23 Aralık 2016 Cuma

YALANLAR ÜSTÜNE ( SABOTAJ DÜNYASI )

YALANLAR ÜSTÜNE ( SABOTAJ DÜNYASI )

 Amerikan yapımı Body of Lies ( Yalanlar Üstüne ) adlı filim var.

Bu filim ’de hedef ülkeler de nasıl sabotajlar yapıldığı, toplumun nasıl algı operasyonuna tabi tutulduğu, kendileri ABD de kahvelerini içerken uydu ile ülkeleri nasıl noktasal olarak izleyip takip ettiklerini, bilgisayar programlarına girerek, sibernetik olarak neler yaptıklarını anlatmaktadır.
ABD özellikle ikinci dünya savaşı sonrası, harita da cetvelle çizilen ülkelerin gündemlerini, halklarını ve yönetimlerini tayin etme noktasında büyük cüretkârlıklar sergilemiş,  kendisinin bu belirleyici rolünü de milyar dolarları bulan film ve propaganda endüstrisi ile bütün dünyaya pazarlamıştır.
Bu Amerikan projeleri günümüzde aynen uygulanmaktadır. Özellikle İslam ülkelerinde, sömürmek istedikleri ülkelerde, emperyalist devletler sabotaj ve darbe yapıyorlar. İslam âlemi üzerine kara bulut gibi çöküp sömürüp, kullanıp, şantaj yapıp, darbe yapıyorlar. Bu şekilde iş başına gelen Mısır’daki Sisinin baş dostu Amerika ve İngiltere olmuştur.

Bir dönem Türkiye'de büyükelçilik yapan Edelman, Türk-Amerikan ilişkilerinin ele alındığı bir konferansta " Türkiye'nin bir iç savaşın eşiğine doğru ilerlediğini, bunun Türkiye ve bölge için çok tehlikeli olduğunu” söylüyor. Aynı isim bir yıl önce de New York Times gazetesinde kaleme aldığı yazıda; Türkiye'nin terörle mücadelesini bir iç savaşla kıyaslamıştır. Bu açıklamaların tercümesi "iç savaş çıkartacağız" demektir.
“Türkiye iç savaşa sürükleniyor” manşetlerini  attıran İngiltere'nin en büyük partisi, işçi partisi genel başkanı Jeremy Corbyn, bölücü terör örgütü PKK destek için "Kürdistan'da barış" kampanya grubunda yer almaktadır.
Amerikalılar ve İngilizler bunları yaparken almanlar boş durur mu? Onlar da diğerleri gibi yine medya üzerinden, Türkiye'ye mesaj vermeye çalışıyor. Bu kez PKK'nın Avrupa'daki en büyük destekçilerinden, Almanya'nın önde gelen medya grubundan Deutsche Welle, son terör saldırılarını bahane ederek internet sitesinde "Suriye savaşının yeni cephesi Türkiye" ve "Suriye iç savaşı Türkiye'ye sıçradı" başlıklarıyla haber yapıyor.
İstanbul Beşiktaş’ta ve Kayseri’de patlatılan bombalar, NATO envanterin’ de bulunan askeri bombalar, Suriye’de Amerika’nın desteklediği YPG ve PKK’ ya teslim edilen bombalardır. Talimatla Türkiye’ye gönderilen askeri bombalar, PKK militanlarınca patlatılarak, güvenlik güçlerimiz ve onlarca insanımız şehit edilmiştir. Buna benzer suikastlar ülkemizde çok kere yapılmış, aynı oyun oynanmıştır. Sonrada sözde müttefiklerimiz, olaylar nedeni ile üzüntülerini dile getirirler. Ülkemizde darbeleri tanzim etmiş, mezhep ayrılıklarını körüklemiş, etnik ayrılıkları hiç durmadan tahrik ederler.
Sözde müttefikimiz olan Amerika, 1974 yılında Kıbrıs’a çıkartma yapıldıktan sonra ülkemize ambargo koymuştur. Konulan ambargo, Yunanistan’ın NAYO’ ya geri dönmesini Türkiye’nin engellemesi sürecine kadar sürdü. Bizim engellemeyi bırakmamızın karşılığı olarak, Amerika ambargoyu kaldırdı.
Çoğu kez Amerika, ülkemizin ABD den silah ithalatı talebini reddetmiştir. Yakınlarda F- 16 kullanılan akıllı bombaları vermeyi kabul etmemiş, Amerika’ya giden Aselsan’ın araştırmacıları, ne hikmetse ABD intihar etmişler.
Diyarbakır'dan havalanan ‘Bordo bereliler ’in CASA CN235 tipi askeri nakliye uçağı, kalkıştan 25 dakika sonra sözde “ kumanda arızası” sonucu Malatya'da düştü. 1 binbaşı, 3 yüzbaşı, 3 üsteğmen, 16 astsubay, 1 uzman çavuş, 10 er şehit oldu.  Gerçek şu ki Uçağın düşüş nedeni anlaşılamadı.  
Kayseri’de 50’den fazla gömülü savaş uçağı tespit edildi. Focke-Wulf FW-190 tipi uçakların, ABD’nin dayatması ile ortadan kaldırıldığı, 70 yıldır da kamuoyundan saklandığı belirtiliyor.
Son günlerde ise ABD'nin, üzerinde uzun yıllar çalıştığı gizli silahı HAARP gün yüzüne çıkmıştır.
Öncelikle bu yeni gizli silahı kısaca tanıyalım. ABD hükümeti, yaklaşık yarım asırdır iklime müdahaleyle ilgili deneyler yürütmektedir. Su kaynaklarının azalması ve iklim değişikliğinin ciddi bir tehlike haline gelmesiyle birlikte, özellikle silah sanayisindeki şirketler de bu alana yatırım yapmaya başlamıştır. Son araştırma programlarından biri olan HAARP, hava da iyonosfer tabakasına yapılan müdahalelerle geniş alanlarda sel, kuraklık, fırtına ve deprem gibi doğa olaylarını tetikleyen bir teknoloji üzerinde çalışmaktadır. Program, askeri gizlilik gerekçeleriyle kamuoyundan gizli tutulmaya çalışılsa da, bir yandan da bu proje dünyaya pazarlanmaktadır. Çalışmaların devam etmesi ile birlikte, böyle bir programın ABD hükümetinin elinde yeni bir kitle imha silahına dönüşebileceği aşikârdır.

Ankara'dan Diyarbakır’a 17 Şubat 1993 tarihinde giden uçağın düşmesi sonucu hayatını kaybeden eski Jandarma Genel Komutanı Org. Eşref Bitlis'in ölümü hala sırrını koruyor. Resmi açıklamalarda buzlanma sonucu meydana gelen bir kaza olduğu açıklanmış, ancak bu açıklama kimseyi tatmin etmemişti. .
Yıllar sonra bu konuda açıklamalar geldi. Şöyle ki: ''Uçak, motorlardaki buzlanma sonucu düşmemiştir. Pilotlar kusurlu değildir. Motorlarda ve uçakta yapım hatası yoktur. Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis'in uçağı, motora yapılan sabotaj sonucu düşürülmüştür''. Eşref Bitlis PKK bitirmek üzere planı yaptığı için, uçağına yapılan sabotajla öldürülmüştür.

Amerika Irak’ta 6000 askerini kaybetti, 2 katrilyon dolarını harcadı. Sonra’da Irak’ı İran’a teslim etti. Neden? Zayıf olan Şiileri güçlendirerek, Sünni Müslümanların karşısına çıkarıp ikisini çarpıştırmak, Müslümanlar birbirini öldürürken, Amerika ve destekçileri bu coğrafya ’ya ( petrol ve petrolün sevkiyatına ) hâkim olacak.

Rusya’nın Ankara büyükelçisi Antrey Karlov’un öldürülmesi, bu oyunların devamıdır. Türk- Rus ilişkilerine balta vurmak isteyenler bunu tezgâhlamışlar, bu oyunu oynamışlardır.  Türkiye’de bu olay olurken, Rusya Dışişleri Bakanlığı'nda görevli olduğu iddia edilen bir kişi Moskova'daki dairesinin girişinde başından vurulmuş halde bulunmuştur. 39 Kişiyi taşıyan Rus askeri uçağının düşmesi, aynı saatlerde Berlin'de 12 kişinin ölümüyle sonuçlanan tır saldırısı ve İsveç'te Rinkeby Camisi ile bünyesindeki Türk Kültür Derneği'ne saldırı yapılmıştır. 
Küresel çetenin tarafları yokladığı, aktörlerin birbirlerinin gücünü test ettiği ve kendilerini Ortadoğu merkezli büyük savaşa konumlandırdığı dönemin içindeyiz. 
Ülkemizin gündemi artık iktidar meselesi olmaktan çıkmış, yedi düvelin başlattığı top yekûn saldırıya, karşı koymak meselesi haline gelmiştir. Kısır parti çatışmalarının bir tarafa bırakılarak, ilan edilen milli seferberliğe katkı vermek, ülkemizin birlik ve beraberliğini korumak zorundayız.
Artık ülkemiz, dünya mafyası kabadayısının dayılık yaptığı ülke olmaktan çıkmalı, yalnız kendi çıkarlarının, geleceğinin yanında yer almalıdır.

Mustafa Yolcu
Myolcu53@gmail.com


15 Aralık 2016 Perşembe

YIKILAN TARİHİ ŞEHİR HALEP VE ÖLEN İNSANLAR

YIKILAN TARİHİ ŞEHİR HALEP VE ÖLEN İNSANLIK

Yeni Meram Gazetesinden Latif Yıldız’ın 10.12.2009 tarihinde kaleme aldığı yazı ile yazıya başlamak istiyorum. Latif Yıldız Aralık 2009 da Halep’e yaptığı geziyi şöyle anlatıyor:

Suriye’nin Hatay tarafından girişinden sonra yolları, benzinlikleri, kasaba ve köyleri bizim Güneydoğu Anadolu’nun 50-60 yıl öncesinin manzaralarını andırıyordu. Bu görüntüler bakımsız, yoksul ve düzensiz bir ülke olarak karşımıza çıkıyordu. Doğrusu bütün Suriye böyle mi diyerek, komşu ülkem adına üzüldüm desem yeridir.

Ne zaman ki Halep’e girdik, gözlerime inanamadım. Karşımızda çok farklı bir şehir vardı. Görkemli mimari ve taş işçiliği ile tarihi dokusu aynen korunmuş bir Halep Şehri. Mihmandar bizi önce “Yeni Halep” şehrine götürdü. Roma’yı, Paris’i görmüş biri olarak yeni Halep şehrinin tarihi dokusunda izlenen titizlik, Konya Nalçacı caddesini dörde katlayan geniş caddeler; tamamı sanatkârların elinden çıkmış taş işçiliği ile süslenmiş 4, bilemedin 5 katı geçmeyen, çekül doğrultusunda bir hizaya sıralanmış, binaların arası nizami şekilde ayrılmış yerleşim manzarası karşısında dilim tutuldu. Bu binalar da daireler 250 ile bir milyon dolar arasında satılırmış.
        
Halep’in sadece yeni şehrinin böylesi bir mimariye sahip olduğunu sandım. Oysa tarihi M.Ö. 10 bin yıllara kadar dayanan ve M.Ö. 3 bin yıllık görkemli Kalesi ile eski Halep şehrini de görünce, yeni şehrin tamamen eski şehrin bir kopyası olduğunu anladım.
        
Tarihi Halep Kalesinden 4,5 milyon nüfuslu şehrin dört bir tarafına baktığımda, şehrin tamamının 2-6 kat arasında ama tek bir tuğla, piriket ve beton binası olmayan, tamamı taşlardan bir şehir sizi karşılıyor. Doğrusu Mardin Midyat’ta büyümüş, gazetecilik yapmış biri olarak taş işçiliği, kemer, tonoz, kakma ve süsleme taş sanatına yabancı biri değilim. Ancak Halep şehrini gördükten sonra Mardin ve Midyat’ın dokusunu ne kadar bozduğumuzu o zaman anladım.

Türkiye’de hep giysileri ve yaşam tarzları ile dalga geçtiğimiz Arapların tarihi Halep şehrinin 10 bin yıllık tarihi dokusunu nasıl koruduklarını gördükten, her mahallenin ortasında bulunan meydanları ile medeniyetlerini nasıl bugünlere taşıdıklarını. İstanbul, Ankara ve Konya’daki tarihi evlerimizin nasıl yıkılarak, yerine çirkin gökdelen betonarme kara binalar yaparak, şehirlerimizin dokusunu nasıl tahrip ettiğimizi düşündüm. Suriye’nin ise tarihi eserlerini koruduğunu imrenerek görüp, ibretle gezdim, tanıdım ve resimledim. “

Böyle anlatıyor Halep’i Latif Yıldız Bey.
Halep şimdi yanmış, yıkılmış, insanları misket bombaları ile katledilmiş. Bütün dünya ise ( Duyarlı Müslüman devletler ve insanlar hariç) seyrediyor. Yalan makinaları yalanları ile dünyayı oyalamaya çalışıyor.
Emperyalist ülkelerin hesapları başka. Adına burada bulundukları İsrail’in hesabı daha başka. İsrail’in Hesabı Arz-ı mevutu gerçekleştirmek. Kendisine hizmet eden ülkelerde, kendilerine verilen rolü yerine getiriyorlar.

Ey İran! Hani sen Amerika ve İsrail ile kavgalı idin! Hani sen İmam Cafer’in arkasından gidiyordun!  Peygamberimizin torunu İmam Cafer, Müslümanları bombalayıp öldürün mü dedi? İslam’ın baş düşmanları ile birlikte mi olun dedi?

Bütün Dünya’da Müslüman kanı akıyor. Müslüman ülkeler bombalanıp tarumar ediliyor. İnsan hakları ve özgürlük savunucuları bu durumu seyrediyor.

Asıl hedef Türkiye. Bizim insanımızı ve ülkemizi bölüp parçalamak,  ülkemiz ’de iç harbi başlatmak. Bunun için yıllar öncesinden haritalar bastırdılar. Haritalarında yeniden sınırları çizdiler. Senaryolarını uygulamaya başladılar.

Ey insan kanı üzerine senaryo kuranlar, ülkeleri yağmalayıp soyanlar. Yüce Allah sizin oyunlarınızı bozup, saltanatınızı yıkacaktır. Bu necip millet sizin oyununuza gelmeyecektir.


Mustafa Yolcu
Myolcu53@ gmail.com



15 Ağustos 2016 Pazartesi

SAİM BARUTCU

SAİM BARUTCU

Değerli hemşerimiz Saim Barutçu ile 30.05.2016 tarihinde yaptığım röportajı bilgilerinize sunuyorum.

Mustafa Yolcu- Saim bey bize kendinizi tanıtır mısınız?
Saim Barutçu- 01.06.1959 Tarihinde İskilip’in Sarı kavak köyünde doğdum. 1964 Yılın ’da Köyde koyun otlatırken, Sadık dayım kamyonu ile köye geldi. Beni, oğlu Mustafa’yı, Tekin’i kamyona bindirerek bizi Kil kuyu köyü ilkokuluna götürüp,  okulun öğretmenine teslim etti. Öğretmene bizi tanıttıktan sonra, bizi Kil Kuyu’da bırakıp gitti. Köyümüz ’de okul olmadığı için, Kil kuyu köyü ilkokulunda öğrenime başladım. Sarı kavak köyü ile Kil kuyu arası 6 km. idi. Bu mesafeyi yürüyerek gidip geliyorduk. Kışın okula gelip giderken, ayaklarımıza kadar yaş geçiyordu.

Okula gidiyorduk ama önlüğümüz, doğru dürüş ayakkabımız, kitabımız yoktu. İki hafta okula önlüksüz devam ettik. Sonra İskilip’e gelerek eksiklerimizi tamamladık.  Okul öğretmenimiz beni keşfetmişti. Beni sınıfın en önüne oturtup, özel olarak ilgileniyordu.

Yılsonu geldiğinde herkese karne verildi. Bana karne verilmemişti. Yaşım küçük olduğu için okula benim kaydım yapılmamış,  bu sebeple kayıtsız okula devam etmişim. Öğretmenimiz bana özel olarak düzenlediği karneyi verdi. Aslında sınıfın en başarılısı bendim.

4. Sınıfın sonuna kadar Kil kuyu ’da öğrenime devam ettik. Köyümüz ‘de okul açılınca, 5. Sınıfa köyümüz ’de devam ettik. Ben sınıf birincisi olmuştum. Babama ben okuyacağım dedim. Babam hiç itiraz etmedi.

Ortaokula İskilip’te başladım. İlk sene pansiyon’ da kaldık. Pansiyon hayatı çok zordu. İkinci sene Suat, Tekin, ben Mutaflarda bir oda mutfağı olan ev kiraladık. Evin sahibi Vasfi’ye abla idi. Bize annelik yapıp, çok ilgilendi. Evde sabahları yumurta, menemen yapar yerdik. Diğer öğünlerde Salliler başında İsmetin lokantasına gider yemeğimizi yer, aybaşında babam gelir lokantaya borcumuzu öderdi. Arkadaşlarım bana kitap verir onları okurdum. Ortaokulda ’da her sene takdir aldım.

Ortaokulu bitirince yatılı lise imtihanına girerek, Ankara’da Atatürk lisesini kazandım. Büyükşehir bizim için ayrı bir serüvendi. Ayrı bir muhitti. Anarşi çok yaygındı. Hiç kimseye karışmadan liseyi bitirdim. Bir büyüğüm beni Kredi Yurtlar Genel Müdürlüğüne memur olarak aldırdı. Bu benim hayatım ’da yeni bir başlangıçtı.

Girdiğim Üniversite imtihanın ’da iyi bir puan almama rağmen, arzu ettiğim Ankara Hukuk Fakültesini çok az puan farkı ile kazanamamıştım. Çalıştığım için devam mecburiyeti olmayan, okulu seçmek durumunda idim. Şu anda Gazi Üniversitesine bağlı olan Gazetecilik ve Basın Yayın Yüksek Okuluna girdim. Bu okulu bitirince mastır yaptım. 

Çalıştığım Kredi Yurtlar Kurumu politize olmuş bir kurumdu. Milli Güvenlik Kurulunda “ anarşinin bel kemiğidir “ diye kırmızı Kitap’ta yerini aldı. 12 Eylül’den sonra kuruma Genel Müdür Olarak paşa, bazı görevlere de subaylar atandı. Gelen subaylar kurumun işleyişini bilmediklerinden, verdikleri talimatlarla işleri iyice çıkmaza sokmuşlardı.

Kurumda Paşamın yanına bir iş görüşmesi için gitmiştim. Konum mastır yaptığım için intibakımın yapılması hususu idi. Paşa ile görüşmeyi yapıp çıkarken arkamdan “ evladım gelsene dedi.” Döndüm- yarın sabah burada “Özel Kalem Müdürü” olarak göreve başla dedi. O görevde bir albay bulunuyordu.
-Efendim o görevde şu var diyecek oldum. Sen karışma, yarın gel görevine başla dedi. Bu şekilde yeni görevime başladım.

İsmet Yamak paşa, Genel Müdürümü ziyarete gelmişti. İsmet Paşa’nın kardeşi bacanağımın yakın arkadaşı idi. Bu sebeple kendisi ile tanışıyordum. Paşam ile görüşürken, benden bahsetmiş. Çıkınca bana ’da uğradı. Bir müddet oturup sohbet ettikten sonra kurumdan ayrıldı.

Paşam beni çok sevmişti. Bana – “ Her şeyden sen sorumlusun. Senin üzerinde kimse olmayacak. Ben sadece senin getirdiğin evrakı imzalayacağım.” Dedi. Artık her şey benim kontrolümde olmuştu.

Dönemin Başbakanı Turgut Özal, kurumdan brifing istemişti. Bu iş için Paşam,  beni görevlendirdi. Diaları hazırlayarak Başbakanlığa gittim. Benim gibi başka kurumlardan gelenler de vardı. İçeri alındığımızda Turgut Özal-  ” Hoş geldin evladım, bana kurumunu anlat” dedi. Heyecanlanıp, kekeleyerek kurumu anlatmaya başlayınca-” Heyecanlanma evladım. Sakin ol. Yurtlarda ne kadar yatak kapasiteniz var? Ne kadar yatak ihtiyacı var? ” diye sordu.

Bende-“ Efendim şu anda yurtlarda 40.000 yatak kapasitemiz var. 30.000 yatak kapasitesine ihtiyacımız var.” Dedim. Başbakanımız yanındakilere; 50.000 yatak ilaveli yurt yapılsın diye talimat verdi. Şaşırmıştım. Bir anda Cumhuriyet tarihi boyu yapılan yurt kapasitesinin bir katından fazla yurt yapılacaktı. Gerçekten de yurt yapımı yatırım programına konularak, iki yıl içinde ilave 50.000 yatak kapasiteli yurt yapılıp hizmete açıldı. Bütün yurtlara Çorumluların memur olarak girmelerine, yurtta kalma ihtiyacı olanlara yurt bulmaya çalıştım. Halen ülke genelinde yurtlarda, benim işe aldığım Çorumlu memurlar bulunmaktadır.

MY- Kredi Yurtlarda unutamadığın bir hatıran var mı?
SB-  Çok hatıram var. Bir tanesini anlatayım. Bir gün yanıma baba ile kızı geldi. Baba ayakta zor duruyordu. Yer gösterdim oturdular.  İsteklerini sorduğumda, Çorum Ortaköy ilçesinin bir köyünden olduklarını, kızının Ankara’da üniversiteyi kazandığını, dört gündür Ankara’da kızının kalabileceği yurt bulmaya çalıştığını, bulamadığını söyledi. Dört gecedir, Kurtuluş parkında kalıyorlarmış.

Karnınız aç mı? Diye sorduğumda açız dedi. Babaya üç porsiyon, kızına ’da bir porsiyon döner ısmarladım.  Dönerlerini yiyip, üzerine çaylarını içtiler. Ayakta durmaya mecali olmayan baba kendine gelmişti. Kızına okuluna yakın olan yurtta kontenjandan yer ayırttım. Onları kayıt yaptırmak için yurda gönderdim. Kızımıza birazda harçlık vererek, her aybaşı kuruma uğramasını, kendisine harçlık vereceğimi bildirdim. Durumu paşaya ilettiğimde, paşam ’da verilecek paraya katkı’ da bulunacağını bildirdi.  Bir yıl boyu kızımıza maddi katkıda bulunmaya çalıştık. Kızımız okulunu bitirdi. Çok iyi bir işe girdi. Evlenirken ben nikâh şahitleri olmuştum. Buna benzer çok hadise ile karşılaştım. 

Bende köyden geldim. Köy şartların özelliklerini çok iyi bilirim. Şehirde duran insanlar bir şekilde tanıdık bulur, sorunları yener ama köyden gelenler çok zorlanırlar. Onlara ’da fırsat eşitliği verilmesi gerekir.

MY- Turgut Özal ile bazı anekdotlarınız vardı. Bunlardan bahseder misiniz?
SB-  Sayın Turgut Özal Cumhurbaşkanı olup köşke çıkınca, Çorum’dan gelen hemşerilerimizle birlikte randevu alarak, köşke çıktık. Turgut beyin morali bozuktu. Hükümetin işleyişinden memnun değildi. Kurumlar ’da ne yapıldığını çok iyi biliyordu. Kısır döngünün devam etmemesini istiyor, üretmeden enflasyonla büyüyemeyiz diyordu. Büyümemiz gerekli, bunu başaramazsak bizi parçalarlar dedi. Kendi eliyle getirdiği insanların yaptıklarına üzülüyordu.

Yeni bir parti kurmak çalışmasına girdi. Yeni kurulacak partiye kurucu üye bulmakta bile zorlanıyordu.

MY- Siyasi çalışma devriniz vardı. O safhadan bahseder misiniz?
SB- Turgut Özal’ın Başbakanlığı döneminde ANAP’tan milletvekili adayı oldum. Aday listesinde ismim geri sırada çıkmıştı. Bunun üzerine tercihli oy attırmak için Çorum ve 850 köyünde, propaganda çalışması yürüttüm. Önceki seçimde ANAP’a oy çıkmayan köylerden bile oy aldım. Seçim sonucunda ANAP’tan, sadece Ateş Amik oğlu milletvekili olmuştu. Amik oğlu bana teşekkür ederek” senin çalışman sayesinde milletvekili oldum. Babana giderek senin gibi bir evlat yetiştirdiği için teşekkür edeceğim.” dedi. Düzenledikleri konvoy ile köyümüze giderek, babama teşekkür ettiler.

Çorum’a gittiğimde karşılaştığım hemşerilerim bana teşekkür eder, yaptığım iyilikleri unutamadıklarını söylerler. Ben elimden geleni Allah rızası için yaptım.
Hani derler ya” iyilik yap denize at. Balık bilmezse halik bilir.”

MY- Saim Bey verdiğiniz bilgiler için teşekkür eder, ömür boyu ailecek sağlık ve sıhhat dilerim.



MUSTAFA YOLCU



 



21 Temmuz 2016 Perşembe

15 TEMMUZ DARBE TEŞEBBÜSÜ

15 TEMMUZ DARBE TEŞEBBÜSÜ

15 Temmuz Cuma günü akşamı, facebook’tan gelen mesajlardan darbe oluyor haberini aldım. Televizyonu açtığım ’da, Tayyip bey cep telefonu ile konuşma yapıyordu.

Televizyonların ekseriyeti, darbe teşebbüsünün karşısında yayın yapıyorlardı. Bazı televizyonlar yayınlarını değiştirmemiş,  eğlence yayınlarına devam ediyordu.

Ben Ankara’da İncek ’de oturduğumdan, Ankara’ya biraz uzakta idim. Yenimahalle’ de MİT yerleşkesinin yakınında oturan yakınlarım, MİT in bombalanması nedeni ile apartmanlarının sığınağına indiklerini bildirdiler.
Diğer bir yakınım Oran’da TRT de meydana gelen çatışma yüzünden huzursuz olduklarını, evlerinin olduğu yerden ayrılmayı düşündüklerini söylediler.
İncek Ankara’ya gelen uçakların üzerinden geçtikleri düğüm noktası gibi. Ama bu gece farklılık vardı. Yolcu uçaklarının dışında, savaş uçakları da gidip geliyorlardı.

En son üzerimizden uçan jet, öyle bir gürültü çıkardı ki, evimizin açık kapıları pencereleri olduğu yerde çarparak açılıp kapandı. Millet akaryakıt istasyonlarında kuyruk olmuşlar, akaryakıt ile birlikte istasyonda ne varsa onu alıyorlardı. Akılları sıra evlerinden çıkıp, Ankara’yı terk edeceklerdi.

Cep telefonuma” Kızılay’ da toplanalım. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde toplanalım. Araçlarımızla yola çıkıp tanklara engel olmaya çalışalım.”  Nev’inden mesaj geliyordu.

Daha önce ’de darbeleri yaşadığımdan, bu olaylar karşısında hiç telaşlanmadım. Allah’ım hakkımız ’da hayırlısı ne ise, onu nasip et diye dua ettim.

Cumhurbaşkanı’mız Marmaris’te, Başbakanımız İstanbul’da, Kuvvet komutanımız, Özel harekât komutanımız, olanlardan habersiz düğünde baloda.

MİT Müsteşarı saat 16.00 darbe duyumlarını Genel Kurmay Başkanı’na iletiyor. Başbakan’ın Bakanların darbeden haberi yok. Başbakan yardımcısı tiyatroya gitmiş, olanlardan haberi yok.

Cumhurbaşkanı’nın Başyaveri, Genel Kurmay Başkanının yaveri, özel kalem müdürü, Kuvvet komutanlarının yaverlerinin bir kısmı darbeciler ile birlikte harekât etmişler.

Mahir Kaynak diyordu ki “ Devletin; evinizin önündeki ağacın sallanan dalından haberi olur. “ Demek ki devir değişmiş. Mahir Kaynaklar kalmamış artık. Veya varda, haber vermemişler.

Peki, yurdumuza dışardan saldırı olsaydı,   Yurdumuzu işgale kalkışsalardı yine haberimiz olmaz mıydı? Böyle düğünde tatilde mi? Olurduk.

Bu milletin dualı ağızları var ki, o dualar sayesinde ucuz atlattık. Darbede başarılı olsalardı, olacakları aklıma bile getirmek istemiyorum. Ülke en az 50 yıl geriye giderdi. Bankalar soyulur, ekonomi sıfırlanır, bu darbeyi yaptıran dış güçlerin  kulu kölesi olunurdu. PKK ve Ermeni çetelerinin istedikleri olur, ülkemiz bölünme noktasına gelirdi. Orta doğuda anlaşmalardan elimizde bulunan haklardan vazgeçme durumuna gelirdik.
Amerika, İngiltere, Almanya ülkemizdeki darbe harekâtının başını çeken ülkeler. Ülkemizden istediklerini alamadıklarından, bu yola tevessül ettikleri ortada.

Amerika mahreçli strateji kurumları aylar öncesinden, darbenin alt yapısını oluşturmaya, yapılacakları belirlemeye başlamışlar bile. Bunu internette yayınlamışlar.

Vali arkadaşım demişti ki “ Her gün sabah Valilikte ilk işimiz, güvenlik toplantısı yapmak olur.” Demek ki devlet erki, bu konuyu göz ardı edip aksatmış. İlk iş olarak bu konuyu sorgulamakta yarar var. Ak tütün Karakolu kaçıncı kez baskın yiyor. Baskın yapılmadan haber alınıp, karşılık verilmiyor. Doğu ve güney doğuda bu konularda anlatılan o kadar çok olay var ki. Bunun adına ihmal mi denilir, hainlik mi? Gün geçmiyor ki şehit vermeyelim.
Bir yerde yanlış yapıyoruz. Gelin bu yanlışı bulup ortadan kaldıralım.

Sayın Cumhurbaşkanım. Olanlardan, eksiğimizden fazlamızdan ders çıkaralım. İnsanımızın tamamını ötekileştirmeden, kazanmaya çalışalım. Elimizdeki baltayı kendi ayağımıza değil, vurulması gereken başlara vuralım. Bizim bize ihtiyacımız var. Yabancıların tuzu kuru. Onlar şimdi el ovuşturup, tavşana kaç tazıya tut oyunu oynuyorlar.

Elimize geçen bu fırsatı iyi değerlendirip, her konuda öz eleştiri yapalım. Devlete sahip çıkanı kucaklayıp, soyanı yıkanı kanun çerçevesinde etkisiz hale getirelim. İşimiz çok, yola devam ama hiçbir zaman hakkı hukuku göz ardı etmeyelim.

Mustafa Yolcu




27 Mayıs 2016 Cuma

AKP İKTİDARININ İYİ VE KÖTÜ YAPTIKLARI

AKP İKTİDARININ İYİ VE KÖTÜ YAPTIKLARI

12 Yıllık AKP iktidarının iyi ve kötü yaptıklarını ele aldığımız ’da, şu hususlar öne çıkıyor.

İYİ YAPILANLAR:

a)Tayyip Bey, belediyecilik geleneği ile yatırımları kısa sürede sonuçlandırıyor.
b) 1993 Tarihine yakın zamanda, Ankara Çankaya’da, eski Anayasa mahkemesinin karşısın'da imar planında cami alanı olarak ayrılan alanı, bir gurup cami yaptırmayıp, burayı park alanına dönüştürdüler. Şimdi ise Cumhurbaşkanlığı Külliyesinin yanına çok güzel bir cami yapıldı. HALKTAN KOPMAK,HALKIN YANINDA OLMAK !
c) İstanbul boğazına yeni tüp geçit ve köprü yapıldı.
d) İstanbul’a, belediyecilik hizmeti en güzel şekilde verildi. Şu da olsaydı diyebileceğimiz DİŞE DOKUNUR NOKSANI KALMADI.
e) Duble yol yapımı, yerinde ve başarılı oldu. DDY yeni demiryolu ağı yapımı ile mevcutların bakımı ve iyileştirilmesi hususunda mesafe kat etti. Yeni hava alanları limanları açıldı.
f) Sağlık konusunda, başarılı bir politika izlendi.
g) Toplu Konut İdaresi, başarılı bir konut edindirme politikası gerçekleştirdi.
h) Savunma sanayimiz, yeni silah ve mühimmatları ordumuzun kullanımına sundu.

KÖTÜ YAPILANLAR:
a) PKK ya, açılım adı altında çok büyük taviz verildi. Bu tavizler, silah ve mühimmat yığınakları, güvenlik güçlerimize ölümcül kayıplar verdirdi.
b) Dış politikamız, bilhassa Suriye politikamız başarısız oldu.
c) Kamu binaları için çok pahalı binalar kiralandı. Bu büyük bir israfa yol açtı. Yıkılmayıp kullanılması gereken kamu binaları yıkıldı. Yıkımları üzülerek seyrettim.
d) Özelleştirme adına stratejik kurumlarda satıldı. ( Türk Telefon, PETKİM, TÜPRAŞ, Ereğli Demir Çelik, Limanlar) Bu ülkemiz acısından büyük sıkıntılara yol açacaktır. Ayrıca satılan kurumlar işletilmeyip, tamamen kapatılarak istihdam kaybına yol açtı. Binaları yıkılıp, plan değişikliği ile üzerinde bulunduğu alanlar arsa olarak işlem gördü.
e) Mayınlı sahaların temizlenmesi konusunda, kamusal tepki ile geri adım atıldı.
f) İsrail ile ilişkilerde yanlış adımlar atıldı.
g) İstihbarat konusunda zafiyetler gözlendi.
h) Milli Eğitim’de başarısız yol izlendi. Dershanelerin kaldırılmasına gerek yoktu. Parası olan çocuğuna, yine özel ders ve eğitim aldırıyor. Özel okullar konusu sancılı bir hale geldi. Mühendis devletten üç bin lira aylık maaş alıyor. Kreşin bir yıllığı 20-30 bin lira. Bunda bir yanlışlık yok mu?
j) Sosyal yardım adı altında binlerce kişi maaşa bağlandı. Sokaklar’ da uzun ekmek kuyrukları oluştu. Bu kolaycılık nereye kadar gidebilir.
I) Devlet dairelerinde yoğun olarak, düzensiz bir işleyiz hâkim oldu. Bu durumdan kamu’ da çalışanlar’ da, vatandaşlar da memnun değil.
i)Toplumda büyük bir bölünme hali gözleniyor. Çeşitli nedenlerle ayrışma yaşandı. Iktidar kucaklayıcı, birleştirici olur. Ülkemizde herkesi kucaklamak bir yana, ayrıştırma ve hedef gösterme yaşanıyor.
k)  Basın üzerinde, hoş olmayan baskı kuruldu. Aynı günde 5-6 gazete aynı manşeti atabiliyor.
l) Bir kısım şirketlerin kayyuma devredilmesi, en büyük yanlışlardan oldu. Bu işlem er geç, tazminat olarak bu icraatları yaptıranlara geri dönebilir. Cumhuriyet tarihimizde, bankaların haricinde böyle bir icraat görülmemişti.

Dost acı söyler ama doğruyu söyler. Başarı olursa, bu duruma bütün milletimiz sevinir. Başarısızlık halinde, tüm millet bundan zarar görür. Bu duruma ülkemizin gelişmesini istemeyenler sevinir.

Ülkemizin sorunlarını akılcı olarak sıralayarak, akılcı çözümler araştırarak, ortak aklı üretelim. Hamasi kavgalara kapılmayalım.

Mustafa Yolcu
Myolcu53@ gmail.com



26 Mayıs 2016 Perşembe

SALİH ŞERBETÇİ

SALİH ŞERBETÇİ
Mustafa Yolcu-Salih bize kendinizi tanıtır mısınız?
Salih Şerbetçi- 24.05.1959 Yılında, İskilip Kale Boğazı mahallesinde doğdum. İlkokulu Ulaş ilkokulun’da ve ortaokulu İskilip’te bitirdim.1960 Yılında ben bir yaşında iken, babam Ankara ya gelmiş. Çimento, Demircilik üzerine ticarete başlamış.
Rahmetlik Habibe Şerbetçi ebem ile 15 yıl birlikte İskilip te kaldık. İskilip’te ebemle bağ bahçe bakımı ve işleri ile uğraşırdık. Evimizde ineğimiz birde eşeğimiz vardı. Bizde bu işleri yürüterek büyüdük. Anne ve babamızın yanımız da bulunmamasını, ebem sayesinde aramamıştık. Babam ve annem bayramlar ’da İskilip’e gelir giderdi.
Ben 1973 Yılında Ankara ya gelerek, Aydınlık evler Ticaret lisesinde öğrenime başladım.
1977 Yılında Gazi Üniversitesi matematik bölümüne ön kayıt yaptırdım. O dönemlerde hayatımızda, ticaret ile siyaset arasında bir tercih yapmamız söz konusu idi. Okula başlayınca, yoğun siyasi olaylar nedeni ile öğrenime devam edemedim. Şimdiki aklım olsaydı okula devam eder, tahsilimi bitirirdim. Her şey zamanında yapılıyor. Daha sonra öğrenci affı çıktı ama okula devam etmedim. İmtihanları vererek, serbest mali müşavirlik diplomasını aldım.
Babamın’ da işleri büyümüştü. Mehmet, Mustafa abim ve ben babama yardım ediyorduk. Böylece ticari yönümüz gelişti. Paranın nasıl kazanıldığını, ticareti ve insanları öğrendik.
Askerlik yaşım geldiğinde, askerliğimi Şırnak’ta yaptım. Askerden iki sene sonra, rabbim nasip etti evlendim. Murat ve Teoman adlarında İki çocuğum oldu. Oğlumun birisini evlendirdim. Birde torunum oldu. Zaman su gibi akıp geçti. Trafik kazasında 1971 yılında İsmail abimi, 2006 yılında Mustafa abimi, 2001 tarihinde annemi ve 2011 tarihinde de babamı kaybettim.
Ankara’da demir çimento ticareti, akaryakıt istasyonu, hazır beton ticareti, Ankara alçı, Tofaş oto ile lastik ticareti işlerimiz vardı. Babamın ölümünden sonra işleri taksim ettik. Ben akaryakıt istasyonu işini devir aldım. Akaryakıt işinde, önceden ortağımız vardı. 2001 yılında ortağın payını ödeyerek, hissenin tamamını devir aldım.
Akaryakıt işi ile birlikte, inşaat işini’ de yürüterek, çalışma hayatıma devam ettim. İnsanları ev sahibi yaptım.
MY- İskilip ve Çorum faaliyetleri konusunu açıklar mısın? Bu sosyal faaliyetler isteği nereden geliyor, nasıl bir duygu bu?
SŞ- Bu güzel bir soru. Ben İskilip’te doğup büyüdüğüm için İskilipli olma duygusundan uzaklaşamadım. Memleketimi seviyor, ilgi duyuyorum. Rahmetlik Mustafa abim bir gün bana “ Senin ne çok sevenin ve arkadaşın var. Bu neden kaynaklanıyor “ dedi. Bende; memleketimin sorunları ile ilgilenmeye çalışmam nedeninden kaynaklandığını söyledim.
İskilipli bir tanıdığım yanıma gelerek “ İskilip’ten, vukuatlı nüfus cüzdanı suretimi düzenleterek, Ankara’ya getirtebilir misin?” Dedi. Tanıdığımın yanında İskilip’ten bir arkadaşımı arayarak, talebimizi aktardım. Arkadaşım “ bu suret kimin adına düzenlenecek?” diye sorduğunda, tanıdığımın ismini söyledim. Bunun üzerine arkadaşım-“ O arkadaşın için benden bir şey isteme de, kimin için istersen iste.” Dedi. Niye diye sorduğumda-“ İskilip’in bir konusu için Ankara’da arkadaşı ziyarete gitmiştik. Bizi kovmaktan beter etti. Bize karşı tavrını unutamıyorum.” Dedi.
Bizim sosyal faaliyetlerimiz ’de vakıf, İskilipli lik, Çorumlu luk ana unsurumuzdur. Bu faaliyetler ile hemşerilerimizi özünden kopmadan, geleceğe taşımaya çalışıyor, bizde maddi ve manevi olarak bu hususta katkı da bulunmaya çalışıyoruz. Allah nasip ederse bu faaliyetlerimiz ömrümüzün sonuna kadar devam edecektir.
MY- İskilip hakkında ne düşünüyorsunuz. Bu konuda neler söylersiniz.
SŞ- İskilip in yerel olarak iyi yönetilmediğini düşünüyorum. Beypazarı örneğini ele alırsak, İskilip’ in çok geride kaldığını görüyorum. İskilip e gittiğim zaman yeşilin ortadan kalktığını, çarpık bir yapılaşma ile beton yığınları ortaya çıktığını, arastaların boşaldığını görünce çok üzülüyorum. Aktif ve üretken bir İskilip ten, üretmeyen bir İskilip e dönüş olmuş. Buda göçü körüklemiş.
İskilip’te başarılı Belediye Başkanının olmasını istiyoruz. Bakırcılar çarşısı, ayakkabıcılar çarşısı, mutaflar çarşısı ile eski geleneklerimizi yaşatarak, tüketen değil üreten İskilip olmasını arzu ediyor, İskilip’imizi Çorumu seviyoruz.
MY- Seni alıp İskilip belediye başkanı yapsalar, İskilip’te neler yapardın.
SŞ- İskilip te trafik keşmekeşine son vermeye çalışır, acilen kapalı otopark yapardım. İnsana yatırım yapar, kaleyi ele alıp, kale ile Yivlik kayası arasına teleferik kurar, turizme açardım. Dışardan gelen insanların bu manzarayı görmesini, dolmasını, keşkeği, tepsi etini, geleneksel yiyeceklerini tatmasını sağlardım.
İskilip’te devre mülk konutları yaparak, İskilip’te evi olmayan hemşerilerimizi yeniden İskilip’e getirmeye çalışırdım.
Ormanları av turizmine açardım. Şimdi çilek üretiliyor. Çilekten iyi verim alındı.
Küplerde İskilip turşusu kurdurur, İskilip turşusunu yeniden ticari hayata katardım. İskilip cevizinin eski verimi kalmamıştır. İnce kabuklu cevizler az bulunmaktadır. Cevizci liği artık başka yerler yapıyorlar. Üzüm bağlarının bakımının yapılarak, kokulu üzümlerimizi yeniden üretmeye başlatırdım.
Eski evlerini korur, bunları onarıp turizme kazandırırdım. Kaya mezarları ele alır, kale çevresinde kazılar yaptırarak buraları turizme kazandırırdım.
MY- Sanayileşme, ticaret, eğitim konusu var. Bu konuda ne söylersiniz.
SŞ- İskilip’i sanayinin merkezi haline getirmeliyiz. Sanayi tüketime değil üretime dönük olarak gelişmelidir. Fabrika yapan imalathaneler kurulmalıdır. Bu konuda Çorumda çok verimli atılımlar yapıldı.
İskilip’te eğitim en önemli konulardandır. Çocuklarımızın en iyi eğitimi alıp, önlerinin açılması gereklidir. İskilip ‘e yeni fakülteler açılmalı, çocuklarımız geleceğe en iyi şekilde hazırlanmalıdır.
MY- Ankara’da İskilip ve Çorumlular var. Bu konuda neler yapılabilir.
SŞ- Hattuşa diye Balıkesir Edremit’te Çorumluların ortaklığı ile kaplıca tesisi kurulmuştu. Daha sonra bu tesisi birileri ele geçirdiler. Mahkemelik olundu. Sonuç alan, hedefe giden ortaklık, kooperatif teşebbüslerin olmasından yanayım. İskilipli liği, Çorumlu luğu unutturmamak için Ankara da Çorumluları yan yana getiriyor, İskilip dolması günü düzenliyoruz. Atatürk Kültür merkezinde Çorum günleri fuarı açarak, İlçeleri ile birlikte Çorumda üretilenleri, imalatları sergilemek imkânı buluyoruz. Vakıflarımız Üniversite öğrencilerine burs vermeye çalışıyor.
İskilip’i Çorum’u çok seviyoruz. Sizin’ de böyle duyarlı olmanız beni çok sevindirdi. Beni İskilip ve Çorumlulara tanıttığın için teşekkür ederim.

Mustafa Yolcu- 04.12.2015

3 Mayıs 2016 Salı

RUSLARIN SİNOP'U BOMBALAMASI

RUSLARIN SİNOP’U BOMBALAMASI

Tarihimizi unutmamak, yaşananlardan ders almak gerekir. Ruslar dün Sinop’u, Trabzon’u bombaladılar, şimdi ise burnumuzun dibinde, Suriye sınırımızı bombalıyor, bize gözdağı veriyorlar.

Sinop’ta donanmamız, Rus gemilerine göre yetersiz durumda, aradan geçen 160 sene sonra silah kapasitesi açısından, biz Ruslara göre geri durumundayız. Onlardan silah almak için anlaşma yapmışız. Son gerilimde, Ruslar aramızdaki silah satış anlaşmasını iptal ettiler.

Çok yakın tarihte Almanya’dan, zırhlı personel taşıyıcı almayı talep ediyoruz, ülkemize diyorlar ki- “ Siz bu personel taşıyıcıları PKK’ya karşı kullanacaksınız, bu sebeple veremeyiz.” Amerika’dan akıllı bomba almayı talep ediyoruz, Amerika Senato’ dan onay alarak ancak 2017 yılında verebileceklerini söylüyorlar.

Demek ki 160 yıldır boşa vakit geçirmişiz. İç tehdit senaryosu ile uğraşırken, asıl hedefi göz ardı etmişiz.
Bakım onarım için İsrail’e gönderdiğimiz tankların bakım onarımı yapılmamış, ödediğimiz paraları ve tankları geri alamıyoruz.

Füze ve uçaklara karşı caydırıcı hava savunma sistemimiz mevcut değil. Başka ülkelere el açıp, oralardan almaya çalışıyoruz. Burnumuzun dibinde Suriye’nin bizden daha mükemmel hava savunma sistemi mevcut.
Sizlere 1853 yılında Rusya’nın, Sinop baskını olayını aktarmaya çalışacağım.

Sinop Baskını
Ruslar Osmanlı Donanmasının, hafif tonajlı gemilerinin Karadeniz’e gönderildiğini biliyorlardı. Bu amaçla Rus Karadeniz Filosu Komutanı Amiral Pavel Stepanoviç Nahimov, fırtınaya rağmen Sivastopol’e dönmeyerek, Karadeniz’de devriye gezisine devam etti. Sonunda Türk filosunun Sinop civarında olduğunu öğrenerek, 19.Kasım günü Sinop istikametine harekete geçti. Ancak fırtınadan çok zarar gören üç gemiyi, tamirat için Sivastopol’e gönderdi. Geri kalan gemileri ile Sinop yakınlarına gelerek, 24.Kasım günü Türk Filosunun Sinop Limanında yatmakta olduğunu keşfetti.

Sinop’a yaklaşarak keşif yapıp, Osmanlı Donanmasının kıyı boyunca yarım daire şeklinde ve bir hat üzerinde demirli olduğunu tespit etti. Bu arada Sinop’u abluka altında tutan Nahimov’a,  Mençikov tarafından gönderilen gemiler, 28.Kasım’da Sinop’a gelerek Rus filosuna katıldılar. Ayrıca 104 topu olan gözetlemede kullanılacak olan iki fırkateyn vardı. Rus donanmasında 68 funtluk (İngilizce ağırlık birimi olan pound demek olup 454 gram karşılığıdır) 38, 28 funtluk 206, 24 funtluk 70, 18 funtluk 23 adet top bulunmaktaydı. Bu toplar obüs topları olup, ağaçtan yapılmış gemileri kolayca yakabiliyordu.

Limandaki Osmanlı donanması firkateyn ve korvet tipi hafif tekneler olup, sahil şeridinde bulunana 5 batarya tarafından korunmakta idi. Rusların 24,28 ve 68 funtluk toplarına karşılık, Türk donanmasındaki topların en büyüğü 24 funtu geçmiyordu. .

Filo Komutanı Patrona Osman Paşa ve yardımcısı Riyale (Tümamiral) Hüseyin Paşa İstanbul’a yazdıkları 25.Kasım tarihli yazıyla, 10 mil kadar mesafede birkaç Rus gemisinin görüldüğünü belirterek, yakın olan Sivastopol’den kolayca yardım alarak üzerlerine saldırma tehlikesine dikkat çekilerek bu durumda nasıl hareket edeceklerini sordular.
İstanbul’dan verilen cevapta derhal yardım gönderileceği belirtilerek dikkatli olmaları istendi. Ancak yardım yola çıkmadan baskın olduğu için yola çıkmasına gerek kalmadı.
Osman Paşanın filo ile limandan çıkarak, Karadeniz’de karşılaşacağı düşmanla savaşarak İstanbul’a doğru yol almak hususunda bir faaliyeti olmadı.
Sabah saat dokuzdan sonra savaş hazırlığı yapılmasını isteyen Amiral Nahimov, saat on buçuk civarında Sinop Limanı istikametinde gidilmesini emretti. Rus filosu gemileri Türk gemilerinin karşısında demirleyecek şekilde sıraya girdi.

Amiral Nakhimov’un forsunu taşıyan İmparatoriçe Maria Kalyonu, Filo Komutanı Osman Paşa ve Yardımcısı Hüseyin Paşanın Avnillah ve Nizamiye Firkateynlerine yaklaşık 800-900 metre uzaklıkta demirledi. Gafletten yeni uyanan Osman Paşa, komutanlarına savaşmak için hazır olmalarını emretti. LİMANDA YATAN BİR FİLONUN YAKINDA DÜŞMAN OLSUN VEYA OLMASIN, GECE GÜNDÜZ NÖBETÇİ GEMİLER ÇIKARTILARAK ETRAFIN GÖZETİLMESİ KURALI İHMAL EDİLMİŞTİ.

Rus Amiralinin teslim olma teklifini kabul etmeyen Osman Paşa “Ateş” emrini verdi. Türk Filosunun Komutan Yardımcısı Hüseyin Paşa’nın Gemisi olan Nizamiye Firkateyninin iki top ateşi ile, top düellosu başladı. Mesafe yakın olduğu için hedefler sapmıyor, ama Türk gülleleri hedefi deliyor, göçertiyor ya da direkleri kırıyorken, Rus gülleleri ise hedeflerde yangın çıkarıyordu. Sahildeki tabyalar Rus Kalyonlarına gülle yağdırıyorsa da, menzilleri kısa olduğundan fazla etkili olamıyordu.

İlk olarak Avnillah Firkateyni saf dışı kaldı. İkinci olarak saf dışı kalan Fazlullah Firkateyni aslında Rafael isimli bir Rus Gemisi olup, 1829’da Türklere esir düşerek Fazlullah adını almıştı. Çar I. Nikola “Geri dönerse bir daha Rus Bayrağı taşımaya layık değildir. Yakılmalı” dediği bu geminin subaylarının, esaretten döndükten sonra rütbelerini sökmüş, “Şerefsiz evlatlar yetiştirmesin “ diyerek gemi komutanının evlenmesini yasaklamıştı. Daha sonra Gül-i Sefid Korveti bertaraf oldu. Navek-i Bahrinin Komutanı Binbaşı Ali Bey, esir düşmemek için, kalan personelin gemiyi terk etmesini sağlayıp, cephaneliği ateşleyerek şehit düştü. Bundan tam 97 sene sonra Kore Savaşı’nda etrafı sarılan Üsteğmen Mehmet Gönenç, telsizle bulundukları yerin koordinatlarını vererek, düşman kurşunlarıyla değil, kendi toplarımızın ateşiyle şehit olmak istediklerini vasiyet olarak iletmiş ve karargâh subaylarımızın gözyaşları içinde vasiyeti yerine getirilmişti. 1827’deki Navarin Baskınından kurtulan ve yardım için Mısır’dan gelen Dimyat Firkateyni bu defa tamamen yok oldu. Bu gemiden kurtulan 300’e yakın kişinin 186’sı İnebolu’dan bir Avusturya gemisiyle İstanbul’a döndüler. Kalan gemiler de kıyıya vurdu.

Saat 12.30 sıralarında başlayan bu baskın savaşında bir saat içinde, Osmanlı Filosunun tamamına yakını tahrip edilerek savaş dışı bırakıldı.
Saat öğleden sonra iki buçuğu gösterirken, Rus filosu karşısında su üzerinde, Osmanlı filosundan sadece iki gemi kalmıştı. Bunlardan Nesim-i Zafer Firkateynini Ruslar zafer hatırası olarak götürmek istedilerse de, fazla harap olduğundan diğeri ile beraber denizin dibine indirdiler. Böylece Filodaki 11 gemi tamamen imha edildi. Sahildeki diğer bataryaların biri hariç tamamı tahrip edildi. Ruslar, batan ya da yanan gemilerden denize dökülmüş, ölümle Pençeleşen yaralı Türk leventlerini öldürmek için kancalar, balyozlar savurarak, uzaktakilere top ateşi açarak, adeta bir vahşet sergilediler.
Ancak hırslarını alamayan Ruslar bu defa şehrin Müslüman mahallelerini topa tuttular.

Rusların Türklere karşı bu hırsı hiçbir zaman bitmedi. Her zaman Türkü ortadan kaldırmak hayali ile yanıp tutuştu. Akıllı insan aynı yerden iki kere sokulmaz. Tarihten ders alıp, uyanık olmalıyız.
İSTİYORSAN SULHU SELAHI. HAZIR OL CENGE.

Mustafa Yolcu
myolcu53@gmail.com

14 Nisan 2016 Perşembe

MUHACİR OLMAK

Muhacirlik, düşmandan kaçmak için evini barkını, vatanını terk etmektir.
Yaşadığımız Anadolu coğrafyası, muhacirlerle dolu bir coğrafyadır. Aile kökleri araştırıldığında, muhacirlik yaşamayan aile sayısı nadirdir. En büyük muhacirlik hadisesi 93 Harbi, Balkan Harbi, 1. Cihan harbi yıllarında olmuştur.

Mustafa Kemal Atatürk’ün Muhacirler için söylediği şu sözler çok manidardır:
“Muhacir diye küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ri’cat hatlarını sağlamak için kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir bilmeyenlerdir. Muhacirler, kaybedilmiş topraklarımızın milli hatıralarıdır.”

Muhacirliğin ne demek olduğunu ancak muhacirliği yaşayanlar, yaşayanları anlayanlar bilir. Afete maruz kalma, harp sırasın ’da veya muhacirlikte insanlar, zenginken fakir hale gelirler. Sağlıklı iken hasta olur, yakınlarını sevdiklerini kaybederler.

Gittikleri yerin insanlarınca hor görülürler. Yabancı gözü ile bakılırlar. Çocuklarına kız vermek istemezler. Kuru yere ocak yaktıkları için çalışkan olurlar. Yaşamak için taşın suyunu çıkarırlar. Bir süre sonra ev ve mülkleri olur. Kendi yemek, tarım, zanaat kültürlerini bulundukları ortama yayarlar. Bu sebeple ülkemiz, çeşitli kültürün izlerini bıraktığı alan olmuştur.

Sizlerle Bayburt’tan başlayan, muhacirlik hatırasını paylaşacağız. Birçoklarımız kendisini hatırada yaşananların içinde bulacak, muhacirliği onlarla yaşayacaktır.

 Muhacirlik-   Bayburt-Manşet 

O gün şehirde birileri, çok önemli şeyler diyeceği için, Kale ardının büyükleri de toplanıp şehre indiler. Çarşı meydanında, sehpanın üstüne çıkan rütbeli bir asker; bağıra bağıra haber veriyordu:

— Allah’ını seven; karısını kızını, çoluğunu çocuğunu alsın Bayburt’tan çıksın. Artık Rus’u tutamıyoruz. Altı aydan beri Ruslarla savaşan askerlerimiz; Ruslar karşısında artık tutunamayarak, geri çekiliyorlardı. Büyük ağabeyim Abu zer on iki senelik askerliğini bitirmiş, altı ayın üstüne seferberlik ilan edildiği gibi, küçük ağabeyim Cafer’le beraber tekrar Rus cephesine gönderilmiştiler.

Babam eve geldiğinde, anama toparlanmamızı söyledi. Muhacir çıkıyorduk! Hayvanlarımız dağdan henüz gelmemişlerdi. Danalarımız ise bayırda otluyorlardı. Ogün nasılsa sürüye karışmayan bir inek ve deli tosunumuzu yanımıza aldık. İneğimizin üstüne yarma, bulgur, un, tencere, kap kacak yerleştirdik. Tavuklarımızı evin içerisine toplayıp önlerine, yarma, bulgur döktük. Daha doğrusu götürebileceğimiz kadar gıda maddesini yanımıza aldık, diğerlerini tavukların önüne koyduk. Büyükçe de kaplara su doldurup içerisine taş koyduk, bizden sonra hayvanlarımız aç susuz kalmasınlar diye. Diğer hayvanlarımız ve eşyalarımız kalıyordu. Teciri, tereği düzülü evimize son kez doya doya baktık. Belki de bir daha göremeyecektik.

Anamla babam sırtlarına yorgan yastık, götüre bileceği eşyalardan şelek yapmışlardı. Benim sırtıma da bir yorganla bir yastık verdiler. Topu topu iki yorgan iki yastık almıştık.

Komşularımızdan Ağa Efendilerin öküz arabaları vardı. Birde Halil Efendinin babası Çavuş emi vardı, onlarında iki öküz arabaları vardı, bizim eşyalardan birazda Çavuş emmigilin arabasına koyduk.

Kale ardı olarak; biz, emmim Yakup Efendi, Çavuş emmigil, Ağa efendiğil, Kör Ağagil birde hatırlayabildiğim kadarıyla dul bir kadın vardı. Evin anahtarını da kapının önündeki kaldırım taşının altına koyduk. Küçük kardeşim Nuriye yi Çavuş emiğilin arabaya oturtturduk. Ablam Rukiye’yle; sırtlarımızda şeleklerimiz, el ele tutarak Şingah mahallesinden yukarıya doğru yola düzüldük. Keçevi’nin düzüne geldiğimizde, yollar mahşer gününe dönmüştü. Mahallenin hayvanlarını gütmeleri için içimizden üç tane çoban ayırdılar. Ama bizim deli tosunun hiç rahat duracağı yoktu. Devamlı kaçıyor ekin tarlalarına giriyor çobanları sürekli bezdiriyordu.

Muhacirliğin esintileri, daha yolun başında hissedilmeye başlamıştı. Büyük harp çıktıktan bir sene sonra Ermeniler arasında huzursuzluk çıkmaya başlamış, ağır ağır göç ediyorlardı. Hatta bir keresinde annemle, iki komşu kadın, Bent mahallesinde ki manifatura satan ermeni evlerinden birine gittik. Annemgil elbiselik kumaş alacaklardı. Ermeni kadınlar “ Hatunlar kumaş topları çok ağır içeri gelin de bakın” dediler. Bizlerse evin çevirmesinde oturduk, ev dehliz gibi içerden içeri gidiyordu. Şüphelenip korkmaya başladık. Annemler içeri girmeyeceklerini söylediler. Bu arada ermeni kadınlar kendi aralarına da telaşlı telaşlı konuşmaya başladılar. Kumaşları, tekrar getiremeyeceklerini söylediler. O zaman annemgil eve giremeyeceklerini söyleyerek çevirmeden dışarı çıktılar. Bent yolundan evimize giderken Of tarafından toplu olarak getirilen ermeni kafilesine rastladık. Başlarında askerler vardı. Ermeni kadınlardan biri bize bakıp şöyle dedi. ”KAA DACIKLAR; YAĞMUR YAĞAR ÇİSE ÇİSE, BUGÜN BİZE YARIN SİZE,”BOZ OĞLAN” (RUS) GELİYOR, GELDİ Mİ GÖRÜN NE YAPACAK SİZE, BAKIP TA GÜLMEYİN BİZE.” Dedi.

Bundan altı ay sonrada biz muhacir olmuştuk.
Arada bir Kale ardında, Taşın başına çıkar (Kale ardın da yüksekçe bir yerdir) Ordumuzun top ateşlerini seyrederdik. Top seslerini duymazdık ama namluların ağzından çıkan ışıkları görürdük. Işıklar bir açılır bir kapanırlardı.

Bayburt’ta genel bir huzursuzluk başlamış, her şeyin pahası düşmüştü. Kimse bir şey almıyordu. Herkes muhacirliğin hesabını yapıyordu. Ve nihayette muhacir olmuştuk.

O yıl ekinler öyle bir oldu ki; “yılan yaramazdı”. Öyle bir ekin! Hepsi Rus’a kalmıştı.

Bizden sonra Ruslar makineleri getirmiş, buğdayları toplayıp hepsini kendi memleketine götürmüş. Birde Çitenos köyünün Lıklıklar diye bir mevkisi vardı. Oraya yaklaştın mı ortalığı keskin bir kükürt kokusu sarar, sular, yeraltında lık lık sesleri çıkararak yeryüzüne çıkardı. Oranın suyu şifalıydı. Rus buraya öyle bir teneke yığmış ki, bu suyu tenekelere doldurmuş ağzını lehimleyip arabalarla Rusya ya götürmüş. Bayburt’tan gidene kadarda taşımışlar. Rus Bizim Çoruh nehrini gördüğü zaman derin bir ah çekip şöyle demiş. “Aaah Türk! Bu su ortadan akar, Türklerde suyun yüzüne bakar.”

Hayvanlarımız ekinleri yiyerek Kelkit’e doğru ilerliyorduk. Ekinler, nede olsa Rus’a kalacak diye, çobanlar seslerini çıkarmıyorlardı.

Kelkit’e vardığımızda; Kelkitliler muhacir malı diye, hayvanlarımızı yağmaya başladılar,. Yolda bir sürü muhacirlerin hayvanları da karışmış koca bir sürü olmuştu. Hayvanları tutan; büyük küçük demeyip götürüyorlardı.

Bizim deli tosunu da altı yedi Kelkitli yakalamış çeke çeke götürüyorlar. Babam eline değneği alıp seğirtti. Korkunç bir muharebe başlamıştı. Babam hangisine bir değnek vuruyorsa yere yatırıyordu. Bir yatan bir daha kalkamıyordu. Tek başına altı yedi kişiyi yerlere sermişti. Deli tosunu tek başına kurtarmıştı.

Kelkit’ten sonra yolumuzu Suşehri’ne çevirdik. Artık yollar ana baba gönüne dönmüştü. Kağnıların gürültüsüne öküzlerin böğürtüsü karışıyor, insan bağırtıları, çocuk ağlamalarına karışıyordu. Yollarda ki insan seli mahşeri andırıyordu. Hepimizin amacı birdi: Rus geliyor, nere olursa olsun bir an önce gidelim.

Bir dağdan aşağı inerken, Çavuş eminin arabası uçurumdan aşağı yuvarlandı. Üzerindeki eşyalar bir yana, öküzler bir yana savruldu. Araba ise paramparça olmuştu. Bizimde eşyalarımız olduğu için babam gil hep beraber eşyaları topladılar. Bereket versin ki öküzlere bir şey olmamıştı. Bu sefer eşyaları insanlar şelek edip sırtlarına aldılar. Tekrar yollara düştük.

Bizim deli tosun artık kabına sığmaz olmuştu. Bütün çobanlar yaka silkeliyorlardı. Bir düzlüğe geldiğimizde, babam kesmeye karar verdi. Ateşler yakıldı deli tosunu kavurma edecektik.

Üç asker yanımıza geldi “Ne duruyorsunuz kaçın! Rus geliyor.”

Ey aman Allah! Nuh tufanı kopmuştu. Artık muhacirleri kim tutabilir ki. Kazanı olduğu gibi ters çevirdik. Kavurmalardan bir “tike” bile yiyememiştik. Kazanı arabaya koyup yola düştük.

Bu kaçış öyle bir kaçıştı ki!
Millet birbirini geçiyor; arkada kalanlar, ağlayanlar, bağıranlar, arkada kalıp yalvaranlar, kırılan arabalar, savrulan eşyalar, yollara atılan; yaşlı, sakat, çocuklar… KİMİ HASTASINI ATIP KAÇIYOR, KİMİ KUNDAKTA Kİ ÇOCUKLARINI, ÇALILARIN DİPLERİNE ATIP KAÇIYORDU. ARTIK ÇALILARIN DİPLERİNE GİTMEYE KORKAR OLMUŞTUK. HER ÇALININ DİBİNDEN BİR AĞLAMA, İNLEME SESİ GELİYORDU.

Üç gün böyle yol aldık.
Nihayetinde bir atlı subay yanımıza geldi. “Niçin böyle birbirinizi helak ediyorsunuz” diye bağırmaya başladı.

Çavuş eminin karısı, subaya karşı çıkıp “Oğlum ne yapalım üç asker geldi, ‘ Ne duruyorsunuz! Kaçın Rus geliyor’ dedi.

Subay “Yok anam bacım yok. Rus bugün gelim dese, üç günden aşağı gelemez. Rus’un önünde asker var, savaşıyor. İçiniz rahat olsun. O diyenler sizin yiyeceğinizi yemek için demiştirler.”

Meğerse askerlerimiz haftalarca açlık çekerlermiş. Ne yapsın zavallılar; aç susuzlar. Demek ki onlarda öyle bir çareye başvurdular.
Bizden sonra hükümet dağda taşta sağ kalanları toplatmış.

Sahipsiz çocukları Eytam Hanelere koymuştu.
O subaydan Allah Razı olsun bizi rahatlatmıştı.

Sıkıntının biri bitip biri başlıyordu. Şimdide kolera salgını çıkmıştı. Hem de ne salgın. Akşamdan vurduğunu sabaha alıyor, sabahtan vurduğu akşama kalmıyordu. Ölenleri hemen elbiseleriyle küçük bir yarın ağzına getirip üzerine biraz toprak atıp yolumuza devam ediyorduk. Cenaze namazı bile kıldıran yoktu.
Nihayetinde Suşehri’ne vardık. Orada on beş gün kaldık.
Bir bahçede dut topluyorduk: dut çorbası yapmak için. Bu arada birisi; Tahir emi, Cafer geldi, diye bağırdı.
Babam, ablam, ben, dut ağacından atlar atlamaz, sesin geldiği yana koşmaya başladık.
Büyük ağabeyim Abu zeri ile küçük ağabeyim Cafer Kop cephesinde Ruslarla savaşıyorlardı. Hiçbirisinden bir haber alamıyorduk.
Bahçenin kenarında ki yolda elinde bir sopa olan çavuşun yanında yedi sekiz yaralı asker vardı.
Babam hemen yaralıların yanına koştu. Abu zer sen misin diye sordu. Ama karşısında ki asker, Cafer ağabeyimdi.
Bahçenin kenarına gelen yaralı asker kafilesi burada mola verirler. Cafer ağabeyim bahçede tut toplayan muhacirlere; burada Bayburtlu var mı? diye sormuş. Sorduğu kişi tesadüf, Çavuş emi.
Çavuş emi; “Var, kimi aradın asker ağa” diye sormuş.
Cafer ağabeyim; “Beni tanımadın mı? Çavuş emi”
Çavuş emi bir müddet ağabeyime bakmış “sen misin Cafer”, “Benim Çavuş emi” diyerek, sarmaş dolaş olurlar.
Cafer ağabeyimin geldiğin duyanlar; birer ikişer yanına geliyordu.
Elinde sopa olan asker; yaralı askerleri toplamaya başladı. Babam Çavuşa; “Çavuşum bu asker yolda ölür, biz annesi babasıyız. Bizimle kalsın dediler. Çavuş “Olmaz, ben onları Ankara’ya götürüyorum, orada tedavi olacaklar.” Dedi. Cafer ağabeyim üç yerinden yaralanmış. Mermilerin biri midesinin altından yarmış çıkmış, iki mermi içerde kalmıştı. Merminin biri yürümesine sürekli engel oluyor. Eğilip doğruldukça batıyordu.
Ağabeyimin o şekilde yürüyemeyeceğini anlayan çavuş; ağabeyimi bize teslim etti.
Cafer ağabeyim, insan kılığından çıkmıştı. Üstü başı yırtık, karnı sarılı, günlerdir aç susuz yayan yolculuk ağabeyimi bitirmişti.
Babamgil hemen sargılarını açıp, ottan merhem yapıp tekrardan sardılar. Ama yürüyecek vaziyette değildi.
Etrafımız bayram yerine dönmüştü. Her gelen oğlunu, akrabasını, eşini dostunu veya bir tanıdığını soruyor, heyecanla ağabeyimin vereceği cevabı bekliyorlardı.
Kale ardından tanıdıklarımızdan hemen hemen hiç kimse kalmamıştı. Onu soruyorlar; kulak tozundan vurulmuş, berikini soruyorlar anlından vurulmuş. Ekseriyetle vurulanlar ya anlından ya kulak tozundan, başka bir tarafından vurulan yok. Komşularımızın çocukları, ağabeyimin çocukluk arkadaşları hep şehit olmuşlardı. Büyük ağabeyim Abu zer den ise hiçbir haber yoktu.

Az sonra bayram havası, mateme dönmüştü. Ağabeyimin çevresini saranlar birer ikişer kenara köşeye çekiliyor iç çekerek ağlıyordu.
Suşehri’n de kaldığımız bu on beşi gün zarfında; ağabeyim biraz olsun toparlanmaya başladı. On beşinci günün sonunda Sivas’a gitmek için tekrar yola koyulduk.
Yolda sürekli ağabeyim rahatsızlanıyor, ikide bir mola veriyoruz, içerdeki mermi eğiliyor batıyor, doğruluyor batıyordu.
Baktı ki bu böyle olmayacak, tekrar mola verdik. Ağabeyim: çavuş emmiye dedi ki “Çavuş emi; usturayı kaynat yarayı yar. Ben kurşunu çıkarırım.
Çavuş emi usturayı kaynatıp yarayı midenin altından boydan boya yardı. Ağabeyim iki başparmağını yaraya sokup kurşunu ileri doğru sürmeye başladı. Nihayetinde kurşun fırlayıp çıktı. Yuvarlak misket mermisi. Bu arada ağabeyimde bayılmıştı. Nuriye’yle ben uzun müddet bu misket tanesiyle oynayacaktık.
Babam ermeni karısından öğrenmiş olduğu kara merhemi yapıp, yarayı bağladı. Ağabeyimi de öküz arabasının bir köşesine yatırdılar. Tekrar yola koyulduk.

Tokat’ın Çamlıbel’inden geçtik. Babamgil Köroğlu’nun konaklarının temellerini, atının ahırının yerini gidip gördüler. Sivas’a ulaştık.
Sivas kaymakamı bizleri toplayıp bize dedi ki “Burası pahalı bir şehirdir. Gelin Yozgat’a gidin. Orası ucuzdur. Hükümet size ev bark verir.” Babam gil beş on gün müsaade istediler.
Bir caminin havlusunda toplandık, göçlerimizi caminin havlusuna yıktık, beş on gün orada kaldık. Muhacir olarak; halk bizden korkuyor, kimse yanına yanaştırmıyordu. Muhacirlerse girdiği yerleri harabe edip çıkıyorlardı. Çoğu zaman köylerin içine sokmazlardı. Köyün alt başında konaklatır, sabah yol verirlerdi.
Beş on gün Sivas’ta kalıp tekrar yola düştük, Yozgat’a gitmek için. Bu ara da muhacirlerden her biri bir yerlere dağılmıştı. KİMİ YOLLARDA ÖLMÜŞ, KİMİ ÇOCUĞUNU KAYBETMİŞ, KİMİ HASTASINI BİR YERLERE BIRAKMIŞ, KİMİ SAHİPSİZ KALMIŞ, KİMİ İSE AKLINI KAYBETMİŞTİ.
Yozgat’ta devlet bize Metrukeden (Ermeni Tehcirinden sonra boşaltılmış Ermeni evleri) ev verdi. Emim Yakup Efendi, ailesiyle Sungurluya gittiler.
Kaymakam bize; “Bu evde kalın, çalışın, yiyin. Burası iş yeri; bağ, bahçelik…” Diyerek bazı talimatlarda bulundu.
Yozgat’ta; bağlara bahçelere çapaya giderdik. Babam hamallık ederdi. Ağabeyim ise kâh hasta oluyor, kâh iyi oluyor; iyi olduğu zamanlar oda hamallık yapıyordu.

Büyük ağabeyim Abu zerden hiç haber alamıyorduk. Kimi diyordu: Gece bir göreve gitmişler, bir daha dönmemişler. Kimi de diyordu ki yessir (Esir) gitmişler. Annem için için ağlar “ Aaah Abu Zerim hasretlik kıyamete kaldı” derdi.

Artık durumumuz çok düzeldi. Babam tekrar değirmencilik yapmaya başladı. Öyle oldu ki küçük bir torba para biriktirmişti.
Yozgat’a geldiğimizin ikinci yıllarıydı. Annemle babam hastalandılar, ikisi de hastanede yatmaya başladılar, ağabeyimde hastalanıp hastaneye yattığı gibi. Biz üç kız kardeş yapayalnız kaldık. Yalnızdık ama erzakımız boldu.

Önce babam öldü, babamın defin işlerini hükümet yaptı, ardından yirmi gün sonra annemde öldü. Annemin son sözü: “Abuzer’im hasretliğin ahrete kaldı, seninle ahirette görüşeceğim. “oldu. Onu da hükümet kaldırdı. Mezarlarını bile bilemedik.

Yirmi gün içerisinde hem yetim, hem öksüz kalmıştık. Ağabeyimin içerisinde kalan mermiyi çıkarmak için ameliyat yaptılar ama mermi karaciğere çok yakın olduğu için çıkaramadılar. Çok uzun süre hastane de kaldı. Artık sahipsiz kalmıştık.

Emim Yakup Efendi Sungurludan gelip bizi aldı. Sungurluya gider gitmez Nuriye ile beni yetim mektebine verdiler. Ablamdan ayrılmamak için o kadar ağladık, o kadar yalvardık ki. Kim dinleyecek! Emimgil bir lokma yiyeceğe muhtaç, bizi nerden doyuracaklar. Zaten ablam fazlalık oldu. Evimizdeki erzakı da emimgile götürdüler. Emim hamallık yapıyordu, kıt kanaat geçiniyorlardı. Bizden giden erzakta bitince, ablam o kadar açlık çekmiş ki. Acından ölse; kimseden bir şey istemezdi. Konu komşu acır bir lokma ekmek verirlermiş.

Mektebimizin ismi Leyli mektebiydi. Bayan bir öğretmenimiz vardı. Miyase hanım. Kara çarşaflı, uzun ince endamıyla ellerine sürekli beyaz eldiven takar, bizlere birer anne gibi davranırdı. Artık annemiz yoktu da bize mi öyle gelirdi bilmiyorum. Annemin kokusunu ondan alırdım. Nuriye ise benden. Onun hem annesi hem babası olmuştum. Hiç ayrılmazdık. Eteklerimden tutar, öyle dolanırdık. Beraber aynı yatakta yatardık. Miyase hanım bizi salonda gördü mü; “Lütfiye, Nuriye’yi eteğinden, kendi elbisene dik” derdi.

On beş günde bir okuldan izin verirlerdi. Bir gün yine okuldan izin vermişlerdi. Nuriye’yle el ele tutup emimgile gittik. Ablamı göremeyince ağlamaya başladık. Emim; ağabeyimin gelip ablamı aldığını başka bir evde kaldıklarını söyledi.

Ağabeyim hastaneden çıkıp, ablamı da yanına almış metrukeden bir ev alarak, oraya taşınmışlar. Yine bağlarda bahçelerde çalışıp geçimlerini sağlıyorlardı.

Leyli mektebinde; bize on beş günde bir helva verirlerdi. Nuriye ile birini yer ötekisini ablama götürürdük. Zavallı ablam helvayı nerden bulacak, bir lokma ekmeğe muhtaç! Helva günü oldu mu bayram ederdik. Daha çok ablamın bayramına iştirak ederdik. Ağabeyim geldikten sonra ’da, hasta olduğu için ona götürürdük. Yarısını ağabeyim yer yarısını ablama verirdi.

Her şeyin bir zevali olduğu gibi bizim bu okulumuzun da zevali gelmişti. Leyli mektebini İstanbul’a taşıyacaklardı. Bir buçuk senelik okul hayatımızın sonlarına gelmiştik. Miyase hanım sürekli söylerdi: “Lütfiye sen okursunda Nuriye’yi bilemem.”

Ne kadar ısrar etti ağabeyime “Lütfiye’yi benimle gönderin, Lütfiye okur, ilerde öğretmen olur, yazık ziyan edersiniz ona.” Miyase hanım ne kadar ısrar etti ise ağabeyimi ikna edemedi. “Felek bizi zaten parçaladı, onu da mı kaybedelim hoca hanım, onlar benim artık anam babam oldular.”

Okulumuz İstanbul’a taşındı. Güzeller güzeli Miyase hanımı bu son görüşümüzdü.
Felek bir kere kancasını takmıştı ya, şimdide ablam Rukiye’yi, Bayburt’un Saracık köyünden yaşlı bir adam istiyordu. Ablam mümkün değil gitmem diyordu. Ağabeyim ise ısrar ediyordu. “Kızım ben hastayım, bakarsan bu garip illerde bende ölürüm. Bu sefer hepten sahipsiz kalırsınız.” Ne yaptı ise ablamı ikna edemedi. Sevmiyordu adamı. Hem de ondan yaşça çok büyüktü.
Ağabeyim, ablamı ağlata ağlata verdi.
 Devlet; enişteme, Sungurlunun Alaca köyünden arazi ve öküz verdi. Onlar oraya taşındılar. Çiftçilik yapıyorlardı.

Ağabeyim çerçilik yapmaya başladı. Ankara’ya, Haymana’ya giderdi. Kışın çerçilik, yazın gabala tarla biçerdik. Durumumuz bayağı düzelmişti. Ağabeyim; keseyle paraları önüme döker Lütfiye istediğini al derdi. İçlerinde; altın çeyreklikler olurdu, onları almamı isterdi. Ben ağabeyime kıyamaz tekrar besmele ile kesesinin içine kordum. İlerde ağabeyimden kalan tek hatıra bu kese olacaktı, onu da öldüğümde göğsüme koymalarını vasiyet ettim.

Evimiz Sungurlu caminin yanında idi. Ak saçlı, aksakallı bir müezzini vardı. Uzun seneler Yemende askerlik yapmış alevi bir deli kanlısı imiş, askerden sonra Sünniliği tercih etmiş, Sungurlu müftüsü de onu camiye müezzin tayin etmiş. Günde beş vakit minareye çıkar ezan okurdu.

Birde Hatice ablamız vardı, kapı komşumuz. Kocası on iki sene Bayburt ve civarında askerlik etmiş. Askerde ahit etmiş “Oğlum olursa adını Bayburt koyacağım.” Oğlu olmuş ismini Bayburt koymuş. Bir ev gibi geçinir giderdik. Beni büyük oğluna almak isterdi. Ablamın evliliğinden ağzı yanan ağabeyim asla söz konusu bile yapmazdı. Ablam eşine çok uzun süre alışamamıştı. Eniştem ise ablamı deli gibi severdi. “Rukiye’den başkası bana haramdır” derdi.

Sungurlu da neler yapmazdık ki. Hele bağ bozumu geldi mi etrafı tuhaf bir kızıllık sarardı. Üzüm, ayva, dut bahçelerinde hem çalışır hem kendimize toplardık. Öyle olurdu ki sahibi koca bir bahçeden alacağını alır, gerisini bize bağışlardı. Sararmış üzüm hevenklerinin içerisinde, sararmış ayvalarla adeta sarmaş dolaş olurduk.

Eşkıya o kadar azmıştı ki askerden kaçan, asker kaçakları dağlarda eşkıya olmuşlardı. Kemal Paşa onları öyle bir toparladı ki dağı taşı tertemiz etti. O zaman asker kaçağını tek cezası vardı. Asılmak.

Sungurlu caminin önüne iki tane darağacı kurulmuştu. Her sabah su almaya giderdik. İki baba yiğit asılıyor. Beyaz elbise giydirmişler. Elleri arkadan bağlı. Boyunlarında hükümleri asılı… Dilleri dışarı düşmüş. Ayakları neredeyse sehpaya değecek.

Arada sırada pehlivan güreşleri olurdu. İki pehlivan vardı. Biri babayiğit ki “odaya direk olur”. Çam gibi delikanlı... Biride çöp gibi… Cılız mı cılız… Yalnız, cılız olanın boynunda bir muska vardı. İri olan sürekli, boynundaki muskayı çıkarsın öyle güreşelim dermiş. Cılız olan “Annem ben küçükken hastalanmışım onun için yaptırmış. Ben muskayı çıkarırım, o, güreşe hazır olsun.” Diye haber salmış.

Caminin önünde güreş meydanı kurulmuştu. Pehlivanlar peşrevden sonra birbirlerini tartmaya, el ense çekmeye başladılar. Kısa bir oyundan sonra cılız olan, şişman olanı tutuğu gibi “ Ya Allah” deyip havaya kaldırdığı anda savurdu. Şişman olan; yuvarlanarak gidip caminin duvarının dibinde kaldı. Ayağı kalktığın da; dirsekleriyle dizleri sökülmüş kanıyordu. Gelip hemen cılız olanın elini öptü “ Ustamsın” dedi.

Sungurluda bir tane de kilise vardı. Papaz efendi bizi çok severdi. Kiliseyi gezmemize müsaade ederdi. Arada bir ayinleri olurdu. Ermeni kızları ayin sırasında ilahi söylerlerdi “Asvans yardımcın gıllans….” öyle bir şey derlerdi. Ya da biz öyle anlardık. Papaz efendi bize İncil’den ayetler okurdu. Kimi ayetler bizim dinimize çok yakındı. İncilin kimi sahifelerini “Çiriş unuyla” yapıştırmıştı. Bunları niye yapıştırdığını sorardık. “Orasını karıştırmayın” derdi. Büyüklere sorardık. Bu sahifelerde; bizim peygamberimizin geleceğini haber veren ayetler varmış!

Sungurluda ki muhacirliğimiz dokuz seneyi bulmuştu. Bir gün yine gabala tarla biçerken iki jandarma yanımıza geldi. Cafer onbaşıyı arıyoruz dediler. Memlekette nişanlın varmış, hükümete bildirmişler derhal Bayburt’a gitmen lazım dediler. On beş gün müsaade aldık.

Muhacirliğimizin ikinci senesinde ağabeyim, Kale ardından bir kızla nişanlanmıştı. Nişanlısının, ailesi hemen memlekete dönmüşlerdi. Aradan yedi sene geçmişti. Ağabeyim; şimdiye evlenmiştir diyordu. Evlenmemiş yedi sene beklemiş!

Göçü külahı toplayıp dönmeye karar verdik. Ablam haber almış, kendini yerlere atıyordu. “Beni bırakıp nereye gidiyorsunuz, hani benim annem babam sizlerdiniz, ben ne yaparım yalnız başıma! İki oğlan bir kızı olmuştu. Bir çocuklarına sarılıyor, bir bize sarılıyor “ Bırakmam” diyordu. Ağabeyime sarılıyor “ Gardaş hasretlik ahrete kaldı” diyordu. Onu Sungurlu’nun Alaca köyünde bıraktık. Bıraktık ama ömrümüzün sonuna kadar yüreğimiz orada kalmıştı. Bir daha da ablamı göremedik.

İki eşeğe eşyalarımızı yükleyip dönüş yoluna düştük. Yol arkadaşımız Kelkitli Hayri dayıda bir eşeğiyle bize katıldı.
Bazen bir dağdan, bazen bir köyün altında mola vererek, arada bir köyün muhtarı; köyün camisinin avlusunda geceleterek günlerce yol aldık. Tokat’ın meşesine gelmiştik; meşenin altında büyük bir nehir geçiyor. Meşede ilerlerken büyük bir gürültü gelmeye başladı. Hayri dayı hemen bizi durdurdu. Kılavuzumuz Hayri dayı olduğu için hemen gizlenmeye başladık. İçimize büyük bir korku girmişti. Hayri dayı buraları avucunun içi gibi biliyordu. Defalarca bu yollardan gidip gelmiş, bizleri de en kısa yoldan götürdüğü için, dağdan bayırdan gidiyorduk.

— Cafer onbaşı ben buraları çok iyi bilirim. Bir keresinde bu ormanda eşkıyalar gözlerimin önünde, adamı vurup malını, parasını aldılar. Allahtan beni görmediler. Ağaçların arkasına saklandım da hayatımı kurtardım.

Ağabeyim bizleri gizleyerek, sesin geldiği yere doğru gitti. Biraz sonra gelerek “ Korkmayın odun kesiyorlar.” Diyerek, tekrar yolumuza devam ettik. Geceleri bu ormanda çakal ulumaları gelirdi ki; tüylerimiz diken olur, hepimiz sabaha kadar uyumazdık. Üç gece üç gündüz yürüdük ancak ormandan çıka bildik.
Kelkit’e geldiğimizde Hayri dayıyı uğurladık. Bir buçuk aya gittiğimiz yolu, on beş güne de gelmiştik.
Dokuz senenin üzerine evimize geldiğimizde temellerine kadar yıkılmış bir enkaz bulduk.
Ağabeyimin hanımının tarlasının başına bir ev yapıp, düğününü yaptık. Yine gabala tarla biçerdik.

Muhacirlikten döndükten sonrada ağabeyim sık sık rahatsızlanırdı. Karaciğerine yakın olan mermi ona bir türlü sıhhat vermezdi.

Yine sıcak bir yaz günü kabala tarla biçiyorduk. Ağabeyim kendisinden geçip başak yığınlarının üzerine devrildi. Hemen yanına koştuk. Yüzünü gözünü su ile yıkadık. Kendisine geldiğine de rengi kül gibi olmuştu. Bir tabak siyah kan kustu. Bir daha da sıhhat bulamadı. Dört beş sene yarı yatalak yaşadı. Sürekli söylerdi: “Rus’un kurşunu bitirdi beni.” Nihayetinde kırk yaşlarında çok özlediği şahadete kavuştu.

Muhacirlik ve muhacirlikte yaşananların bunlar bir kısmı. Atalarımızın Orta Asya’dan başlattığı yolculuk, nesiller boyu devam ediyor belki de.


Mustafa Yolcu

Hatıra Bayburt- Manşet gazetesinden alınmıştır.