MUHACİR OLMAK
Muhacirlik, düşmandan
kaçmak için evini barkını, vatanını terk etmektir.
Yaşadığımız Anadolu
coğrafyası, muhacirlerle dolu bir coğrafyadır. Aile kökleri araştırıldığında,
muhacirlik yaşamayan aile sayısı nadirdir. En büyük muhacirlik hadisesi 93
Harbi, Balkan Harbi, 1. Cihan harbi yıllarında olmuştur.
Mustafa Kemal Atatürk’ün
Muhacirler için söylediği şu sözler çok manidardır:
“Muhacir diye
küçümsenenler, tarihin yazdığı savaşlarda en geriye kalanlar, yani düşmanla
sonuna kadar dövüşenler, çekilen ordunun ri’cat hatlarını sağlamak için
kendilerini feda edenler ve düşman karşısında kaçmak, çekilmek nedir
bilmeyenlerdir. Muhacirler, kaybedilmiş topraklarımızın milli hatıralarıdır.”
Muhacirliğin ne demek
olduğunu ancak muhacirliği yaşayanlar, yaşayanları anlayanlar bilir. Afete
maruz kalma, harp sırasın ’da veya muhacirlikte insanlar, zenginken fakir hale
gelirler. Sağlıklı iken hasta olur, yakınlarını sevdiklerini kaybederler.
Gittikleri yerin
insanlarınca hor görülürler. Yabancı gözü ile bakılırlar. Çocuklarına kız
vermek istemezler. Kuru yere ocak yaktıkları için çalışkan olurlar. Yaşamak
için taşın suyunu çıkarırlar. Bir süre sonra ev ve mülkleri olur. Kendi yemek,
tarım, zanaat kültürlerini bulundukları ortama yayarlar. Bu sebeple ülkemiz,
çeşitli kültürün izlerini bıraktığı alan olmuştur.
Sizlerle Bayburt’tan
başlayan, muhacirlik hatırasını paylaşacağız. Birçoklarımız kendisini hatırada yaşananların
içinde bulacak, muhacirliği onlarla yaşayacaktır.
Muhacirlik-
Bayburt-Manşet
O gün şehirde birileri,
çok önemli şeyler diyeceği için, Kale ardının büyükleri de toplanıp şehre
indiler. Çarşı meydanında, sehpanın üstüne çıkan rütbeli bir asker; bağıra
bağıra haber veriyordu:
— Allah’ını seven;
karısını kızını, çoluğunu çocuğunu alsın Bayburt’tan çıksın. Artık Rus’u
tutamıyoruz. Altı aydan beri Ruslarla savaşan askerlerimiz; Ruslar karşısında
artık tutunamayarak, geri çekiliyorlardı. Büyük ağabeyim Abu zer on iki senelik
askerliğini bitirmiş, altı ayın üstüne seferberlik ilan edildiği gibi, küçük
ağabeyim Cafer’le beraber tekrar Rus cephesine gönderilmiştiler.
Babam eve geldiğinde,
anama toparlanmamızı söyledi. Muhacir çıkıyorduk! Hayvanlarımız dağdan henüz
gelmemişlerdi. Danalarımız ise bayırda otluyorlardı. Ogün nasılsa sürüye karışmayan
bir inek ve deli tosunumuzu yanımıza aldık. İneğimizin üstüne yarma, bulgur,
un, tencere, kap kacak yerleştirdik. Tavuklarımızı evin içerisine toplayıp
önlerine, yarma, bulgur döktük. Daha doğrusu götürebileceğimiz kadar gıda
maddesini yanımıza aldık, diğerlerini tavukların önüne koyduk. Büyükçe de
kaplara su doldurup içerisine taş koyduk, bizden sonra hayvanlarımız aç susuz
kalmasınlar diye. Diğer hayvanlarımız ve eşyalarımız kalıyordu. Teciri, tereği
düzülü evimize son kez doya doya baktık. Belki de bir daha göremeyecektik.
Anamla babam sırtlarına
yorgan yastık, götüre bileceği eşyalardan şelek yapmışlardı. Benim sırtıma da
bir yorganla bir yastık verdiler. Topu topu iki yorgan iki yastık almıştık.
Komşularımızdan Ağa
Efendilerin öküz arabaları vardı. Birde Halil Efendinin babası Çavuş emi vardı,
onlarında iki öküz arabaları vardı, bizim eşyalardan birazda Çavuş emmigilin
arabasına koyduk.
Kale ardı olarak; biz,
emmim Yakup Efendi, Çavuş emmigil, Ağa efendiğil, Kör Ağagil birde
hatırlayabildiğim kadarıyla dul bir kadın vardı. Evin anahtarını da kapının
önündeki kaldırım taşının altına koyduk. Küçük kardeşim Nuriye yi Çavuş
emiğilin arabaya oturtturduk. Ablam Rukiye’yle; sırtlarımızda şeleklerimiz, el
ele tutarak Şingah mahallesinden yukarıya doğru yola düzüldük. Keçevi’nin
düzüne geldiğimizde, yollar mahşer gününe dönmüştü. Mahallenin hayvanlarını
gütmeleri için içimizden üç tane çoban ayırdılar. Ama bizim deli tosunun hiç
rahat duracağı yoktu. Devamlı kaçıyor ekin tarlalarına giriyor çobanları
sürekli bezdiriyordu.
Muhacirliğin esintileri,
daha yolun başında hissedilmeye başlamıştı. Büyük harp çıktıktan bir sene sonra
Ermeniler arasında huzursuzluk çıkmaya başlamış, ağır ağır göç ediyorlardı.
Hatta bir keresinde annemle, iki komşu kadın, Bent mahallesinde ki manifatura
satan ermeni evlerinden birine gittik. Annemgil elbiselik kumaş alacaklardı.
Ermeni kadınlar “ Hatunlar kumaş topları çok ağır içeri gelin de bakın”
dediler. Bizlerse evin çevirmesinde oturduk, ev dehliz gibi içerden içeri
gidiyordu. Şüphelenip korkmaya başladık. Annemler içeri girmeyeceklerini
söylediler. Bu arada ermeni kadınlar kendi aralarına da telaşlı telaşlı
konuşmaya başladılar. Kumaşları, tekrar getiremeyeceklerini söylediler. O zaman
annemgil eve giremeyeceklerini söyleyerek çevirmeden dışarı çıktılar. Bent
yolundan evimize giderken Of tarafından toplu olarak getirilen ermeni
kafilesine rastladık. Başlarında askerler vardı. Ermeni kadınlardan biri bize
bakıp şöyle dedi. ”KAA DACIKLAR; YAĞMUR YAĞAR ÇİSE ÇİSE, BUGÜN BİZE YARIN
SİZE,”BOZ OĞLAN” (RUS) GELİYOR, GELDİ Mİ GÖRÜN NE YAPACAK SİZE, BAKIP TA
GÜLMEYİN BİZE.” Dedi.
Bundan altı ay sonrada
biz muhacir olmuştuk.
Arada bir Kale ardında,
Taşın başına çıkar (Kale ardın da yüksekçe bir yerdir) Ordumuzun top ateşlerini
seyrederdik. Top seslerini duymazdık ama namluların ağzından çıkan ışıkları
görürdük. Işıklar bir açılır bir kapanırlardı.
Bayburt’ta genel bir
huzursuzluk başlamış, her şeyin pahası düşmüştü. Kimse bir şey almıyordu.
Herkes muhacirliğin hesabını yapıyordu. Ve nihayette muhacir olmuştuk.
O yıl ekinler öyle bir
oldu ki; “yılan yaramazdı”. Öyle bir ekin! Hepsi Rus’a kalmıştı.
Bizden sonra Ruslar
makineleri getirmiş, buğdayları toplayıp hepsini kendi memleketine götürmüş.
Birde Çitenos köyünün Lıklıklar diye bir mevkisi vardı. Oraya yaklaştın mı
ortalığı keskin bir kükürt kokusu sarar, sular, yeraltında lık lık sesleri
çıkararak yeryüzüne çıkardı. Oranın suyu şifalıydı. Rus buraya öyle bir teneke
yığmış ki, bu suyu tenekelere doldurmuş ağzını lehimleyip arabalarla Rusya ya
götürmüş. Bayburt’tan gidene kadarda taşımışlar. Rus Bizim Çoruh nehrini
gördüğü zaman derin bir ah çekip şöyle demiş. “Aaah Türk! Bu su ortadan akar,
Türklerde suyun yüzüne bakar.”
Hayvanlarımız ekinleri
yiyerek Kelkit’e doğru ilerliyorduk. Ekinler, nede olsa Rus’a kalacak diye,
çobanlar seslerini çıkarmıyorlardı.
Kelkit’e vardığımızda;
Kelkitliler muhacir malı diye, hayvanlarımızı yağmaya başladılar,. Yolda bir
sürü muhacirlerin hayvanları da karışmış koca bir sürü olmuştu. Hayvanları
tutan; büyük küçük demeyip götürüyorlardı.
Bizim deli tosunu da
altı yedi Kelkitli yakalamış çeke çeke götürüyorlar. Babam eline değneği alıp
seğirtti. Korkunç bir muharebe başlamıştı. Babam hangisine bir değnek vuruyorsa
yere yatırıyordu. Bir yatan bir daha kalkamıyordu. Tek başına altı yedi kişiyi
yerlere sermişti. Deli tosunu tek başına kurtarmıştı.
Kelkit’ten sonra
yolumuzu Suşehri’ne çevirdik. Artık yollar ana baba gönüne dönmüştü. Kağnıların
gürültüsüne öküzlerin böğürtüsü karışıyor, insan bağırtıları, çocuk
ağlamalarına karışıyordu. Yollarda ki insan seli mahşeri andırıyordu. Hepimizin
amacı birdi: Rus geliyor, nere olursa olsun bir an önce gidelim.
Bir dağdan aşağı
inerken, Çavuş eminin arabası uçurumdan aşağı yuvarlandı. Üzerindeki eşyalar
bir yana, öküzler bir yana savruldu. Araba ise paramparça olmuştu. Bizimde
eşyalarımız olduğu için babam gil hep beraber eşyaları topladılar. Bereket
versin ki öküzlere bir şey olmamıştı. Bu sefer eşyaları insanlar şelek edip
sırtlarına aldılar. Tekrar yollara düştük.
Bizim deli tosun artık
kabına sığmaz olmuştu. Bütün çobanlar yaka silkeliyorlardı. Bir düzlüğe
geldiğimizde, babam kesmeye karar verdi. Ateşler yakıldı deli tosunu kavurma
edecektik.
Üç asker yanımıza geldi
“Ne duruyorsunuz kaçın! Rus geliyor.”
Ey aman Allah! Nuh
tufanı kopmuştu. Artık muhacirleri kim tutabilir ki. Kazanı olduğu gibi ters
çevirdik. Kavurmalardan bir “tike” bile yiyememiştik. Kazanı arabaya koyup yola
düştük.
Bu kaçış öyle bir
kaçıştı ki!
Millet birbirini
geçiyor; arkada kalanlar, ağlayanlar, bağıranlar, arkada kalıp yalvaranlar,
kırılan arabalar, savrulan eşyalar, yollara atılan; yaşlı, sakat, çocuklar… KİMİ
HASTASINI ATIP KAÇIYOR, KİMİ KUNDAKTA Kİ ÇOCUKLARINI, ÇALILARIN DİPLERİNE ATIP
KAÇIYORDU. ARTIK ÇALILARIN DİPLERİNE GİTMEYE KORKAR OLMUŞTUK. HER ÇALININ
DİBİNDEN BİR AĞLAMA, İNLEME SESİ GELİYORDU.
Üç gün böyle yol aldık.
Nihayetinde bir atlı
subay yanımıza geldi. “Niçin böyle birbirinizi helak ediyorsunuz” diye
bağırmaya başladı.
Çavuş eminin karısı,
subaya karşı çıkıp “Oğlum ne yapalım üç asker geldi, ‘ Ne duruyorsunuz! Kaçın
Rus geliyor’ dedi.
Subay “Yok anam bacım
yok. Rus bugün gelim dese, üç günden aşağı gelemez. Rus’un önünde asker var,
savaşıyor. İçiniz rahat olsun. O diyenler sizin yiyeceğinizi yemek için
demiştirler.”
Meğerse askerlerimiz
haftalarca açlık çekerlermiş. Ne yapsın zavallılar; aç susuzlar. Demek ki
onlarda öyle bir çareye başvurdular.
Bizden sonra hükümet
dağda taşta sağ kalanları toplatmış.
Sahipsiz çocukları Eytam
Hanelere koymuştu.
O subaydan Allah Razı
olsun bizi rahatlatmıştı.
Sıkıntının biri bitip
biri başlıyordu. Şimdide kolera salgını çıkmıştı. Hem de ne salgın. Akşamdan
vurduğunu sabaha alıyor, sabahtan vurduğu akşama kalmıyordu. Ölenleri hemen
elbiseleriyle küçük bir yarın ağzına getirip üzerine biraz toprak atıp yolumuza
devam ediyorduk. Cenaze namazı bile kıldıran yoktu.
Nihayetinde Suşehri’ne
vardık. Orada on beş gün kaldık.
Bir bahçede dut
topluyorduk: dut çorbası yapmak için. Bu arada birisi; Tahir emi, Cafer geldi,
diye bağırdı.
Babam, ablam, ben, dut
ağacından atlar atlamaz, sesin geldiği yana koşmaya başladık.
Büyük ağabeyim Abu zeri
ile küçük ağabeyim Cafer Kop cephesinde Ruslarla savaşıyorlardı. Hiçbirisinden
bir haber alamıyorduk.
Bahçenin kenarında ki
yolda elinde bir sopa olan çavuşun yanında yedi sekiz yaralı asker vardı.
Babam hemen yaralıların
yanına koştu. Abu zer sen misin diye sordu. Ama karşısında ki asker, Cafer
ağabeyimdi.
Bahçenin kenarına gelen
yaralı asker kafilesi burada mola verirler. Cafer ağabeyim bahçede tut toplayan
muhacirlere; burada Bayburtlu var mı? diye sormuş. Sorduğu kişi tesadüf, Çavuş
emi.
Çavuş emi; “Var, kimi
aradın asker ağa” diye sormuş.
Cafer ağabeyim; “Beni
tanımadın mı? Çavuş emi”
Çavuş emi bir müddet ağabeyime
bakmış “sen misin Cafer”, “Benim Çavuş emi” diyerek, sarmaş dolaş olurlar.
Cafer ağabeyimin
geldiğin duyanlar; birer ikişer yanına geliyordu.
Elinde sopa olan asker;
yaralı askerleri toplamaya başladı. Babam Çavuşa; “Çavuşum bu asker yolda ölür,
biz annesi babasıyız. Bizimle kalsın dediler. Çavuş “Olmaz, ben onları
Ankara’ya götürüyorum, orada tedavi olacaklar.” Dedi. Cafer ağabeyim üç
yerinden yaralanmış. Mermilerin biri midesinin altından yarmış çıkmış, iki
mermi içerde kalmıştı. Merminin biri yürümesine sürekli engel oluyor. Eğilip
doğruldukça batıyordu.
Ağabeyimin o şekilde
yürüyemeyeceğini anlayan çavuş; ağabeyimi bize teslim etti.
Cafer ağabeyim, insan
kılığından çıkmıştı. Üstü başı yırtık, karnı sarılı, günlerdir aç susuz yayan
yolculuk ağabeyimi bitirmişti.
Babamgil hemen
sargılarını açıp, ottan merhem yapıp tekrardan sardılar. Ama yürüyecek
vaziyette değildi.
Etrafımız bayram yerine
dönmüştü. Her gelen oğlunu, akrabasını, eşini dostunu veya bir tanıdığını
soruyor, heyecanla ağabeyimin vereceği cevabı bekliyorlardı.
Kale ardından
tanıdıklarımızdan hemen hemen hiç kimse kalmamıştı. Onu soruyorlar; kulak
tozundan vurulmuş, berikini soruyorlar anlından vurulmuş. Ekseriyetle
vurulanlar ya anlından ya kulak tozundan, başka bir tarafından vurulan yok.
Komşularımızın çocukları, ağabeyimin çocukluk arkadaşları hep şehit olmuşlardı.
Büyük ağabeyim Abu zer den ise hiçbir haber yoktu.
Az sonra bayram havası,
mateme dönmüştü. Ağabeyimin çevresini saranlar birer ikişer kenara köşeye
çekiliyor iç çekerek ağlıyordu.
Suşehri’n de kaldığımız
bu on beşi gün zarfında; ağabeyim biraz olsun toparlanmaya başladı. On beşinci
günün sonunda Sivas’a gitmek için tekrar yola koyulduk.
Yolda sürekli ağabeyim
rahatsızlanıyor, ikide bir mola veriyoruz, içerdeki mermi eğiliyor batıyor,
doğruluyor batıyordu.
Baktı ki bu böyle
olmayacak, tekrar mola verdik. Ağabeyim: çavuş emmiye dedi ki “Çavuş emi;
usturayı kaynat yarayı yar. Ben kurşunu çıkarırım.
Çavuş emi usturayı
kaynatıp yarayı midenin altından boydan boya yardı. Ağabeyim iki başparmağını
yaraya sokup kurşunu ileri doğru sürmeye başladı. Nihayetinde kurşun fırlayıp
çıktı. Yuvarlak misket mermisi. Bu arada ağabeyimde bayılmıştı. Nuriye’yle ben
uzun müddet bu misket tanesiyle oynayacaktık.
Babam ermeni karısından
öğrenmiş olduğu kara merhemi yapıp, yarayı bağladı. Ağabeyimi de öküz
arabasının bir köşesine yatırdılar. Tekrar yola koyulduk.
Tokat’ın Çamlıbel’inden
geçtik. Babamgil Köroğlu’nun konaklarının temellerini, atının ahırının yerini
gidip gördüler. Sivas’a ulaştık.
Sivas kaymakamı bizleri
toplayıp bize dedi ki “Burası pahalı bir şehirdir. Gelin Yozgat’a gidin. Orası
ucuzdur. Hükümet size ev bark verir.” Babam gil beş on gün müsaade istediler.
Bir caminin havlusunda
toplandık, göçlerimizi caminin havlusuna yıktık, beş on gün orada kaldık.
Muhacir olarak; halk bizden korkuyor, kimse yanına yanaştırmıyordu.
Muhacirlerse girdiği yerleri harabe edip çıkıyorlardı. Çoğu zaman köylerin
içine sokmazlardı. Köyün alt başında konaklatır, sabah yol verirlerdi.
Beş on gün Sivas’ta kalıp
tekrar yola düştük, Yozgat’a gitmek için. Bu ara da muhacirlerden her biri bir
yerlere dağılmıştı. KİMİ YOLLARDA ÖLMÜŞ, KİMİ ÇOCUĞUNU KAYBETMİŞ, KİMİ
HASTASINI BİR YERLERE BIRAKMIŞ, KİMİ SAHİPSİZ KALMIŞ, KİMİ İSE AKLINI
KAYBETMİŞTİ.
Yozgat’ta devlet bize Metrukeden
(Ermeni Tehcirinden sonra boşaltılmış Ermeni evleri) ev verdi. Emim Yakup
Efendi, ailesiyle Sungurluya gittiler.
Kaymakam bize; “Bu evde
kalın, çalışın, yiyin. Burası iş yeri; bağ, bahçelik…” Diyerek bazı
talimatlarda bulundu.
Yozgat’ta; bağlara
bahçelere çapaya giderdik. Babam hamallık ederdi. Ağabeyim ise kâh hasta
oluyor, kâh iyi oluyor; iyi olduğu zamanlar oda hamallık yapıyordu.
Büyük ağabeyim Abu
zerden hiç haber alamıyorduk. Kimi diyordu: Gece bir göreve gitmişler, bir daha
dönmemişler. Kimi de diyordu ki yessir (Esir) gitmişler. Annem için için ağlar
“ Aaah Abu Zerim hasretlik kıyamete kaldı” derdi.
Artık durumumuz çok
düzeldi. Babam tekrar değirmencilik yapmaya başladı. Öyle oldu ki küçük bir
torba para biriktirmişti.
Yozgat’a geldiğimizin
ikinci yıllarıydı. Annemle babam hastalandılar, ikisi de hastanede yatmaya
başladılar, ağabeyimde hastalanıp hastaneye yattığı gibi. Biz üç kız kardeş
yapayalnız kaldık. Yalnızdık ama erzakımız boldu.
Önce babam öldü, babamın
defin işlerini hükümet yaptı, ardından yirmi gün sonra annemde öldü. Annemin
son sözü: “Abuzer’im hasretliğin ahrete kaldı, seninle ahirette görüşeceğim.
“oldu. Onu da hükümet kaldırdı. Mezarlarını bile bilemedik.
Yirmi gün içerisinde hem
yetim, hem öksüz kalmıştık. Ağabeyimin içerisinde kalan mermiyi çıkarmak için
ameliyat yaptılar ama mermi karaciğere çok yakın olduğu için çıkaramadılar. Çok
uzun süre hastane de kaldı. Artık sahipsiz kalmıştık.
Emim Yakup Efendi
Sungurludan gelip bizi aldı. Sungurluya gider gitmez Nuriye ile beni yetim
mektebine verdiler. Ablamdan ayrılmamak için o kadar ağladık, o kadar yalvardık
ki. Kim dinleyecek! Emimgil bir lokma yiyeceğe muhtaç, bizi nerden
doyuracaklar. Zaten ablam fazlalık oldu. Evimizdeki erzakı da emimgile
götürdüler. Emim hamallık yapıyordu, kıt kanaat geçiniyorlardı. Bizden giden
erzakta bitince, ablam o kadar açlık çekmiş ki. Acından ölse; kimseden bir şey
istemezdi. Konu komşu acır bir lokma ekmek verirlermiş.
Mektebimizin ismi Leyli
mektebiydi. Bayan bir öğretmenimiz vardı. Miyase hanım. Kara çarşaflı, uzun
ince endamıyla ellerine sürekli beyaz eldiven takar, bizlere birer anne gibi
davranırdı. Artık annemiz yoktu da bize mi öyle gelirdi bilmiyorum. Annemin
kokusunu ondan alırdım. Nuriye ise benden. Onun hem annesi hem babası olmuştum.
Hiç ayrılmazdık. Eteklerimden tutar, öyle dolanırdık. Beraber aynı yatakta
yatardık. Miyase hanım bizi salonda gördü mü; “Lütfiye, Nuriye’yi eteğinden,
kendi elbisene dik” derdi.
On beş günde bir okuldan
izin verirlerdi. Bir gün yine okuldan izin vermişlerdi. Nuriye’yle el ele tutup
emimgile gittik. Ablamı göremeyince ağlamaya başladık. Emim; ağabeyimin gelip
ablamı aldığını başka bir evde kaldıklarını söyledi.
Ağabeyim hastaneden
çıkıp, ablamı da yanına almış metrukeden bir ev alarak, oraya taşınmışlar. Yine
bağlarda bahçelerde çalışıp geçimlerini sağlıyorlardı.
Leyli mektebinde; bize
on beş günde bir helva verirlerdi. Nuriye ile birini yer ötekisini ablama
götürürdük. Zavallı ablam helvayı nerden bulacak, bir lokma ekmeğe muhtaç!
Helva günü oldu mu bayram ederdik. Daha çok ablamın bayramına iştirak ederdik.
Ağabeyim geldikten sonra ’da, hasta olduğu için ona götürürdük. Yarısını
ağabeyim yer yarısını ablama verirdi.
Her şeyin bir zevali
olduğu gibi bizim bu okulumuzun da zevali gelmişti. Leyli mektebini İstanbul’a
taşıyacaklardı. Bir buçuk senelik okul hayatımızın sonlarına gelmiştik. Miyase
hanım sürekli söylerdi: “Lütfiye sen okursunda Nuriye’yi bilemem.”
Ne kadar ısrar etti
ağabeyime “Lütfiye’yi benimle gönderin, Lütfiye okur, ilerde öğretmen olur,
yazık ziyan edersiniz ona.” Miyase hanım ne kadar ısrar etti ise ağabeyimi ikna
edemedi. “Felek bizi zaten parçaladı, onu da mı kaybedelim hoca hanım, onlar
benim artık anam babam oldular.”
Okulumuz İstanbul’a
taşındı. Güzeller güzeli Miyase hanımı bu son görüşümüzdü.
Felek bir kere kancasını
takmıştı ya, şimdide ablam Rukiye’yi, Bayburt’un Saracık köyünden yaşlı bir
adam istiyordu. Ablam mümkün değil gitmem diyordu. Ağabeyim ise ısrar ediyordu.
“Kızım ben hastayım, bakarsan bu garip illerde bende ölürüm. Bu sefer hepten
sahipsiz kalırsınız.” Ne yaptı ise ablamı ikna edemedi. Sevmiyordu adamı. Hem
de ondan yaşça çok büyüktü.
Ağabeyim, ablamı ağlata
ağlata verdi.
Devlet; enişteme, Sungurlunun Alaca köyünden
arazi ve öküz verdi. Onlar oraya taşındılar. Çiftçilik yapıyorlardı.
Ağabeyim çerçilik
yapmaya başladı. Ankara’ya, Haymana’ya giderdi. Kışın çerçilik, yazın gabala
tarla biçerdik. Durumumuz bayağı düzelmişti. Ağabeyim; keseyle paraları önüme
döker Lütfiye istediğini al derdi. İçlerinde; altın çeyreklikler olurdu, onları
almamı isterdi. Ben ağabeyime kıyamaz tekrar besmele ile kesesinin içine
kordum. İlerde ağabeyimden kalan tek hatıra bu kese olacaktı, onu da öldüğümde
göğsüme koymalarını vasiyet ettim.
Evimiz Sungurlu caminin
yanında idi. Ak saçlı, aksakallı bir müezzini vardı. Uzun seneler Yemende
askerlik yapmış alevi bir deli kanlısı imiş, askerden sonra Sünniliği tercih
etmiş, Sungurlu müftüsü de onu camiye müezzin tayin etmiş. Günde beş vakit minareye
çıkar ezan okurdu.
Birde Hatice ablamız
vardı, kapı komşumuz. Kocası on iki sene Bayburt ve civarında askerlik etmiş.
Askerde ahit etmiş “Oğlum olursa adını Bayburt koyacağım.” Oğlu olmuş ismini
Bayburt koymuş. Bir ev gibi geçinir giderdik. Beni büyük oğluna almak isterdi.
Ablamın evliliğinden ağzı yanan ağabeyim asla söz konusu bile yapmazdı. Ablam
eşine çok uzun süre alışamamıştı. Eniştem ise ablamı deli gibi severdi.
“Rukiye’den başkası bana haramdır” derdi.
Sungurlu da neler
yapmazdık ki. Hele bağ bozumu geldi mi etrafı tuhaf bir kızıllık sarardı. Üzüm,
ayva, dut bahçelerinde hem çalışır hem kendimize toplardık. Öyle olurdu ki
sahibi koca bir bahçeden alacağını alır, gerisini bize bağışlardı. Sararmış
üzüm hevenklerinin içerisinde, sararmış ayvalarla adeta sarmaş dolaş olurduk.
Eşkıya o kadar azmıştı
ki askerden kaçan, asker kaçakları dağlarda eşkıya olmuşlardı. Kemal Paşa
onları öyle bir toparladı ki dağı taşı tertemiz etti. O zaman asker kaçağını
tek cezası vardı. Asılmak.
Sungurlu caminin önüne
iki tane darağacı kurulmuştu. Her sabah su almaya giderdik. İki baba yiğit
asılıyor. Beyaz elbise giydirmişler. Elleri arkadan bağlı. Boyunlarında
hükümleri asılı… Dilleri dışarı düşmüş. Ayakları neredeyse sehpaya değecek.
Arada sırada pehlivan
güreşleri olurdu. İki pehlivan vardı. Biri babayiğit ki “odaya direk olur”. Çam
gibi delikanlı... Biride çöp gibi… Cılız mı cılız… Yalnız, cılız olanın
boynunda bir muska vardı. İri olan sürekli, boynundaki muskayı çıkarsın öyle
güreşelim dermiş. Cılız olan “Annem ben küçükken hastalanmışım onun için
yaptırmış. Ben muskayı çıkarırım, o, güreşe hazır olsun.” Diye haber salmış.
Caminin önünde güreş
meydanı kurulmuştu. Pehlivanlar peşrevden sonra birbirlerini tartmaya, el ense
çekmeye başladılar. Kısa bir oyundan sonra cılız olan, şişman olanı tutuğu gibi
“ Ya Allah” deyip havaya kaldırdığı anda savurdu. Şişman olan; yuvarlanarak
gidip caminin duvarının dibinde kaldı. Ayağı kalktığın da; dirsekleriyle
dizleri sökülmüş kanıyordu. Gelip hemen cılız olanın elini öptü “ Ustamsın”
dedi.
Sungurluda bir tane de
kilise vardı. Papaz efendi bizi çok severdi. Kiliseyi gezmemize müsaade ederdi.
Arada bir ayinleri olurdu. Ermeni kızları ayin sırasında ilahi söylerlerdi
“Asvans yardımcın gıllans….” öyle bir şey derlerdi. Ya da biz öyle anlardık.
Papaz efendi bize İncil’den ayetler okurdu. Kimi ayetler bizim dinimize çok
yakındı. İncilin kimi sahifelerini “Çiriş unuyla” yapıştırmıştı. Bunları niye
yapıştırdığını sorardık. “Orasını karıştırmayın” derdi. Büyüklere sorardık. Bu
sahifelerde; bizim peygamberimizin geleceğini haber veren ayetler varmış!
Sungurluda ki
muhacirliğimiz dokuz seneyi bulmuştu. Bir gün yine gabala tarla biçerken iki
jandarma yanımıza geldi. Cafer onbaşıyı arıyoruz dediler. Memlekette nişanlın
varmış, hükümete bildirmişler derhal Bayburt’a gitmen lazım dediler. On beş gün
müsaade aldık.
Muhacirliğimizin ikinci
senesinde ağabeyim, Kale ardından bir kızla nişanlanmıştı. Nişanlısının, ailesi
hemen memlekete dönmüşlerdi. Aradan yedi sene geçmişti. Ağabeyim; şimdiye
evlenmiştir diyordu. Evlenmemiş yedi sene beklemiş!
Göçü külahı toplayıp
dönmeye karar verdik. Ablam haber almış, kendini yerlere atıyordu. “Beni
bırakıp nereye gidiyorsunuz, hani benim annem babam sizlerdiniz, ben ne yaparım
yalnız başıma! İki oğlan bir kızı olmuştu. Bir çocuklarına sarılıyor, bir bize
sarılıyor “ Bırakmam” diyordu. Ağabeyime sarılıyor “ Gardaş hasretlik ahrete
kaldı” diyordu. Onu Sungurlu’nun Alaca köyünde bıraktık. Bıraktık ama ömrümüzün
sonuna kadar yüreğimiz orada kalmıştı. Bir daha da ablamı göremedik.
İki eşeğe eşyalarımızı
yükleyip dönüş yoluna düştük. Yol arkadaşımız Kelkitli Hayri dayıda bir
eşeğiyle bize katıldı.
Bazen bir dağdan, bazen
bir köyün altında mola vererek, arada bir köyün muhtarı; köyün camisinin
avlusunda geceleterek günlerce yol aldık. Tokat’ın meşesine gelmiştik; meşenin
altında büyük bir nehir geçiyor. Meşede ilerlerken büyük bir gürültü gelmeye
başladı. Hayri dayı hemen bizi durdurdu. Kılavuzumuz Hayri dayı olduğu için
hemen gizlenmeye başladık. İçimize büyük bir korku girmişti. Hayri dayı
buraları avucunun içi gibi biliyordu. Defalarca bu yollardan gidip gelmiş,
bizleri de en kısa yoldan götürdüğü için, dağdan bayırdan gidiyorduk.
— Cafer onbaşı ben
buraları çok iyi bilirim. Bir keresinde bu ormanda eşkıyalar gözlerimin önünde,
adamı vurup malını, parasını aldılar. Allahtan beni görmediler. Ağaçların
arkasına saklandım da hayatımı kurtardım.
Ağabeyim bizleri
gizleyerek, sesin geldiği yere doğru gitti. Biraz sonra gelerek “ Korkmayın
odun kesiyorlar.” Diyerek, tekrar yolumuza devam ettik. Geceleri bu ormanda çakal
ulumaları gelirdi ki; tüylerimiz diken olur, hepimiz sabaha kadar uyumazdık. Üç
gece üç gündüz yürüdük ancak ormandan çıka bildik.
Kelkit’e geldiğimizde
Hayri dayıyı uğurladık. Bir buçuk aya gittiğimiz yolu, on beş güne de
gelmiştik.
Dokuz senenin üzerine
evimize geldiğimizde temellerine kadar yıkılmış bir enkaz bulduk.
Ağabeyimin hanımının
tarlasının başına bir ev yapıp, düğününü yaptık. Yine gabala tarla biçerdik.
Muhacirlikten döndükten
sonrada ağabeyim sık sık rahatsızlanırdı. Karaciğerine yakın olan mermi ona bir
türlü sıhhat vermezdi.
Yine sıcak bir yaz günü kabala
tarla biçiyorduk. Ağabeyim kendisinden geçip başak yığınlarının üzerine
devrildi. Hemen yanına koştuk. Yüzünü gözünü su ile yıkadık. Kendisine
geldiğine de rengi kül gibi olmuştu. Bir tabak siyah kan kustu. Bir daha da
sıhhat bulamadı. Dört beş sene yarı yatalak yaşadı. Sürekli söylerdi: “Rus’un
kurşunu bitirdi beni.” Nihayetinde kırk yaşlarında çok özlediği şahadete
kavuştu.
Muhacirlik ve
muhacirlikte yaşananların bunlar bir kısmı. Atalarımızın Orta Asya’dan
başlattığı yolculuk, nesiller boyu devam ediyor belki de.
Mustafa Yolcu
Hatıra Bayburt- Manşet
gazetesinden alınmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder