1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 2
NARE
Yamaca abanmış, üst üste binmiş evler düşünün.
Eğri büğrü kaldırımlar, dar sokaklar düşünün. Masal dağları düşünün. Eski
kaleler, bu kalelere dolana dolana çıkan yollar düşünün.
Sonra tellalların “ vakti salaaa eyyy müslimiiin”
diye seslendirdiği dar sokaklardan geçin. Kaleye dolana dolana çıkan yolda
yürüyün. Yorulup nefes almak için durduğunuzda, kendinizi kasabamızın kale
yolunda bulursunuz.
Solunuzda, üstünüze yıkılacakmış gibi Yivlik
yükselir. Arkanızda Uludere, yemyeşil bir ağaç denizidir. Bir yanda Çağıl
uzanır. Önünüzde Kızıl ırmağa kadar buğulu, sisli bir ağaç denizi yatar. Siz
her adımda kasabadan uzaklaşırken, ona yaklaştığınızı anlarsınız.
An gelir, yarın altında yamaca abanmış evlerin,
damlarına düşeceğinizi sanırsınız. Aşağıda pazar yerinde kaynaşan insanları
görürsünüz. Karınca kadardırlar. Yer yer yükselen minareler, sıra sıra
kavaklar, halı benzeri bahçeler, küme küme evler altınızdadır. Hele kalenin
düzüne çıkınca kasabada her şey küçülür, sesler büyür yalnız.
Büyük şehirlerimizin birinde bu kale, akıllı bir
işletmeciye milyonlar getirir. Ama kalenin düzünde baharda, yeşil otları
geveleyen başıboş birkaç danacık, ya da tavuklar eğleşir. Bu düz ramazan
aylarında şenlenir.
Kimlerden kaldığını araştırmadığım kalenin, son
duvarları yer yer ayaktadır. Kaleye yine eski kale kapısı kalıntısından
girilir. Bu duvarlar gölgelerini, arkada yükselen, mavi gökyüzüne düşürürler.
Ramazanda duvarlar üzerindeki nareciler , uzaktan kaleyi bekleyen silahşorları
hatırlatırlar. Ramazan gibi diğer mutlu günlerimizi de müjdeleyen kasabanın
topu, yine bu duvarların dibinde gümbürder. Arife günü toplar atılınca,
ardından nareciler kale duvarlarına çıkar kurulurlar.
Kasabayı o anda davul- zurna sesi sarar. Perde
perde yaklaşan, uzaklaşan, alçalan, yükselen, adım adım peşinizden gelen yanık
bir sestir bu. Kasabanın neresine gitseniz yanınızda kulağınızın dibindedir.
Kurtulamazsınız. Davulcu her tokmağı indirişte, sanki başınıza vurur gibidir.
İlk günleri nareyi çok yadırgarsınız. Alışınca da ararsınız.
Hele zurna.. Size düğün alaylarını, halayları,
horonları hatırlatır. Yemenlere cephelere giden, Mehmetçikleri hatırlatır bize.
Eski türküler gelir kulaklarınıza. Güreş meydanları görürsünüz. Naralar,hey
heyler duyarsınız içinizden. Garipsersiniz. Yolunuzdan olur, kale duvarlarında
zurnacıyı arar gözleriniz.
Oysa zurnacı hiç durmadan üfler. Gelen zurna
sesi, bir daha kesilmez. Bir sağ bir sol yanağını şişire şişire, tükenmez bir
nefesle yorulmadan üfler. Zurnasını havaya kaldırarak çalar. Sağa döner, ulaş
tepe mahallesine seslenir. Sola döner, Uludere ye üfler. Eğilir kasabaya üfler.
Onun için ses, perde perde yaklaşır, uzaklaşır, fakat dinmez. Sanırsınız biri
radyonun düğmesi ile oynuyor. Değildir, zurnacının maharetidir bu. Ama davul
biteviye gümler. Güm güm de güm güm. Bu sırada kaledeyseniz, karıncaların
buğday döküntüsünden paylarına düşeni alıp, yuvalarını dönüşlerini
hatırlarsınız. Tıpkı karıncalar gibi, çocuklar çıkar evlerden. Doğru keşkek
fırınına gidip, güveçlerini alıp dönerler. Narenin bir ödevi de keşkeğin
piştiğini, evlere hatırlatmaktır. Nare, akşam topuna en az bir saat kala
başlar.
Kale kapısının üzerinde, göklere çekilmiş bir
bıçak gibi, bayrak direği yükselir. Ramazanda üzerindeki düzlükte, çocuklar
oynar. Akşam topunu beklerler. Top atılınca, nara atarak evlerine koşarlar.
Sonra nare susar, insanlar susar. Sesler donar kasaba da. Köpekler bile
havlamaz olur. Sokaklar birden cansızlaşır, açık kapılardan birinden diğerine
insanlar koşuşur. Kahveler boşalır. Akşam pidesi elinde, eve geç kalanların
koştuğu görülür. Bu saatte kasaba insanları tarafından bırakılmış, bir masal
şehridir.
KIR
İşim bana, yurdumun çok yerini görme imkânını
bağışladı. Güzel köşeler gördüm, ama kasabamız kadar değişik dekorlu yer
görmedim. Kıyılarda denizgüzelliğini, ormanda ormanı bulursunuz. Değişmeyen bir
güzelliktir bu. Kısa zamanda alışır kanıksarsınız. Örneğin bir gün yolunuz
Uludere’ye uzanır. Yeşilin tadını çıkarırsınız. Koyu, dalgalı, açık benekli
yollarda yürür, iplik iplik sarkan patikalar dan geçersiniz. Dallarda bülbüller
şakır. Değirmen oluklarından sular dökülür. Yaz ortasında nemli bir serinlik
sizi sarar. Kırmızı elmalar, sarı sarı ayvalar güler dallarda. Cevizlerin serin
loş gölgesinde, bahçelerde çalışanlar dinlenir. Çalı dipleri mor menekşe
doludur.
Bir başka gün yivlik yamaçlarında, yükselmenin
tadını çıkarırsınız. Kasaba ayaklarınızın altında serilir. Siz, bir gülüver
olursunuz. Elinizi uzatsanız, masal şehrinizi darma dağın edecek kanısına
varırsınız. Uçsuz bucaksız bir ağaç denizi, daha uzaklarda, bozkırda ekin
tarlalarının halı yeşili uzanır. Bakmaktan ayrılamazsınız.
Kasaba her yönünden bir başka görünüştedir. Artık
çıplaklaşmış, ormandan yoksun kalmış tepelerde bile, bademler çiçek açar. Hele
baharda kasabayı bir çiçek, koku, renk, ses cümbüşü sarar.
Oysaki biz kasabalılar ne bu güzellikleri görür,
ne bu sesleri duyarız. Bir koza gibi,çevremize sardığımız gelenek çemberimiz
içinde, bütün tabiat güzelliklerinden yoksun yaşarız. Ne Yivliğe, ne kaleye, ne
Çağıl’a çıkarız. Uludere’ye yalnız bahçesi olanlar çalışmaya gider. Evlerimizin
ardından başlayan yamaçlarda taze danalar, kuzular otlar. Dere boyunca sıralı
değirmenlerin çağıldamalarını, buğday öğütmeye gelenler dinler. Ne kaynak
başları, ne çınar dipleri, ne dere boyu tabiatı sevenlerin uğrağı olur.
Neden böyledir bu? Milletçe tabiatı sevmiyor
muyuz? Türkülerimiz, manilerimiz, efsane- masallarımız, çevrelerimiz-
nakışlarımız tabiatla örülmüş değimli? Vaktimiz mi yok? Değil elbet,
Kahvelerimiz adam almıyor.
Kasabaya geldiğimizde topluca gezmenin, bu tabiat
güzelliklerinin tadını çıkaralım dedik. Eşi dostu kandırıp bir iki gezdikte,
sonunda bıkıverdik. Sonraki gezilerde her birimizin bir işi çıktı. Kimimiz
hastalandı, kimimiz yeri, kimimiz havayı beğenmedi. Kır gezileri unutuldu.
Okulca da yapamadık bu işi. Tıpkısı engeller
dikildi karşımıza. Ne yivliğe çıkabildik, ne kasabanın içindeki kaya mezarları
gezebildik. Ne baharda yamaçlardan çiğdem toplayabildik.
Daha önce Bozkır da kaldığım yıllar da
arkadaşların: - gezecek bir yerimiz yok ki, dediğini hatırlarım. Burada gezecek
çok yer var ama gezenler nerde?
Günün birinde İskilip e bir kaymakam gelmiş.
Kasabanın en güzel yerlerini seçip, buralara çardaklar kurdurmuş. Kaynak
başlarına kır kahveleri açtırmış. Çocuk bahçesi, park yaptırmış. Kaleyi
şenlendirmek istemiş. Ondan kalan bugün yalnız parktır. Kaymakam gidince
çardakların her ağacını alan götürmüş. Çocuk bahçesinden geriye kalan beton
kazıklar. Çağıl sadece yazın su almaya gelenler ile şenleniyor.
Ama okullarda gezi kolu, izcilik kolu, kültür ve
edebiyat kolu vb. hep çalışıyor. Çocuklar bu konulardan not alıyor. Ve bizler
akşamları saat 16 da okulu kapayınca soluğu kulüpte alıyoruz. Bu her yerde
böyle. Sırtına yol çantasını sırtlamış, yollara düşen, kaynak başlarında ateşini
yakıp eyle şen izcileri görmek istiyor gözlerimiz. Bu yurt gezilmeye değer.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder