26 Şubat 2012 Pazar

FİZİK TEDAVİ HASTANESİ Ankara da bulunan bir fizik tedavi hastanesini tanıma fırsatı buldum. Önünden geçip giderdim. Ama nasıl bir yer olduğunu, hangi derde deva olabildiğini yeterince bilmiyordum. Fizik tedavi ve rehabilitasyon: Kas iskelet ve sinir sistemiyle ilgili hastalıklarda ağrı, hareket kısıtlılığı gibi iki ana sorunun tedavisini sağlar. Gerek bel, boyun, diz, omuz, dirsek gibi ağrısı olan hastalarda; gerekse beyin kanaması, geçirilmiş ortopedik ameliyat, kaza, doğumsal anomali vb nedenlerle hareket kısıtlılıkları ve yürüme sorunlarında, hastanın durumuna göre, ısıtıcı ajanlar, egzersizler, yüksek ve alçak frekanslı elektrik akımları gibi fiziksel tıp yöntemlerini kullanarak, hem fiziksel kapasiteyi en üst seviyeye çıkarmayı, hem de ağrı, tutukluluk ve benzeri yakınmaları gidererek yaşam kalitesini yükseltmeyi amaçlayan bir bilim dalıdır. Hangi hastalıklarda fizik tedavi ve rehabilitasyon uzmanına başvurmalıdır? 1-Omurga hastalıkları. A.-Bel ve Boyun, Eklem ve Kas incinmelerine bağlı ağrılar B.-Bel Fıtığı C.-Boyun Fıtığı D.-Duruş bozukluklarına bağlı sırt,boyun ve bel ağrıları E.-Skolyoz 2-EKLEM HASTALIKLARI a. -Artroz ( Kireçlenme ) b.-Omuz, Dirsek, El ve El bileği ağrıları c.-Kalça, Diz, Ayak ve Ayak bileği ağrıları 3-YUMUŞAK DOKU ROMATİZMALARI 1. Fibromiyalji Sendromu 2. Tetik parmak 3. Tenisçi dirseği 4. Karpal Tünel Sendromu vb. 4- Kalça, diz ve omuz protez ameliyatları, artroskobik girişimler gibi ortobedik ameliyatlardan sonra. 5-Kırık sonrası eklem sertlikleri. 6-Osteoporoz ( Kemik erimesi ) 7-Beyin kanaması veya beyin damarlarında tıkanmaya bağlı felçler (İnme). 8-Omurilik yaralanmalarına bağlı felçler. Kanuni Sultan Süleyman’ın çok güzel bir beyti var. “Halk için muteber bir nesne yok, devlet gibi. Olmaya devlet cihanda, bir nefes sıhhat gibi.” Sağlıklı olmak; sahip olduğumuz en büyük servettir. Sağlığı kaybettiğimiz anda; onu bulabilmek için çok çaba harcasak ta bulmamız zor oluyor. Okka ile giden sağlığımız, dirhemle geri gelmiyor. Gittiğim Fizik Tedavi Hastanesinde, sağlığına tekrar kavuşabilme çabası içinde olan insanları gördüm. Hastalarına yardım etmek için çırpınan refakatçileri tanıdım. Onların ruh halini anlamaya çalıştım. Günlük hayatta gezip tozup, ceviz kabuğunu doldurmaz şeyler için uzaklara yürüyoruz. Bu hastanelerde insanlar bir adım atabilmek, kolunu birazcık oynatabilmek için çaba harcıyor, acı çekiyorlar. Hastaların büyük kısmı 60 yaşın üzerinde insanlar. Dünün gençleri şimdi tedavi olabilmek için çabalıyor. Her hasta başlı başına, incelenmesi, ders çıkarılması gereken kaynak durumunda. Yanında refakatcısı olan hasta şanslı hasta. Kolunu oynatamayan, bir adım atamayan insanın refakatcisi olmazsa, halini bir düşünün! Hastane de yükün büyük kısmı, fizyoterapistlerin üzerinde. Tedaviyi onlar yapıyor. Hasta ile onlar ilgileniyor. Hastaların asabi hallerine katlanıyor, eksersizleri iyi yapan hastalara aferin, çok iyi, burova diyorlar. Egzersizi yapmak istemeyen hastayı tatlı sert ikaz ediyorlar. Yürütürken koluna giriyorlar. Adımı attığında onunla sevinip, hastayı motive ediyorlar. Fizyoterapistlik ; para için yapılacak meslek değil. İnsan sevgisi ile dolu insanın yapabileceği, katlanabileceği meslektir. Fizyoterapist; hastaneye geldiğinde kendi özelini tamamen unutup, kendini tamamen hastası ile konsantre etmek durumunda. Yoksa bu işi yapması mümkün değil. Size burada şahit olduğum birkaç olayı anlatacağım. 75 yaşlarında bir hasta vardı. Fizyoterapist ona günlük eksersizlerini yaptırdı. Gitmesine az bir süre kala- “ Hamdi bey odanda bu egzersizlere devam ediyor musun?” diye sordu. Hasta cevap vermedi. Yanında bulunan kızı başı ile hayır diye işaret etti. Bunun üzerine tekrar “ Ben haberini alıyorum. Odanda bu hareketleri yapmıyormuşsun. Niye yapmıyorsun? “ diye sorduğunda hasta- “ Vaktim yok o yüzden yapamıyorum.” Dedi. Fizyoterapist- “ Niye vaktin yok. Odanda ne yapıyorsun? ” diye sorduğunda –“ Başımı yastığa koyunca uyuyorum. Vaktim kalmıyor.” Diye cevapladı. İnsan yaşlanınca gündüz uykusu gelir, gece ise istese de uyuyamaz. Yaşlılık kapıya konacak gibi değil. Ama ömrü olan herkesin, kapısını bir gün çalacak. Bu sebeple sağlıklı olduğumuzda bu günlerin kadrini bilmemiz gerekiyor. Olur, olmaz şeylere sinirlenip, hem insanları, hem de yakınlarımızı kırmamamız gerekiyor. Yoksa keskin sirke kabına zarar veriyor. Hastalıkların büyük bir kısmının nedeni asabiyetten kaynaklanıyor. Felç geçirmiş bir hasta vardı. Ayakta duramıyordu. Günlük yatarak yapılan eksersizden sonra, bağlanarak ayakta durdurmaya çalışıyorlardı. Salona gelip gidenlerden hastaya nasılsın diye soran olunca “ Berbat “ diye cevap veriyordu. Niye böyle söylüyorsun diye sorulunca- “ benim gibi adam nasıl olur. Halimi görmüyor musun? “ diye cevaplıyordu. Selanik muhaciri bir aileden gelme teyze vardı. Nur yüzlüydü. Ağzından bal damlıyordu. Kendi hastalığı ile ilgilenmiyor, herkese moral veriyor, çalışanlara dua ediyordu. Çocukları gece gündüz sıra ile yanında kalıyormuş. Onlara gıyaplarında dua ediyor, memnuniyetini dile getiriyordu. Ben salondan çıkmak üzere idim bana da” oğlum hava soğuk. Başını iyi ört.” diye hatırlatmada bulundu. Başka bir hasta, trafik kazası geçirmiş. Uzun süre yoğun bakımda kalınca, sağlığından ümit kesmişler. Daha sonra yoğun bakımdan çıkıp, oda tedavisine geçilmiş. Fizyoterapistin müdahalesinden geçmeyen hastanın, eklemleri kireçlenmiş. Kaslarında erime olmuş. Elleri ayakları adeta kilitlenmiş, onları açmaya çalışıyorlardı. Fizyoterapiste bu durumda olan hastaya ne yapılması gerekliydi diye sorduğumda “ hasta yoğun bakımda bile olsa, her gün fizyoterapistin müdahale edip, bazı hareketleri yaptırması gerekirdi.” Diye cevapladı. Yanlış veya ihmal, hastanın hayatını karartacak hale getiriyor. Hastanelerde yatan hastalara, fizik tedavi müdahalesin de ihmal bulunduğunu sanıyorum. Her sağlam insanın; bir gün bizimde misafiri olacağımız bu hastaneleri ziyaret edip, orada yaşananları görmesinde, dersler çıkarmasında yarar var. Buralarda çalışanları da unutmamamız gerekiyor. Onların para ile ölçülemeyecek çalışmalarını takdir etmemiz, onlara teşekkür etmemiz gerekli. Bir gün bu dertler bizimde kapımızı çalabilir. Bizde yaşlanacağız. Bizimde gündüz uyumaktan başka şey yapmaya, vaktimiz kalmayabilir. Yarının azık torbasını şimdiden hazırlasak iyi olur. Mustafa Yolcu

3 Şubat 2012 Cuma

BAKİ KALAN BU KUBBEDE HOŞ BİR SEDA İMİŞ Eskiden hayat şartları daha zor, geçim sıkıntısı daha fazlaydı. İnsanların giyimi, yemesi, içmesi, kullandığı eşyalar daha zor temin ediliyordu. Doğal olarak üretilen meyve ve sebzeler mevsiminde bulunur, mevsimi geçince ortadan kaybolurdu. En rahat geçinenler memurlardı. Memurların, memur olmayanların üzerinde geçim standardı olur, daha rahat hayat sürerdi. Bu sebeple aileler kızlarını, memur ile evlendirmeyi tercih ederlerdi. Pirinç evlere bayramdan bayrama girer, diğer zamanlarda hastaya çorbası yapıp içirilmek için satın alınırdı. “Hasta olsam da pirinç çorbası içsem.” deyimi vardı. Halkın elinde bulunan parası ya altına takılı olur, ya da bir esnafın kasasında emanet dururdu. Kasaptan et, eve misafir geleceği zaman alınır, onun dışında evdeki kavurma et ile et ihtiyacı karşılanırdı. Evlerde çekmen denilen toprak kaplarda; salatalık turşusu, pekmez, sirke bulunur, kışlık yiyecekler yazın ve sonbaharda hazırlanırdı. Çocuklara bayramdan bayrama pantolon gömlek diktirilir, bunlar eskidiğinde yama yapılarak giyinilirdi. Bal evlerde ilaç niyetine bulundurulur, sofraya yenmek için gelmez, evde hasta olduğunda hastaya şifa niyetine yedirilirdi. Ballar şimdiki gibi glikozlu bal değil, halis çiçek balı idi. Kışın soğuklarda, balda kristalleşme olurdu. Pazara nadiren de kara kovan balı gelirdi. Ormanlık bölgelerde üretilen çam ballarının, fazla yenildiğinde insanı uyuttuğu söylenirdi. Küçükken dükkânımızın yanında; komşumuz İsmail emmi vardı. Hem mahalle komşumuz, hem de dükkân komşumuzdu. Arıcılık yapar, yetiştirdiği balını dükkânda satardı. İsmail emmi dükkânında balı satarken onu zevkle seyreder, satılan balı kabına koyarken şıkır, şıkır bal sesi gelirdi. Bende bal alıp eve götürmek istiyordum ama pahalı olduğu için alamıyordum. İsmail emminin dükkânda olmadığı bir zaman, bal almak için müşteri geldi. Bana balın fiyatını sordu söyledim. Fiyatı kabul edince istediği balı tartarak verip, parasını aldım. İsmail emmi dükkâna gelince, sattığım balın parasını kendisine verdim. Bana teşekkür etti ve zorla harçlık verdi. Benim gözüm ise parada değil balda idi. Bazen 100- 150 gram balı satın alıp yiyeyim diye düşünüyor, İsmail emmi yanlış anlar mı diye vazgeçiyordum. Bize verilen aile terbiyesinde kimseden bir şey istememek, almamak ta vardı. En nihayet bal almaya karar verdim. Ekmekçiden aldığım yarım ekmek ile İsmail emminin yanına gelerek, 150 gram bal istedim. İsmail emmi- “ Balı neye koyacaksın” dedi. Ekmeğin arasına koyacağımı söyleyince “ ekmeği bana ver.” Dedi. Kendisine verdiğim ekmeğin içini açarak tahta kaşıkla içini bal ile doldurdu. Ben müdahale ederek, konan balın 150 gramı geçtiğini söylemek istedim, olsun dedi. İçi bal ile dolu ekmeği bana uzattı. Borcum ne kadar diye sorduğumda- “ Afiyet olsun borcun yok.” Dedi. Bütün ısrarıma rağmen, para veremedim. O gün yediğim balın tadını unutamıyorum. Komşuluk adına insanlık dersini de hiç unutmadım. Bu olayı birkaç defada arkadaşım olan İsmail emminin torunlarına anlattım. Toplumun bilgi edinme imkânı ve okuma yazma oranı şimdikinden daha geri olmasına rağmen, büyüğe saygı ve küçüğe sevgi daha fazlaydı. Büyük lafı dinlenir, önü geçilmezdi. Değer sistemi bu günkü kadar laçka olmamıştı. Günümüzde birçok imkânlara kavuştuk. Refah seviyesi yükseldi. En fakirin evinde bile kahvaltıda, zeytin peynir reçel eksik olmuyor. Herkesin evine fırın ekmeği giriyor. Çocuklarımız ihtiyaçlarını karşılarken marka arıyorlar. Elektriksiz, buzdolabı, çamaşır makinesi, televizyonu olmayan ev kalmadı. Herhalde ağzımızın tadı kaçtı. Yediklerimizin tadını, huzuru bulamaz olduk. Komşuların halini sormaz, kimsenin elinden tutmaz olduk. Beyaz atlı yiğitler atına binip, başka diyarlara gitti artık. Yolda karşılaştığımız insanlara selam vermeyi bile çok görür olduk. Kendimiz hakkı hukuku tanımazken, başkalarını eleştirir olduk. Benden bir şey ister diye; kardeşin kardeşten kaçtığı günümüz insanı ile dünün komşuluk ilişkilerini düşündüğümde” Baki kalan bu kubbede hoş bir seda imiş” lafı aklıma geliyor. Mustafa Yolcu

27 Ocak 2012 Cuma

FRANSANIN ERMENİ OYUNU

500 Milletvekili olan Fransız parlamentosunda, 50 milletvekilinin katıldığı oturumda, 35 milletvekilinin kabul oyları ile sözde Ermeni soykırımına karşı çıkmak suç sayıldı. Bu kanun senatoda da kabul edildi. Bu gidişle tüm Avrupa ülkeleri, sözde Ermeni soykırımı yasalarını meclislerinden geçirecek.
Fransa böyle bir kanunu çıkarmaya neden gerek duydu? Ermenilerle ilgili konuları, Ülkemize karşı kullanan ülke oldu? 1. Cihan harbi sonucu işkâl ettiği güneydoğu Anadolu bölgemizde; bünyesinde bulunan Ermeni askerleri ile halkımıza nasıl zulüm yaptı? Bütün bu sorular teker, teker akla geliyor.
2. Abdülhamit Cuma namazına giderken, Ermenilere kim sabotaj girişiminde bulundurdu? Fransa ya giden Jön Türkler ile İttihatçıları, Osmanlı İmparatorluğuna karşı kim örgütledi? 31 Mart hareketini kim tertipledi? 31 Mart hareketine Osmanlı Bankasının katkısı ne oldu?
Sorular birbirini takip ediyor. Ülkemizde yıllarca Fransızları, medeniyet timsali olarak algılattırıldık. Fransızca; okullarımızda okutulan en revaçtaki yabancı dildi. Sosyetemiz çocuklarını Fransız asıllı mürebbiyelere eğittiriyor, giyim için Fransa’nın yollarını aşındırıyor, tatillerini orada geçiriyorlardı.
Fransa’nın bu tutumuna karşı, Ülkemizde bulunan 2000 tane Fransız şirketine karşı tutum takınmak ve mallarına karşı ambargo koymak geçer akçemi? Bunu yaparak ne kazanırız? Oyak, Renault un Türkiye temsilcisi ve üreticisidir. Bir zamanlar askerlerimiz Axa Oyak sigorta Şirketince sigortalanıyordu. Ülkemizde Fransız Bankaları, Galatasaray lisesi, Degol okulları bulunuyor. Yıllarca bu okul mezunları ülkemizi yönetti.
Dış politika, santraç oyunudur. Kimin kimi mat edeceği, oyunu iyi oynayana göre ortaya çıkıyor. Bütün bu oyunlardan, baskılardan kurtulmanın çaresi, ülkemizin ekonomik, kültürel, siyasi olarak güçlü bir ülke olmasıdır. Amerika, İngiltere, Çin, Japonya için böyle bir baskı düşünülebilir mi?
Rusya da komünizm adına, Lenin ve Stalin tarafından milyonlarca insan öldürülmedi mi? Amerika Körfez harbinde milyonlarca insanın kanına girmedi mi? İnsan hakları havarisi kesilen Fransa’nın Cezayir katliamı, Irak harbinde Amerika nın yanında yer alması unutuldu mu? Irakta akan kanda Fransa’nın sorumluluğu yok mu? Fransa’ya ve ülkemize karşı bu oyunları düzenleyen ülkelere karşı ne yapmalıyız?
Onlara onların anlayacağı dilden cevap vermeliyiz. Ambargo ile uğraşmadan, basın yayın yolu ile lobileri devreye sokarak karşı atağa geçmeliyiz.

“Türkler Ermeni soykırımı yapmamıştır" düşünce ve eylemini hapis, para cezasına çarptıracak olan kanunun Fransa'da kabul edilmiş olması karşısında, tarihsel olarak soykırım iddialarına geçersiz kılmaya çalışmak ya da Fransa'nın Cezayir'de yaptığı soykırımı karşı tepki olarak sunmak; tek başına geçerli bir yol değildir. Türkiye'nin ilim ve fikir hayatına yön veren âlimlerin ve entelektüellerin kamuoyunda soykırımı geçersiz kılmak için objektif araştırmalar ortaya koymaları ve bunu enine boyuna tartışmaları gerekmektedir. Bu durum sadece kültürel hayatımıza katkı sağlayacaktır. Soykırımı kabul eden ülkelerin hiçbirisi, tarihi gerçeklere dayanarak bu kararları parlamentolarından geçirmiş değillerdir.
Ermeni gazeteci Hrant Dink şöyle demişti: "Fransa, Ermeni Meselesi hakkında hiçbir söz hakkı bulunmayan bir devlettir. Ermenileri sonuna kadar kullanıp, bir kenara atmış olan Türkiye değil Fransa'dır"
Fransa'nın siyasi hedefi şudur; Sarkozy Fransa'sı bugün, Merkel Almanya'sı gelecekte, Türkiye'yi Avrupa'daki rakipleri olarak görmektedir. Kıta Avrupa'sında Almanya-Rusya-Fransa arasındaki güçler ve ittifaklar dengesi, bu dengenin Fransa aleyhine bozulma ihtimali, Fransa'nın başına gelmesinden korktuğu en büyük tehlikedir. Almanya ve Rusya bu yolda büyük adımlar atmaktadırlar, Fransa ise bundan endişe duymakta, güç dengesinin kendi aleyhine bozulmasını engelleyebilmek için Rusya ile yakınlaşmaya çalışarak, Almanya'nın gerisinde kalmak istememektedir.
Fransa'nın Akdeniz stratejini içine aldığı çoğrafya, tamamen Türkiye'nin tarihsel hinterlandıdır. Zaten Akdeniz'de askeri ve siyasi olarak Fransa dışındaki en büyük güç de Türkiye'dir. Türkiye bugün bu bölgede; 10 sene öncesinden çok daha güçlü, itibarlıdır. Kamuoyunda Fransa gibi emperyal bir misyonu ifade etmemektedir. Türkiye ne geçmişte ne de bugün, petrolü ya da doğalgazı için kimseyle dalaşmamış, hiçbir yeri işgal etmemiştir. Başbakan Erdoğan'ın "Libya'da savaşanların Suriye'de niye sustuklarını biliyoruz" ifadesi buradan gelmektedir. Ama Türkiye öyle değil. Filistin Meselesi'nde de Suriye Sorunu'nda da doğru bildiği yolda ilerlemiştir. Libya'da ve Tunus'ta bu sebepten Fransa ile de karşı karşıya geldi. Libya'da Kaddafi'yi devirmeye çalışan Fransa, Mısır'da Mübarek'i, Tunus'ta Bin Ali'yi destekledi
Neticede Fransa'nın Türkiye karşı açmazları var. Türkiye Ortadoğu’da başka herhangi bir güç ile mukayese edilemeyecek kadar meşruiyeti temsil etmektedir. Bölgede böyle bir konumu olan Türkiye; tabii olarak Akdeniz'de, Ortadoğu'nun hemen birçok yerinde Fransa'nın hedeflerine uymamaktadır. Fransa'nın soykırım yasası; Türkiye'nin bu bölgelerdeki ve kamuoyundaki meşruiyet çizgisi sergileyen profiline, indirilmek istenen bir darbedir. Operasyonun amacı, "Türkiye'nin soykırım yapmaya aşina bir güç olduğunu" bölge halklarının ve kamuoyunun gündemine taşımak, Türkiye'nin meşruiyetini itibarsız hale getirmektir.
Fransa'nın çıkarları için, bu bölgelerde rakibin ötesinde büyük bir tehdit olarak gördüğü Türkiye, haliyle Fransa'nın bu tür taktiklerine maruz kalacaktır. Önemli olan Türkiye'nin, bütün hamlelere karşı zemine ve zamana uygun siyasi-ekonomik politikalar üretebilmesidir.
2.Abdülhamit Han; Çanakkale Boğazını savunabilmek için Almanya ya çağın en yeni teknolojisi ile üretilmiş, Grup toplarından sipariş veriyor. Bu toplar Çanakkale’ye getirilerek halen mevcut olan tabyalara yerleştiriliyor. Bunun üzerine İstanbul da bulunan Fransız ve İngiliz Büyükelçileri, Abdülhamit in makamına çıkarak” Siz bu topları Çanakkale boğazına monte ederek bizim ülkelerimizi mi hedef aldınız. Niye İstanbul Boğazına yerleştirmediniz? “ diye sorduklarında Abdülhamit cevaben-“ Burası benim evim. İstediğim kapısını kapar, istediğim kapısını açarım. Bu konuda hiç kimseye hesap verecek değilim.” Diye cevap vermiştir. Aynı toplar Çanakkale harbinde büyük görev ifa etmiş, İngiliz Fransız savaş gemilerini batırmış, Çanakkale’yi geçilmez yapmıştır.
Jeostratejik olarak çok önemli yerde bulunan ülkemize, hasma ne tutum takınacak ülkeler olacaktır. Bu dünde böyleydi, yarında böyle olacaktır. Önemli olan bizim dimdik ayakta durarak, oyunlarını bozmamızdır.
MUSTAFA YOLCU

12 Ocak 2012 Perşembe

AHMET ŞERBETCİ

AHMET ŞERBETÇİ

1925 Yılında İskilip de doğdu. İskilip de başladığı ticari hayatını, Ankara da Kazım Karabekir caddesinin, İstanbul yolu ile kesiştiği köşe başında bulunan arsadaki dükkân da devam ettirdi.
Hızla yapılaşan Ankara’da demir, çimento satıyordu. Evini Ankara’ya taşımamış, ara sıra İskilip’e gidip geliyordu.
Dükkânın arka tarafını perde ile bölerek, o kısımda yatıyor, memleketten getirdiği kıymalı, marmelatlı dürümler ile karnını doyuruyordu. Kendi tabiri ile iktisat ile para birikimini sağlıyordu.
Daha sonraki yıllarda, evini ve çocuklarını Ankara ya getirerek iş hayatını devam ettirdi. Sabah namazında kalkar, namazı camide kılar, gidip dükkânını açardı.
Çocuklarını da bu şekilde yetiştirdi. İş hayatı boyunca prensiplerinden vazgeçmedi. İşyerinde hep kravat takardı. Kravatın kendisine öz güven verdiğini, giyimini tamamladığını söylerdi.
Çalışkan bir mizaca sahip olan Şerbetçi, oğlunun tabiri ile dükkânda bir yerde oturmaz, bir saatte dört sandalye değiştirirmiş. Onun bu çalışkanlığı, teşebbüs kabiliyeti, iş hayatında başarılı olmasına yol açmıştır.
Bir gün işyerine elinde çantası ile gelen müşteri, demir almak istediğini söyler. Elindeki çantayı rastgele yerlere koyuyor, bol keseden atıyormuş. Ahmet Şerbetçi; müşterinin istediği demiri hazırlamaları için talimat vermiyormuş. Çocukları bu duruma anlam veremiyor, babalarının niye talimat vermediğini merak ediyorlarmış. Müşteri –“ haydi demirimi yükleyip, tartın.” Dediğinde Ahmet Şerbetçi-“ Önce parasını ver, sonra tartalım.” Demiş. Adam kem küm etmiş. Parayı sonra vereceğini söylemiş. Önce paranın çantada olduğunu söyleyen müşteri, haydi parayı çıkar denilince yelkeni fora ediyor. Daha sonra çocukları, müşterinin yanında parasının olmadığını nerden anladığını babalarına sorunca “ Çantasında para olan, çantasını elinden bırakmaz. Çantasını rastgele yere koymaz. Hep gözünün önünde bulundurur.” Diye cevaplamış.
Çocuklarına bir tavsiyesi de-“ Dükkâna gelen müşteri, alış veriş yapsın yapmasın önemli değil. Müşterinin bize ayağının tozu yeter. Müşteri müşteriyi çeker. Dükkânıma gelen müşteri olmazsa, biz sıkılır sıkıntıya gireriz. Bu sebeple müşteriye güler yüzlü olun, iyi davranın.” Dermiş.
İskilip Hanönü Camisi zeminine halı kaplatmak istiyorlar. Paranın bir kısmını İskilip’te topladıktan sonra, Ahmet şerbetçiden Ankara ya para istemeye geliyorlar. Ahmet Şerbetçi gelen kişiye-“ Halının tamamı için kaç lira lazım? Diye soruyor. Onlarda miktarı söylediklerinde-“ Gidin halınızın siparişini verin. Hazır olunca bana haber verin, tamamını ben öderim .” diyor. Caminin tüm halıları onun hayrı ile alınıyor.
Hayır konusunda çocuklarına tavsiyesi -” Hayrınızı, verdiğinizin nereye gittiğini bildiğiniz yere yapın.”
- “ Namazınızı kılın, zekâtınızı verin, kimsenin hakkını üzerinize geçirmeyin. Bu dünya yalan, kimseye kalmaz.” Olmuştur.
1963 Yılı idi. Saraç olan dayımın dükkânında iken, İsmail Şerbetçinin boynunda ayakkabı boyacı sandığı ile boyacı diye bağırarak geçtiğini gördüm. İsmail Ahmet Şerbetçinin oğlu idi. Varlıklı bir aile oldukları biliniyordu. Dayıma sordum “ Dayı bu niye ayakkabı boyacılığı yapıyor?”
Dayım-“ hayatı anlasın diye babası boyacılık yaptırıyor oğluna.” Diye cevap verdi. Ta o zamanlar bu düşünceyi mantıklı bulmuş, takdir etmiştim.
Ankara da demir çimento ticareti, bağlantı üzerine çalışır. Müteahhit parasını ödeyerek almak istediği demirin, çimentonun, hazır çimentonun bağlantısını yapar. Daha sonrada ihtiyacı kadar malzemeyi şantiyesine getirtir. Şantiyeye bağlantının tamamı gelirse, malzemenin hırsızlığa, kara, yağmura karşı korunması gerekir. Bağlantıda ise bu riskler ortadan kalktığı gibi, malzemeye gelecek zamdan veya malzemenin zamanında temini gibi risk ortadan kalkmaktadır. Bu ticarette Ahmet Şerbetçi; elinde bulunan fazla nakit para ile arsa yatırımı yapmış, paraya ihtiyacı olduğunda arsa satarak, nakit ihtiyacını gidermiş, parayı demir çimento satarak değil, arsa alıp satarak kazanmıştır.
İskilip İmam Hatip Lisesinin arsası; Şerbetçi tarafından bağışlanmış, İskilip e öğrenci yurdu yaptırarak teslim etmiştir. Çocuklarının işini yıllar önce ayırmış, sağlığında iş güç sahibi yapmış, geriye sorun bırakmamıştır.
1.7.1925 başlayan ömür, acısı tatlısı ile 3.10.2011 tarihinde sona ererek, Ahmet Şerbetçi HAKKI RAHMANA KAVUŞMUŞTUR. Bir ömür bitmiştir ama kendisinden sonra gelen kuşağın, bu yaşamdan dersler çıkarması, örnek alması gereken bir hayat dilimi olmuştur. Dileğim dolu, dolu geçen yaşamdan gerekli derslerin çıkarılması ile Ahmet şerbetçi emminin çocuklarının da babalarının yolundan giderek, hayır çeşmesinin suyunu kesmemeleridir.

Mustafa Yolcu

11 Ağustos 2011 Perşembe

KAVUN SATICILIĞI

KAVUN SATICILIĞI


İskilip pirinç pazarındaki dükkânda, Çarşamba günü bir pazarı daha bitirmek üzere idim. O zamanlar sebze pazarı, kavun karpuz pazarı, üzüm pazarı da çevremizde kuruluyordu. Tarladan kavununu getirenler, pazarda satabildiğini satmış, kalan kavunun başında oturuyorlardı.

Babamın arkadaşı Osman emmi dükkâna gelerek “ Mustafa sana şu kavunu alayım. Getir dükkânında sat.”dedi. Bende-“ Osman emmi ben bu işe yalnız girmem. Kazanç ta zarar da ortak, seninle girelim.” Dedim. Teklifimi kabul etti. Gidip pazarlık yaparak, kavunu aldık. Kavunları dükkâna taşıyınca, paralarını verdim gittiler.

Dükkân da artık kavun da satıyordum. Ahşap olan dükkânımızda fare vardı. Sabahleyin dükkânı açınca, bazı kavunların farelerce kemirildiğini gördüm. Kemirilen kavunlar, çok tatlı çıkıyordu. Sanki fareler kavun uzmanı idiler. En güzel kavunları bulup, kemiriyorlardı. Durumu Osman emmiye de anlattım. Yapılacak bir şey yoktu. Bir an önce kavunları satıp, işi sonuçlandırmamız gerekiyordu.

Kavunları satınca, parasını ayrı yere koyuyor, hesabını ayrı tutuyordum. Dükkânda 15 e yakın kavun kalmıştı. Osman emmi kalan kavunları iki kısma ayırdı. Bana seç birini dedi. Bende birini seçtim. Sen bunları evine götür. Bende bunları eve götüreyim dedi.

Kavunun satışından elde edilen parayı saydık. Kavunu aldığımız paradan 40 lira noksan çıktı. –“ Osman emmi 20 lirasını sen, 20 lirasını ben karşılayacağım, zararı paylaşmış olacağız.” Dedim.

O gün kanaatkârlık edip, ortaklık teklif etmeseydim, 40 liranın hepsi benim zararım olacaktı. Ben bu işten, kanaatkâr olmayı öğrenmiştim. Ticarette kazançta, zararda kardeştir. Önemli olan kul hakkı yemeden, ticaretini sürdürmektir.

Mustafa Yolcu


28 Temmuz 2011 Perşembe

Morfinli mehmet ve Bebuk

MORFİNLİ MEHMET VE BEBUK

Çocukluk yıllarında tanıdığımız, alkolik derecesinde içki tüketen iki insanlardı.
Morfinli Mehmet; Hacıpiri’nin yukarı mahallesindendi. Bebuk’ün ise kalenin dibinde, hamamın arkasında tek odalı evi vardı.
Gündüz vakti ikisinin de ayık gezdiğini gören olmazdı. Nerden temin ettiklerini bilmediğim para ile içkilerini alırlardı.

Bebuk ile parkta veya başka yerde karşılaştığımız da “ Bakın delikanlılar, benim vaziyetimi görüyorsunuz. Ayakta zor duruyorum. Bu zıkkımı içmekten memnun değilim. İçkiye alıştım bırakamıyorum. Sakın siz içki şişesini elinize almayın, vb.” diye nasihat ederdi. Açıkta içki içmez, elinde içki şişesi görülmezdi.

Morfinli Mehmet sabahları, içki almadığı zaman, halim selim, efendi görünüşlü biriydi. İçkili iken kimse ile konuşmaz, evini zor bulur, bir yerlerde sızıp kalırdı.
Kışın karın üzerine sızıp, sabahladığı olurdu.

Karnı aç olduğunda, mahallemizde kapısını çaldığı, birkaç ev vardı. O evlerden birine gider “ Ana benim karnım aç. Bana bir dürüm yapında yiyeyim .” derdi.
Gittiği evde yiyecek ne varsa, tepsi ile kapının önüne konur, oda konulanı yer, dua edip giderdi.

Bebüğün, başında yana yatık şapkası, havalar soğuduğunda da, sırtından çıkarmadığı paltosu vardı.
Kalenin dibindeki bir göz odalı evi, belediye yaptırmış, mahalleliler de içinin eşyasını koymuşlardı. Bebuk; kirlenen çamaşırlarını deterjan ve para ile birlikte bir torbaya koyar, torbayı da ihtiyaç sahibi bir evin kapısı önüne bırakırmış. Evden torbayı alıp, çamaşırları yıkar, ütüler Bebüğün evinin kapısının önüne koyarlarmış. Bebuk evine geldiğinde, torbasını içeri alırmış.

İskilip’te hacca, otobüsler ile gidiliyordu. Her sene 6–8 otobüs ve eşyaları götüren kamyon ile hacca giderlerdi.
İçki içmeye tövbekâr olmuş morfinli Mehmet; bir Cuma günü sabahı hamama gider. Güzelce yıkanır. Sonrada soluğu otobüsleri hacca gidecek olan, otobüs firmasının sahibinin yanında alır. “ Ben hacca gitmek istiyorum. Tövbe ettim, içkiyi bundan sonra ağzıma almayacağım.” Der. Oradakiler şaşırırlar. “ Mehmet emin misin? İçki içmeden durabilir misin?” diye sorduklarında; kararının kesin olduğunu, içkiyi bıraktığını söyler.
Onlarda;” Sen kararını vermişsen, bizde seni hacca götürürüz.” Demişler.
Hacca giden Mehmet; hac farizasını yerine getirerek Hacı Mehmet olmuştur. Hac dönüşü İskilip belediyesine işçi olarak alınmış, evlenerek düzenli bir hayatı olmuştu.

Bebukte; Hacı Mehmet’ten 1–2 yıl sonra aynı süreci yaşadı. Hacca gitmeye karar verince, otobüsçüler ondan ücret almadı. Esnaftan para toplayıp, kendisine harçlık olarak verdiler. Bebuk daha hacca gitmeden “ Yarabbi; mübarek yerlerde al benim canımı. Buraya beni bir daha getirme.” Diye dua edermiş. Hac yolculuğunda yanındaki koltukta, dolmacı Bekir Hallı oturmuş.

Bebuk; mübarek yerlerde haccını güzelce tamamlıyor. Mekke’den Medine’ye geliyorlar. Orada da ibadet ve ziyaretler tamamlanıyor. Medine den ayrılmadan bir gün önce, kaldıkları otelde Bebuk; yalnız başına bir köşede ağlıyor. Onun bu halini gören biri soruyor-” Hacı bebuk niye ağlıyorsun?” Cevap veriyor “ Ben mübarek yerlerde feyiz alarak, ibadetimi, görevlerimi yapıp haccımı tamamladım. İskilip’e gidince beni azdırıp, tekrar içkiye başlatırlarsa ben ne yaparım diye ağlıyorum.” Ellerini kaldırıyor “ Allahım benim canımı bu mübarek yerde al. Burada kalayım.” Diyor.

Ertesi günü toparlanıp, yolculuğa çıkmaya hazırlanıyorlar. Bebük sessiz sedasız, her kesten önce otobüste kendi yerine oturuyor. Diğerleri de otobüse binmeye başlıyor. Bebuk başını yana dayamıştır. Onu uyuyor sanıyorlar. Birisi gelip” Hacı uyuma, otobüs kalkacak.” Diyor. Ama hacı bebuk’ten ses yok. Bir iki kişi daha geliyor, bakıyorlar ki hacı Bebuk; gerçek dünyasına gitmiş. Ruhunu mübarek yerde teslim etmiş. Her kes şaşırıyor. Bir gün evvel edilen dua, ertesi günü gerçekleşiyor.

Hacı Bebuk Medine de Cennet’ül Baki’ye, sahabelerin bulunduğu mezarlığa defnediliyor. Hacı kafilesi de yola çıkıp İskilip’e geliyor.
Soruyorlar” hacı Bebuk nerede?”
Cevap;” Hacı Bebuk Medine’de, Peygamberimizin, sahabelerin yanında kaldı. Yaratan onun duasını kabul etti. O sevdikleri ile birlikte Medine’de kaldı.”

Hacı Bebüğün tek göz odalı evinin kapısını açıyorlar. Evin duvarında asılı tabelada diyor ki;

Harabat ehlini hor görme Şâkir.
Defineye malik viraneler var.

Yalan dünya da kimseyi küçük görüp, hor bakmamalıyız. Rabbimin yanında kim daha değerlidir? Onu ancak yaratan bilir.


Mustafa Yolcu

14 Temmuz 2011 Perşembe

ÖĞRENCİLİK HATIRASI

ÖĞRENCİLİK HATIRASI


Ankara’da Üniversitede okurken, Cumhuriyet yurdunda kalıyor, öğrenciliğimi devletten aldığım, kredi ile sürdürüyordum. 500 lira krediden elime 485 lira geçiyor, bunun 80 lirasını da yurt ücreti olarak ödüyordum.

Babam ortaokul üçüncü sınıfa geçtiğimde, vefat etmişti. Aile gelirimiz, ev ve dükkân kirası ile rahmetlik ağabeyimin her ay gönderdiği para idi. Onlarda ancak evimizin ihtiyacını karşılıyordu.
Krediyi alınca, elimde kalan 400 lirayı otuza bölüyor, her güne düşen para ile okul ve zaruri ihtiyaçlarımı karşılıyordum.

Gündüz vakti, yurtta yatağıma uzanmış, kestirmeye çalışıyordum. Odamızın önündeki tavanda bulunan anons hoparlöründen- “ Mustafa yolcu ziyaretçiniz var. Danışmada bekleniyorsunuz .” diye anons sesi geldi.

Hemen ayağa kalkıp, toparlanıp aşağı indim. Bir taraftan da, gelen ziyaretçi kim diye düşünüyordum. Danışmaya gidince, İskilip’ten komşumuz, çocukluk arkadaşım Mustafa Atar ın geldiğini gördüm.

Hemen kucaklaştık. Ayaküstü hal hatır sorduktan sonra, kantine gidip oturmayı teklif ettim. Mustafa dışarı çıkıp dolaşalım dedi. Dışarı çıkıp Dikimevi, Talat paşa Bulvarından Ulus’a doğru yöneldik. Cebimde 35 kuruş vardı. Kahvelerde bir bardak çay, 50- 60 kuruştu. Bir bardak çay parası bile, cebimde yoktu. Kendi kendime; bir yere oturalım, çay parasını Mustafa’ya ısmarlatırım diye düşündüm.

Nihayet; Ulus’a gelip, sebze halinin karşısında bulunan, havuzlu çarşının kahvehanesine oturduk. Yürümekten ikimizde yorulmuştuk. Çaylarımız geldi. Çayı içerken Mustafa cebinden bir zarf çıkararak-“ Emine halam sana bu mektubu gönderdi.” Dedi.

Annemden mektup gelmişti. Sevinmiştim. Annemi de, evimi de özlüyordum. Hemen zarfı açtım. Mektubu çıkarırken içinden bir miktarda para çıktı. Annem yememiş, içmemiş bana para göndermişti. Annemden para beklemiyordum. Onların, kendi kendilerine yetmeleri bile, benim için mutluluktu. Kendimi iki sevinç ile birlikte buldum. Ağlamamak için, kendimi zor tutuyordum.

Bu arada hemen garsonu çağırarak, bize soğuk bir şeyler getirmesini söyledim. Biraz evvel cebimde 35 kuruş varken, artık paralanmıştım. Allah beni parasızlıktan kurtarmıştı. Bu duyguları yaşamayan birinin, anlaması mümkün değil. Bu sebeple; öğrencilere yapılan her türlü katkının, her zaman destekçisi oldum. İskilip Kültür ve Eğitim Vakfının; kuruluş çalışmaları ile bina yapım faaliyetleri içinde yer aldım.

Okuyan ve askere giden insana, verilecek on liranın bile katkı olduğunu unutmamalıyız. Öğrenci şehri olan Ankara’da; bakkala gidip, ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bazı öğrencilerin, nasıl sıkıntılar çektiğini ancak bunu yaşayanlar bilir.

İmkânı olan herkesin, bilhassa öğrenim hayatı sona erip, bir işe başlayanların bu konuda daha hassas davranıp, karınca kararınca “ BURS VERME GAYRETİNE GİRMESİNİ.” Tavsiye ediyorum.

Mustafa Yolcu