28 Kasım 2017 Salı
20 Kasım 2017 Pazartesi
BURSA DA BİR İSKİLİP Lİ- AHMET NECATİ BARDAKCI
BURSA DA BİR İSKİLİP Lİ- AHMET NECATİ BARDAKCI
1953 Yılında Bursa’ da doğan Ahmet Necati, İskilipli ailenin çocuğudur. Babası lokantacılık yaparak, geçimlerini sağlamıştır. Kiralık evde otururlar. Dört kişilik aile, babalarının geliri ile zor geçinir. Kahraman anne, babasının getirdiği kazancını yetirmeye çalışır. Fırsat buldukça iki çocuğunun elinden tutar, Bursa Ulu Camiine götürür. Gelip giderken de çocuklarına nasihat ederek, doğruluğu dürüstlüğü aşılamaya çalışır.
Ahmet, ilkokul 5. Sınıfı İskilip’te, Azmi millî ilkokulunda okur. İlkokuldan mezun olunca, tekrar Bursa ya döner. Ortaokula başlayınca hem okula devam eder, hem de çarşı da pazarda bir şeyler satarak ailesine katkıda bulunmaya çalışır.
Ortaokuldan sonra, ticaret lisesine kayıt olur. Lise’ de okurken, akşamları düğün salonun da fotoğrafçılık yapmaya başlar. Bursa’nın fotoğraflarını çeker. Elinde halen, Bursa’nın 1970 li yıllarına ait, birçok fotoğraf bulunmaktadır. Bu arada tanıdığı marangoz dükkânında çalışarak, sanat öğrenir. Kapı pencere kasası montajına gider. Okul, marangozluk, resim çekme. Bu üçünü de aynı döneme sıkıştırmıştır.
Bütün gücü ile çalışır ama ekonomik olarak işlerini düzene sokamamıştır. Sevgili annesini rahat ettirememiştir.
Ulu camiye gider. Namazını kıldıktan sonra, caminin arka tarafında bulunan “ Hızır aleyhis selamın yazdırdığı söylenen” VAV harfinin önünde dua ederek, Cenabı Allahtan sıkıntılarının giderilmesi için dua eder.
Ertesi günü yerel bir gazete de, 240 dairelik bina inşaatının ahşap doğramasının yaptırılacağı haberini okur. Hemen görüşmek için, belirtilen inşaat firmasına gider. Birçok insan, firmanın sahibi ile görüşmek için sıra beklemektedir. Görüşmek için sıra da bekler. Diğer bekleyenlerin görüşmeleri bitmiş, sıra Ahmet’e gelmiştir. Patron içerden bağırır” Görüşmek için bekleyen var mı? Genç birisi bekliyor denilince, gelsin der. Karşısında 18 yaşlarında birisini bulur. Ha uşağum niye geldin? Diye sorunca Ahmet- “ ben ilan verdiğiniz 240 dairenin doğramasını yapmak istiyorum.” Der. İşyeri sahibi- “ Sen çok gençsin. Yanına bu işi yapabilecek, tecrübeli birini bulursan işi sana veririm.” der.
Ahmet, marangoz atölyesi de bulunan bir usta ile anlaşarak, birlikte müteahhide giderler. Müteahhit işi bunlara erir. 18 ayda bitirmek üzere anlaştıkları işi, 9 ayda bitirip teslim ederler. İşin bitiminde marangoz makinaları, kerestesi, sermayesi olur. Bundan sonra alacakları işte de bu iş referans olur. Bu dönemlerde Bursa da çekirge semti, yeni yapılanmaktadır. Yeni yapılan evlerin, çoğunun doğramasını Ahmet yapar. Yeri gelir, rampa da bulunan evlere doğramayı sırtında taşır. Bu şartlarda para kazanır, çevre edinir.
Bu işten sonra Bursa da, beyaz eşya ve mobilya satış mağazası açar. Çevresi ve tanıyanları çoğalmıştır. Mağazasına düğün alış verişi yapmaya gelirler. Toplam fiyat ortaya çıkınca, ödemeyi nasıl yaparız diye sorun çıkar. Ahmet nereli olduklarını sorup, köyleri Bursa’ya yakın ve gelişme sahasında ise, arazi karşılığında malı vereceğini söyler. Belki de Bursa’da, bartır sisteminin ilk uygulayıcısı Ahmet olur. Bu durum mal alıcılarının da kolayına gelir. Bir bir gayrimenkul alırken, Ahmet’in dönümlerce arazisi olur. Bunların çoğunluğu ’da zeytinliktir.
Ahmet inşaat işine de girer. Binaları yapıp satar. Fırsat buldukça da gayrimenkul yatırımına devam eder. Hiç bir zaman geldiği yeri unutmaz. Har vurup harman savurmaz. Çocukları ’da kendisi gibi mütevazı bir hayat sürer. Ne oldum delisi olmamışlardır. Sabah saat 5-6 da tarlanın başına gidip, bakımını yaptırır. Akşam da 9-10 da evine ancak döner. Dostları ziyaretine geldiğinde, onlarla birlikte olacak zamanı da bulur.
Ahmet’in resim çekme alışkanlığı, dost ve akrabaları ile hatıralarını videoya çekme alışkanlığı devam ediyor.
Ahmet’in örnek alınacak çalışma azminin, okunması için bu yazıyı kaleme aldım.
Kendisine sağlık, sıhhat, afiyet diliyorum.
Mustafa Yolcu- 8.9.2017
Myolcu53@gmail.com
18 Kasım 2017 Cumartesi
MİSAKIMİLLİ İLKOKULU ( TAŞ MEKTEP)- 3
MİSAKIMİLLİ İLKOKULU “TAŞ MEKTEP” -3
İsmail Beşikci abiymin nostalji kokan bu yazısını da sizlerle paylaşıyorum. Birileri yazmasaydı, birileri çizmeseydi yaşananlar unutulup gidecekti. İsmail abime buradan sizler adına teşekkür ediyor, devamını bekliyoruz.
Misakımilli İlkokulu ( TAŞ MEKTEP)
Misakımilli adı fazla kullanılmazdı. Daha çok, Taş Mektep denirdi. İki katlı, duvarları kalın kesme taşlarla örülmüş bir binaydı. Tavanlar çok yüksekti. Giriş katında da, üst katta da sınıflar vardı.
Taş Mektep ’in bahçesi çok genişti. Bu bahçe, askerlik şubesinin bahçesine bitişikti. Şeyh Yavsi Cami’nin arkasından, bu bahçeye kadar olan alanlar boş, yumuşak topraktı. Çelik-çomak gibi med düş-iyi düş, oyunlar için çok elverişli bir alandı. Bugün bu geniş bahçenin bir tarafında Lise var. Şeyh Yavsi Camisi’nden bu bahçeye kadar olan alanlarda da sokaklar, apartmanlar var.
Taş Mektebe, 1949 Sonbaharında gönderilmiştik. Dördüncü sınıfa burada başladık. İlk haftada, asık yüzlü bir erkek öğretmen sınıfa geliyordu. Elinde cetvelle dolaşırdı. O cetveli, olur olmaz nedenlerle sık sık kullanıyordu. Ondan sonra da yine bir hafta kadar bir kadın öğretmen derse gelmeye başladı. O da asık yüzlüydü. Kanımca bu iki öğretmen de İskilipli değildi. İsimlerini hatırlamıyorum. O zaman da bilmiyorduk. Bu öğretmenlere, geçici öğretmenler deniyordu. Esas öğretmenin yakında geleceği söyleniyordu.
Öğretmenimiz Muzaffer Güneş, kısa bir zamanda geldi. Güler yüzlü, genç bir hanımdı. Sınıftaki her öğrenciyle ilgilenmeye çalışırdı. O zamanlar sabahçı, öğlenci’ yoktu. Öğleden önce de öğleden sonra da ders vardı. Öğle vakti eve yemeğe gider, sonra tekrar dönerdik.
Taş Mektebe geldiğimiz ilk günlerde, Taş Mektepte eğitim görmüş öğrencilerin bir tekerlemesiyle karşılaştık. O tekerleme şöyleydi: “Sakarya salbur saçak/Azmimilli ondan alçak/ Var mı Misakımilli’ye karşı çıkacak?”
Bu tekerleme öğrenciler arasında çok tekrarlanırdı. Bununla, Misakımilli İlkokulu’nun hem bina olarak görkemli olduğu, hem de eğitim kalitesinin birinci olduğu anlatılırdı. Aslında Sakarya İlkokulu bina olarak daha görkemliydi. Sakarya İlkokulu da iki katlıydı ve tavanlar çok yüksekti. Azmi millî İlkokulu ise, hem tak katlıydı, hem de tavanlar çok basıktı…
Taş Mektep ’de tuvalet dışarıdaydı. Kız öğrenciler için, erkek öğrenciler içi ayrı ayrı kabinler vardı. Tuvalet her zaman kirliydi. Su yoktu. Hocalar için bina içinde tuvalet vardı. Azmimili İlkokulu’nda ve Sakarya İlkokulu’nda ise tuvalet binanın içindeydi.
Misakımilli İlkokulu son gördüğüm de restore edilmiş. Kanımca, aslına uygun bir restorasyon değil. Sakarya İlkokulu’nun önünden, Eylül 2017 Kurban Bayramı günlerinde, dostumuz Eczacı Osman Çağıl’ı ziyarete giderken geçmiştim. Biraz harap bir binaydı…
O dönem, sınıfı, öğrencileri gösteren bir fotoğraf var. Muzaffer hoca, sandalye üzerinde oturuyor. Arkasında öğrenciler dizilmiş. Ön kısımda da öğrenciler, hocanın etrafında çömelmişler… Öğretmenin iki yanında iki öğrenci var. Onlar da çömelmiş. Öğretmen bir elini bu öğrencilerin omuzlarına atmış. Fotoğrafın bu tarafı dikkati çekiyor. Bu öğrencilerden bir Yaşar Çizikçi, öbürü de benim…
Sabahları okula vardığımızda ilk derste, temizlik yoklaması yapılırdı. Ellerimizi sıranın üzerine uzatırdık. Tırnaklarımıza vs. bakarlardı. O yoklamaların birinde, şöyle bir olay yaşanmıştı. Mürsel ağabey, (Mürsel Kazez) sık sık okuldan kaçardı. Bir sabah bizimle, o da sınıfa girmişti. Ceket cebinde çok iri, elma veya ayva gibi bir şey vardı. Bu hocanın da dikkatini çekmiş olmalı ki, Mürsel ağabeye ‘cebindeki nedir?’ diye sordu. O da, yüksek bir sesle, ‘alma’ diye cevap verdi. Hoca, ‘o senin evladım, neden alayım, almayacağım.’ Demişti. Öğretmenimiz o günlerde, İskiliplilerin elmaya, ‘alma’ dediklerini henüz öğrenmemişti.
Okulun kalfası, Ahmet emmiydi. Ahmet kalfa, okulun temizlik işlerine, düzenine, öğrencilerin girişine-çıkışına bakardı. Ahmet kalfanın oğlu Yılmaz da bu okulda öğrenciydi. Evleri, okuldan hastaneye doğru giderken sol tarafa ayrılan ilk sokaktaydı. Muzaffer öğretmen de bu evde kirada otururdu. Bu evin sokaktan giriş kapısı, her zaman açık olurdu. Giriş üzerinde bir kat daha vardı. Hocanın kaldığı oda da bu kattaydı. Bu odanın kapısı da her zaman açık olurdu.
Baharda birkaç arkadaş, Hacıkarani’de Koç kayasının eteklerinde, çiçekler toplayıp hocaya götürmüştük. Hoca çok sevinmişti. Bunu bahar aylarında birkaç defa yapmıştık. Bir defasında hoca, odasında yoktu. Ama odanın kapısı yine açıktı. Çiçek demetini bırakarak gitmiştik…
Ahmet Kalfa, Muzaffer hocaya kızı gibi ilgi gösterirdi. Bir gün beden Eğitim dersinde, hoca bizi okulun bahçesine çıkarmıştı. Askerlik şubesine yakın olan bir alanda, yürüyüş yapıyorduk. İskilipli bir ‘kopuk’ hocanın etrafında dolaşmaya, lafla taciz etmeye yeltendi. Hemen Ahmet Kalfa göründü ve o adamı oradan uzaklaştırdı.
Hoca bir gün bize, Coğrafya dersi için, ‘Hindistan’ı çalışarak gelin’ diye ödev vermişti. Ben de o Hindistan konusunu, kitaptan evde iyice çalışmış, öğrenmiştim. O gün derste hoca, Hindistan konusuna işaret ederek, ‘kim anlatacak’ diye sormuştu. Ben de parmak kaldırmıştım. Hoca beni tahtaya kaldırdı. Ama tahtada, evde okuduğum öğrendiğim hiçbir şey aklıma gelmedi. Kendim çok zorladım ama hiçbir şey hatırlayamadım. Hiçbir şey konuşamadım. Çok sıkıldım, utandım. ‘Evde çok çalışmıştım, öğrenmiştim ama…’ diyebildim… Muzaffer hoca, çok sıkıldığımı ve utandığımı hemen fark etti. Yanaklarımdan okşayarak, ‘ben şimdi anlatırım, sen de hatırlarsın…’ demişti.
Sınıfımızda, şişmanca bir kız arkadaşımız vardı. Kendisine ‘yarım dünya’ deniyordu. Hoca bir gün Coğrafya dersinde, o arkadaşımızı tahtaya kaldırdı. Japonya ilgili olarak bazı sorular sordu. O sıralarda, Japonya’da çok zelzele olur diye konuşmalar oluyordu. Coğrafya kitabında da zelzeleden çok söz ediliyordu. Hoca arkadaşımıza, ‘Japonya’dan ne alıyoruz, Japonya’ya ne satıyoruz?’ şeklinde sorular da sormuştu. Arkadaşımız, ‘Türkiye Japonya’dan en çok zelzele satın alıyor…’ demişti. Sınıfça gülüşmüştük.
Tarih dersinde, Etiler (Hititler) konusu işleniyordu. Tarih kitabında Etilerin Türk olduğu, Orta Asya’dan göçlerle geldikleri yazılıyordu. Hoca da öyle anlatıyordu. Hoca, arkadaşlarımızdan birini tahtaya kaldırdı. Etileri anlatmasını istedi. Arkadaşımız hiçbir şey anlatamadı. Bunun üzerine hoca, kitaptan Etilerle ilgili bölümü bizzat kitaptan okumasını istedi. Arkadaşımız okumaya başladı. O sahifede, Etilerin savaş arabasıyla ilgili bir resim de vardı. Resmin altında da bir satır kadar küçük bir bilgi vardı. Arkadaşımız, resmin üstündeki bölümü okudu. Alttaki bölüme geçerken, ‘Resim 5 vs. diyerek’ resmin altındaki yazıyı da okumaya çalıştı. ‘Resim 5…’ diyerek bu yazıyı da okumaya kattığı için, ana metindeki ve resmin altındaki yazılar dilbilgisi bakımından birbirleriyle uyuşmadı. Arkadaşımız epey bocalamıştı.
Misakımilli İlkokulu ”Taş Mektep” 23 Nisan Bayramı’nda (1950) bir müsamere düzenledi. Bu gösteriler, halkevinin sinema salonunda, filmlerin gösterildiği sahnede yapılıyordu. Öğrencileri müsamereye, Muzaffer Güneş, Saide Subaşı gibi öğretmenler hazırlamıştı. Ben de Sarı Zeybek ve Çiçekler rondunda oynamıştım.
Bu yıllarda, İskilip’te Halk Kütüphanesine de giderdik. İskilip Halkevi’nin bir köşesinde de, kütüphane vardı. Hocaların verdiği bazı ödevler için, kütüphaneye gider çalışırdık. Kütüphane müdürü, arkadaşımız Sungur’un dedesiydi. Çok sert bir kişiydi. Kütüphanede, iki büyük masa vardı. Masanın üzerinde de çeşitli dergiler olurdu. Kütüphane müdürü, o dergileri kurcalamamıza izin vermezdi. Arkadaşlar arasında biraz gülüşmemize çok tepki gösterirdi. Bizleri kütüphaneden atmakla tehdit ederdi.
O yıllarda Hayat Ansiklopedisi, önemli bir bilgi kaynağıydı. Hayat Ansiklopedisi’ni istediğimiz aman, müdür hangi maddeye bakacağımızı sorardı. O maddenin yer aldığı cildi bulur, ilgili maddeyi açar önümüze koyardı. “Öteki sayfaları kurcalamak yok…” diye sıkı sıkı tembih ederdi.
Büyükçe bir defterde, harf sırasına göre kitapların adı yazılı olurdu. Her kitaba da bir numara verilmişti. Katalog böyle tutuluyordu. Müdür bazen merdivenlerle, tavana doğru tırmanarak istediğimiz kitapları indirirdi.
Kütüphaneden, evde yararlanmak için kitap alınırdı. Kitap bir hafta, on gün kadar evde kalırdı. Ondan sonra kitabın tertemiz iadesi gerekiyordu. Bir arkadaşımız bu şekilde bir kitap almıştı. O kitabı, tuvalette de okuyormuş. Bu sırada, kitabı tuvalete düşürmüş. Tuvalet, kanalizasyona bağlı değil, kuyu tuvaletmiş. Kitabı artık oradan çıkarmak mümkün değil. Aile o kitabın tazmini için çok para ödemişti.
Muzaffer hoca, İskilip’te bir yıl kadar kaldı. Beşinci sınıfta biz okutmadı. İskilip’ten ayrıldı. Beşinci sınıfta öğretmenimiz, Ali Kınak’tı.
Beşinci sınıfa geldiğimizde, öğrenciler arasında bir tekerleme daha dile getirildiğini fark ettik. Tekerleme şöyleydi: “İmtihanın şiddetinden dalgalandı Akdeniz/ Bay öğretmenler zatıâlinizden son numarayı bekleriz.”
Okulda şüphesiz, bayan öğretmenler de vardı. Ama tekerleme hep erkek öğretmenlere vurgu yapıyor. Hayret…
O yıllarda, Beşinci sınıfta yılsonunda mezuniyet sınavları yapılırdı. Bu sözlü bir sınavdı. Her dersten ayrı ayrı sözlü sınav yapılırdı. Öbür sınıflarda böyle bir sınav yoktu. Sınıf geçmeler, karnelerle belli olurdu.
Beşinci sınıfta, Ergün Aras, Alaattin Bülter, Ömer Karakullukçu, Aytek Koçhisarlı gibi yeni arkadaşlarımız oldu. Misakımilli İlkokulu’ndan 1951 yılında mezun olduk.
Ali Kınak hoca da o yıllarda, Sungurlu’ya tayin edilmişti. O dönemlerde, İskilip’ten Ankara’ya, Çorum-Sungurlu-,Kırıkkale üzerinden giderdik. Bayat- Çankırı üzerinden giden bugünkü yol, çok sonraları açılmıştı. İskilip-Ankara otobüsü 1958-1959 yıllarında, Sungurlu’nun içinden geçerken, Ali Kınak hocayı, bir ilkokulun giriş kapısı önünde görürdüm.
Nereden Nereye (1)
Muzaffer Güneş öğretmenle ilgili bir olayı anlatmak istiyorum Mustafa… Bu olay şöyle gelişti. 1958’de, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya başlamıştım. Fakültenin açıldığı ilk günlerde, Ekim ayının başlarında, Niğde’den bir arkadaşla tanıştım. Çok kısa bir zamanda arkadaş olduk. Altay Utkan. Birbirimize lise yıllarını anlatıyorduk. Ben ona Çorum Lisesi’nden, lisedeki hocalardan vs. bahsediyordum. O da bana Niğde Lisesi’ni hocalarını vs. anlatıyordu. Bu sohbetler sırasında, Muzaffer Hocanın onların, Felsefe, Sosyoloji hocaları olduğunu anladım. Bu bilgi beni çok heyecanlandırdı. Hocaya hemen mektup yazıp kendimi tanıttım. Hoca hatırladı ve bana mektup gönderdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitime devam etmemden dolayı çok sevindiğini bildirmişti. Birkaç defa yazışmıştık. Bu mektuplar, zarfıyla, pullarıyla duruyor Mustafa. Bunları değerlendirmek şüphesiz çok ilgi çekici olacak
Mezuniyetten sonra kısa bir süre, Çorum’da maiyet memuru olarak çalıştım. İçiçleri Bakanlığı’ndan burslu okuduğum için, mecburi hizmetim vardı. Sonra askerlik yaptım. 25 Aylık askerlik sonunda, P.Yd. Teğ. olarak, 31 Ekim 1964 de terhis oldum. O zamanki Kıbrıs olaylarından dolayı, terhis bir ay gecikmişti.
Terhisten sonra, İçişleri Bakanlığı, beni Hozat’a tayin etmişti. Orada çok kısa bir süre çalıştım. 1964 sonunda, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nde, Fen-Edebiyat Fakültesi’nde, Sosyoloji asistanı olarak çalışmaya başladım.
“Nereden Nereye…” başlığı altında anlatılabilecek iki olay daha var Mustafa. Bunların biri Ortaokul, bir de Lise yıllarına ilişkin. Bunları da daha sonraki yazılarda anlatmaya çalışacağım.
İSMAİL BEŞİKCİ
Yazıyı aktaran- Mustafa Yolcu
myolcu53@gmail.com
12 Kasım 2017 Pazar
1973 YILI İSKİLİP ENDÜSTRİ MESLEK LİSESİ MEZUNLARI
1973 YILI İSKİLİP
ENDÜSTRİ MESLEK LİSESİ MEZUNLARI
11.11.2017 Cumartesi
günü Ankara da, 1973 yılı meslek lisesi tesviye bölümü mezunları olarak, İller
Bankası sosyal tesislerin de bir araya geldik.
Aradan geçen 44 yıldan
sonra, bazı arkadaşlarımızla dışarda karşılaşsak belki de birbirimizi
tanıyamazdık. Yıllar bizden bazı şeyleri götürmüştü. Kimimiz aradığımızı
bulmuş, kimimiz ’de aramaktan yorulmuştuk.
Zahmet edip bizimle
buluşmaya gelen, Bahri Balcı- Gani Turan hocalarımız ’da aramızdaydı. Bize mutluluk
verdiler. Sanatı bize onlar öğretmişti.
Bahri hocamızın, hiç unutamadığım sözleri vardı. “Sağı solu bırakın ’da bu memlekete kalıp üretin. Ancak o zaman ülkeye yararlı olursunuz. Bu okulu bitirdiğiniz ’de mesleğinizi yapmasanız bile, eviniz ’de meydana gelen arızaları, kendiniz yapmaya çalışacaksınız.” Demişti. Öyle de oldu. Karşılaştığım her türlü arızaya, önce kendim müdahale etmeye çalıştım. Beceremediğim de ustasına götürdüm.
Bahri hocamızın, hiç unutamadığım sözleri vardı. “Sağı solu bırakın ’da bu memlekete kalıp üretin. Ancak o zaman ülkeye yararlı olursunuz. Bu okulu bitirdiğiniz ’de mesleğinizi yapmasanız bile, eviniz ’de meydana gelen arızaları, kendiniz yapmaya çalışacaksınız.” Demişti. Öyle de oldu. Karşılaştığım her türlü arızaya, önce kendim müdahale etmeye çalıştım. Beceremediğim de ustasına götürdüm.
Bir araya gelerek
hocalarımız, arkadaşlarımız hatıralarını anlattılar. Adeta 44 yıl öncesine
döndük. Hatıralarımızı yeniledik. Bahri hoca 44 yıl öncesinde, atölye de
yaptığımız işlerden, rahmetlik olmuş
Ahmet Demir isimli sınıf arkadaşımızın yaptığı 45 derece eğimli, üçgen geçmenin
güzelliğinden bahsetti. Okul binasının duvarına atölyede yaptığımız, Atatürk
resmini anlattı. Bahri hoca halen o kadar mesleğine meraklı ki, talebe olup
tekrar onun öğrencisi olmak geldi içimden.
Sınıfta bulunan tüm
arkadaşlarımızın ismini ve numarasını hatırlıyor, sayıyordu.
Sınıfımızdan dört
arkadaşımız, siensi tezgâhında çalışmış, iki tanesi de halen çalışmaya devam
ediyormuş.
Sınıfımızdan bir
arkadaşımız, İzmir’ de vinç işi ile, bir arkadaşımız ise protez kol, bacak
yapım işi ile uğraşıyor. İşyerinde çalışan, 40 işçisi varmış. Sınıfımız ’da
atölye de en başarılı arkadaşımız, belediye zabıta amirliğinden emekli oldu. Bu
arkadaşımızı her görüşümde, mesleğini yapmadığı için üzülür mesleğini yapmasını
isterdim.
Bizim okul zamanın ’da
günlük 8 saat ders olur, bunun 4 saati ders, 4 saati de atölye olurdu. Şimdi
ise mesleki teknik öğretimde, atölye ’de teknik dersler ’de sembolik hale
gelmiş. Öğrenciler bir şey öğrenememektedir. Biz T cetveli ile resim dersine
gider, teknik resmi çok güzel öğrenirdik. Şimdi okula T cetveli bile gitmiyor.
İki gönye ile teknik resim dersi yapılıyor.
Ne öğreniliyor? Bilemiyorum.
Teknik öğrenimde
gördüğüm hata ve kusurları, Milli Eğitim Bak. Teknik Öğrenim genel Müdürü ne
aktardığım da, “ Mevcut öğrenim programımız, AB. Öğrenim programı esas alınarak
yapılmıştır.” Demişti. Bu program, meslek öğrenme esasının dışında, meslek
öğrenememe esası için düzenlenmiştir. Bir an önce bu hatadan dönülmelidir.
Arkadaşlarımızla buluşmadan
sonra, seneye tekrar buluşmak üzere vedalaşarak ayrıldık. Tabi kim öle kim
kala. Tüm arkadaş ve hocalarımıza sağlık, sıhhat ve afiyet diliyorum.
Mustafa Yolcu
Myolcu53@gmail.com
2 Kasım 2017 Perşembe
İSMAİL BEŞİKCİ- AZMİ MİLLİ İLKOKULU (2)
İSMAİL BEŞİKCİ- AZMİ MİLLİ İLKOKULU (2)
İsmail Beşikci
ağbeyin bu güzel yazısını' da sizlere sunuyorum.
Emekleri için
kendisine teşekkür ediyor, yazmasa idi bütün bunları bilen hiç kimde
kalmayacaktı. Kendisinden başka yazılar da bekliyorum. MUSTAFA YOLCU
İlkokula 1946 yılında başladım. O dönemde, Hanönü Camisi önünden ve
köprüden geçerek çarşıya, caddeye ulaşan
bugünkü yol yoktu. Arada geniş bir bahçe vardı. Bu bahçeye cehrilik
denirdi. Cehrinin boya yapımında, kök boya üretilmesinde kullanılan bir bitki,
bir ağaç olduğu söylenirdi. Cehrinin çiçeklerinden ve tohumlarından sarı ve kırmızı
renkli boyalar üretilirmiş.
Boyacıların dükkânları, Salliler başındaydı. Boyaya batırdıkları iplikleri, bukle bukle,
tezgâhlarının önüne asarlardı. Sarı, kırmızı, yeşil, mor pembe, kara iplik
buklelerini böyle kuruturlardı. Renkleri çok canlı dururdu.
Hanönü Camii’ni köprüyü geçtiğimiz zaman, Azmimilli İlkokulu’na gitmek için iki yol
vardı. Birinci yol Pirinç Pazarı’ndan geçerdi. Önce Susuz Han’ın, sonra Sulu
Han’ın önünden geçerek Ekin Pazarı’na, Belediye’nin önüne varırdık. Oradan da İskilip-
Çorum yoluyla okula. İkinci yol da,
Akçay’ın (Boklu çay) kıyısındaki
Anaçların evinin önünden, Felekler Aralığı yoluyla Mısdaklar Konağı’na varıp
oradan kıvrılarak, İskilip-Çorum yolundan okula varırdı. Bu yollar bana çok
uzun gelirdi. Kanımca, bugünkü yol 1947-1948 yıllarında açıldı.
O yıllarda, Anaçlar’ın evinin
sokak kapısı her zaman açık olurdu. Bu ev okulun bahçesine bitişikti. Evin
avlusundan okulun bahçesine ulaşılabiliyordu.
Bir duvarla, ev okulun
bahçesinden ayrılıyordu. Avludan okulun bahçesine açılan, genişçe bir delik te
vardı. O zamanlar, o deliğe zunnuk
deniyordu. Zunnuktan geçmek… O delikten geçerken yere yatıp iyice sürünmek gerekiyordu.
Ahmet Kazez ikinci, üçüncü sınıfta o yolu çok kullanıyordu. Kestirme bir
yoldu. Bazen bu geçişler sırasında
evden bir kişi yakalar, “bir daha buralarda sizi görmeyeyim…” diye bağırır,
azarlardı.
Felekler Aralığında, bakımsız
bir ev daha vardı. O evin avlusundan da önce Kilci Hamdi’gilin bahçesine,
oradan da okulun bahçesine varılabiliyordu. O evin sokak kapısı da her zaman açık
olurdu. O avludan geçişler daha rahattı.
O yıllarda Eylül ayı sonlarında,
okul yöneticileri kendi okullarına bağlı mahalleleri, sokakları dolaşarak, yedi yaşına gelmiş çocukları okula
kaydederlerdi. Aileler, çocuklarının okula kaydedilmesini engellemek için onları
kaçırırlardı. Özellikle kız çocuklarını çok kaçırırlardı. Sınıfımızda, Hüseyin Karhınlı isimle bir
arkadaş vardı. Numarası bir idi. 1
Hüseyin Karhınlı. Demek ki babası oğlunun okula gitmesini, okumasını çok istemiş.
Belki de bizzat kendisi okula giderek, oğlunun kaydedilmesini sağlamış. Hüseyin
Karhınlı’yı orta boylu, tıknaz bir arkadaş olarak hatırlıyorum. Bir de 9 numaralı Ali Çiçek vardı. 9 Ali Çiçek… Ali Çiçek’in siması daha açık
gözümün önüne geliyor. Uzun boylu, zayıf bir arkadaştı.
Birinci sınıfa öğretmeniz Nadir Beydi. İskilipli değildi. Okulun başlamasından
8-9 gün sonra, bir hafta kadar derslere gelmedi. Derslere başka hocalar
giriyordu, çoğu zaman da dersler boş geçiyordu. Son dersten sonra, okuldan eve
ablam Satı ile birlikte giderdik. Akşam karanlığı başlamış olurdu. O üçüncü sınıftaydı.
Öğretmeni, Mehmet Kısar hocaydı.
Dersimizin boş geçtiği bir gün, ablamım sınıfının önünde, dersin
bitmesini bekledim. Ders bitince beraber eve gidecektik. Kapının önünde
beklerken, Mehmet Kısar hoca beni gördü. Neden beklediğimi sordu. Öğretmenimizin
gelmediğini, dersimizin boş geçtiğini,
ablam Satı’yı beklediğimi, beraber eve gideceğimiz söyledim. Hoca benim
iki koltuğumdan tutarak, sınıfa soktu. Ablamın yanına oturttu.
Ablam o zaman, Şaziye isimli bir kızla oturuyordu. Ablam onunla iyi
arkadaştı. Onların evini biliyorum. Ulaştepe’ye giderken, en son köprünün başındaki,
kalenin hemen eteğindeki bir ev. Ondan sonra yol yoktu. Kale doğrudan çaya iniyordu. Şaziye’nin babasının
Mutaflar Çarşısı’nda, bakkal dükkanı
vardı. Babası ve ağabeyi aynı dükkan’ da çalışıyordu. Kalenin arkasına geçmek
için, kalenin eteklerini tırmanarak yol
almak gerekiyordu.
Satı ablam ve arkadaşı, pencerenin yanındaki sırada oturuyorlardı.
Oradan, karakolun merdivenleri ve cezaevinin alttaki kapısı çok açık bir şekilde
görülüyordu. Sınıfla bina arasında 3-4 metre kadar mesafe vardı. Azmimilli İlkokulu’na
çok yakın olan bu binanın alt katının cezaevi, üst katının karakol olduğunu, İskilip
Hükümet Konağı’nın tam karşısında yer aldığını daha önceki yazıda belirtmiştim.
Karakola dışarıdan merdivenle çıkılıyordu. Askerler, elleri kolları bağlı
birilerini karakola çıkarıyor, başka
askerler de yine elleri- kolları bağlı birilerini karakoldan indirip, alttaki
cezaevinin kapısına doğru yöneliyordu. Askerlerin, yanlarındaki adamlarla
birlikte paldır-küldür inişleri, çıkışları çok dikkatimi çekiyordu. Bazen
elleri-kolları bağlı bu adamlar,
zincirlerle de bağlanırdı.
Zincirlerin şangırtısı, sınıftan çok rahat bir şekilde duyuluyordu.
Askerlerin süngüleri bu zincirlere çarptığı zaman, süngülerin ucunda parıltılar
meydan geliyordu. Ablam sık sık beni dürterek “
kımıldama, ayaklarını sallama, pencereden dışarıya bakma tahtaya bak…”
gibi şeyler fısıldıyordu. Ama ben de dışarıya
bakmaktan kendimi alamıyordum. Ablamın
bu dürtüklemelerini Mehmet Hoca fark etmiş, “baksın baksın, istediği gibi
otursun. O bu sınıfın öğrencisi değil, henüz küçük, okula yeni yeni alışıyor.”
Demişti.
Mustafa ben vasat bir öğrenciydim. Durumum zayıf, orta, iyi, pekiyi sıralamasında,
iyiye tekabül ediyor. Ama ablam çok zeki idi. Hesap-kitaptan çok iyi anlıyordu.
Çantası, çok tertipliydi. Kitapları, defterleri çok temizdi. Kitaplarının, defterlerinin sahifelerinin hiç
birinde kıvrık yoktu. 1948 yılı 23 Nisan Bayramı’nda, ‘Samsun’dan Doğan Güneş’
tablosunu, bir erkek arkadaşı ile birlikte ablam Satı’ya taşıtmışlardı. Bayram
yerinden okula dönünce onlara, bir tarafı mavi, bir tarafı kırmızı olan
kalemden armağan etmişlerdi. Mehmet Kısar hoca, ablamın çok iyi bir öğrenci
olduğunu söylerdi.
Hacıpiri Mahallesi’nde bizim sokak’ta, bir komşumuz vardı. Celal Emmi’yi hep, hasta yatağında hatırlıyorum.
Celal Emmi’yi çarşıda-pazarda, sokakta hiç görmedim. Kapının önünde de
görmedim. Hep, evlerinin giriş katından sonraki katta merdivenin karşısındaki
dip odada, hasta yatağındaydı. O eve
doktor da girmezdi. Bazen kurşun dökme, tuz çevirme gibi pratikler uygulanırdı.
Bunlara ‘koca karı ilaçları’ denirdi. Yoksul bir aileydi. Celal emminin
tabakhanede, deri ıslahında çalışırken hastalandığı söylenirdi.
Evi, Celal Emminin eşi Hatice teyze idare ederdi. Hatiplerin Hatice.
(Hatıpların Hacca) Celal Emminin ilk eşi vefat edince, Hatice teyzeyle evlenmişti.
İlk eşinden, Nuriye (Noriş, o biraz uzun söylenirdi. ) ve Ganime,Hatice
teyzeden de Sami isimli çocukları vardı. Nuriye ablamım sınıfındaydı. Ama okula
devamında sık sık kesintiler olurdu.
İskilip’in hemen yakınında, Abdıliçi denilen bir mevki de bahçeleri vardı.
Hatice teyze o bahçeyi, baharda tek başına teper, ekim yapar, fidelerin otlarını
ayıklardı. Yazın sulama işlerini
yapar, elde ettiği ürünleri toplar, sırtında taşıdığı bohçalarla, ellerinde taşıdığı
çit ve sepetlerle eve getirirdi. Ürünlerin bir kısmını da, Kadınlar Pazarı’nda
satmaya çalışırdı. Bahçeye giderken de sık
sık Nuriye ablayı, yardım etmesi için yanında götürürdü. Bu yüzden Nuriye sık sık devamsız
olurdu. Daha önceki yazımda, okula devam
etmeyen öğrencilerin ebeveynlerinin cezaevine konulduğunu belirtmiştim. Nuriye’nin devamsızlığı yüzünden Hatice
teyzeyi de, birkaç defa cezaevine koymuşlardı.
Hasta olan Celal emmi’yi götüremedikleri için, Hatice teyzeyi cezaevine
kapatırlardı.
Ganime ve Sami o zaman çok küçüklerdi. Onlara ve babasına Nuriye abla
bakardı. Aslında o da bizlerden biraz büyük, 12-13 yaşlarındaydı. Ahmet Kazez’
le birlikte, cezaevine babasına yemek götürürdük. Hatice teyze cezaevine
konulduğu zaman anam, birçok defa yemek hazırlayıp, benim cezaevine yemek
götürmemi istemişti. O zaman da Ahmet Kazez’le birlikte giderdik.
Erkeklerin ve kadınların koğuşları, ayrı ayrıydı. Parmaklıklar arasından
tutukluların, mahkûmların, havalandırmada nasıl dolaştıklarına bakardık. Kadınların
gardiyanı, bizim mahalleden Nuriye teyzeydi. Ayakkabı boyacısı Mehmet ve İsmail
ağabeyin analarıydı. Babaları da bekçiydi.
İsmail ağabey, bizlerden büyüktü ama Taş Mektep ’de bizim sınıftaydı. Mehmet Ağabey ondan daha büyüktü. Nuriye
teyzenin çok sert bir gardiyan olduğu, tutuklu kadınlara iyi muamele etmediği
söylenirdi.
İkinci sınıftaki öğretmenimiz Gülay isimli kadındı. O da İskilipli değildi.
Gülay öğretmenin bir kız kardeşi daha vardı, o da öğretmendi. O da Sakarya İlkokulu’nda
öğretmendi. Kanımca ikiz kardeştiler. Tanayların evinde kirada oturuyorlardı. Bugün, İskilip Hükümet Konağı’nın bulunduğu
alan, Tanayların evi ve evin bahçesiydi. Gülay öğretmen ve kardeşi cadde
üzerindeki bir evde oturuyorlardı.
1955’de, Çorum’da çimento fabrikası kurulmuştu. Bir ara kalenin arka tarafı, çaydan yana olan kısmı
dinamitlerle parçalanır, elde
edilen taşlar Çorum’a götürülüyordu.
Çimento için gerekiyormuş. Kalenin o kısmında, ‘Kırk badallar’ dediğimiz
merdivenler vardı. Bu merdivenler kalenin zirvesine doğru tırmanıyordu… Birkaç defa bu basamakları ben de çıkmıştım.
Kalenin dinamitlenmesi sırasında bu ‘Kırk badallar ’tahrip olup, kayboldu. Bir süre sonra, kalenin
dinamitlenmesi durdu. Kale taşları
çimento üretimi için uygun değilmiş…
Üçüncü sınıfta öğretmenimiz İbrahim Kestek’ti. İlkokul deyince hemen zihnimde, Azmimilli İlkokulu ve İbrahim hoca canlanıyor.
Sanki beş yılda da hocamız İbrahim Kestek’ti gibi bir algılama var. Hâlbuki sadece üçüncü sınıfta öğretmenimizdi.
Hoca, bir bahar günü bizim bütün sınıfı, Kireçdere’ye doğru geziye götürmüştü. Şüphesiz
yürüyerek… O zaman İskilip’te, motorlu araçlar zaten çok çok az, nadirdi. Kireç
Dere’ye varmadan solda, cevizlerin altında eğlenceli bir gün geçirmiştik. Hoca
bize burada, çiçekler, böcekler, kuşlar…
Hakkında bilgi vermişti. Yolda, gelirken de, giderken de… doğa iyice
çiçeklenmişti. Bu alan, cevizlerin altı, hala öyle duruyor.
İbrahim hoca bir gün de bizi, Hindoğlu Yokuşu tarafına götürmüştü.
Bugün, kaymakamın lojmanın yer aldığı alanda, tepenin eteğinde bir çeşme vardı. O çeşmenin suyu da, Boşça Kavak Deresi’nden
geliyordu. Hoca bize, suların yer altında
süzüle süzüle temizlendiğini anlatmıştı. O gün bu çeşmenin kaynağı olan, Boşça
kavak Deresi tarafına da gitmiştik.
Oraya da su Yivlik tarafından, dağlardan tepelerden süzülerek geliyordu.
O yıllarda İskilip’te, orta halli ailelerin inekleri ve eşekleri olurdu.
Bu ailelerin bağları ve bahçeleri de olurdu.
Bağa, bahçeye giderken yükleri eşekler taşırdı. Motorlu araçlar
1940’larda, 1950’lerin başlarında çok azdı. Bizim de ineğimiz ve eşeğimiz vardı.
Bağımız, bahçemiz de vardı.
İnekleri sığıra katmak önemli bir olaydı. İskilip’in bazı mahallelerinin
inekleri, sabahleyin Hacıkarani Köprüsü’nün başında toplanır, çoban onları yavaş
yavaş, Kaçak tarafına otlatmaya götürürdü. O zamanlar, 1940’lar, 1950’lerin başları, bugünkü sanayi sitesinin olduğu alanlar
otlaktı. Bu şüphesiz bahar, yaz, sonbahar aylarında olurdu.
Sabahleyin ineği sığıra katmak, benim işimdi. Akşam sığırdan gelen
inekleri, Hacıkarani Köprüsü’nün başında karşılardık. Herkes kendi ineğini
bulur, evine götürürdü. Akşam sığırdan dönen ineği karşılamak ve eve getirmek
de benim işimdi. İnekler dönünceye kadar bir süre, Koçkayası’nın eteklerinde
arkadaşlarla birlikte bekleşirdik. Hacıyolu
bekler gibi… Çoban bizim mahalledendi. Evleri Koç Kayası’nın
eteklerindeydi. Mehmet Ağabey’in,
Azize’nin babası… Mehmet Ağabeye Morfinli Mehmet de denirdi İskilip’ de getir-götür işleri
yapardı. Çok içki içen biriydi. Sık sık sarhoş olur, sokaklarda yatardı.
1970’lerde, 80’lerde biraz uslandığı söylenirdi. Eşeği günde bir defa suya götürmek ise, ağabeyim
Muhittin’in işiydi.
1949-1950 yılı eğitim devresinde, Misak-Milli İlkokulu’na
gönderildik. Gönderilen öğrenciler arasında, Yaşar Çizikçi, Ahmet Kazez, Mürsel Kazez,
Ahmet Namlı, Halil Ustaların Ahmet Namlı,
Ahmet Kaltakçı ,Ahmet Kaymak, İsmail Yağlıcı, Yaşar Kaygusuz, Sungur, İsmail Yağlıcıların
sokağından Mustafa, Kadriye, Ayşe,
Nezihe, Nahide, Zahide, Nebahat, Behiye… vardı.
Misal Milli İlkokulu’nu da bundan sonraki bir yazıda anlatayım Mustafa…
26 Ekim 2017 Perşembe
BİSİKLET MACERASI
BİSİKLET MACERASI
Küçüklüğümüz de bisiklet, çok pahalı idi. Sadece zengin aileler, çocuklarına bisiklet alabilirdi. Ben babama, bisiklet aldırmak için çok uğraştım ama aldıramamıştım.
İskilip’te Meydan Mahallesi karaağaçların orda, Hacı Karani’ de spor sahasının yanın ’da, beş dakikası 25 kuruşa bisiklet kiraya verilirdi. Bende buralarda bisiklet kiralar, bisiklet sürme zevkini tatmaya çalışırdım.
Karaağaçların orda, bisiklet kiralamıştım. Ayaklarım bisikletin pedallarına yetişmiyordu. Yarım pedal ile bisikleti sürüyordum. Daha kötü olanı, bisikletin zinciri pantolonumun paçasını kapıyordu. Böyle olunca da pedala basamıyor, bisiklet devriliyordu. Aynı tarafıma düşüyor, tekrar kalkıp bisikleti sürüyordum. Daha sonra, kalçamın üzerine düştüğüm tarafı ağrımaya başladı. Eve gidip kalçamın yan tarafına baktığımda, kara bere olduğunu gördüm. Oranın ağrısı 5-10 gün sürdü. Sonra kendiliğinden geçti. Merhem falanda kullanmamıştım.
Sanırım ilkokul 3. Sınıfta idik. Okulda sabahçı olarak okuyor, öğleden sonra boş kalıyorduk. Bir gün eve gelip, okul önlüğümü çıkarıp sokağa çıkınca, aynı sınıfta okuduğum akrabam ile karşılaştım. Çarşıya doğru gidiyordu. Nereye gittiğini sordum. “ Kaçağa annemlerin yanına gidiyorum.” Dedi. Yalnız başına gidilir mi? Diye ikaz ederek, bende yanına katıldım. Bu akrabam, rahmetli Ahmet Dursun’un yeğeni idi. Hacıkarani köprüsüne gelmeden, Ahmet ağabeyim ile karşılaştık. Bir arkadaşının bisikletine binmiş, kaçağa gidiyordu. Bize nereye gittiğimizi sorunca, kaçağa gidiyoruz dedik. Oda binin bisiklete dedi. Ben ön tarafa, yeğeni de arka seleye oturdu.
O zamanlar yollar, stabilize kaplı idi. Yanımızdan araç geçince, bizi toza boğuyordu. Bir bisiklette üç kişi idik. Yokuşa gelince bisikletten iniyor, yokuş aşağı süratle gidiyorduk. Ahmet ağabeyim çok yoruluyordu. Sporcu yapısı ile yola dayanıyordu. İne çıka kaçağa gelince, bisikletten inip meyveliğe doğru koşmaya başladık. Bizimkiler bizi görünce şaşırdılar. Nasıl geldiniz diye sorunca “ Ahmet ağabeyim ile geldiğimizi söyledik.” Öyle yemeğini de birlikte yedik.
Çarşı da eczane de çalışan Yaşarın, siyah bir bisikleti vardı. Bazen onun bisikletini kiralıyor, Hacıkarani ye doğru gidiyordum. Yaşar bana, bisikletini Hacıkarani de kiraya vermemi söyledi. Teklifini kabul ettim. Böylece istediğim kadar bisiklete binecek, para vermeyecektim. Eczaneye geliyor, bisikleti alıp gidiyordum. Bir gün Hacıkarani’de Ahmet Çorsuz, Ali Kalın, Eczanenin sahibinin oğlu ben, hepimizin altında bisikleti ile karşılaştık. Sabah erkendi. Evden kahvaltı yapmadan çıkmıştım. Hadi biraz bisiklet sürelim dedik. Önce Hindoğlu yokuşuna, sonra kanara çeşmesine geldik. Karnımız acıkmıştı. Çeşmeden su içtik ama karnımız doymuyordu.
Bağına bahçesine gidenler, hayvanlarını sulamak için çeşmeye geliyordu. Kimseden yemek için ekmek isteyemiyorduk. Bir kişiden istedik, oda ancak kendine yetecek kadar azığının olduğunu söyledi. Geldiğimize, geleceğimize pişman olmuştuk. Dönüp gelirken, pedala basacak takatimiz kalmamıştı.
Zorlanarak çarşıya geldim. Bisikleti teslim edip, fırından pide alıp eve gittim. Rahmetlik annem, yoğurtlu dünür çorbası yapmış, sıcağı ile duruyordu. Pide ile yediğim o çorbanın tadını unutamıyorum.
Büyüyüp çocuklarım olduğunda, iki çocuğuma da yaşlarına göre binebilecekleri iki kere bisiklet aldım. Benim bisikletim olmamıştı ama çocuklarım bisiklete binme zevkini doyasıya tattılar.
Mustafa Yolcu
26. 10. 2017
17 Ekim 2017 Salı
ÖNCE SELAM, SONRA KELAM
ÖNCE SELAM, SONRA KELAM
Arkadaşıma telefon etmiştim. Arkadaşım telefonu açınca, konuşmaya başladım. Arkadaşım bana” Önce selam, sonra kelam.” Dedi. Önce şaşırdım sonra arkadaşımın ne dediğini anlayarak, haklısın dedim. Önce selam verip, sonra konuşmaya başlamalıydım.
Selçuklu eserlerinin hitabelerinin başında, Önce Selam, Sonra Kelam sözü yazılıdır. Bu tespit çok doğruydu. Birçok şeyin yanında, bir birimize selam vermeyi de unutmuştuk.
Küçükken eşeğimize biner, annemle bahçeye giderdik. Ben karşılaştığım insanlara selam verirdim. Bu durum annemin hoşuna gider,” maşallah oğluma, adam olmuşta selam da verirmiş.” Derdi.
İnsan selâm vererek karşısındaki insana, bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla, dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır. Yüzler tebessümle güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.
İnsan, yaşadığı toplumun; âdet, dil, inanç, kültür gibi değerlerini dikkate almak zorundadır. Toplum, ortak değerleri benimseyen, onları hayatlarına yansıtan insan topluluğudur.
Ortak kültürel değerler, ortak bir yaşama biçimi oluşturur. Ortak değerlere aykırı davranan insan, kendi toplumuna yabancılaşır.
Ortak değerler, yaşandıkça gelişir. Bu değerler, toplumun bütün insanlarını bir arada, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını sağlar.
Toplumda yaşayan insanların, kendi aralarında sağlam köprüler oluşturmaları ve sağlıklı bir iletişim kurmaları gerekir. Bu iletişimin ilk basamağı selâmlaşmaktır.
Selâm, insanlar arasında kurulacak iletişimde önemli bir adımdır.Okulda, çarşıda, pazarda, camide, selâmla kurulan yakınlık, dostluğa, kardeşliğe dönüşür.
Günümüz de aynı apartmanda yaşayan, aynı kurumda görev yapan insanların, birbirlerine selâm vermeden merhaba demeden yaşadığı ne yazık ki bir gerçek.
Aynı apartmanı paylaşan, bindikleri asansörde birbiriyle selâmlaşmayan asık suratlı insanlar, insanlara tebessüm etmenin, güler yüzlü davranmanın bir ibadet olduğunu bilmiyorlar.
Selâm vermek, “selâmünaleyküm” demek, güler yüzün, iyi niyetin kelimelerle bir ifadesidir. Selâmdan uzak, böyle insanlardan oluşan bir toplum, sağlıklı bir iletişim kuramayacağı gibi, birlikte yaşamanın mutluluğunu da yaşayamaz.
Sevgili Peygamberimiz, insanların birbirini sevmesinin ve birbiriyle kaynaşmasının reçetesini şöyle veriyor: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..."
Birbirimizi sevmek, inancımızın bir gereğidir. Birbirimiz için güzel şeyler dilemek de hem dinî, hem de insanî görevimizdir. Birbirimizi sevmenin, en önemli reçetesi ise selâmlaşmadır.
Selâmı vermek sevmeye; selâmı yaymak, selâmlaşmak, sevgiyi topluma yaymaya vesile olur.
Selâmlaşan iki insan arasında; sevgi, saygı, kaynaşma canlanır ve büyür. Bir selâm, bir güler yüz, iletişimin altın anahtarı olur. Selâm, konuşmanın önünü açar: “önce selâm” verilir “sonra kelâm’a/söze geçilir. Atalarımız, “önce selâm, sonra kelâm” demiyorlar mı?
Dünyevî hiçbir kaygı gütmeden, belki hiç de tanımadığımız bir insana, “Allah’ın selâmı üzerinize olsun!” demek, ne güzel bir dilek, ne güzel bir duadır!
İnsan verdiği selâmla, selam verilen insana bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla,dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır . Yüzler tebessümle daha bir güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.
Günümüz de yoğun bir tempo ile yaşıyor, selâma, konuşmaya, hatır sormaya, ziyarete gitmeye vakit ayıramıyoruz.
Mutlulukların paylaşıldıkça artacağını, dert ve sıkıntıların ise azalacağı gerçeğinin farkına varamıyoruz. Bu durum bizi strese, sıkıntıya sokuyor, sinirli çekilmez bir hâle geliyoruz. Kendimizle barışık olmayınca, kendimize ve ailemize, çevremize sıkıntı verir hale geliyoruz.
Bu olumsuz tabloyu sağlıklı kılacak şifre; selâmdır. Selâm, sevgi, saygı ve insanlığın anahtarıdır.
İnsanı insana yakınlaştıran, sevdiren, saydıran, anlaştıran şifreli kelime "selâm" dır. Bu şifreli kelime, ilişkilerimizi ısıtacak, dostluk, kardeşlik kapılarını açacak, bizi daha olgunlaştıracak ve mutlu bir insan kılacaktır.
Bunun için " ÖNCE SELAM, SONRA KELAM" şartını unutmayalım.
Mustafa Yolcu
17.10.2017
14 Ekim 2017 Cumartesi
AZMİ MİLLİ İLKOKULU- İSMAİL BEŞİKCİ
AZMİ MİLLİ İLKOKULU- İSMAİL BEŞİKCİ
( İSMAİL BEŞİKCİ abinin bana yazdığı yazıyı aynen yayınlıyorum)
Merhaba Mustafa,
Selamlar, sevgiler…
Azmimilli İlkokulu ile ilgili yazını dikkatle, heyecanla okudum. Yazı çok ilgimi çekti. Ben de Azmimilli İlkokulu’n da okudum. Bununla ilgili duyguların düşüncelerimi kısaca belirtmek istiyorum.
1946 yılında okula başladım. O zaman Azmi milli İlkokulu tek katlı bir okuldu. Çarşı içinde, İskilip-Çorum yolunun sol tarafında yer alıyordu. Azmi milli İlkokulu ve Ortaokul aynı bahçeyi kullanıyordu. Okulun hemen yanında, alt tarafı Cezaevi, üst katı Karakol olarak kullanılan bir yapı vardı. Yolun sağ tarafında, bu yapının hemen karşısında, Park’ın bir köşesinde Hükümet Konağı yer alıyordu. Hükümet Konağı çok görkemli, iri bir yapıydı. Odalar çok büyüktü. Tavanlar çok yüksekti. İkinci kata çıktığımız zaman, kendimizi gökyüzüne çıkmış gibi hissederdik. Park’ın bir köşesinde de çeşme vardı. O zaman park çok güzeldi.
Dikkat ettim, sen bu tek katlı okulu anlatmıyorsun. Bu okul yıkıldıktan sonra, Bahabey Mahallesi’nde çok katlı, yeni bir Azmi Milli İlkokulu yapıldı, kanımca, onu anlatıyorsun…
İki ay kadar önce vefat eden Yaşar Çizikçi, Yusuf Zontur sınıf arkadaşlarımdı. Ahmet Namlı, Hüseyin Güler, Ahmet Kazez, Mürsel Kazez, arkadaşlarımdı. Mürsel ağabey bizden biraz büyüktü ama bizimle aynı sınıfta okuyordu. Mürsel Ağabey, sık sık okuldan kaçardı. O zaman devamsız olan çocukların babalarını, çocuklarının devamsızlığı yüzünden cezaevine koyarlardı. Bizim mahalleden, İsmail Çorsuz da sınıf arkadaşımızdı. O da sık sık okuldan kaçardı. Bu yüzden Bekir emmi de birkaç kere cezaevine konulmuştu. Evleri kalenin eteğinde, Kadınlar Hamamı’na, (Deri Hamamı) yakın olan bir Ahmet Namlı daha vardı. ‘Halil ustalardan Ahmet… Öğretmendi. O da sınıf arkadaşımdı. O’nu yıllar önce kaybetmiştik. Evleri Kale’nin eteğinde ve Deri Hamamı’na yakın olan, Hacı isimli bir arkadaşımız daha vardı. Hacı’yı da yıllar önce kaybetmiştik. Hacı’nın ablası Türkan da benim ablam Satı’nın sınıf arkadaşıydı. Onların öğretmeni Mehmet Kısar’dı.
Azmimilli İlkokulu’nun üç köşesinde sınıflar vardı. Dördüncü köşede de tuvalet bulunurdu. İki sınıf salonu daha vardı. Onlar da köşelerdeki salonlara bitişikti. Taban tahtaları iyi döşenmemişti. Tahtalar arasında bazan üş-beş santim ırıklar olurdu. Kalemler, silgiler sık sık düşer bu ırıklardan bodruma kaçardı. Bordum da kırık masalar, kırık dolaplar, evrak dosyaları karmakarışık bir şekilde, birbirleri üzerinde, birbirleri arasında dururdu. Okulun kalfası Kamil ağa, bodruma düşün kalemleri silgileri arar ama çoğu zaman bulamazdı. Bizlere, “kaleminize, silginize iyicene mukayyet olun, bodruma düşünler bulunmuyor…’ derdi. Buna rağmen kalemler, silgiler sık sık, bu ırıklardan bodruma kaçardı. Bazan kitaplar, defteler bile düşerdi.
Mürsel Ağabey’i, İsmail Ağabey’i yıllar önce kaybetmiştik. Ahmet Kazez’i, Ahmet Namlıyı da kaybettik.
Abdurrahman Ertürk, Nuri Coşkun sınıf arkadaşlarımdı. Abdurrahman’ın kız kardeşi Hanife ve Nuri’nin kız kardeşi Emine de sınıf arkadaşlarımdı. Üçünce sınıfta, öğretmenimiz İbrahim Kestek’ti. İbrahim hoca, Nuri’nin ve Emine’nin dayısı olurdu. Abdurrahman ve Nuri, sınıfta kız kardeşleriyle aynı sırada otururdu. Nurigil’in evleri kaleye çıkarken çeşmenin hemen yanındaki evdi. İbrahim hoca da, Abdurrahman’da, Nuri de vefat etti.
Sınıfta ben Ahmet Namlıy’la birlikte otururdum. Arkamızdaki sırada, Ahmet Kazez’le Mehmet Bocu birlikte otururdu.
Fazlı Helvacı, Mehmet Şekerci, Mehmet İnce, Mehmet Bocu sınıf arkadaşlarımdı. Bu arkadaşların bazılarının okul numarası da aklımda. Çok bilmişlik etmeyeyim diye bunları yazmayayım Mustafa… Ama Mehmet Bocu’nun numarasını yazmak durumundayım. Çok daha sonraki yıllarda, İskilip’de, mahallede, çarşıda, pazarda karşılaştığımız zaman, kendisini hep ’45 Mehmet Bocu’ diye tanıtırdı. Mehmet Bocu, 1950’lerde, çıkrık yapımı üzerinde çok ustalaşmıştı. Kadınlar, çıkrıklarının Mehmet Bocu’ya tamir ettirirlerdi. O zamanlar, çıkrık kıl eğirmekte kullanılırdı. Kanımca, Bocular’dan kimse kalmadı. Mehmet de, ağabeyleri Ahmet ve Osman ağabeyler de çoktan vefat ettiler. Yıllar önce, Osman ağabeyin eşi Sultan ablayı görmüştüm. Dilerim çocuklarıyla, torunlarıyla mutlu olarak yaşıyordur.
Mehmet Şekerci, Mürsel ağabeyin ve Ahmet Kazez’in dayısı olurdu. Mürsel ağabeyden küçük, Ahmetle yaşıttı. Mehmet Kazez emmi, eşi, Mürsel ağabeyini ve Ahmet’in öz anaları vefat ettikten sonra, Mehmet Şekerci’nin ablası ile evlenmişti.
Bizim mahallede üç Mehmetler vardı. Üç Mehmet de hızarcıydı. Zebil’in Mehmet, Kazez’in Mehmet, Karabıyıkların Mehmet… Üçü de hızarcıydı, birlikte çalışırlardı. Bizim mahallede üç Mehmetler daha vardı. Kara Mehmetler, Ak Mehmetler, Sarı Mehmetler… Üçü de farklı işler yaparlardı. Kara Mehmetler, yukarıda belirttiği gibi hızarcıydı. Ak Mehmetlerden Mustafa emmi, at arabası sürerdi. Sarı Mehmetlerden Mehmet Ağabey, İskilip-Ankara ve İskilip-Çorum arasında yolcu taşıyan, otobüs işletmesinde çalışırdı.
Mustafa Çalık sınıf arkadaşımdı. Mustafa ağabey bizden biraz büyüktü. Aynı zamanda benim teyzemin oğluydu. Çok yaramaz, feşel bir çocuktu. Sık sık Ulaş Tepe’deki, Yukarı Taslı’daki eve, teyzeme giderdim. Evin ikinci katında, çardağın üzerindeki tavan iyi döşenmemişti. Tahtalar arasında çok büyük mesafeler vardı. Bir gün çatıda, oynarken, Mustafa ağabey, beni koltuklarımdan tutup çardağa doğru sallandırmıştı. Gürültü üzerine teyzem yetişmiş, bana bir şey olacak diye çok korkmuştu. Bağırıp çağırmalar üzerine beni tekrar yukarı çekmişti. Mustafa ağabeyin küçük kardeşi Mehmet çok sakin bir çocuktu. Bizlerden epey küçüktü.
Mustafa ağabey de okuldan sık sık kaçar, okula geldiği gün, öğretmenin, “oğlum neden okula devam etmiyorsun, neden hep geç kalıyorsun” sorularına muhatap olmamak için gizlice, pencereden girer, sınıfın arka taraflarında bir sıraya otururdu. Bir gün o pencereden girerken İbrahim Kestek öğretmen de sınıfa giriyordu. Ve O’nu gördü. ‘Oğlum, neden normal kapı dururken pencereden giriyorsun’ demişti… O zaman, pencere ‘Kilci Hamdigil’in bahçesine bakıyordu. Bahçede, pencereye yakın bir yerde zerdali ağaçları vardı. Bahçe biraz haraptı. Bahçenin duvarları vs. yoktu.
Mustafa ağabey de okuldan sık sık kaçardı. Ama bu yüzden Ali eniştenin cezaevine konulduğunu hatırlamıyorum. Ceza işlerini herhalde, başka yöntemlerle hallediyordu. Ali enişte o zamanlar, İskilip’te tek otel olan Yıldız Oteli’nin hem sahibiydi, hem işletmecisiydi. Ali Çalık enişte, 1940’larda, başka nedenlerden dolayı, Çorum Cezaevi’nde kalmış, Kemal Tahirle de tanışmış, aynı koğuşta kalmış bir kişiydi.
İlkokulun ilk üç yılını 1946-1949 arasında Azmi milli İlkokulu’nda okuduk. 1949 eğitim yılı başlarında, yukarıda da bazılarının isimlerin bildirdiğim arkadaşlarla birlikte Misakı Milli İlkokulu’na gönderdiler. Son iki yılı orada okuduk. 1951 yılında Misakı milli İlkokulu’ndan mezun oldum.
Ağabeyin Yaşar’la ilgili olarak da biraz konuşmak istiyorum Mustafa. Ahmet dedemin ikinci eşi Şerife ananın Hatun isminde bir kızı vardı. Bizlerden, ablam Satı’dan da biraz daha büyüktü. Benimle ablam Satı’dan daha çok ilgilenirdi. Şerife ananın ilk evliliğinden olan bir kızıydı. Bizim evde, onların kaldığı odanın rafında Billur Köşk Masalları isminde bir kitap vardı. Kapağı falan olmayan, hatta ilk 20-30 sayfası kopmuş bir kitaptı. Yırtık-pırtık bir kitaptı. Her sayfasının başında Billur Köşk Masalları yazıyordu. Hatun abla o kitaptan masallar okur, bana da anlatırdı. 1943, 1944, 1945 yılları. Masal dinlemek çok hoşuma giderdi.
Ali Erdoğan’ın anası Emine abla ve İsmail Çorsuz’un anası Rahime abla da kış gecelerinde masallar anlatırlardı. Akşamları bir komşunun evinde toplanılır, hedik pişirilirdi. Kuru yemişler yenirdi. Elektriğin henüz olmadığı yıllar… Sokaktan öbür sokağa çıraların alevinde gidilirdi. Ben de dinlediğim bu masalları, daha sonraki yıllarda, sokaktaki arkadaşlara anlatırdım. Arkadaşlar, bu masallara pek kulak asmazlardı. Ama Yaşar, hayranlıkla, ilgiyle dinlerdi. Sokakta, mahallede her karşılaştığımızda ‘İsmail ağabey, bir masal anlat…’ derdi. Yaşar’a çok masallar anlattım. 1950’lerin başları…
Mustafa ,senin yazın bende bu tür duygular, düşünceler uyandırdı . Daha anlatılması gereken pek çok konu var. Umarım, onlara da sıra gelir.
Tek katlı Azmi Milli İlkokulu’nun, sende fotoğrafı var mı Mustafa. Veya Metin Kalyoncu ağabeyde olabilir mi? Taş Mektep ’de, beşinci sınıfta öğretmenimiz Ali Kınak’tı. Acaba senin yazıda adı geçen Ümit Uzel Ali hocanın oğlu mu?
İsmail Beşikci
13 Ekim 2017
12 Eylül 2017 Salı
12 EYLÜL DARBESİ VE SONRASI
12 EYLÜL DARBESİ VE SONRASI
Türkiye 27 Mayısı, 12 Mart muhtırasını, 12
Eylül’ü, 28 Şubat, 15 Temmuz darbe ve darbe teşebbüslerini yaşadı. Bu
olaylardan sonra hapishanelere doldurulan binlerce insanı, bunlara yapılan
sayısız işkenceleri darbe teşebbüsü sırasında öldürülen yüzlerce insanımızı unutmadı.
12 Eylül sonrası Mamak ceza evine konularak altı
yıl boyu hapis yatan, işkenceleri yaşayan
çilekeş bir insanımız, şunları anlattı:
“Bize her gün sistematik olarak işkence ettiler.
Günlük en az 40 cop yiyorduk. Filistin askıları, elektrik şokları, kafes olayı
vb. işkenceler.
İşkence sırasında diyorlardı ki-” Bizi Türkeş
azmettirdi diye ifade verin yeter. Bizde sizi hemen serbest bırakalım.” Bir
arkadaşımız dahi, bütün işkencelere rağmen böyle bir ifade vermedi.
Dayak yiyip koğuşa gelen arkadaşlarımızın, acıdan
inlemesi ses çıkarması yasaktı. Koğuştan inleme sesi duyarlarsa; ses çıkaran
arkadaşı koğuşun önüne çıkararak, ortalarına alıp copla dövüyorlardı. Bizde
gelen arkadaşımızın sesi duyulmasın diye üzerine battaniye örtüyorduk.
Yemek için sıraya giriyorduk. Sırada beklerken,
yanımızdan geçen gardiyanlar bizi coplayarak yürüyorlardı. Yemek alma sıramız
gelince “ Ahmet Güneş Ankara. 3. Koğuş, 5. Ranza yemek almaya hazırdır
komutanım. Karşıdan bağırıyorlar” Ne dedin duymadım lan.” Bizim adımız lan, onların adı komutan. Böyle
birkaç kez tekmilden sonra hakaret duyarak, yemeği alabiliyorduk. Yemeklerin
içinden genellikle taş çıkardı.
Zorunlu banyo ihtiyacını, kışın bile dışarıda
soğuk su ile yapıyorduk. Amaçları, hastalanıp ölmemizdi.
Hapishaneye gönderilen askerler, birliklerinden
özel olarak seçilmiş, sadist yapılı insanlardı. Bunlar özel olarak işkence
yapma eğitiminden geçirilmiş, bizim bu vatanın düşmanı olduğumuz şeklinde
şartlandırılmışlardı. Bazı askerler bizi coplamak istemediğinde, başındaki
komutan onu copla dövüyordu.
İşkenceden ölen, askıda beli kırılan, sakat kalan
arkadaşlarımız oldu. İşkence görmenin sağcısı solcusu olmadı. Herkes aynı
muameleye tabi tutuldu.
İranlı bir Azeri de bizim koğuşa atıldı. Ona 30
adet marşı yarına kadar ezberleyeceksin demişler. Adam gece gözünü kırpmadı, az
ışıklı lambanın altında sabaha kadar marşları ezberledi. Sabahleyin koşar adım
ile cop yiyerek toplanma alanına geldik. Bu Azeri’yi çağırdılar. Koşarak
gardiyanların karşısına gitti. Şu marşı oku diyorlar, söyledikleri bütün marşları okuyunca-“ Aferin
böyle adam ol.” dediler. Bunun üzerine Azeri” Vallah komutan, siz İran’da benim
elime düşerseniz, size bir gecede Kuranı ezberlettiririm.” Dedi.
Konuşurken gardiyanların yüzüne bakmak yasaktı.
Göz göze gelirsek copu yiyorduk. Devamlı havaya bakmamız isteniyordu.
Darbe mantığı bu işte. 15 Temmuz darbesi
gerçekleşseydi yapılacak olanda bunlardı. Konuşmalar kayıtlara geçmiş,
toplantılar yapılmış, planlar hazır ama Allah onlara bu fırsatı vermedi.
Milletimizin
açıkça farkına vardığı gibi, darbelerin arkasında Amerika ve diğer ülkeler
bulunmaktadır. Amaç, darbe yapılan ülkeyi yeniden dizayn etmek kendi
istedikleri kuralları kabul ettirmektir. Bununla da kalmayıp, bankaların içini
boşaltıp ülke ekonomisini sorunlu hale getirmektir.
Ülkemiz
bundan sonra, darbelerle anılan ülke olmasın. Analar ağlamasın. Gelişme
düzeyimizi daha ileri seviyelere çıkaralım
Mustafa
Yolcu – 12.9.2017
29 Ağustos 2017 Salı
TERÖRLE MÜCADELE DE HATALARIMIZ
TERÖRLE MÜCADELEDE HATALARIMIZ
Türkiye büyük bir terör batağına sokuldu. 37 yıldır devam eden PKK- PYD-DHKP-C- terörünün yanına FETÖ- IŞİD terör örgütü de katıldı.
Bu durum terör olaylarını büyütüp, yaygınlaştırdı. Türkiye 1999’a gelindiğinde, PKK terör örgütünü arazide askeri anlamda yenmiş, topraklarımızın dışına çıkarılmasını sağlamıştı. Ancak siyasi iktidarlar, terörle mücadelenin diğer alanlarındaki tedbirlerini almadığından, terör olayları daha da büyüyerek yurdumuzu sardı.
Yıllardır terörle mücadele içinde olmamıza rağmen, her seferinde aynı hataları yapıp, terörün büyümesine ortam hazırlarken, içi boş slogan ve konuşmalar ile uygulamaya geçmeyen günlük karar ve düşüncelerle olaylar geçiştirildi.
Özellikle 2003 sonrası dönemde terör örgütünün, sözde ateş kes oyalaması ile yoğun bir terör dönemi yaşadık. 7 Haziran seçimleri sonrasında başlayan terör döneminde, öldürülen terörist sayısı, hayatını kaybeden siviller ve şehit sayısı bakımından, en büyük terör döneminin yaşandığı ortadadır. Terörle mücadelede üstünlüğü ele alamamak, ateşkes gibi aldatmaca girişimlerin ABD- AB ülkeleri ve diğer dış güçlerin güdümündeki sivil toplum örgütlerinin girişimlerinin neticesiydi.
Terörle mücadelede sürekli zemin kaybettik. Önceleri terörle tek başına mücadele eden Türkiye, sonra ABD, AB bilahare Irak, sonra Iraklı Kürt gruplar terörle mücadele uygulamasına dâhil edildi. Çözüm süreciyle de terörü yaratan, terörün nedeni terör örgütünün bizzat kendisi terörle mücadelede ortağımız oldu.” Çözüm sürecini de eski bir MİT Müsteşarımız, hükümete kendisinin tavsiye ettiğini bildirdi.”
Terörle mücadelenin uzun zaman alacak ve hiç bitmeyecek bir süreç olduğunu unuttuk.
Terörle mücadeleyi, ülkemizin gündeminde öncelikli yere oturtamadık, AB’ye giriş sürecinde olduğu gibi, terörle mücadeleye zarar verecek düzenlemeler ve gerçeklerin göz ardı edilmesiyle, terörle mücadelede boşluklar ve zafiyet meydana geldi.
Sorunun gerçek kaynağını, boyutunu, kapsamını, nereden gelip nereye gittiğini zamanında tam olarak ortaya koyamamak ve örgütle mücadele edilecek harekât alanının belirlenmemesi sorun yarattı,
Sorunun temelinde “dış desteğin” ana belirleyici unsur olduğunu geç fark ettikten sonra da, çözüm için sorunun ortaya çıkmasına destek veren ülkelerle işbirliğine muhtaç duruma düşmek, onlara büyük umutlar bağlamak zafiyetine düştük.
Diğer alanlarda olduğu gibi, terörle mücadelede kullanılan imkânlarda “araç, gereç, silah, mali kaynak gibi” da dışa bağımlılıktan kurtulamamak (istediğin silahı/teçhizatı parasını da versen alamamak, silahlarını kullansan insan hakları bahanesiyle zor durumdaki ekonomi için kredi alamadık), acil ihtiyaçlarımız için yerli - milli savunma sanayi üretiminde ısrar etmedik.
Terörün dış desteğini engelleyememek, yurt içi desteğin artmasını önleyememek, bu bağlamda teröre özellikle yurt içinden verilen ekonomik, finansal, siyasi desteği kesememek, bunları yapanlara kesin ve sert yaptırımlar uygulayamamak.
Terörist ile halk ayırımını yapamamak ve mücadelenin halk ile değil, terörist ile yapıldığını anlatamamak.
Terörle mücadeleyi her şeyden bağımsızmış gibi yürütmek, terörün Türkiye ve dünya genelindeki yerini, etkisini, rolünü göz ardı etmek “terör örgütlerinin ülkeler tarafından bir manivela olarak kullanılmakta olduğunun farkına varamamak”
Terörün bir dış politika aracı olarak kullanılmakta olduğunu fark etmemek, Türkiye’ye karşı terörü kullananları deşifre etmemek, caydırıcı olamamak.
Terörle mücadelenin, sadece askeri tedbirlerle önlenebileceğine inanmak. Konunun siyasi, sosyal, ekonomik, idari, hukuki, diplomatik, istihbarat, bilgi harekâtı boyutlarını ihmal etmek.
Terörle mücadeleyi, merkezi bir örgütlenme ile yapmamak. “terörle mücadele konusunu merkezi olarak planlayacak, organize edecek, istihbarat, bilgi toplamasını paylaşımını yapacak, tekrarları önleyecek bir yapı kurmamak”.
Terörle mücadele unsurlarını, uygun teşkilat ve modern teçhizat ile donatmamak. Uygun eğitimi verememek, bu unsurların faaliyetlerini destekleyecek hukuksal alt yapıyı oluşturamamak. Var olan hukuki yapıyı, güvenlik güçleri aleyhine bozmak.
Keskin hiyerarşik yapıya sahip terör örgütünün dağılmasına en büyük etken olacak, lider kadroya yönelik operasyonlar yapmamak.
Terörist elebaşının 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinin, terör örgütünün dağıtılmasından çok, PKK terörünü siyasallaştırmak ve Türkiye’nin terörle mücadelesini zafiyete uğratmak üzere bir Truva atı rolünde Türkiye’ye teslim edilmiş olduğunu anlayamamak,
Bütün bu saydıklarımız, terörle mücadele de ülkemizin hataları oldu. Terörü bitireceksek bu hatalardan uzaklaşmalı, her türlü terör yuvasının içine girip dağıtılmalıdır.
Mustafa Yolcu
Türkiye büyük bir terör batağına sokuldu. 37 yıldır devam eden PKK- PYD-DHKP-C- terörünün yanına FETÖ- IŞİD terör örgütü de katıldı.
Bu durum terör olaylarını büyütüp, yaygınlaştırdı. Türkiye 1999’a gelindiğinde, PKK terör örgütünü arazide askeri anlamda yenmiş, topraklarımızın dışına çıkarılmasını sağlamıştı. Ancak siyasi iktidarlar, terörle mücadelenin diğer alanlarındaki tedbirlerini almadığından, terör olayları daha da büyüyerek yurdumuzu sardı.
Yıllardır terörle mücadele içinde olmamıza rağmen, her seferinde aynı hataları yapıp, terörün büyümesine ortam hazırlarken, içi boş slogan ve konuşmalar ile uygulamaya geçmeyen günlük karar ve düşüncelerle olaylar geçiştirildi.
Özellikle 2003 sonrası dönemde terör örgütünün, sözde ateş kes oyalaması ile yoğun bir terör dönemi yaşadık. 7 Haziran seçimleri sonrasında başlayan terör döneminde, öldürülen terörist sayısı, hayatını kaybeden siviller ve şehit sayısı bakımından, en büyük terör döneminin yaşandığı ortadadır. Terörle mücadelede üstünlüğü ele alamamak, ateşkes gibi aldatmaca girişimlerin ABD- AB ülkeleri ve diğer dış güçlerin güdümündeki sivil toplum örgütlerinin girişimlerinin neticesiydi.
Terörle mücadelede sürekli zemin kaybettik. Önceleri terörle tek başına mücadele eden Türkiye, sonra ABD, AB bilahare Irak, sonra Iraklı Kürt gruplar terörle mücadele uygulamasına dâhil edildi. Çözüm süreciyle de terörü yaratan, terörün nedeni terör örgütünün bizzat kendisi terörle mücadelede ortağımız oldu.” Çözüm sürecini de eski bir MİT Müsteşarımız, hükümete kendisinin tavsiye ettiğini bildirdi.”
Terörle mücadelenin uzun zaman alacak ve hiç bitmeyecek bir süreç olduğunu unuttuk.
Terörle mücadeleyi, ülkemizin gündeminde öncelikli yere oturtamadık, AB’ye giriş sürecinde olduğu gibi, terörle mücadeleye zarar verecek düzenlemeler ve gerçeklerin göz ardı edilmesiyle, terörle mücadelede boşluklar ve zafiyet meydana geldi.
Sorunun gerçek kaynağını, boyutunu, kapsamını, nereden gelip nereye gittiğini zamanında tam olarak ortaya koyamamak ve örgütle mücadele edilecek harekât alanının belirlenmemesi sorun yarattı,
Sorunun temelinde “dış desteğin” ana belirleyici unsur olduğunu geç fark ettikten sonra da, çözüm için sorunun ortaya çıkmasına destek veren ülkelerle işbirliğine muhtaç duruma düşmek, onlara büyük umutlar bağlamak zafiyetine düştük.
Diğer alanlarda olduğu gibi, terörle mücadelede kullanılan imkânlarda “araç, gereç, silah, mali kaynak gibi” da dışa bağımlılıktan kurtulamamak (istediğin silahı/teçhizatı parasını da versen alamamak, silahlarını kullansan insan hakları bahanesiyle zor durumdaki ekonomi için kredi alamadık), acil ihtiyaçlarımız için yerli - milli savunma sanayi üretiminde ısrar etmedik.
Terörün dış desteğini engelleyememek, yurt içi desteğin artmasını önleyememek, bu bağlamda teröre özellikle yurt içinden verilen ekonomik, finansal, siyasi desteği kesememek, bunları yapanlara kesin ve sert yaptırımlar uygulayamamak.
Terörist ile halk ayırımını yapamamak ve mücadelenin halk ile değil, terörist ile yapıldığını anlatamamak.
Terörle mücadeleyi her şeyden bağımsızmış gibi yürütmek, terörün Türkiye ve dünya genelindeki yerini, etkisini, rolünü göz ardı etmek “terör örgütlerinin ülkeler tarafından bir manivela olarak kullanılmakta olduğunun farkına varamamak”
Terörün bir dış politika aracı olarak kullanılmakta olduğunu fark etmemek, Türkiye’ye karşı terörü kullananları deşifre etmemek, caydırıcı olamamak.
Terörle mücadelenin, sadece askeri tedbirlerle önlenebileceğine inanmak. Konunun siyasi, sosyal, ekonomik, idari, hukuki, diplomatik, istihbarat, bilgi harekâtı boyutlarını ihmal etmek.
Terörle mücadeleyi, merkezi bir örgütlenme ile yapmamak. “terörle mücadele konusunu merkezi olarak planlayacak, organize edecek, istihbarat, bilgi toplamasını paylaşımını yapacak, tekrarları önleyecek bir yapı kurmamak”.
Terörle mücadele unsurlarını, uygun teşkilat ve modern teçhizat ile donatmamak. Uygun eğitimi verememek, bu unsurların faaliyetlerini destekleyecek hukuksal alt yapıyı oluşturamamak. Var olan hukuki yapıyı, güvenlik güçleri aleyhine bozmak.
Keskin hiyerarşik yapıya sahip terör örgütünün dağılmasına en büyük etken olacak, lider kadroya yönelik operasyonlar yapmamak.
Terörist elebaşının 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinin, terör örgütünün dağıtılmasından çok, PKK terörünü siyasallaştırmak ve Türkiye’nin terörle mücadelesini zafiyete uğratmak üzere bir Truva atı rolünde Türkiye’ye teslim edilmiş olduğunu anlayamamak,
Bütün bu saydıklarımız, terörle mücadele de ülkemizin hataları oldu. Terörü bitireceksek bu hatalardan uzaklaşmalı, her türlü terör yuvasının içine girip dağıtılmalıdır.
Mustafa Yolcu
22 Ağustos 2017 Salı
UÇMAYAN KARTAL
Ankara’da Belediye otobüsü ile yolculuk ederken, yanımda bulunan kişi ile sohbete başladık. Oradan buradan konuşurken, yol arkadaşım bir konu anlattı.
Hayvanat bahçesine iki adet kartal alırlar. Kartalın birisi uçar, daldan dala konar. Diğer kartal ise, pineklediği dalda durur. Ne yaptılarsa bu kartalı uçuramazlar. Kartal uçmayınca kartalın hasta olmasından, kanadının kırık olmasından endişelenirler.
Çareyi, kartalı aldıkları yeri arayıp, sormakta bulurlar. Kartalı aldıkları yere “ – Aldıkları kartalın birisinin bir dala pineklediğini, ne yaptılarsa da kartalı uçuramadıklarını, çaresiz kaldıklarını.” bildirirler. Konuştukları kişi -“ Kartalın pineklediği dalı kesin” der. Başka çareleri olmadığından, umutsuzca dalı keserler. Dal kesilir kesilmez, kartal uçmaya başlar. Sorun da biter.
Bunu anlatan kişi, bu olaydan ne anladınız diye bana sordu. Bende- “ Bazen dalımıza birileri konuyor. Ne yaparsak, bu birilerini uçuramıyoruz. Hem kendisi sorunlu oluyor, hem de bize sorun yaratıyor.” Dedim. Evet, doğru dedi.
Bu dalımıza konanlarla ne yapacağız? Bunları nasıl uçuracağız. Gün geçiyor. Gençlik elden gidiyor. Akranları ev bark olup, ev geçindirirken, bazı kuşlar dalımız da pinekleyip duruyor.
Tabi hatanın büyüğü, biz ebe beyinler de. Onlar yavru iken, onlara sorumluluk vermedik. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmedik. Onları suya atıp, yüzmesini öğretmeliydik.
Küçükken çarşıya çıktığımda, zengin bir ailenin çocuğunu görmüştüm. Eline ayakkabı boyama sandığını almış- “ Boyacı, ayakkabınız boyanır, parlatılır.” Diye bağırarak, çarşı da dolaşıyordu. Yanımda dayım vardı, ona sordum- “ Dayı bunlar zenginler, bu niye ayakkabı boyuyor?” Dayım cevaben- “ Babası ona hayatı anlaması için, ayakkabı boyacılığı yaptırıyor.” Demişti.
Ebe beyin önlerinden gidince, mecburen uçmaya çalışıyorlar. Başarıyorlar veya yere çakılıyorlar. O zaman yanlarında kendilerini tutup kaldıracak kimseyi de bulamıyorlar.
ÇOK İSTESENDE İNADIN OLMAZ,
TAKDİRDEN ÖTE MURADIN OLMAZ,
O UÇURURSA, SENİN KANADIN OLMAZ,
UÇMAYI KUŞUN KANADINDAN MI SANDIN!
Yıllar evvel, zengin bir ailenin çocuğunu tanıyordum. Bir baltaya sap olmuyor, okumuyor, sanat öğrenmiyor, gününü gün ederek boşa vakit geçiriyordu. Ailesi oğullarını evlendirdiler. Acaba adam olur muydu?
Nafile evine içkili gidiyor, hanımını da annesini de dövüyordu. Bu arada babası öldü. Babadan kalan malları içki, kumar ile yiyordu. Babadan kalan malları da yiyip bitirildi. Sıra annenin mallarına geldi. Annesini döverek elinden mallarını alıyor, eviyle ilgilenmiyordu. Bu sıkıntılara dayanamayan eşi, çocuğunu alıp baba evine gitti. Kısa bir süre sonra annesi de vefat etti. Artık başkalarının verdikleri ekmekle hayatını sürdürüyordu.
Memlekete gittiğim de, birlikte gezdiğimiz arkadaşım belediyenin temizlik işçisine göstererek- “ bunu tanıdın mı” ? diye sordu. Bana sorulan kişiyi önce tanıyamadım. Dikkatli bakınca “ zengin ailenin adam olmayan çocuğunu “ tanıdım. Hayat bu işte. İnsanı vezir de ediyor, rezilde ediyor. Ama bu şanslıydı. Belediyede iş bulmuş, gözünün önüne bakarsa geçinir giderdi.
Allah tüm evlatlarımıza yardım etsin. Başarsınlar, taşı sıkınca suyunu çıkarsınlar. Hem kendilerini, hem de ailelerini mutlu etsinler.
Mustafa Yolcu- 20.08.2017