele Bağımsızlık savaşı, Anadolu ve Rumeli Müslümanları adına yapıldı. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde “Türk milleti” kavramı, Müslümanlardan oluşan topluluk anlamında kullanıldı. 

Ben bir Türk milliyetçisiyim. Canımı, gözümü kırpmadan feda edeceğim kutsal değerler arasında, mensubu olduğum Türk milleti de vardır. Gurur duyduğum tarihim bizim kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturuyor. Bugünleri borçlu olduğumuz atalarımızı, onların çektiği çileleri, katlandıkları fedakârlıkları her an minnet ve şükranla anıyoruz. 

Eğer milleti, etnik kimliklerin üzerinde bir örtü olarak kabul ediyorsanız, o zaman her etnik grubun bu örtü altında, adıyla ve sanıyla özgür ve onurlu yaşayacakları bir gölgelik alan bulunmalıdır. 

Balkanlar ve Kafkaslardan gelenlere bu ülke sizin değil " diyen, siyasi parti ve sivil toplum örgütleri vasıtasıyla “Türk ve Kürt ırkçılığı ” yapanların peşinden giden Müslümanlara, durdukları yeri bir kez daha gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum

Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde yaşayan bütün vatandaşlarımızın, ortak millet adı “Türk Milleti”dir. Bu Türk milleti bütünlüğü içinde, elbette Kürt kavmi de var, Arap kavmi de var, Çerkez kavmi de, diğer kavimler de. “Kavmiyet” ya da “etnik aidiyet”, doğuştan getirilen kimliktir. Kimse, kendi kavmini seçme özgürlüğüne ve tercihine sahip değildir. Gayr-i iradî olarak Allah’ın insanlara verdiği bir hususiyettir. Bu kavimlerden birine mensup olarak doğmak, suç ya da övünç kaynağı olamaz. O bakımdan etnik aidiyet ya da kavmiyet, diğer kavimler karşısında üstünlük vesilesi sayılarak hüküm konulamaz.

“Millet” ise sosyolojik, hukukî ve kültürel bir birliktir. İsteğe bağlı kazanılmış bir kimliktir. İnsan, bir kavme istese de giremez, ama millete isteyerek dâhil olabilir. Nitekim ülkemizdeki değişik kavimden olan insanlar, Türk milletine dâhildirler.  Türk milliyeti, bir üst kimliktir. Türk milleti, kişilerin hangi kavme mensup olursa olsun sosyolojik, hukukî ve kültürel birliğinin adıdır. 
 

Ama milletimizi bölüp parçalamak isteyenler, kavimlerin isimlerini de tek tek sayarak, bunları ayrı birer millet olarak sunmaktadır. Türklüğü de bu kavimler sırasına sokarak, yani milleti kavme indirerek, sosyal dokuyu paramparça etmektedirler.
Millet, kavim ya da etnik grup demek değildir. Millet, ya saf bir etnik gruptan oluşur, ya da kurucu unsurun hâkim olduğu ve diğer etnik grupların da içinde yer aldığı bir yapıdır.

Mesela Fransa vb, siyasi ve coğrafi sınırları belli, bağımsız bir devlettir. Fransız milleti ise kurucu ve hâkim unsur olan ve oran olarak da üçte bir miktara sahip bulunan Frank milletin adı “Fransa vatandaşı” ya da “Fransalılar” değil, ”Fransız Milleti’dir. Türkiye de böyledir. Türkiye’de de yaşayan insanların tamamının adı “Türk milleti” dir.

Türk milleti, 10. Asırdan bu yana Selçukluların, Türk boylarının, Yesevî dervişlerinin, Hacı Bektaş Velilerin, Yunus Emrelerin ve diğer Horasan erenlerinin, bu vatan topraklarını İslam ve Türkçe ile İslamlaştırma ve Türkleştirme çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan tarihî, kültürel, sosyolojik bir vakıadır. Sözünü ettiğimiz bu İslamlaştırma ve Türkleştirme çalışmaları zorla, baskıyla, kılıçla değil; tamamen gönül rızasıyla olmuş iradî bir süreçtir. Asimilasyon değil, bütünleşmedir. Hatta Kürdün, Arabın dışında, Ermeni, Rum, Keldanî ve diğer bazı topluluklar, kendi istekleriyle Müslüman ve Türk olmuşlardır. İşte bu tarihin sürükleyip getirdiği, yoğurup pişirdiği toplumsal yapının hukukî adı “Türk milleti”dir.
Haçlı-Siyon emperyalizmi, bu millet birliğinden rahatsız olduğu için içerideki temsilcileri vasıtasıyla parçalamaya çalışıyorlar.

İnsanlar kendi seçimleri olmaksızın, Allah’ın takdiri ile Türk, Arap, Fars, Kürt, Alman, İngiliz vs olarak doğarlar. Bu, insanların kavmi ve biyolojik kimlikleridir.  Kişiler, içinde yer aldıkları milletin ortak özellik ve değerleriyle donanırlar. Bu da sosyolojik kimliktir ve bunun modern anlamdaki karşılığı, millî kişiliktir. Simdi Türkiye’de insanlar, biyolojik olarak ya Türk ya Kürt ya Arap ya Çerkez vs olarak doğuyorlar. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı bir vatandaş oldukları, bu vatanda yasadıkları için, bu ülkenin ve bu milletin ortak değerleriyle sosyalleşip, kültürleniyorlar. Yüzyıllar boyunca bu insanlar ortak değerlerde kaynaşarak, sosyolojik anlamda bir millet olmuşlardır.
 

Bu milleti parçalamayı amaçlayan şer güçler, milliyetçiliği tartışma konusu yapıp,  milliyetçilik anlayışıyla ulusalcı anlayışı örtüştürmek için, çaba göstermektedir. Milliyetçiliğin dine bakışıyla, Ulusalcılığın dine bakışı farklıdır. Milliyetçilikte din milletle birliktedir. Ancak Ulusalcılık dini ötekileştirmektedir.  

Mayınlarla döşeli geçtiğimiz yolda, Türkiye son yüzyılımızın en önemli, aynı zamanda en tehlikeli seçimlerinden biriyle karşı karşıya. Vatanımızı bölmek, milletimizi birbirine düşman haline getirmek isteyen iç ve dış düşmanlarımız, kendi aralarında yarış halindedirler. Doğu ve Batı dünyası, 1071 Malazgirt zaferinin intikamını almak için didinip duruyor. 

Ülkemizde, yeni bir anayasa yapılması için çalışmalar mevcuttur. Bu anayasanın özellikleri ne olacak? Bu anayasa, üniter devlet yapımızı bozacak mı, bozmayacak mı? Birtakım kişiler, kuruluşlar, partiler, devletler… Irak, Suriye, Türkiye ve İran üzerinde müstakil bir Kürdistan kurulmasını istiyorlar.”

Ama hiç kimse, böyle bir bölünmeden sonra, Kürtlerin ve Türklerin nasıl büyük belâlarla, felâketlerle karşı karşıya geleceklerini açıklamıyor. Kürtler, Doğu Anadolu’da bir devlet kurmayı, turşu kurmak gibi kolay bir iş sanıyorlar. 

Bazı Türkler de sanıyorlar ki, Doğu Anadolu’muzu vatanımızdan ayırıp Kürtlere bıraktık mı, terör belasından kurtulup, rahata kavuşacağız. Her iki görüşün temelinde, cehalet ve büyük bir ihanet var. Çünkü PKK terörünün altında, Batı dünyasının, yani Hıristiyan âleminin “ŞARK MESELESİ” pusu kurmuş bekliyor. ŞARK MESELESİ’NİN esası, Anadolu toprakları üzerinde bir tek Türk, bir tek Kürt bırakmamaktır. Bizi, geldiğimiz Asya içlerine sürmektir. Biz 1590 yılında,  23 milyon km2 üzerinde hüküm süren, bir büyük devlettik. Hıristiyan batı, ŞARK MESELESİ zihniyetiyle bizi önce, Avrupa içlerinden Balkanlara kadar geriletti. Sonra 1912 Balkan savaşlarıyla, bizi Balkanlardan Anadolu’ya itekledi. Şimdi de Anadolu’yu ANATOLİA haline getirmek için çırpınıyorlar.Kürtlerimiz, BÜYÜK ERMENİSTAN davasından, İsrail’in ARZ-I MEV’UT davasından, ABD’nin BOP plânından haberdar değiller… 

Bütün bunlardan sonra, milliyetçiliği ayaklar altına alacak mıyız?

-   Devletten milli olan ne varsa ayıklayacak mıyız?

-   TBMM değişerek,  Anadolu Büyük Halk Meclisi mi olacak?

-   Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu Cumhuriyeti mi olacak?

-   Milli Eğitim Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı mı olacak?

-   TC Ziraat Bankası, Ziraat Bankası mı olacak? 

Ülkemizin nüfusu 74 Milyon kişidir. Kürtlerin nüfusunun da 10 milyon kişi olduğu söyleniyor. Bu 10 Milyon kişiyi memnun etmek için mi Milliyetçiliği ayaklar altına alıp, Türk’e ait ne varsa ortadan kaldıracakmısınız?

Bütün bunları bir bilen varsa açıklasın? 

Mustafa Yolcu

 

 

25 Şubat 2013 Pazartesi

1956 YILI İSKİİPTEN NOTLAR- 2


 

1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 2

 

NARE

Yamaca abanmış, üst üste binmiş evler düşünün. Eğri büğrü kaldırımlar, dar sokaklar düşünün. Masal dağları düşünün. Eski kaleler, bu kalelere dolana dolana çıkan yollar düşünün.

Sonra tellalların “ vakti salaaa eyyy müslimiiin” diye seslendirdiği dar sokaklardan geçin. Kaleye dolana dolana çıkan yolda yürüyün. Yorulup nefes almak için durduğunuzda, kendinizi kasabamızın kale yolunda bulursunuz.

Solunuzda, üstünüze yıkılacakmış gibi Yivlik yükselir. Arkanızda Uludere, yemyeşil bir ağaç denizidir. Bir yanda Çağıl uzanır. Önünüzde Kızıl ırmağa kadar buğulu, sisli bir ağaç denizi yatar. Siz her adımda kasabadan uzaklaşırken, ona yaklaştığınızı anlarsınız.

An gelir, yarın altında yamaca abanmış evlerin, damlarına düşeceğinizi sanırsınız. Aşağıda pazar yerinde kaynaşan insanları görürsünüz. Karınca kadardırlar. Yer yer yükselen minareler, sıra sıra kavaklar, halı benzeri bahçeler, küme küme evler altınızdadır. Hele kalenin düzüne çıkınca kasabada her şey küçülür, sesler büyür yalnız.

Büyük şehirlerimizin birinde bu kale, akıllı bir işletmeciye milyonlar getirir. Ama kalenin düzünde baharda, yeşil otları geveleyen başıboş birkaç danacık, ya da tavuklar eğleşir. Bu düz ramazan aylarında şenlenir.   

Kimlerden kaldığını araştırmadığım kalenin, son duvarları yer yer ayaktadır. Kaleye yine eski kale kapısı kalıntısından girilir. Bu duvarlar gölgelerini, arkada yükselen, mavi gökyüzüne düşürürler. Ramazanda duvarlar üzerindeki nareciler , uzaktan kaleyi bekleyen silahşorları hatırlatırlar. Ramazan gibi diğer mutlu günlerimizi de müjdeleyen kasabanın topu, yine bu duvarların dibinde gümbürder. Arife günü toplar atılınca, ardından nareciler kale duvarlarına çıkar kurulurlar.

Kasabayı o anda davul- zurna sesi sarar. Perde perde yaklaşan, uzaklaşan, alçalan, yükselen, adım adım peşinizden gelen yanık bir sestir bu. Kasabanın neresine gitseniz yanınızda kulağınızın dibindedir. Kurtulamazsınız. Davulcu her tokmağı indirişte, sanki başınıza vurur gibidir. İlk günleri nareyi çok yadırgarsınız. Alışınca da ararsınız.

Hele zurna.. Size düğün alaylarını, halayları, horonları hatırlatır. Yemenlere cephelere giden, Mehmetçikleri hatırlatır bize. Eski türküler gelir kulaklarınıza. Güreş meydanları görürsünüz. Naralar,hey heyler duyarsınız içinizden. Garipsersiniz. Yolunuzdan olur, kale duvarlarında zurnacıyı arar gözleriniz.

Oysa zurnacı hiç durmadan üfler. Gelen zurna sesi, bir daha kesilmez. Bir sağ bir sol yanağını şişire şişire, tükenmez bir nefesle yorulmadan üfler. Zurnasını havaya kaldırarak çalar. Sağa döner, ulaş tepe mahallesine seslenir. Sola döner, Uludere ye üfler. Eğilir kasabaya üfler. Onun için ses, perde perde yaklaşır, uzaklaşır, fakat dinmez. Sanırsınız biri radyonun düğmesi ile oynuyor. Değildir, zurnacının maharetidir bu. Ama davul biteviye gümler. Güm güm de güm güm. Bu sırada kaledeyseniz, karıncaların buğday döküntüsünden paylarına düşeni alıp, yuvalarını dönüşlerini hatırlarsınız. Tıpkı karıncalar gibi, çocuklar çıkar evlerden. Doğru keşkek fırınına gidip, güveçlerini alıp dönerler. Narenin bir ödevi de keşkeğin piştiğini, evlere hatırlatmaktır. Nare, akşam topuna en az bir saat kala başlar.

Kale kapısının üzerinde, göklere çekilmiş bir bıçak gibi, bayrak direği yükselir. Ramazanda üzerindeki düzlükte, çocuklar oynar. Akşam topunu beklerler. Top atılınca, nara atarak evlerine koşarlar. Sonra nare susar, insanlar susar. Sesler donar kasaba da. Köpekler bile havlamaz olur. Sokaklar birden cansızlaşır, açık kapılardan birinden diğerine insanlar koşuşur. Kahveler boşalır. Akşam pidesi elinde, eve geç kalanların koştuğu görülür. Bu saatte kasaba insanları tarafından bırakılmış, bir masal şehridir.

KIR

İşim bana, yurdumun çok yerini görme imkânını bağışladı. Güzel köşeler gördüm, ama kasabamız kadar değişik dekorlu yer görmedim. Kıyılarda denizgüzelliğini, ormanda ormanı bulursunuz. Değişmeyen bir güzelliktir bu. Kısa zamanda alışır kanıksarsınız. Örneğin bir gün yolunuz Uludere’ye uzanır. Yeşilin tadını çıkarırsınız. Koyu, dalgalı, açık benekli yollarda yürür, iplik iplik sarkan patikalar dan geçersiniz. Dallarda bülbüller şakır. Değirmen oluklarından sular dökülür. Yaz ortasında nemli bir serinlik sizi sarar. Kırmızı elmalar, sarı sarı ayvalar güler dallarda. Cevizlerin serin loş gölgesinde, bahçelerde çalışanlar dinlenir. Çalı dipleri mor menekşe doludur.

Bir başka gün yivlik yamaçlarında, yükselmenin tadını çıkarırsınız. Kasaba ayaklarınızın altında serilir. Siz, bir gülüver olursunuz. Elinizi uzatsanız, masal şehrinizi darma dağın edecek kanısına varırsınız. Uçsuz bucaksız bir ağaç denizi, daha uzaklarda, bozkırda ekin tarlalarının halı yeşili uzanır. Bakmaktan ayrılamazsınız.

Kasaba her yönünden bir başka görünüştedir. Artık çıplaklaşmış, ormandan yoksun kalmış tepelerde bile, bademler çiçek açar. Hele baharda kasabayı bir çiçek, koku, renk, ses cümbüşü sarar.

Oysaki biz kasabalılar ne bu güzellikleri görür, ne bu sesleri duyarız. Bir koza gibi,çevremize sardığımız gelenek çemberimiz içinde, bütün tabiat güzelliklerinden yoksun yaşarız. Ne Yivliğe, ne kaleye, ne Çağıl’a çıkarız. Uludere’ye yalnız bahçesi olanlar çalışmaya gider. Evlerimizin ardından başlayan yamaçlarda taze danalar, kuzular otlar. Dere boyunca sıralı değirmenlerin çağıldamalarını, buğday öğütmeye gelenler dinler. Ne kaynak başları, ne çınar dipleri, ne dere boyu tabiatı sevenlerin uğrağı olur.

Neden böyledir bu? Milletçe tabiatı sevmiyor muyuz? Türkülerimiz, manilerimiz, efsane- masallarımız, çevrelerimiz- nakışlarımız tabiatla örülmüş değimli? Vaktimiz mi yok? Değil elbet, Kahvelerimiz adam almıyor.

Kasabaya geldiğimizde topluca gezmenin, bu tabiat güzelliklerinin tadını çıkaralım dedik. Eşi dostu kandırıp bir iki gezdikte, sonunda bıkıverdik. Sonraki gezilerde her birimizin bir işi çıktı. Kimimiz hastalandı, kimimiz yeri, kimimiz havayı beğenmedi. Kır gezileri unutuldu.

Okulca da yapamadık bu işi. Tıpkısı engeller dikildi karşımıza. Ne yivliğe çıkabildik, ne kasabanın içindeki kaya mezarları gezebildik. Ne baharda yamaçlardan çiğdem toplayabildik.

 

Daha önce Bozkır da kaldığım yıllar da arkadaşların: - gezecek bir yerimiz yok ki, dediğini hatırlarım. Burada gezecek çok yer var ama gezenler nerde?

Günün birinde İskilip e bir kaymakam gelmiş. Kasabanın en güzel yerlerini seçip, buralara çardaklar kurdurmuş. Kaynak başlarına kır kahveleri açtırmış. Çocuk bahçesi, park yaptırmış. Kaleyi şenlendirmek istemiş. Ondan kalan bugün yalnız parktır. Kaymakam gidince çardakların her ağacını alan götürmüş. Çocuk bahçesinden geriye kalan beton kazıklar. Çağıl sadece yazın su almaya gelenler ile şenleniyor.

Ama okullarda gezi kolu, izcilik kolu, kültür ve edebiyat kolu vb. hep çalışıyor. Çocuklar bu konulardan not alıyor. Ve bizler akşamları saat 16 da okulu kapayınca soluğu kulüpte alıyoruz. Bu her yerde böyle. Sırtına yol çantasını sırtlamış, yollara düşen, kaynak başlarında ateşini yakıp eyle şen izcileri görmek istiyor gözlerimiz. Bu yurt gezilmeye değer.