YIL
1956 İSKİLİP’TEN NOTLAR- 1
ORUÇ
İskilip’e
1938 yılında bir ramazan ayında gelmiştim. İki üç gün kalıp ayrılmıştım. Aradan
bu kadar zaman geçti. 1953 Yılında bir ramazan ayında, İskilip e yeniden gelmek
kısmetmiş. İşe başlayıp kendime yer
edinince, eski hatıralarımı yoklamak ilk işim oldu.
O
zamanki İskilip’i ziyaretim çok ayrı bir sebeptendi. Ayrıca o gün ki ben ile bu
gün ki ben arasında, bir hayli fark ve zaman var. Bu bakımdan 1938 yılının
İskilip’ini hatırlamak benim için çok müşkül oldu. Ama yinede o gezinin içimde
silinmez bir iki hatırası var ki, onları bu defada aynen bulunca geçmişi bu gün
gibi hatırladım.
1938 de
geldiğim İskilip’te, üç gün aç kalmıştım. Ay ramazana rastladığı için bütün
lokantalar kapalı idi. Gündüzleri oturacak bir yer bulamamış, otelin
tahtakurulu karyolasında, yaz sıcağında günümü öldürmüştüm. Çünkü kahveler de
kapalı idi. Tanıdık biri bize bir lokanta gösterdi. Yemeğe lokantanın arka
kapısından girmiştik. Ayrıca caddeye bakan pencereler, perdeler ile örtülmüştü.
Akşamları kaleden patlayan topla sokaklar birden boşalıyor, sonra yirmi dakika
ortalıkta yalnız köpekler dolaşıyor, birden sokaklar yine insan almıyordu.
Yemeğini yiyen dışarıda idi. Gece bütün kahveler 12 kadar açıktı. Hiç birisi
boş değildi. İşte kasabadan bende kalan en derin izler bunlardı.
1953
Yılı bir ramazan ayında, tekrar buraya geldim. Akşamın geç saatinde kasabaya
girişimle, olanların farkına varmadım. Ama ertesi gün sokağa çıkınca, hatıralar
birden canlandı. Sanki kasaba bunca yıl donmuş kalmış, şimdi buzlar çözülmüş,
her şey tekrar aynı yerden başlamıştı. Tespihleri ellerinde elleri arkalarında
ihtiyarcıklar, dualar mırıldanarak dolaşıyor, gölge arıyorlardı. Belli ki oruç
keyfi içindeler. İşte yine lokantalar kapılarını kilitlemiş, pencerelerini
perdelemişler, kahvelerde kimseler yok, yine kaleden top atılıyor. Yine kalede
nare çalıyor, yine geceleri kahveler saat 12 lere kadar işliyor. Her şey yine
aynı. Ben yine lokantaya arka kapıdan giriyorum.
İlk
yorgunluğum geçti. Etrafı daha iyi görebiliyorum. Sabahları da eski
alışkanlığımla, vaktinde uyanmam mümkün oluyor. İşte saat altı. Güzel bir gün
başlıyor. Etrafta bahar havası, kuşlar cıvıl cıvıl. Bütün ağaçlar çiçek içinde.
Toprak buğulu. Yağmur çiselemiş az önce. Fakat o ne? Etrafta öylesine bir
uğultu bir gürültü var ki. Hatıramı yokluyorum bu ne ola. Acaba bu gün Pazar
mı? Günümü arıyorum. Pazar yeri bomboş. Geri dönüyor odamın penceresine
koşuyorum. Sesler çoğalıyor. Pencereyi açıp bakıyorum.
Baktığım
pencerenin altı bir kahvenin arka bahçesine karşıdır. Gürültü işte bu bahçeden
gelmektedir. Geniş bahçenin her bir köşesine, dut ağaçlarının altına birçok
masalar konmuş, gurup gurup insanlar bu masaların etrafına oturmuşlar, hem konuşuyor, hem kahvaltı ediyorlar.
Masaların üzerinde peynir ekmekleri, zeytinleri çayları pideleri var. Önce bir
şey anlamıyorum. İşte şu dün elinde tespih, oruç keyfi gölge arayan falan şu
filan, hım iş anlaşıldı.
Bu
bütün bir ramazan, böyle devam etti. Yağmurlu sabahlar hariç, ben her sabah
otelin penceresinden, bu bahçede oruç bozanları seyrettim. Sonra onları
ellerinin tersi ile ağızlarını silip, dışarıda tespih ellerinde oruç keyifli
gölge arayıp, dolaştıklarını gördüm. Şimdi asıl merakım, acaba 1938 dede bu
bahçe bu kadar işliyor muydu?
ORMAN
VE EV
Kasabanın
bulunduğu yerler vakti ile ormanmış.
Bunun en yakın delili evleri. Burada evler orman bölgesinin evleri gibi
hep iki katlı ve ahşap. Tek ev gösteremezsiniz ki bir katlı olsun. Bütün evler
aynı tip. Yeni yapılanlarda da ufak tefek değişiklikler başlamış ama hep aynı
genişlik ve ısınması imkânsız büyüklükte.
Orman
yakın olduğu için, yazdan araba araba odunu getirir, bahçeye yığarlarmış. Kışın
kütükleri ocaklara dayar, yakar ısınırlarmış. En küçük evin bir kışta yaktığı,
160 at yükü odun imiş. At yükleri ormanı uzağa kaçırmış. Şimdi almış bir dert
onları” bu evleri nasıl ısıtıcok” diye. Odunun yükü en ucuzundan, meşenin eşek
yükü üç lira, yılda ısınmak için 150 lira odun parası ayırmak lazım.
İşte bu
düşünce, şimdi evlerin yapılışında kendini gösteriyor. Yeni yapılanlarda biraz
küçüklük, daha mazbutluk göze çarpıyor. Burada alçı, kireçtaşı, kerpiçlik iyi
toprak var, eh kerestede var. İnsanlar en azından daha rahat evlerde
yaşayacaklar. Anlatmak istediğimiz, asıl bu evlerin eksikliği ve ana sebepleri.
Kasabada bana bir ev gösteremezsiniz ki her şeyi tamam, hiç noksansız olsun.
Bir defa evler iki katlıdır ama üst katlar, çoğunlukta oturulur durumda
değildir. Daha tamamlanmamıştır. Pencereleri takılmamış, sıvası noksandır.(
editörün notu- bu evler çoluk çocuğun evi hazır olsun diye büyük yapılırdı.)
OKUMA
İŞİ
Havalar
birden kışa çevirince, postalar aksadı. Her akşamüstü gazetelerimizi üç
günlükte olsa alıyor, seviniyorduk. Şimdi çok akşamları boynumuz bükülü,
postaneden geri dönüyoruz. Asıl anlatmak istediğimiz, bilhassa yerli memur
arkadaşların, posta ile ilgilerini büsbütün kesmiş olmalarıdır. Onlar için
arada sırada, kulüpteki eski gazeteleri bazen okumak, hatta okuyor görünmek
kafi. Pek mühim bir olay olmalı ki, arada sırada gazete alınsın.
Bir öğretmen
okumasa ne olur? Bunu düşünmekten bile korku duyup, insanı ürperiyor. Bu hal
yerli öğretmen üzerinde daha bariz görünmektedir. Bu husus her yer için
böylemidir? Bunu kesin olarak söylemek belki mümkün değilse de, bu kasaba için
böyledir. Yerli öğretmen burada her türlü kültür faaliyetinden kendini çekmiş
gibidir.
Bir gün
bir arkadaş ile bu mevzu üzerinde konuşuyorduk. O fazla zamanı olmadığından
onun için okuyamadığından dem vurdu. Daha sonra okumadan yaşamanın daha kolay
olduğundan bahsetti. Öyle ya insan okuyunca birçok mesele ile karşılaşıyor,
onları düşünmek zorunda kalıyor,uykusu kaçıyor, rahatsız oluyor vs. İyisi mi
okumamak daha iyi.
Yerli
öğretmen arkadaşların yıllardır buranın geleneklerine uymuş olmaları, onları
buralı yapmış. Herhangi kötü atılması gerekli bir geleneği atmak değil,
yapmamak da değil, aksine bizzat tatbik etmekle muhite uyuyorlar. Geçenlerde
aydın fikirli birkaç yerli halk bu konu üzerinde düşünmüş olacaklar ki toplanıp
üst makamlara bir dilekçe sunmuşlar. Yerli öğretmenler en azından 15- 20 yıldır
burada eskidiler. Bunları değiştirin demişler.
Yabancı
(dışarıdan gelen) memurların hiç olmazsa posta günleri ana, baba,
arkadaşlarından mektup olsun beklemeleri, onları postaya, dolayısı ile yurt
haberlerine bağlıyor. Gazete olsun okuyorlar. Radyo dinliyorlar. Ama bu çok
önemli bir fark değil. Netice yine dönüp dolaşıp, bilhassa öğretmen kitlesinin
okumadığı neticesine varıyor. Yalnız öğretmen kitlesi mi? Hâkimi, doktoru,
avukatı hepsi. Bu mesele üzerinde önemle durulacak, konuların başında geliyor
bence. Ne yapmalı, nasıl etmeli de okutmalı herkesi. Hiç olmazsa okuma yazma bilenleri.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder