FRANSANIN ERMENİ OYUNU
500 Milletvekili olan Fransız parlamentosunda, 50 milletvekilinin katıldığı oturumda, 35 milletvekilinin kabul oyları ile sözde Ermeni soykırımına karşı çıkmak suç sayıldı. Bu kanun senatoda da kabul edildi. Bu gidişle tüm Avrupa ülkeleri, sözde Ermeni soykırımı yasalarını meclislerinden geçirecek.
Fransa böyle bir kanunu çıkarmaya neden gerek duydu? Ermenilerle ilgili konuları, Ülkemize karşı kullanan ülke oldu? 1. Cihan harbi sonucu işkâl ettiği güneydoğu Anadolu bölgemizde; bünyesinde bulunan Ermeni askerleri ile halkımıza nasıl zulüm yaptı? Bütün bu sorular teker, teker akla geliyor.
2. Abdülhamit Cuma namazına giderken, Ermenilere kim sabotaj girişiminde bulundurdu? Fransa ya giden Jön Türkler ile İttihatçıları, Osmanlı İmparatorluğuna karşı kim örgütledi? 31 Mart hareketini kim tertipledi? 31 Mart hareketine Osmanlı Bankasının katkısı ne oldu?
Sorular birbirini takip ediyor. Ülkemizde yıllarca Fransızları, medeniyet timsali olarak algılattırıldık. Fransızca; okullarımızda okutulan en revaçtaki yabancı dildi. Sosyetemiz çocuklarını Fransız asıllı mürebbiyelere eğittiriyor, giyim için Fransa’nın yollarını aşındırıyor, tatillerini orada geçiriyorlardı.
Fransa’nın bu tutumuna karşı, Ülkemizde bulunan 2000 tane Fransız şirketine karşı tutum takınmak ve mallarına karşı ambargo koymak geçer akçemi? Bunu yaparak ne kazanırız? Oyak, Renault un Türkiye temsilcisi ve üreticisidir. Bir zamanlar askerlerimiz Axa Oyak sigorta Şirketince sigortalanıyordu. Ülkemizde Fransız Bankaları, Galatasaray lisesi, Degol okulları bulunuyor. Yıllarca bu okul mezunları ülkemizi yönetti.
Dış politika, santraç oyunudur. Kimin kimi mat edeceği, oyunu iyi oynayana göre ortaya çıkıyor. Bütün bu oyunlardan, baskılardan kurtulmanın çaresi, ülkemizin ekonomik, kültürel, siyasi olarak güçlü bir ülke olmasıdır. Amerika, İngiltere, Çin, Japonya için böyle bir baskı düşünülebilir mi?
Rusya da komünizm adına, Lenin ve Stalin tarafından milyonlarca insan öldürülmedi mi? Amerika Körfez harbinde milyonlarca insanın kanına girmedi mi? İnsan hakları havarisi kesilen Fransa’nın Cezayir katliamı, Irak harbinde Amerika nın yanında yer alması unutuldu mu? Irakta akan kanda Fransa’nın sorumluluğu yok mu? Fransa’ya ve ülkemize karşı bu oyunları düzenleyen ülkelere karşı ne yapmalıyız?
Onlara onların anlayacağı dilden cevap vermeliyiz. Ambargo ile uğraşmadan, basın yayın yolu ile lobileri devreye sokarak karşı atağa geçmeliyiz.
“Türkler Ermeni soykırımı yapmamıştır" düşünce ve eylemini hapis, para cezasına çarptıracak olan kanunun Fransa'da kabul edilmiş olması karşısında, tarihsel olarak soykırım iddialarına geçersiz kılmaya çalışmak ya da Fransa'nın Cezayir'de yaptığı soykırımı karşı tepki olarak sunmak; tek başına geçerli bir yol değildir. Türkiye'nin ilim ve fikir hayatına yön veren âlimlerin ve entelektüellerin kamuoyunda soykırımı geçersiz kılmak için objektif araştırmalar ortaya koymaları ve bunu enine boyuna tartışmaları gerekmektedir. Bu durum sadece kültürel hayatımıza katkı sağlayacaktır. Soykırımı kabul eden ülkelerin hiçbirisi, tarihi gerçeklere dayanarak bu kararları parlamentolarından geçirmiş değillerdir.
Ermeni gazeteci Hrant Dink şöyle demişti: "Fransa, Ermeni Meselesi hakkında hiçbir söz hakkı bulunmayan bir devlettir. Ermenileri sonuna kadar kullanıp, bir kenara atmış olan Türkiye değil Fransa'dır"
Fransa'nın siyasi hedefi şudur; Sarkozy Fransa'sı bugün, Merkel Almanya'sı gelecekte, Türkiye'yi Avrupa'daki rakipleri olarak görmektedir. Kıta Avrupa'sında Almanya-Rusya-Fransa arasındaki güçler ve ittifaklar dengesi, bu dengenin Fransa aleyhine bozulma ihtimali, Fransa'nın başına gelmesinden korktuğu en büyük tehlikedir. Almanya ve Rusya bu yolda büyük adımlar atmaktadırlar, Fransa ise bundan endişe duymakta, güç dengesinin kendi aleyhine bozulmasını engelleyebilmek için Rusya ile yakınlaşmaya çalışarak, Almanya'nın gerisinde kalmak istememektedir.
Fransa'nın Akdeniz stratejini içine aldığı çoğrafya, tamamen Türkiye'nin tarihsel hinterlandıdır. Zaten Akdeniz'de askeri ve siyasi olarak Fransa dışındaki en büyük güç de Türkiye'dir. Türkiye bugün bu bölgede; 10 sene öncesinden çok daha güçlü, itibarlıdır. Kamuoyunda Fransa gibi emperyal bir misyonu ifade etmemektedir. Türkiye ne geçmişte ne de bugün, petrolü ya da doğalgazı için kimseyle dalaşmamış, hiçbir yeri işgal etmemiştir. Başbakan Erdoğan'ın "Libya'da savaşanların Suriye'de niye sustuklarını biliyoruz" ifadesi buradan gelmektedir. Ama Türkiye öyle değil. Filistin Meselesi'nde de Suriye Sorunu'nda da doğru bildiği yolda ilerlemiştir. Libya'da ve Tunus'ta bu sebepten Fransa ile de karşı karşıya geldi. Libya'da Kaddafi'yi devirmeye çalışan Fransa, Mısır'da Mübarek'i, Tunus'ta Bin Ali'yi destekledi
Neticede Fransa'nın Türkiye karşı açmazları var. Türkiye Ortadoğu’da başka herhangi bir güç ile mukayese edilemeyecek kadar meşruiyeti temsil etmektedir. Bölgede böyle bir konumu olan Türkiye; tabii olarak Akdeniz'de, Ortadoğu'nun hemen birçok yerinde Fransa'nın hedeflerine uymamaktadır. Fransa'nın soykırım yasası; Türkiye'nin bu bölgelerdeki ve kamuoyundaki meşruiyet çizgisi sergileyen profiline, indirilmek istenen bir darbedir. Operasyonun amacı, "Türkiye'nin soykırım yapmaya aşina bir güç olduğunu" bölge halklarının ve kamuoyunun gündemine taşımak, Türkiye'nin meşruiyetini itibarsız hale getirmektir.
Fransa'nın çıkarları için, bu bölgelerde rakibin ötesinde büyük bir tehdit olarak gördüğü Türkiye, haliyle Fransa'nın bu tür taktiklerine maruz kalacaktır. Önemli olan Türkiye'nin, bütün hamlelere karşı zemine ve zamana uygun siyasi-ekonomik politikalar üretebilmesidir.
2.Abdülhamit Han; Çanakkale Boğazını savunabilmek için Almanya ya çağın en yeni teknolojisi ile üretilmiş, Grup toplarından sipariş veriyor. Bu toplar Çanakkale’ye getirilerek halen mevcut olan tabyalara yerleştiriliyor. Bunun üzerine İstanbul da bulunan Fransız ve İngiliz Büyükelçileri, Abdülhamit in makamına çıkarak” Siz bu topları Çanakkale boğazına monte ederek bizim ülkelerimizi mi hedef aldınız. Niye İstanbul Boğazına yerleştirmediniz? “ diye sorduklarında Abdülhamit cevaben-“ Burası benim evim. İstediğim kapısını kapar, istediğim kapısını açarım. Bu konuda hiç kimseye hesap verecek değilim.” Diye cevap vermiştir. Aynı toplar Çanakkale harbinde büyük görev ifa etmiş, İngiliz Fransız savaş gemilerini batırmış, Çanakkale’yi geçilmez yapmıştır.
Jeostratejik olarak çok önemli yerde bulunan ülkemize, hasma ne tutum takınacak ülkeler olacaktır. Bu dünde böyleydi, yarında böyle olacaktır. Önemli olan bizim dimdik ayakta durarak, oyunlarını bozmamızdır.
MUSTAFA YOLCU
12 Ocak 2012 Perşembe
AHMET ŞERBETCİ
AHMET ŞERBETÇİ
1925 Yılında İskilip de doğdu. İskilip de başladığı ticari hayatını, Ankara da Kazım Karabekir caddesinin, İstanbul yolu ile kesiştiği köşe başında bulunan arsadaki dükkân da devam ettirdi.
Hızla yapılaşan Ankara’da demir, çimento satıyordu. Evini Ankara’ya taşımamış, ara sıra İskilip’e gidip geliyordu.
Dükkânın arka tarafını perde ile bölerek, o kısımda yatıyor, memleketten getirdiği kıymalı, marmelatlı dürümler ile karnını doyuruyordu. Kendi tabiri ile iktisat ile para birikimini sağlıyordu.
Daha sonraki yıllarda, evini ve çocuklarını Ankara ya getirerek iş hayatını devam ettirdi. Sabah namazında kalkar, namazı camide kılar, gidip dükkânını açardı.
Çocuklarını da bu şekilde yetiştirdi. İş hayatı boyunca prensiplerinden vazgeçmedi. İşyerinde hep kravat takardı. Kravatın kendisine öz güven verdiğini, giyimini tamamladığını söylerdi.
Çalışkan bir mizaca sahip olan Şerbetçi, oğlunun tabiri ile dükkânda bir yerde oturmaz, bir saatte dört sandalye değiştirirmiş. Onun bu çalışkanlığı, teşebbüs kabiliyeti, iş hayatında başarılı olmasına yol açmıştır.
Bir gün işyerine elinde çantası ile gelen müşteri, demir almak istediğini söyler. Elindeki çantayı rastgele yerlere koyuyor, bol keseden atıyormuş. Ahmet Şerbetçi; müşterinin istediği demiri hazırlamaları için talimat vermiyormuş. Çocukları bu duruma anlam veremiyor, babalarının niye talimat vermediğini merak ediyorlarmış. Müşteri –“ haydi demirimi yükleyip, tartın.” Dediğinde Ahmet Şerbetçi-“ Önce parasını ver, sonra tartalım.” Demiş. Adam kem küm etmiş. Parayı sonra vereceğini söylemiş. Önce paranın çantada olduğunu söyleyen müşteri, haydi parayı çıkar denilince yelkeni fora ediyor. Daha sonra çocukları, müşterinin yanında parasının olmadığını nerden anladığını babalarına sorunca “ Çantasında para olan, çantasını elinden bırakmaz. Çantasını rastgele yere koymaz. Hep gözünün önünde bulundurur.” Diye cevaplamış.
Çocuklarına bir tavsiyesi de-“ Dükkâna gelen müşteri, alış veriş yapsın yapmasın önemli değil. Müşterinin bize ayağının tozu yeter. Müşteri müşteriyi çeker. Dükkânıma gelen müşteri olmazsa, biz sıkılır sıkıntıya gireriz. Bu sebeple müşteriye güler yüzlü olun, iyi davranın.” Dermiş.
İskilip Hanönü Camisi zeminine halı kaplatmak istiyorlar. Paranın bir kısmını İskilip’te topladıktan sonra, Ahmet şerbetçiden Ankara ya para istemeye geliyorlar. Ahmet Şerbetçi gelen kişiye-“ Halının tamamı için kaç lira lazım? Diye soruyor. Onlarda miktarı söylediklerinde-“ Gidin halınızın siparişini verin. Hazır olunca bana haber verin, tamamını ben öderim .” diyor. Caminin tüm halıları onun hayrı ile alınıyor.
Hayır konusunda çocuklarına tavsiyesi -” Hayrınızı, verdiğinizin nereye gittiğini bildiğiniz yere yapın.”
- “ Namazınızı kılın, zekâtınızı verin, kimsenin hakkını üzerinize geçirmeyin. Bu dünya yalan, kimseye kalmaz.” Olmuştur.
1963 Yılı idi. Saraç olan dayımın dükkânında iken, İsmail Şerbetçinin boynunda ayakkabı boyacı sandığı ile boyacı diye bağırarak geçtiğini gördüm. İsmail Ahmet Şerbetçinin oğlu idi. Varlıklı bir aile oldukları biliniyordu. Dayıma sordum “ Dayı bu niye ayakkabı boyacılığı yapıyor?”
Dayım-“ hayatı anlasın diye babası boyacılık yaptırıyor oğluna.” Diye cevap verdi. Ta o zamanlar bu düşünceyi mantıklı bulmuş, takdir etmiştim.
Ankara da demir çimento ticareti, bağlantı üzerine çalışır. Müteahhit parasını ödeyerek almak istediği demirin, çimentonun, hazır çimentonun bağlantısını yapar. Daha sonrada ihtiyacı kadar malzemeyi şantiyesine getirtir. Şantiyeye bağlantının tamamı gelirse, malzemenin hırsızlığa, kara, yağmura karşı korunması gerekir. Bağlantıda ise bu riskler ortadan kalktığı gibi, malzemeye gelecek zamdan veya malzemenin zamanında temini gibi risk ortadan kalkmaktadır. Bu ticarette Ahmet Şerbetçi; elinde bulunan fazla nakit para ile arsa yatırımı yapmış, paraya ihtiyacı olduğunda arsa satarak, nakit ihtiyacını gidermiş, parayı demir çimento satarak değil, arsa alıp satarak kazanmıştır.
İskilip İmam Hatip Lisesinin arsası; Şerbetçi tarafından bağışlanmış, İskilip e öğrenci yurdu yaptırarak teslim etmiştir. Çocuklarının işini yıllar önce ayırmış, sağlığında iş güç sahibi yapmış, geriye sorun bırakmamıştır.
1.7.1925 başlayan ömür, acısı tatlısı ile 3.10.2011 tarihinde sona ererek, Ahmet Şerbetçi HAKKI RAHMANA KAVUŞMUŞTUR. Bir ömür bitmiştir ama kendisinden sonra gelen kuşağın, bu yaşamdan dersler çıkarması, örnek alması gereken bir hayat dilimi olmuştur. Dileğim dolu, dolu geçen yaşamdan gerekli derslerin çıkarılması ile Ahmet şerbetçi emminin çocuklarının da babalarının yolundan giderek, hayır çeşmesinin suyunu kesmemeleridir.
Mustafa Yolcu
1925 Yılında İskilip de doğdu. İskilip de başladığı ticari hayatını, Ankara da Kazım Karabekir caddesinin, İstanbul yolu ile kesiştiği köşe başında bulunan arsadaki dükkân da devam ettirdi.
Hızla yapılaşan Ankara’da demir, çimento satıyordu. Evini Ankara’ya taşımamış, ara sıra İskilip’e gidip geliyordu.
Dükkânın arka tarafını perde ile bölerek, o kısımda yatıyor, memleketten getirdiği kıymalı, marmelatlı dürümler ile karnını doyuruyordu. Kendi tabiri ile iktisat ile para birikimini sağlıyordu.
Daha sonraki yıllarda, evini ve çocuklarını Ankara ya getirerek iş hayatını devam ettirdi. Sabah namazında kalkar, namazı camide kılar, gidip dükkânını açardı.
Çocuklarını da bu şekilde yetiştirdi. İş hayatı boyunca prensiplerinden vazgeçmedi. İşyerinde hep kravat takardı. Kravatın kendisine öz güven verdiğini, giyimini tamamladığını söylerdi.
Çalışkan bir mizaca sahip olan Şerbetçi, oğlunun tabiri ile dükkânda bir yerde oturmaz, bir saatte dört sandalye değiştirirmiş. Onun bu çalışkanlığı, teşebbüs kabiliyeti, iş hayatında başarılı olmasına yol açmıştır.
Bir gün işyerine elinde çantası ile gelen müşteri, demir almak istediğini söyler. Elindeki çantayı rastgele yerlere koyuyor, bol keseden atıyormuş. Ahmet Şerbetçi; müşterinin istediği demiri hazırlamaları için talimat vermiyormuş. Çocukları bu duruma anlam veremiyor, babalarının niye talimat vermediğini merak ediyorlarmış. Müşteri –“ haydi demirimi yükleyip, tartın.” Dediğinde Ahmet Şerbetçi-“ Önce parasını ver, sonra tartalım.” Demiş. Adam kem küm etmiş. Parayı sonra vereceğini söylemiş. Önce paranın çantada olduğunu söyleyen müşteri, haydi parayı çıkar denilince yelkeni fora ediyor. Daha sonra çocukları, müşterinin yanında parasının olmadığını nerden anladığını babalarına sorunca “ Çantasında para olan, çantasını elinden bırakmaz. Çantasını rastgele yere koymaz. Hep gözünün önünde bulundurur.” Diye cevaplamış.
Çocuklarına bir tavsiyesi de-“ Dükkâna gelen müşteri, alış veriş yapsın yapmasın önemli değil. Müşterinin bize ayağının tozu yeter. Müşteri müşteriyi çeker. Dükkânıma gelen müşteri olmazsa, biz sıkılır sıkıntıya gireriz. Bu sebeple müşteriye güler yüzlü olun, iyi davranın.” Dermiş.
İskilip Hanönü Camisi zeminine halı kaplatmak istiyorlar. Paranın bir kısmını İskilip’te topladıktan sonra, Ahmet şerbetçiden Ankara ya para istemeye geliyorlar. Ahmet Şerbetçi gelen kişiye-“ Halının tamamı için kaç lira lazım? Diye soruyor. Onlarda miktarı söylediklerinde-“ Gidin halınızın siparişini verin. Hazır olunca bana haber verin, tamamını ben öderim .” diyor. Caminin tüm halıları onun hayrı ile alınıyor.
Hayır konusunda çocuklarına tavsiyesi -” Hayrınızı, verdiğinizin nereye gittiğini bildiğiniz yere yapın.”
- “ Namazınızı kılın, zekâtınızı verin, kimsenin hakkını üzerinize geçirmeyin. Bu dünya yalan, kimseye kalmaz.” Olmuştur.
1963 Yılı idi. Saraç olan dayımın dükkânında iken, İsmail Şerbetçinin boynunda ayakkabı boyacı sandığı ile boyacı diye bağırarak geçtiğini gördüm. İsmail Ahmet Şerbetçinin oğlu idi. Varlıklı bir aile oldukları biliniyordu. Dayıma sordum “ Dayı bu niye ayakkabı boyacılığı yapıyor?”
Dayım-“ hayatı anlasın diye babası boyacılık yaptırıyor oğluna.” Diye cevap verdi. Ta o zamanlar bu düşünceyi mantıklı bulmuş, takdir etmiştim.
Ankara da demir çimento ticareti, bağlantı üzerine çalışır. Müteahhit parasını ödeyerek almak istediği demirin, çimentonun, hazır çimentonun bağlantısını yapar. Daha sonrada ihtiyacı kadar malzemeyi şantiyesine getirtir. Şantiyeye bağlantının tamamı gelirse, malzemenin hırsızlığa, kara, yağmura karşı korunması gerekir. Bağlantıda ise bu riskler ortadan kalktığı gibi, malzemeye gelecek zamdan veya malzemenin zamanında temini gibi risk ortadan kalkmaktadır. Bu ticarette Ahmet Şerbetçi; elinde bulunan fazla nakit para ile arsa yatırımı yapmış, paraya ihtiyacı olduğunda arsa satarak, nakit ihtiyacını gidermiş, parayı demir çimento satarak değil, arsa alıp satarak kazanmıştır.
İskilip İmam Hatip Lisesinin arsası; Şerbetçi tarafından bağışlanmış, İskilip e öğrenci yurdu yaptırarak teslim etmiştir. Çocuklarının işini yıllar önce ayırmış, sağlığında iş güç sahibi yapmış, geriye sorun bırakmamıştır.
1.7.1925 başlayan ömür, acısı tatlısı ile 3.10.2011 tarihinde sona ererek, Ahmet Şerbetçi HAKKI RAHMANA KAVUŞMUŞTUR. Bir ömür bitmiştir ama kendisinden sonra gelen kuşağın, bu yaşamdan dersler çıkarması, örnek alması gereken bir hayat dilimi olmuştur. Dileğim dolu, dolu geçen yaşamdan gerekli derslerin çıkarılması ile Ahmet şerbetçi emminin çocuklarının da babalarının yolundan giderek, hayır çeşmesinin suyunu kesmemeleridir.
Mustafa Yolcu
11 Ağustos 2011 Perşembe
KAVUN SATICILIĞI
KAVUN SATICILIĞI
İskilip pirinç pazarındaki dükkânda, Çarşamba günü bir pazarı daha bitirmek üzere idim. O zamanlar sebze pazarı, kavun karpuz pazarı, üzüm pazarı da çevremizde kuruluyordu. Tarladan kavununu getirenler, pazarda satabildiğini satmış, kalan kavunun başında oturuyorlardı.
Babamın arkadaşı Osman emmi dükkâna gelerek “ Mustafa sana şu kavunu alayım. Getir dükkânında sat.”dedi. Bende-“ Osman emmi ben bu işe yalnız girmem. Kazanç ta zarar da ortak, seninle girelim.” Dedim. Teklifimi kabul etti. Gidip pazarlık yaparak, kavunu aldık. Kavunları dükkâna taşıyınca, paralarını verdim gittiler.
Dükkân da artık kavun da satıyordum. Ahşap olan dükkânımızda fare vardı. Sabahleyin dükkânı açınca, bazı kavunların farelerce kemirildiğini gördüm. Kemirilen kavunlar, çok tatlı çıkıyordu. Sanki fareler kavun uzmanı idiler. En güzel kavunları bulup, kemiriyorlardı. Durumu Osman emmiye de anlattım. Yapılacak bir şey yoktu. Bir an önce kavunları satıp, işi sonuçlandırmamız gerekiyordu.
Kavunları satınca, parasını ayrı yere koyuyor, hesabını ayrı tutuyordum. Dükkânda 15 e yakın kavun kalmıştı. Osman emmi kalan kavunları iki kısma ayırdı. Bana seç birini dedi. Bende birini seçtim. Sen bunları evine götür. Bende bunları eve götüreyim dedi.
Kavunun satışından elde edilen parayı saydık. Kavunu aldığımız paradan 40 lira noksan çıktı. –“ Osman emmi 20 lirasını sen, 20 lirasını ben karşılayacağım, zararı paylaşmış olacağız.” Dedim.
O gün kanaatkârlık edip, ortaklık teklif etmeseydim, 40 liranın hepsi benim zararım olacaktı. Ben bu işten, kanaatkâr olmayı öğrenmiştim. Ticarette kazançta, zararda kardeştir. Önemli olan kul hakkı yemeden, ticaretini sürdürmektir.
Mustafa Yolcu
İskilip pirinç pazarındaki dükkânda, Çarşamba günü bir pazarı daha bitirmek üzere idim. O zamanlar sebze pazarı, kavun karpuz pazarı, üzüm pazarı da çevremizde kuruluyordu. Tarladan kavununu getirenler, pazarda satabildiğini satmış, kalan kavunun başında oturuyorlardı.
Babamın arkadaşı Osman emmi dükkâna gelerek “ Mustafa sana şu kavunu alayım. Getir dükkânında sat.”dedi. Bende-“ Osman emmi ben bu işe yalnız girmem. Kazanç ta zarar da ortak, seninle girelim.” Dedim. Teklifimi kabul etti. Gidip pazarlık yaparak, kavunu aldık. Kavunları dükkâna taşıyınca, paralarını verdim gittiler.
Dükkân da artık kavun da satıyordum. Ahşap olan dükkânımızda fare vardı. Sabahleyin dükkânı açınca, bazı kavunların farelerce kemirildiğini gördüm. Kemirilen kavunlar, çok tatlı çıkıyordu. Sanki fareler kavun uzmanı idiler. En güzel kavunları bulup, kemiriyorlardı. Durumu Osman emmiye de anlattım. Yapılacak bir şey yoktu. Bir an önce kavunları satıp, işi sonuçlandırmamız gerekiyordu.
Kavunları satınca, parasını ayrı yere koyuyor, hesabını ayrı tutuyordum. Dükkânda 15 e yakın kavun kalmıştı. Osman emmi kalan kavunları iki kısma ayırdı. Bana seç birini dedi. Bende birini seçtim. Sen bunları evine götür. Bende bunları eve götüreyim dedi.
Kavunun satışından elde edilen parayı saydık. Kavunu aldığımız paradan 40 lira noksan çıktı. –“ Osman emmi 20 lirasını sen, 20 lirasını ben karşılayacağım, zararı paylaşmış olacağız.” Dedim.
O gün kanaatkârlık edip, ortaklık teklif etmeseydim, 40 liranın hepsi benim zararım olacaktı. Ben bu işten, kanaatkâr olmayı öğrenmiştim. Ticarette kazançta, zararda kardeştir. Önemli olan kul hakkı yemeden, ticaretini sürdürmektir.
Mustafa Yolcu
28 Temmuz 2011 Perşembe
Morfinli mehmet ve Bebuk
MORFİNLİ MEHMET VE BEBUK
Çocukluk yıllarında tanıdığımız, alkolik derecesinde içki tüketen iki insanlardı.
Morfinli Mehmet; Hacıpiri’nin yukarı mahallesindendi. Bebuk’ün ise kalenin dibinde, hamamın arkasında tek odalı evi vardı.
Gündüz vakti ikisinin de ayık gezdiğini gören olmazdı. Nerden temin ettiklerini bilmediğim para ile içkilerini alırlardı.
Bebuk ile parkta veya başka yerde karşılaştığımız da “ Bakın delikanlılar, benim vaziyetimi görüyorsunuz. Ayakta zor duruyorum. Bu zıkkımı içmekten memnun değilim. İçkiye alıştım bırakamıyorum. Sakın siz içki şişesini elinize almayın, vb.” diye nasihat ederdi. Açıkta içki içmez, elinde içki şişesi görülmezdi.
Morfinli Mehmet sabahları, içki almadığı zaman, halim selim, efendi görünüşlü biriydi. İçkili iken kimse ile konuşmaz, evini zor bulur, bir yerlerde sızıp kalırdı.
Kışın karın üzerine sızıp, sabahladığı olurdu.
Karnı aç olduğunda, mahallemizde kapısını çaldığı, birkaç ev vardı. O evlerden birine gider “ Ana benim karnım aç. Bana bir dürüm yapında yiyeyim .” derdi.
Gittiği evde yiyecek ne varsa, tepsi ile kapının önüne konur, oda konulanı yer, dua edip giderdi.
Bebüğün, başında yana yatık şapkası, havalar soğuduğunda da, sırtından çıkarmadığı paltosu vardı.
Kalenin dibindeki bir göz odalı evi, belediye yaptırmış, mahalleliler de içinin eşyasını koymuşlardı. Bebuk; kirlenen çamaşırlarını deterjan ve para ile birlikte bir torbaya koyar, torbayı da ihtiyaç sahibi bir evin kapısı önüne bırakırmış. Evden torbayı alıp, çamaşırları yıkar, ütüler Bebüğün evinin kapısının önüne koyarlarmış. Bebuk evine geldiğinde, torbasını içeri alırmış.
İskilip’te hacca, otobüsler ile gidiliyordu. Her sene 6–8 otobüs ve eşyaları götüren kamyon ile hacca giderlerdi.
İçki içmeye tövbekâr olmuş morfinli Mehmet; bir Cuma günü sabahı hamama gider. Güzelce yıkanır. Sonrada soluğu otobüsleri hacca gidecek olan, otobüs firmasının sahibinin yanında alır. “ Ben hacca gitmek istiyorum. Tövbe ettim, içkiyi bundan sonra ağzıma almayacağım.” Der. Oradakiler şaşırırlar. “ Mehmet emin misin? İçki içmeden durabilir misin?” diye sorduklarında; kararının kesin olduğunu, içkiyi bıraktığını söyler.
Onlarda;” Sen kararını vermişsen, bizde seni hacca götürürüz.” Demişler.
Hacca giden Mehmet; hac farizasını yerine getirerek Hacı Mehmet olmuştur. Hac dönüşü İskilip belediyesine işçi olarak alınmış, evlenerek düzenli bir hayatı olmuştu.
Bebukte; Hacı Mehmet’ten 1–2 yıl sonra aynı süreci yaşadı. Hacca gitmeye karar verince, otobüsçüler ondan ücret almadı. Esnaftan para toplayıp, kendisine harçlık olarak verdiler. Bebuk daha hacca gitmeden “ Yarabbi; mübarek yerlerde al benim canımı. Buraya beni bir daha getirme.” Diye dua edermiş. Hac yolculuğunda yanındaki koltukta, dolmacı Bekir Hallı oturmuş.
Bebuk; mübarek yerlerde haccını güzelce tamamlıyor. Mekke’den Medine’ye geliyorlar. Orada da ibadet ve ziyaretler tamamlanıyor. Medine den ayrılmadan bir gün önce, kaldıkları otelde Bebuk; yalnız başına bir köşede ağlıyor. Onun bu halini gören biri soruyor-” Hacı bebuk niye ağlıyorsun?” Cevap veriyor “ Ben mübarek yerlerde feyiz alarak, ibadetimi, görevlerimi yapıp haccımı tamamladım. İskilip’e gidince beni azdırıp, tekrar içkiye başlatırlarsa ben ne yaparım diye ağlıyorum.” Ellerini kaldırıyor “ Allahım benim canımı bu mübarek yerde al. Burada kalayım.” Diyor.
Ertesi günü toparlanıp, yolculuğa çıkmaya hazırlanıyorlar. Bebük sessiz sedasız, her kesten önce otobüste kendi yerine oturuyor. Diğerleri de otobüse binmeye başlıyor. Bebuk başını yana dayamıştır. Onu uyuyor sanıyorlar. Birisi gelip” Hacı uyuma, otobüs kalkacak.” Diyor. Ama hacı bebuk’ten ses yok. Bir iki kişi daha geliyor, bakıyorlar ki hacı Bebuk; gerçek dünyasına gitmiş. Ruhunu mübarek yerde teslim etmiş. Her kes şaşırıyor. Bir gün evvel edilen dua, ertesi günü gerçekleşiyor.
Hacı Bebuk Medine de Cennet’ül Baki’ye, sahabelerin bulunduğu mezarlığa defnediliyor. Hacı kafilesi de yola çıkıp İskilip’e geliyor.
Soruyorlar” hacı Bebuk nerede?”
Cevap;” Hacı Bebuk Medine’de, Peygamberimizin, sahabelerin yanında kaldı. Yaratan onun duasını kabul etti. O sevdikleri ile birlikte Medine’de kaldı.”
Hacı Bebüğün tek göz odalı evinin kapısını açıyorlar. Evin duvarında asılı tabelada diyor ki;
Harabat ehlini hor görme Şâkir.
Defineye malik viraneler var.
Yalan dünya da kimseyi küçük görüp, hor bakmamalıyız. Rabbimin yanında kim daha değerlidir? Onu ancak yaratan bilir.
Mustafa Yolcu
Çocukluk yıllarında tanıdığımız, alkolik derecesinde içki tüketen iki insanlardı.
Morfinli Mehmet; Hacıpiri’nin yukarı mahallesindendi. Bebuk’ün ise kalenin dibinde, hamamın arkasında tek odalı evi vardı.
Gündüz vakti ikisinin de ayık gezdiğini gören olmazdı. Nerden temin ettiklerini bilmediğim para ile içkilerini alırlardı.
Bebuk ile parkta veya başka yerde karşılaştığımız da “ Bakın delikanlılar, benim vaziyetimi görüyorsunuz. Ayakta zor duruyorum. Bu zıkkımı içmekten memnun değilim. İçkiye alıştım bırakamıyorum. Sakın siz içki şişesini elinize almayın, vb.” diye nasihat ederdi. Açıkta içki içmez, elinde içki şişesi görülmezdi.
Morfinli Mehmet sabahları, içki almadığı zaman, halim selim, efendi görünüşlü biriydi. İçkili iken kimse ile konuşmaz, evini zor bulur, bir yerlerde sızıp kalırdı.
Kışın karın üzerine sızıp, sabahladığı olurdu.
Karnı aç olduğunda, mahallemizde kapısını çaldığı, birkaç ev vardı. O evlerden birine gider “ Ana benim karnım aç. Bana bir dürüm yapında yiyeyim .” derdi.
Gittiği evde yiyecek ne varsa, tepsi ile kapının önüne konur, oda konulanı yer, dua edip giderdi.
Bebüğün, başında yana yatık şapkası, havalar soğuduğunda da, sırtından çıkarmadığı paltosu vardı.
Kalenin dibindeki bir göz odalı evi, belediye yaptırmış, mahalleliler de içinin eşyasını koymuşlardı. Bebuk; kirlenen çamaşırlarını deterjan ve para ile birlikte bir torbaya koyar, torbayı da ihtiyaç sahibi bir evin kapısı önüne bırakırmış. Evden torbayı alıp, çamaşırları yıkar, ütüler Bebüğün evinin kapısının önüne koyarlarmış. Bebuk evine geldiğinde, torbasını içeri alırmış.
İskilip’te hacca, otobüsler ile gidiliyordu. Her sene 6–8 otobüs ve eşyaları götüren kamyon ile hacca giderlerdi.
İçki içmeye tövbekâr olmuş morfinli Mehmet; bir Cuma günü sabahı hamama gider. Güzelce yıkanır. Sonrada soluğu otobüsleri hacca gidecek olan, otobüs firmasının sahibinin yanında alır. “ Ben hacca gitmek istiyorum. Tövbe ettim, içkiyi bundan sonra ağzıma almayacağım.” Der. Oradakiler şaşırırlar. “ Mehmet emin misin? İçki içmeden durabilir misin?” diye sorduklarında; kararının kesin olduğunu, içkiyi bıraktığını söyler.
Onlarda;” Sen kararını vermişsen, bizde seni hacca götürürüz.” Demişler.
Hacca giden Mehmet; hac farizasını yerine getirerek Hacı Mehmet olmuştur. Hac dönüşü İskilip belediyesine işçi olarak alınmış, evlenerek düzenli bir hayatı olmuştu.
Bebukte; Hacı Mehmet’ten 1–2 yıl sonra aynı süreci yaşadı. Hacca gitmeye karar verince, otobüsçüler ondan ücret almadı. Esnaftan para toplayıp, kendisine harçlık olarak verdiler. Bebuk daha hacca gitmeden “ Yarabbi; mübarek yerlerde al benim canımı. Buraya beni bir daha getirme.” Diye dua edermiş. Hac yolculuğunda yanındaki koltukta, dolmacı Bekir Hallı oturmuş.
Bebuk; mübarek yerlerde haccını güzelce tamamlıyor. Mekke’den Medine’ye geliyorlar. Orada da ibadet ve ziyaretler tamamlanıyor. Medine den ayrılmadan bir gün önce, kaldıkları otelde Bebuk; yalnız başına bir köşede ağlıyor. Onun bu halini gören biri soruyor-” Hacı bebuk niye ağlıyorsun?” Cevap veriyor “ Ben mübarek yerlerde feyiz alarak, ibadetimi, görevlerimi yapıp haccımı tamamladım. İskilip’e gidince beni azdırıp, tekrar içkiye başlatırlarsa ben ne yaparım diye ağlıyorum.” Ellerini kaldırıyor “ Allahım benim canımı bu mübarek yerde al. Burada kalayım.” Diyor.
Ertesi günü toparlanıp, yolculuğa çıkmaya hazırlanıyorlar. Bebük sessiz sedasız, her kesten önce otobüste kendi yerine oturuyor. Diğerleri de otobüse binmeye başlıyor. Bebuk başını yana dayamıştır. Onu uyuyor sanıyorlar. Birisi gelip” Hacı uyuma, otobüs kalkacak.” Diyor. Ama hacı bebuk’ten ses yok. Bir iki kişi daha geliyor, bakıyorlar ki hacı Bebuk; gerçek dünyasına gitmiş. Ruhunu mübarek yerde teslim etmiş. Her kes şaşırıyor. Bir gün evvel edilen dua, ertesi günü gerçekleşiyor.
Hacı Bebuk Medine de Cennet’ül Baki’ye, sahabelerin bulunduğu mezarlığa defnediliyor. Hacı kafilesi de yola çıkıp İskilip’e geliyor.
Soruyorlar” hacı Bebuk nerede?”
Cevap;” Hacı Bebuk Medine’de, Peygamberimizin, sahabelerin yanında kaldı. Yaratan onun duasını kabul etti. O sevdikleri ile birlikte Medine’de kaldı.”
Hacı Bebüğün tek göz odalı evinin kapısını açıyorlar. Evin duvarında asılı tabelada diyor ki;
Harabat ehlini hor görme Şâkir.
Defineye malik viraneler var.
Yalan dünya da kimseyi küçük görüp, hor bakmamalıyız. Rabbimin yanında kim daha değerlidir? Onu ancak yaratan bilir.
Mustafa Yolcu
14 Temmuz 2011 Perşembe
ÖĞRENCİLİK HATIRASI
ÖĞRENCİLİK HATIRASI
Ankara’da Üniversitede okurken, Cumhuriyet yurdunda kalıyor, öğrenciliğimi devletten aldığım, kredi ile sürdürüyordum. 500 lira krediden elime 485 lira geçiyor, bunun 80 lirasını da yurt ücreti olarak ödüyordum.
Babam ortaokul üçüncü sınıfa geçtiğimde, vefat etmişti. Aile gelirimiz, ev ve dükkân kirası ile rahmetlik ağabeyimin her ay gönderdiği para idi. Onlarda ancak evimizin ihtiyacını karşılıyordu.
Krediyi alınca, elimde kalan 400 lirayı otuza bölüyor, her güne düşen para ile okul ve zaruri ihtiyaçlarımı karşılıyordum.
Gündüz vakti, yurtta yatağıma uzanmış, kestirmeye çalışıyordum. Odamızın önündeki tavanda bulunan anons hoparlöründen- “ Mustafa yolcu ziyaretçiniz var. Danışmada bekleniyorsunuz .” diye anons sesi geldi.
Hemen ayağa kalkıp, toparlanıp aşağı indim. Bir taraftan da, gelen ziyaretçi kim diye düşünüyordum. Danışmaya gidince, İskilip’ten komşumuz, çocukluk arkadaşım Mustafa Atar ın geldiğini gördüm.
Hemen kucaklaştık. Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra, kantine gidip oturmayı teklif ettim. Mustafa dışarı çıkıp dolaşalım dedi. Dışarı çıkıp Dikimevi, Talat paşa Bulvarından Ulus’a doğru yöneldik. Cebimde 35 kuruş vardı. Kahvelerde bir bardak çay, 50- 60 kuruştu. Bir bardak çay parası bile, cebimde yoktu. Kendi kendime; bir yere oturalım, çay parasını Mustafa’ya ısmarlatırım diye düşündüm.
Nihayet; Ulus’a gelip, sebze halinin karşısında bulunan, havuzlu çarşının kahvehanesine oturduk. Yürümekten ikimizde yorulmuştuk. Çaylarımız geldi. Çayı içerken Mustafa cebinden bir zarf çıkararak-“ Emine halam sana bu mektubu gönderdi.” Dedi.
Annemden mektup gelmişti. Sevinmiştim. Annemi de, evimi de özlüyordum. Hemen zarfı açtım. Mektubu çıkarırken içinden bir miktarda para çıktı. Annem yememiş, içmemiş bana para göndermişti. Annemden para beklemiyordum. Onların, kendi kendilerine yetmeleri bile, benim için mutluluktu. Kendimi iki sevinç ile birlikte buldum. Ağlamamak için, kendimi zor tutuyordum.
Bu arada hemen garsonu çağırarak, bize soğuk bir şeyler getirmesini söyledim. Biraz evvel cebimde 35 kuruş varken, artık paralanmıştım. Allah beni parasızlıktan kurtarmıştı. Bu duyguları yaşamayan birinin, anlaması mümkün değil. Bu sebeple; öğrencilere yapılan her türlü katkının, her zaman destekçisi oldum. İskilip Kültür ve Eğitim Vakfının; kuruluş çalışmaları ile bina yapım faaliyetleri içinde yer aldım.
Okuyan ve askere giden insana, verilecek on liranın bile katkı olduğunu unutmamalıyız. Öğrenci şehri olan Ankara’da; bakkala gidip, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bazı öğrencilerin, nasıl sıkıntılar çektiğini ancak bunu yaşayanlar bilir.
İmkânı olan herkesin, bilhassa öğrenim hayatı sona erip, bir işe başlayanların bu konuda daha hassas davranıp, karınca kararınca “ BURS VERME GAYRETİNE GİRMESİNİ.” Tavsiye ediyorum.
Mustafa Yolcu
Ankara’da Üniversitede okurken, Cumhuriyet yurdunda kalıyor, öğrenciliğimi devletten aldığım, kredi ile sürdürüyordum. 500 lira krediden elime 485 lira geçiyor, bunun 80 lirasını da yurt ücreti olarak ödüyordum.
Babam ortaokul üçüncü sınıfa geçtiğimde, vefat etmişti. Aile gelirimiz, ev ve dükkân kirası ile rahmetlik ağabeyimin her ay gönderdiği para idi. Onlarda ancak evimizin ihtiyacını karşılıyordu.
Krediyi alınca, elimde kalan 400 lirayı otuza bölüyor, her güne düşen para ile okul ve zaruri ihtiyaçlarımı karşılıyordum.
Gündüz vakti, yurtta yatağıma uzanmış, kestirmeye çalışıyordum. Odamızın önündeki tavanda bulunan anons hoparlöründen- “ Mustafa yolcu ziyaretçiniz var. Danışmada bekleniyorsunuz .” diye anons sesi geldi.
Hemen ayağa kalkıp, toparlanıp aşağı indim. Bir taraftan da, gelen ziyaretçi kim diye düşünüyordum. Danışmaya gidince, İskilip’ten komşumuz, çocukluk arkadaşım Mustafa Atar ın geldiğini gördüm.
Hemen kucaklaştık. Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra, kantine gidip oturmayı teklif ettim. Mustafa dışarı çıkıp dolaşalım dedi. Dışarı çıkıp Dikimevi, Talat paşa Bulvarından Ulus’a doğru yöneldik. Cebimde 35 kuruş vardı. Kahvelerde bir bardak çay, 50- 60 kuruştu. Bir bardak çay parası bile, cebimde yoktu. Kendi kendime; bir yere oturalım, çay parasını Mustafa’ya ısmarlatırım diye düşündüm.
Nihayet; Ulus’a gelip, sebze halinin karşısında bulunan, havuzlu çarşının kahvehanesine oturduk. Yürümekten ikimizde yorulmuştuk. Çaylarımız geldi. Çayı içerken Mustafa cebinden bir zarf çıkararak-“ Emine halam sana bu mektubu gönderdi.” Dedi.
Annemden mektup gelmişti. Sevinmiştim. Annemi de, evimi de özlüyordum. Hemen zarfı açtım. Mektubu çıkarırken içinden bir miktarda para çıktı. Annem yememiş, içmemiş bana para göndermişti. Annemden para beklemiyordum. Onların, kendi kendilerine yetmeleri bile, benim için mutluluktu. Kendimi iki sevinç ile birlikte buldum. Ağlamamak için, kendimi zor tutuyordum.
Bu arada hemen garsonu çağırarak, bize soğuk bir şeyler getirmesini söyledim. Biraz evvel cebimde 35 kuruş varken, artık paralanmıştım. Allah beni parasızlıktan kurtarmıştı. Bu duyguları yaşamayan birinin, anlaması mümkün değil. Bu sebeple; öğrencilere yapılan her türlü katkının, her zaman destekçisi oldum. İskilip Kültür ve Eğitim Vakfının; kuruluş çalışmaları ile bina yapım faaliyetleri içinde yer aldım.
Okuyan ve askere giden insana, verilecek on liranın bile katkı olduğunu unutmamalıyız. Öğrenci şehri olan Ankara’da; bakkala gidip, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bazı öğrencilerin, nasıl sıkıntılar çektiğini ancak bunu yaşayanlar bilir.
İmkânı olan herkesin, bilhassa öğrenim hayatı sona erip, bir işe başlayanların bu konuda daha hassas davranıp, karınca kararınca “ BURS VERME GAYRETİNE GİRMESİNİ.” Tavsiye ediyorum.
Mustafa Yolcu
4 Temmuz 2011 Pazartesi
KONAĞIN ÖNÜ
KONAĞIN ÖNÜ
Konak diye İskilip’te, kaymakamlık binasına denilir. 1961 yılına kadar Konak, şimdiki Çorum Caddesinde parkın alt tarafında idi. Konağın çevresine de Konağın önü tabiri kullanılırdı. Yaşlılar hâlâ buraya,” Konağın önü.“ derler. Çorum caddesinin sol tarafında, konağın karşısında da hapishane vardı. Hapishane 1958 yılın da yıkıldı.
Çorum Caddesinin sol taraf köşe başında Ortaokul binası, onun yanında da Azmimilli İlkokulu vardı.
1960 yılında Azmimilli ilkokulun da okula başladım. Okul binası ahşap karkas yapılı, zemin kat ve yarım bodrumdan oluşuyordu. Ortaokulun bahçesi ile bizim okulun arasında taş duvar vardı. Bu duvarın ortasında 3–4 metrelik açıklık mevcut olup, buradan iki taraf bahçeye geçiş sağlanıyordu. Biz iki tarafın bahçesini de kullanıyor, ortaokullular bizim tarafa geçmiyordu.
Teneffüste bahçeye çıkınca, biz yürümüyor koşuyorduk. Koşarken de ortaokullulara çarpıyor, düşmeyelim diye onlar bizi tutuyordu. Sanki o zamanlar ortaokulda okuyanlar, daha uzun boylu, olgun insanlardı. Bizim gözümüze çok büyük görünüyorlardı.
Azmimilli İlkokulu Müdürü Hasan Subaşı, Ortaokul Müdürü Hasan Okumuş’tu. Hasan Subaşı 1962 yılında Çorum’a gidince, okul müdürümüz Mehmet Kaymaz olmuştu. Eskimiş bulunan Azmimilli İlkokulu binası yıkılarak, şimdiki okul binasının yapılmasına karar verilince; 1963 yılında trampet takımı, bayrak sancakla Misakımilli İlkokulu binasına taşındık.
Azmimilli İlkokulunun renkli simalarından birisi İsmet öğretmendi. Kendisi Sakarya mahallesindendi. Daha önceden geçirdiği bazı rahatsızlıklardan dolayı, davranışlarında bazen gariplikler olurdu. Ders sırasında sinirlenince, eline geçen değneği önüne kim gelirse ona yapıştırırdı. Tek kurtuluş yolu masa altına gizlenip, hocanın siniri geçip masasına oturuncaya kadar, sıra altından çıkmamaktı. Daha sonra bir şey olmamış gibi derse devam eder, öğrencilerinin gönlünü almaya çalışırdı.
İsmet öğretmenin sık, sık tekrarladığı bir deyimi vardı;
Sizi bizi dizi-dizi
Asıp kesmek istemişlerdi.
Diye devam eden mısraları okuyarak, İstiklal Savaşı öncesi yurdumuzda yabancıların yaşattığı mezalimi anlatırdı. Bir rivayete göre; İsmet öğretmenin yakınlarını Yunanlılar, gözünün önünde öldürmeleri üzerine bu rahatsızlığı yaşamış, hiç unutmamıştı.
İsmet Öğretmen aynı zamanda Atatürk hayranı idi. Yukarıdaki dizeleri okuduktan sonra Atatürk’ün, yurdumuzu nasıl kurtardığını, askerlerimizin kahramanlıklarını anlatırdı.
Bir gün okul bahçesinde oynarken, İsmet Öğretmenin büyük bir çerçeve paketini okula getirdiğini gördüm. Hemen önüne giderek” Öğretmenim elindekini ben taşıyayım.” Demem üzerine - “ Ben Atatürkümü taşıyamıyor muyum? Sana kim taşı dedi? Git buradan.” Diye azarı işittim. Bende geldiğim gibi, kös-kös oradan ayrılmak zorunda kalmıştım.
İlkokul 3. sınıfa kadar bizi, Hilmi Okutan okutmuştu. Bu öğretmenimiz dersinde bize “ Ankara’ya giderde; Anıtkabire gidip Atatürk’ü ziyaret etmezseniz, size hakkımı helal etmem.” demişti. Öğretmenimizin bu sözünü hiç unutmadım.
1966 Yılında ilk defa Ankara’ya gittiğimde, Ankara da yolları öğrenir öğrenmez Anıtkabir’e gittim. Atatürk’ün mozolesine gelince ellerimi açıp, dua etmeye başladım. Yanıma gelen diğer ziyaretçiler dua etmiyor, bir süre sessiz durup, başları ile selam verip ayrılıyorlardı. Bende dua etmenin yanlış olduğu hissine kapıldım. Yavaşça ellerimi aşağı indirerek, bir süre bekleyip mozoleden ayrıldım.
Sonraki yıllarda, benim yaptığımın doğru olduğu, mevtaya yapılacak iyiliğin, onun ruhuna dua okumak olduğunu karar verdim.
Hilmi öğretmenimin istediği “ Ülkemizin önderini, Anıtkabir’de ziyaret etmek.” vazifemi yerine getirmiştim. Yurdumuzun İsmet öğretmenlere, Hilmi öğretmenlere ihtiyacı var. Öğretmenler; ülkesini seven, ülkesine yararlı nesillerin yetiştiricisi olmalıdır.
Mustafa yolcu
Konak diye İskilip’te, kaymakamlık binasına denilir. 1961 yılına kadar Konak, şimdiki Çorum Caddesinde parkın alt tarafında idi. Konağın çevresine de Konağın önü tabiri kullanılırdı. Yaşlılar hâlâ buraya,” Konağın önü.“ derler. Çorum caddesinin sol tarafında, konağın karşısında da hapishane vardı. Hapishane 1958 yılın da yıkıldı.
Çorum Caddesinin sol taraf köşe başında Ortaokul binası, onun yanında da Azmimilli İlkokulu vardı.
1960 yılında Azmimilli ilkokulun da okula başladım. Okul binası ahşap karkas yapılı, zemin kat ve yarım bodrumdan oluşuyordu. Ortaokulun bahçesi ile bizim okulun arasında taş duvar vardı. Bu duvarın ortasında 3–4 metrelik açıklık mevcut olup, buradan iki taraf bahçeye geçiş sağlanıyordu. Biz iki tarafın bahçesini de kullanıyor, ortaokullular bizim tarafa geçmiyordu.
Teneffüste bahçeye çıkınca, biz yürümüyor koşuyorduk. Koşarken de ortaokullulara çarpıyor, düşmeyelim diye onlar bizi tutuyordu. Sanki o zamanlar ortaokulda okuyanlar, daha uzun boylu, olgun insanlardı. Bizim gözümüze çok büyük görünüyorlardı.
Azmimilli İlkokulu Müdürü Hasan Subaşı, Ortaokul Müdürü Hasan Okumuş’tu. Hasan Subaşı 1962 yılında Çorum’a gidince, okul müdürümüz Mehmet Kaymaz olmuştu. Eskimiş bulunan Azmimilli İlkokulu binası yıkılarak, şimdiki okul binasının yapılmasına karar verilince; 1963 yılında trampet takımı, bayrak sancakla Misakımilli İlkokulu binasına taşındık.
Azmimilli İlkokulunun renkli simalarından birisi İsmet öğretmendi. Kendisi Sakarya mahallesindendi. Daha önceden geçirdiği bazı rahatsızlıklardan dolayı, davranışlarında bazen gariplikler olurdu. Ders sırasında sinirlenince, eline geçen değneği önüne kim gelirse ona yapıştırırdı. Tek kurtuluş yolu masa altına gizlenip, hocanın siniri geçip masasına oturuncaya kadar, sıra altından çıkmamaktı. Daha sonra bir şey olmamış gibi derse devam eder, öğrencilerinin gönlünü almaya çalışırdı.
İsmet öğretmenin sık, sık tekrarladığı bir deyimi vardı;
Sizi bizi dizi-dizi
Asıp kesmek istemişlerdi.
Diye devam eden mısraları okuyarak, İstiklal Savaşı öncesi yurdumuzda yabancıların yaşattığı mezalimi anlatırdı. Bir rivayete göre; İsmet öğretmenin yakınlarını Yunanlılar, gözünün önünde öldürmeleri üzerine bu rahatsızlığı yaşamış, hiç unutmamıştı.
İsmet Öğretmen aynı zamanda Atatürk hayranı idi. Yukarıdaki dizeleri okuduktan sonra Atatürk’ün, yurdumuzu nasıl kurtardığını, askerlerimizin kahramanlıklarını anlatırdı.
Bir gün okul bahçesinde oynarken, İsmet Öğretmenin büyük bir çerçeve paketini okula getirdiğini gördüm. Hemen önüne giderek” Öğretmenim elindekini ben taşıyayım.” Demem üzerine - “ Ben Atatürkümü taşıyamıyor muyum? Sana kim taşı dedi? Git buradan.” Diye azarı işittim. Bende geldiğim gibi, kös-kös oradan ayrılmak zorunda kalmıştım.
İlkokul 3. sınıfa kadar bizi, Hilmi Okutan okutmuştu. Bu öğretmenimiz dersinde bize “ Ankara’ya giderde; Anıtkabire gidip Atatürk’ü ziyaret etmezseniz, size hakkımı helal etmem.” demişti. Öğretmenimizin bu sözünü hiç unutmadım.
1966 Yılında ilk defa Ankara’ya gittiğimde, Ankara da yolları öğrenir öğrenmez Anıtkabir’e gittim. Atatürk’ün mozolesine gelince ellerimi açıp, dua etmeye başladım. Yanıma gelen diğer ziyaretçiler dua etmiyor, bir süre sessiz durup, başları ile selam verip ayrılıyorlardı. Bende dua etmenin yanlış olduğu hissine kapıldım. Yavaşça ellerimi aşağı indirerek, bir süre bekleyip mozoleden ayrıldım.
Sonraki yıllarda, benim yaptığımın doğru olduğu, mevtaya yapılacak iyiliğin, onun ruhuna dua okumak olduğunu karar verdim.
Hilmi öğretmenimin istediği “ Ülkemizin önderini, Anıtkabir’de ziyaret etmek.” vazifemi yerine getirmiştim. Yurdumuzun İsmet öğretmenlere, Hilmi öğretmenlere ihtiyacı var. Öğretmenler; ülkesini seven, ülkesine yararlı nesillerin yetiştiricisi olmalıdır.
Mustafa yolcu
26 Haziran 2011 Pazar
HASAN ABUHAN USTA
SANATKÂR TERZİ
HASAN ABUHAN USTA
İskilip’te geçmiş yıllarda, 83 tane terzi vardı. Bu terziler, vatandaşın her türlü terzilik ihtiyacına cevap veriyordu. Şimdiki gibi terziler ceket, pantolon, gömlek dikmiyor; İngiliz kotu, şalvar, işlik, manto, palto dikiyorlardı. Konfeksiyon yaygın değildi. Her türlü elbise talebini terziler karşılıyordu. Bilhassa bayramlar yaklaşırken, talep arttığından geceleri de çalışarak işlerini bitirmeye çalışıyorlardı.
Önceden çocukların bir kısmı, memur olmak için okuyorlardı. Bir kısmı da kolayca hayata atılmak için sanata başlıyor, çıraklık kalfalık derken usta olup, işini kuruyor, bunun yanı sıra çocuk okusun, okumasın mutlaka bir sanat öğrenmesi isteniyordu.
83 terzi vardı ama bunlardan gerçekten sanatkâr olanı çok az bir kısmı idi. Diğerleri sıradan terzi idi. Şu an İskilip’te takım elbise diken 2–3 terzi ancak var. Konfeksiyonun yaygınlaşması, çırak bulunamaması bu sanatı bitme noktasına getirmiştir.
İskilip’te terzilik sanatının zirvesine çıkmış, adı İskilip dışında da duyulan Abuhan kardeşler vardı. Bunların en büyüğü Hasan Abuhan olup, terziliği Fahrinin Abdurrahman denilen ustadan öğrenmiş. Daha sonra Ankara’ya giderek, bir terzinin yanında üç sene çalışıp, bay- bayan terziliğini birlikte geliştirmiş.
Diğer kardeşleri Mustafa ve Hüseyin’de terzi olmuşlar. Hep birlikte çarşı camisinin önündeki dükkânda çalışmaya başlamışlar. Orhan Mehmet Mustafa diye üç çocukları kendi dükkânlarında çalışmaya başlamış. Daha sonra Mustafa Abuhan, oğlu Mehmet ile kendi işyerini açmışlar.
Ben Abuhanları, Ziraat bankasının karşısında bulunan dükkânlarında tanıdım. Abuhan kardeşlerle İskilip’te karşılaştığımda selamlaşır, hal ve hatırlarını sorardım. Hasan Abuhanı en son; 2005 yılında dükkânında görmüş, Çorum da Bayındırlık İl müdürü ve Çorum Belediye Başkanlığı görevinde bulunan oğlu, Ömer ile birlikte oturmuştuk.
18 Haziran 2011 tarihinde İskilip’e gittiğimde, dükkânlarına uğradım. Abuhan ustaları ziyaret edip, bilgilerine başvurmak istiyordum. Büyük Abuhan kardeşlerin üçü de vefat etmiş, geriye çocukları kalmıştı. Dükkânlarında Orhan Abuhan ile birlikte oturduk. Ben konuşmamıza İskilip’te 83 terziden, geriye kalan 2–3 takım elbise dikebilen terzi ile başladım. Onlardan sanatlarını devam ettirme, en az kendileri ayarında çırak yetiştirmeleri ricasında bulundum.
Orhan usta yeri doldurulamaz sanat hayatlarını şöyle anlattı:
“ Babam Hasan Usta, bir süre Ankara’da çalıştıktan sonra, İskilip’teki dükkânı kardeşleri ile birlikte açmışlar. Yanlarında on adet çırak ve kalfa çalıştığı zamanlar oldu. Yetiştirdikleri ustalar arasında; Ulaştepe’li uzun Ahmet usta, Mustafa Yıldırım (Ankara da vefat etti), Hasan Demircan, Kamil Köstekçi, Salim Elmalı bulunmaktadır. Bunların toplamı 50 civarındadır. Halen sanatı sürdüren Ankara da Kamil Köstekçidir. Birçoğu vefat etmiştir.
Babamgilin disiplinli bir meslek hayatı vardı. Onların yanında sesli konuşulmaz, bir şey yenilip içilmezdi. Bu disiplin; verimli bir sanat hayatının sürmesini sağladı.
Babam bazı akşamlar sinemaya giderdi. İskilip’ten bazıları babamın sinemaya gitmesini yadırgardı. Hatta bunu yüzüne söyledikleri olurdu. Babam onlara-“ Ben sinemaya; modanın en son ürünü olan elbiseleri giyen artistlerin, üzerlerindeki elbiseleri görmek için gidiyorum, gördüğüm modelleri başka şeye ihtiyaç kalmadan, dükkânım da uyguluyorum.” Derdi. Bu az bulunur bir kabiliyetti.
Ziraat bankasının bir müdürü vardı. Giyime çok düşkündü. Dükkânımıza gelerek, takım elbise siparişi verdi. Ama istekleri, aradığı özellikler çok fazlaydı. Bizzat babam, elbiseyi keserek dikmeye başladı. Provalar bitmiş, takım elbise dikilerek teslime yaklaşmıştı. Dükkânda çalışırken babamın burnuna yanık kokusu gelmiş. Hemen ütü bölümüne gittiğinde, müdürün ceketinin üzerine, ütüden düşen ateşin ceketi yakarak, delik oluştuğunu görmüş. Hemen müdahale ederek, düşen ateşi almış. Bu hatayı yapanda cezasını gördü. Benimde bu arada olaydan haberim oldu. Ceketi görünce ben umudu kesmiş, ne yapacağız diye düşünüyordum. Ceketi Mustafa emmim aldı. Ceketin parça kumaşlarından iplik çıkararak, cif iğne ile enine boyuna deliği tırnaklayarak ördü. Güzelce ütüledi. Artık orası kumaşın parçası olmuştu. Fark edilmesi imkânsızdı. Banka müdürü takımı giydiğinde, çok memnun kalmıştı. Bizim devamlı müşterimiz oldu.
Semerci Mehmet usta olarak bilinen, şişman bir hemşerimiz vardı. Arkadaşı ile -” Terzi Abuhan, ustayım diye öğünüp duruyor. Bir takımı üç kere prova etmeden dikemiyorlar. Ben hiç prova etmeden elbise dikiyorum. “ diye şaka varı konuşmuş. Bu konuşma benim kulağıma da geldi. Mehmet usta kumaşını alarak, bize takım elbise diktirmeye geldi. Elbise ölçüsünü aldık ve dükkândan ayrıldı. Provaya çağırmamız gecikince, dükkâna gelerek -“ beni provaya çağırmadınız.” Dedi. Bende –“ Mehmet usta biz provasız elbise dikiyoruz.” Dedim. Bunu söyleyince önce şaşırdı. Sonra kahkahayı basıp” Siz beni eşeğe mi benzettiniz. Provasız ben eşeğe semer yaparım.” Dedi. Beni kucakladı.
Orhan Abuhan ile bunları konuşurken, İskilip’te ayakkabıcılığın değerli ustası, Celal Demirel aklıma geldi. Oda model kitabından belirlenen ayakkabıyı, çok güzel bir şekilde diker, teslim ederdi. Nesli tükenmiş olan bu ustaların, hayatta iken yan yana gelip, fikir mütalaası yapıp yapmadıklarını sordum. – “Onların ayda bir sohbet günleri oluyordu. Her ay birinin evinde toplanarak, bu tür sohbetler yapıyorlardı.” Dedi.
İskilip dışından da telefonla elbise siparişi verenler olurdu. Bazı müşterilerimiz, daha önce diktiğimiz elbise ölçüleri değişmediğini bildirerek, aynı ölçülerde bizden elbise isterdi. Bizde diktiğimiz elbiseyi, otobüse vererek gönderirdik. Böyle yıllarca siparişi süren müşterimiz oldu.
Elbisesini dikip teslim ettiğimiz kişilerden, bilahare elbise üzerinde düzeltme talebinde bulunanların, makul istekleri hemen kabul edilerek; istedikleri düzeltme yapılırdı. Ayrıca ceketinin astarı çeken kişiyi babam çarşıda gördüğünde, onu dükkâna gönderir, çeken astarını düzeltip ceketini giydirirdik.”
Bütün bunlar; yeri doldurulamaz terzi ustasının (sanatkâr) kısacık ömründe yaşadığı örnek hatıralardır. Bunlar tüm sanat erbabı için örnek olabilecek davranışlardır. Bu ustalar gerçek dünya ya gittiler. Elleri tabutun dışında kaldı. (İskilip’te sanatkâr için söylenen deyimdir.)
Mustafa Yolcu
HASAN ABUHAN USTA
İskilip’te geçmiş yıllarda, 83 tane terzi vardı. Bu terziler, vatandaşın her türlü terzilik ihtiyacına cevap veriyordu. Şimdiki gibi terziler ceket, pantolon, gömlek dikmiyor; İngiliz kotu, şalvar, işlik, manto, palto dikiyorlardı. Konfeksiyon yaygın değildi. Her türlü elbise talebini terziler karşılıyordu. Bilhassa bayramlar yaklaşırken, talep arttığından geceleri de çalışarak işlerini bitirmeye çalışıyorlardı.
Önceden çocukların bir kısmı, memur olmak için okuyorlardı. Bir kısmı da kolayca hayata atılmak için sanata başlıyor, çıraklık kalfalık derken usta olup, işini kuruyor, bunun yanı sıra çocuk okusun, okumasın mutlaka bir sanat öğrenmesi isteniyordu.
83 terzi vardı ama bunlardan gerçekten sanatkâr olanı çok az bir kısmı idi. Diğerleri sıradan terzi idi. Şu an İskilip’te takım elbise diken 2–3 terzi ancak var. Konfeksiyonun yaygınlaşması, çırak bulunamaması bu sanatı bitme noktasına getirmiştir.
İskilip’te terzilik sanatının zirvesine çıkmış, adı İskilip dışında da duyulan Abuhan kardeşler vardı. Bunların en büyüğü Hasan Abuhan olup, terziliği Fahrinin Abdurrahman denilen ustadan öğrenmiş. Daha sonra Ankara’ya giderek, bir terzinin yanında üç sene çalışıp, bay- bayan terziliğini birlikte geliştirmiş.
Diğer kardeşleri Mustafa ve Hüseyin’de terzi olmuşlar. Hep birlikte çarşı camisinin önündeki dükkânda çalışmaya başlamışlar. Orhan Mehmet Mustafa diye üç çocukları kendi dükkânlarında çalışmaya başlamış. Daha sonra Mustafa Abuhan, oğlu Mehmet ile kendi işyerini açmışlar.
Ben Abuhanları, Ziraat bankasının karşısında bulunan dükkânlarında tanıdım. Abuhan kardeşlerle İskilip’te karşılaştığımda selamlaşır, hal ve hatırlarını sorardım. Hasan Abuhanı en son; 2005 yılında dükkânında görmüş, Çorum da Bayındırlık İl müdürü ve Çorum Belediye Başkanlığı görevinde bulunan oğlu, Ömer ile birlikte oturmuştuk.
18 Haziran 2011 tarihinde İskilip’e gittiğimde, dükkânlarına uğradım. Abuhan ustaları ziyaret edip, bilgilerine başvurmak istiyordum. Büyük Abuhan kardeşlerin üçü de vefat etmiş, geriye çocukları kalmıştı. Dükkânlarında Orhan Abuhan ile birlikte oturduk. Ben konuşmamıza İskilip’te 83 terziden, geriye kalan 2–3 takım elbise dikebilen terzi ile başladım. Onlardan sanatlarını devam ettirme, en az kendileri ayarında çırak yetiştirmeleri ricasında bulundum.
Orhan usta yeri doldurulamaz sanat hayatlarını şöyle anlattı:
“ Babam Hasan Usta, bir süre Ankara’da çalıştıktan sonra, İskilip’teki dükkânı kardeşleri ile birlikte açmışlar. Yanlarında on adet çırak ve kalfa çalıştığı zamanlar oldu. Yetiştirdikleri ustalar arasında; Ulaştepe’li uzun Ahmet usta, Mustafa Yıldırım (Ankara da vefat etti), Hasan Demircan, Kamil Köstekçi, Salim Elmalı bulunmaktadır. Bunların toplamı 50 civarındadır. Halen sanatı sürdüren Ankara da Kamil Köstekçidir. Birçoğu vefat etmiştir.
Babamgilin disiplinli bir meslek hayatı vardı. Onların yanında sesli konuşulmaz, bir şey yenilip içilmezdi. Bu disiplin; verimli bir sanat hayatının sürmesini sağladı.
Babam bazı akşamlar sinemaya giderdi. İskilip’ten bazıları babamın sinemaya gitmesini yadırgardı. Hatta bunu yüzüne söyledikleri olurdu. Babam onlara-“ Ben sinemaya; modanın en son ürünü olan elbiseleri giyen artistlerin, üzerlerindeki elbiseleri görmek için gidiyorum, gördüğüm modelleri başka şeye ihtiyaç kalmadan, dükkânım da uyguluyorum.” Derdi. Bu az bulunur bir kabiliyetti.
Ziraat bankasının bir müdürü vardı. Giyime çok düşkündü. Dükkânımıza gelerek, takım elbise siparişi verdi. Ama istekleri, aradığı özellikler çok fazlaydı. Bizzat babam, elbiseyi keserek dikmeye başladı. Provalar bitmiş, takım elbise dikilerek teslime yaklaşmıştı. Dükkânda çalışırken babamın burnuna yanık kokusu gelmiş. Hemen ütü bölümüne gittiğinde, müdürün ceketinin üzerine, ütüden düşen ateşin ceketi yakarak, delik oluştuğunu görmüş. Hemen müdahale ederek, düşen ateşi almış. Bu hatayı yapanda cezasını gördü. Benimde bu arada olaydan haberim oldu. Ceketi görünce ben umudu kesmiş, ne yapacağız diye düşünüyordum. Ceketi Mustafa emmim aldı. Ceketin parça kumaşlarından iplik çıkararak, cif iğne ile enine boyuna deliği tırnaklayarak ördü. Güzelce ütüledi. Artık orası kumaşın parçası olmuştu. Fark edilmesi imkânsızdı. Banka müdürü takımı giydiğinde, çok memnun kalmıştı. Bizim devamlı müşterimiz oldu.
Semerci Mehmet usta olarak bilinen, şişman bir hemşerimiz vardı. Arkadaşı ile -” Terzi Abuhan, ustayım diye öğünüp duruyor. Bir takımı üç kere prova etmeden dikemiyorlar. Ben hiç prova etmeden elbise dikiyorum. “ diye şaka varı konuşmuş. Bu konuşma benim kulağıma da geldi. Mehmet usta kumaşını alarak, bize takım elbise diktirmeye geldi. Elbise ölçüsünü aldık ve dükkândan ayrıldı. Provaya çağırmamız gecikince, dükkâna gelerek -“ beni provaya çağırmadınız.” Dedi. Bende –“ Mehmet usta biz provasız elbise dikiyoruz.” Dedim. Bunu söyleyince önce şaşırdı. Sonra kahkahayı basıp” Siz beni eşeğe mi benzettiniz. Provasız ben eşeğe semer yaparım.” Dedi. Beni kucakladı.
Orhan Abuhan ile bunları konuşurken, İskilip’te ayakkabıcılığın değerli ustası, Celal Demirel aklıma geldi. Oda model kitabından belirlenen ayakkabıyı, çok güzel bir şekilde diker, teslim ederdi. Nesli tükenmiş olan bu ustaların, hayatta iken yan yana gelip, fikir mütalaası yapıp yapmadıklarını sordum. – “Onların ayda bir sohbet günleri oluyordu. Her ay birinin evinde toplanarak, bu tür sohbetler yapıyorlardı.” Dedi.
İskilip dışından da telefonla elbise siparişi verenler olurdu. Bazı müşterilerimiz, daha önce diktiğimiz elbise ölçüleri değişmediğini bildirerek, aynı ölçülerde bizden elbise isterdi. Bizde diktiğimiz elbiseyi, otobüse vererek gönderirdik. Böyle yıllarca siparişi süren müşterimiz oldu.
Elbisesini dikip teslim ettiğimiz kişilerden, bilahare elbise üzerinde düzeltme talebinde bulunanların, makul istekleri hemen kabul edilerek; istedikleri düzeltme yapılırdı. Ayrıca ceketinin astarı çeken kişiyi babam çarşıda gördüğünde, onu dükkâna gönderir, çeken astarını düzeltip ceketini giydirirdik.”
Bütün bunlar; yeri doldurulamaz terzi ustasının (sanatkâr) kısacık ömründe yaşadığı örnek hatıralardır. Bunlar tüm sanat erbabı için örnek olabilecek davranışlardır. Bu ustalar gerçek dünya ya gittiler. Elleri tabutun dışında kaldı. (İskilip’te sanatkâr için söylenen deyimdir.)
Mustafa Yolcu