TARİHİN
ŞEREF LEVHALARI- 7
ÇANAKKALEDE
MUSTAFANIN HİLESİ
Büyük
harpte Türk askeri, bütün cihanda saygı ve sevgi ile anılan, dost ve düşmanca
takdir edilen, eşi emsali bulunmaz kahramanlardı. Onun mert tabiatı, en korkunç
ve tehlikeli anlarda bile koruduğu soğukkanlılığı ve ince zekâsıyla, yaratıcı gücüyle
Mehmet bir harikadır.
Mustafa’nın
menkıbesini bölük komutanının hatıra defterinden okuyalım:
“
Hiç unutmam, bir sabahtı. Fakat pek gürültülü bir sabahtı. Komuta mahallinde
oturuyordum, bölük erlerinin bağırmalarını işittim.
-
Vay
Mustafa ülen bunlar ne? Nerden? Diyorlardı.
Nihayet
Mustafa’yı katırı ile birlikte içeri tıktılar. Mustafa kabalağının sivri
tarafından fıldır fıldır bakan, al yanaklı ince burunlu, tostoparlak bir erdi.
Sert
bir tavırla elini alnına götürdü; bekledi. Gözlerinde korku ile karışık
bir “ affet komutanım” deyişi
vardı ki, “ rahat dur.” Demeye mecbur oldum.
-
Nereden
geliyorsun, seni buraya niçin getirdiler? Dedim. Eliyle işaret
ederek:
“ Ta öte yandan!” diye cevap verdi. “ komutanım yolu kaybettim, zabaha
karşıydı. Tabura su lazım geldi, gatıra fıçıları yükledim, dereye indim.
Çıkarken düşman gine zam zuma başladı. Hele şöyle siper alıyım dedim, göz
açtırmadı. Önüme çalılık bir yol çıktı. Hayvanı çektim, meğer bayırmış,
ikimizde kendimizi tutamadık, gülle gibi indik içlerine. Düşman ( fan, fin, fon
) diye bağırıştılar. Gözün kör ola Mustafa dedin, emme velâkin iş işten
geçmişti. Herifler etrafımı sardılar, emme kurtuldum, gatırı tekrar yükledim.
Sonra
bir yarım sağa döndü. Uzunca kulaklı bir katır, arkasında duruyordu ve
safiyetle devam etti: “ Vallahi çocuklar, ne deveni nede balığın guldünü
gormedim emme bu gatır gulüyordu. Bu gadar yükden bu gatırın beli nasıl kırılmamıştı
bilmiyom “
Su
fıçıları inmiş, onun yerine çikolata kutuları, gevrekler, bonbonlar, peynirler,
pastalar, konserveler, reçeller konmuştu.
-
Bunlar
ne? Diye bağırdım. Rengi solarak:
-
İte,
kaka beni sürdüler, bağırdılar. Tekme, tokat, yumruk gırla gidiyodu.
Bir
iki bende yerleştirdim emme, napıyım çokdula. Gatırın ipi elimde, bırakmıyodum.
Git gide bol ışıklı bi yere, gözü tek camlı bi İngilizin karşusuna dikdile.
Sırmasından anadım, subaydı. Resmi selamı yerine getüremedim. “ Ülen beni çözün
diye bağırdım. Etrafına bişiyler söyledi. Tercüman getüdüle. Herüfe dedim ki: “
Gomutana söyle, gendine bi diycem va.” Bunun üzerine beni çözdüle, hemen
zıpladım. Resmi selamı mı vedim. İri dişlerini gosterip guldü. Ben dayağı
yerken ne diycemi düşündüydüm. Tercumana sorup suale başladı:
-
Gaçakmısın?
Dedi…
-
Gabul
etmen, dedim.
-
Nerelisin?
Dedi.
-
Gastanbolluyum,
dedim.
-
E,
burada ne haltediyodun, dedi.
-
Azını
bozma depelerin, dedim. Silleyi patlatıcadım emme önüme geçtile.
Ülen sen beni bırak, yüzbaşıya bi diycem va,
dedim. Meramımı onun diline çevürdü. Ben de hemi gıvırmaya başladım. Bi guzel
ösürdüm, sona dedim ki:
“
beyim ben gırba eriyim. Yaniya bölüğe su taşırın. Bizim tarafta Cenabı Mevla’ya
şükür, sudan bol ne va? Emme sizin taraf da su az. Bizim binbaşı beni çağırdı:
“
Mustafa, fıçıları doldur, gatıra yukle. Garşu siperde düşman susuzluktan ölüyü,
biz karşumuzda süngümüzle geberecek düşman isteruk, susuzluktan deel. Yüzbaşıya
selam söyle, seni geriye bırakmak, gayrı onun erliğine kalmış bişiy. Haydi,
yolun açık olsun, dedi.
Amanın … bir çığluktur kobdu; herüfler
gızdıla, depeliycekler dedin emme baktım ki, sıcraya sıcraya biri bağırıp, biri
sarılarak suratımı öpücük içinde bırakdıla. Hele durun be yahu dedim. Ülen beni
avrat mı sandınız? Subay gulerek yanıma yanaştı. Garşısına oturttu. Demin beni
tekmeletip tohatlayan herüflere şöyle bir yan bakdım. Subaya söyleyip hepsine
sopa attırmak işten bile deldi. Emme hadi gammazlık etmiyeyin dedin.
Erin
biri, tövbe estağfurullah, rakı dolu bi maşraba dayamasınmı?
-
Eyvallah
emme haramdur, hemde bize yasakdur, dedim.
Subay tercümanla dedi ki:
“
Vay Türkoğlu, korkuyorsun ha? Gullelerimizden, tüfeğimizden, gemilerimizden
gorkmuyon ha öylemi? İşte biz insanoğlunu mutlaka bişiyle korkuturuk demez mi?
Vallahi
korkan köpekdür diye bağırdım. Mevlam affetsin. İstersen öldür. Subayla bi toha
ettim, gadehi bi kalduruş da bütürdüm. Allahın belası gozumden alev çıharttı
emme, İngiliz’e: Türk içkiden ağlıyor dedirtmemek için yaşımı göstermedim.
Erler
el çırptılar. Subay bana beraber yemek yiyelim dedi emme ben gabul etmedim.
Sona öyle üstü beni aldıla, sahallı bi gomutana gotüdüle.
Etrafımda
sırmalı subaylar fırıl fırıl dönüyolarıdı. Anadım ki bizim paşalar gibi bişiy;
onada zohayı yutturdum, paşaynanda tohalaştuk. Paşa:
-
Binbaşına
selam söyle; bizim hediyeyi de o gabul etsin, dedi. Resmi salamı
verip yanından çıktım, yahalandoom yere geldük.
Orada
bizim yırtık palanlı gatır, nah böyle geline dönmüşüdü.
-
Bunlar
ne? Dedim.
-
Yemiş,
yemiş dedile.
-
Biz,
hediyeyi kabul etmek dedim.
Olmaz
daruluruk dedile. Herüflerin canına ohuyok, bari dargın ölmesinle dedim. Gatırı
çektim, yola düştük. Subay yanıma biraz daha sohulup elime, bi kese
sıhıştırmaya galkmaz mı ? geri vedim.
-
Biz
su satmıyok, dedim. Şaşurdu.
Atuk
bizim siperler yahındı. Arhamdan:
-
Eyvallah,
eyvallah diye bağırışdıla.
Ben
de döndüm: - Guggug! Diye bağırdım.