8 Ağustos 2013 Perşembe

MOMMOM NURİ


YIL 1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 9
 

MOM MOM NURİ


Karşıdan gelirken görseniz, İngiliz konsolosu sanırsınız. Eksik olan bastonudur. Gelişini çok uzaklardan fark edersiniz. Dik yürür. Sağına soluna bakmaz. Uzun boyludur. Bir İngiliz gibi zayıftır. Kuru yüzünde asalet vardır. Daima aynı adımları atar. 

Sabahın erken saatlerinde, fırından aldığı pideleri eve götürürken görürsünüz. Bin bir özenti ile pideleri sol kolunun üzerine alır. Sağ elinde bir sepet vardır. Onu hep bir acele içinde bulursunuz. Sık ve kesik adımlarla, hemen eve varmanın telaşı içindedir.  

Sabahları yolculuğu olaysız geçer. Fakat küçük yaramazların okula gidiş, okuldan dönüş saatlerinde mom-mom Nuri, hiçbir zaman evine rahat gidemez. 

Onu, daha köşeyi dönerken görenler, birbirlerine: “ geliyor.” Diye haber verirler. Kendilerine doğru geliyorsa, yanlarından geçmesini beklerler. Sonra, Nuri biraz uzaklaşınca ona döner, bazen hep bir ağızdan:
-      Mom mom Nuri, şapka beeenimmm. Diye bağırırlar.
Nuri, çoğu zaman birinci bağırışa aldırış etmez. Ama ikinci bağırışta, elinde ne varsa yere atar. Birden anlaşılmayan sesler homurdanır. Sonra, güç fark edilir bir dille en ağır küfürleri savurur. Daha sonra yerden taş arar. Bulursa taşı alır, gelişi güzel fırlatır. 

Nuri, önceden normal bir delikanlı imiş. Sevda yüzünden böyle olduğunu söylerler. İhtimal doğrudur. Çünkü Nuri mahallemizden geçerken kendisine yapılanlardan içlenerek, sessizce ağladığını çok gördüm. Gözyaşlarının, adaleleri kasılmış yüzünden aralıksız, sessiz inişi, katı yürekleri üzecek niteliktedir. İyi bir ailenin çocuğu. Gelgelelim çocuklar söz dinlemiyor.  

Onun bu içli halini büyükler görseler, bu eziyete son verirler sanırım. Ne felaket ki bacaksızların ateşlediği ilk olaylar, sonraları büyükler tarafından da yardım görür. Bazen kahvelerin önüne oturan delikanlılar da küçüklerin bağırışlarına katılırlar: 

-      Mom mom Nuri, şapka benim.

Nuri sara nöbetleri geçirir. Parmaklarını ısırır. Şapkasını çıkarır, yırtar, yere atar. Onun bu ızdırablı durumu etrafındakileri neşelendirir. Bağırışlarını artırırlar: 

-      Mom mom Nuri, ceket benimmm.

Nuri bu defa ceketini çıkarır, ayakları altında çiğner. Yerden bulduğu taşları oraya buraya atar. Bazen kendini yere atardı. Çocuklar onun bu haline bayılırlar. Büyüklerin aynı sevinç içinde:- Şapkayı çiğniyi, lannnn, diye kahkahalarla güldükleri olur.  

Bir gün yine Nuri’yi kızdırmışlardı. Kendileri köşe başlarını tutmuşlar, o ana   yol üstündeydi. Nuri, elindeki sepeti yere atmıştı. Evine dönüyordu herhalde. Sepet içindeki tabak yere düşmüş, çarşıdan aldığı tahin yere dökülmüştü. Küçükler yine heyecan içindeydiler. Pazara odun getiren köyüler de onları seyrediyor, onlarda gülüyordu. Dükkânlarından çıkmış ayakkabıcı çırakları hem önlüklerini silkeliyor, hem de bağırıyorlardı:

-      Mom mom Nuri, şapka benimmm.

Nuri şimdi şapkasını eziyordu. Öyle üzüntü içindeydi ki, etrafını hiç görmüyor, homurdanıyor, ağlıyordu. Onu insan içinde ağlarken ilk defa görüyordum.  

O sırada yan sokaklardan gelen bir köylü, odun yüklü eşeğini caddeye geçirmek istedi. Hayvan yol kenarındaki şarampolü geçemedi. Ayağı kaydı, yattı. Köylü eşeğin kuyruğundan tutup çekti. Eşeği kaldıramadı. Nuri ile uğraşanlar başlarını bu yeni olaya çevirdiler. Her gün gördükleri önemsiz bir yük devrilmesi olduğunu görünce, tekrar Nuriye döndüler.  

Köylü eşeği kuyruğundan tutup kaldıramayınca, bu defa dayak faslına başladı. Elindeki sopayı bütün gücü ile hayvanın neresine gelirse gelsin vuruyor, ağza alınmadık küfürler savuruyordu.  

Biraz ötede Nuri, kaderi ile boğuşmaktaydı. Onu bu kadar perişan hiç görmemiştim. Küçük yaramazların, ayakkabıcı çıraklarının, köylülerin neşesine diyecek yoktu. Bu karmaşa içinde uzaktan bir muhterem adamın, bu kalabalığı yararak geldiğini gördüm. Çok şükür Nuri’yi savunacak biri çıktı diye içimden seviniyordum. Yaşlı adam:

-      Dur lan, dur lan diye yürüdü. Fakat Nuri’yi geçti. Eşeğini kaldırmak için uğraşan köylünün yanına gelip durdu

-      İnsafsız teres, dedi. Senin dinin imanın yok mu? Ne istiyon elin dilsiz hayvanın’dan. Şu bastonu gafana indürürüm şindi! Dedi. 

VAKTİ- SALAAAA EY MÜSLİİMİNNNN

Kasabanın öyle yerleşmiş gelenekleri var ki, hiç değişmiyor. Bunlardan biride, en ufak olayları dahi halka tellal ile haber vermektir.  Belediyenin bu işler için ayaklı bir adamı var. Onun, ufak tefek belediye işleri yanında asıl vazifesi: her türlü haberi halka ulaştırmaktır.  

Saat değil dakika geçmez ki, tellalın sevimli sesini duyar görürsünüz.  Kasabaya gelen her yabancının yadırgayacağı bu yumuşak, fakat anlaşılmaz ses, size eski zamanları hatırlatır. Köşe başında, iyi giyimli elbisesi, tıraşlı, sevimli yüzüyle, elleri ceplerinde bir centilmenin durduğunu görürsünüz. Sol elini yavaşça ceketinin cebinden çıkarır, sol kulağı ile yanağının üzerine kor. Sonra derinden gelen tatlı bir sesle:

-      Buugüüüünnn, seat filanda…

Diye bağırmaya başlar. Birçok şeyler söyler. Dinleyenlerin çoğu söylenenleri anlamaz. Hele yabancılarla köylüler hiç anlamazlar. Fakat yerliler onun her dediğini anlarlar. Anlamayana da anlatırlar.  

Onun sesini tanımayan yerli yoktur. Daha ilk haberi okumaya başlayınca işlerini bırakır, dinlerler. Bakkalların şekeri kese kâğıdına dökerken, onun sesini duyunca, işlerini bırakıp, kepçedekileri yere döktüklerine çok rastladım.

-      Gine ne diycek bizimki! Der, gülerler.

Onun bir işi de çarşı esnafına ezan vaktini önceden haber vermektir. Öğlen ve ikindi ezanlarının okunmasına 10- 15 dakika kala, onu çarşı meydanında bulursunuz. Bu vazifesini büyük bir ciddiyet ve zevkle yapar. Her köşe başında tekrarlar. Taki bütün çarşı esnafı duysun diye.

-      Vaati- salaaaa eyyy müslimiiiinnn.
 
 

31 Temmuz 2013 Çarşamba

ERZURUM AZİZİYE KAHRAMANLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -6  

ERZURUM AZİZİYE KAHRAMANLARI
 

8/ 9 Kasım/ 1877 Gecesi. Günlerden beri Erzurum etrafında cereyan eden kanlı boğuşmanın sükûnete erdiği tek gece, şehir kendini kahraman evlatlarına emanet etmiş uyuyor. İstihkâmlarda dolaşan nöbetçilerin ayak sesinden başka ses duyulmuyordu.  

Sabaha daha iki saat var.

Birden Top dağı üzerindeki Aziziye istihkâmında şiddetli bir ateş başladı. Biraz sonra bütün istihkâmlar gece karanlığında birer ejderha gibi gürlemeye başladılar.

Ne oluyordu? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Hatta ordu komutanı Mareşal gazi Ahmet Muhtar bile.

Emir subayları konuşuyor, telgrafla tabyalardan bilgi isteniyordu. Erzurum halkı uyanmış, heyecan içinde olup biteni anlamaya çalışıyordu. Biraz sonra her tarafta ateş durdu. Fakat Aziziyede halen devam ediyordu.

İş anlaşılmıştı. Tabya baskına uğramıştı.  

Düşman Aziziyeye komşu olan ERMENİ köylerinden istifade ederek, arazi hakkında bilgi edinmiş, bunlardan rehber edinerek öğrendikleri parola sayesinde önce nöbetçilerimizi, sonra tabyalarda uyuyan Mehmetçiklerimizi kıyasıya süngüden geçirmişlerdi. 

Bir gün önce ordu komutanına “ Vatan ve millet uğrunda, kanlarımızın son damlasına kadar savaşmaya hazırız. Birbiri üzerine yığılacak şehitlerimizle ikinci bir kale teşkil edeceğiz. Bütün aile ve çocuklarımızla bu ulvi gaye uğrunda öleceğiz, ölmeden bu şehri terk etmeyeceğiz.” Diyen Erzurumlular, ettikleri yemini ve verdikleri sözü hatırladılar. Hürriyete tutkun, esarete düşman Türk ruhu, bir yanar dağ gibi coştu. Bir anda uyuyan şehir ayaklandı.
 
Ortalık henüz ağarıyordu. İç kalede Ayaz paşa müezzini olan, 80 yaşındaki hacı Abdullah, aksakalıyla, güngörmüş temiz olan yüzüyle içinde yanan intikam ateşini, her sabah Allaha yakın olmak için çıktığı minaresinden söndürmeye çalışıyordu. Hacı Abdullah, gecelik entarisi ile minareye çıkmış, var gücüyle “ Ey Erzurumlular, aziziye istihkâmına düşman girdi. Eli silah tutan herkes, düşman üzerine hücum etsin.” Diye bağırıyordu. 

Her sabah bu minareden Allahın yüce adını duyan halk, bugün minareden bu acı haberi aldı. Aziziye ye baskın yapılmış, yüzlerce askerimiz uykuda iken şehit edilmişti. Bu kahpeliğe hangi Türk dayanır? Bir anda Erzurum, gözü yaşlı analar, ihtiyar, çoluk, çocuk, kadın kız, erkek, çiftesi, balta, kazma, satırıyla, bulamayanlar sopasıyla bir anda mecidiye istihkâmına doğru akmaya başladılar. Sokalar mahşer olmuştu. Yaşlı analar bohçalarıyla ekmek, testileri ile su taşıyor ve coşkun kahraman seline, yanık memleket türküleri söyleyerek intikam ateşini körüklüyorlardı. 

Bu sırada Mareşal Gazi Ahmet Muhtar ve General Kaptan Mehmet komutasındaki ihtiyat taburları Mecidiye istihkâmına gelmiş, her taraftan akıp gelen bu kahramanlarla karşılaşmışlardı.

Güneş yeni doğuyor, ortalık aydınlanmamıştı. Yapılan gözetleme ve keşifler sonucu üç tabya ve bir müdafaalı kışlası bulunan Aziziyenin yalnız bir tabyasında karşılıklı ateş devam ediyordu. Bu tabyayı savunan kahramanlar, başlarında Albay Bahri olduğu halde; sayıca çok üstün düşmana karşı korkusuzca bu tabyayı koruyorlardı. Kolundaki yarasına rağmen genç bir atlet çevikliği ile her tarafa koşan albay, bir avuç kahramanın arkasında binlerce tabur değerinde bir kuvvetti. 

Onu görenler ölümden korkarlar mı? Ceketini daha giymeye fırsat bulamamış, kanlı gömleğiyle, ah demeden namusuna emanet edilmiş bulunan tabyayı son erine kadar savunmaya azmetmiş bu aslan karşısında düşman bir adım atamadı. Diğer iki tabya ve bir müdafaalı kışla düşman elinde idi. 

Mareşal gazi Ahmet Muhtar, çok az bir kuvvetle düşmanı defalarca mağlup ve perişan etmiş, cesur, bilgili, soğukkanlı bir komutandı. Bir taraftan General kaptan Mehmet’e, düşmanın çekilmesine meydan verilmeden yok edilmesini emrederken, diğer taraftan da devamlı sel gibi akmakta olan kahraman Türk evlatlarına keskin ve vakur bakışlarıyla zafer saatinin yakın olduğunu müjdeliyordu. Halk dakikaları sayıyor, sabırsızlanıyor ve her ne pahasına olursa olsun ileri atılmak istiyorlardı. Fakat baştaki komutanlarına güvenen eğitimli askerler gibi içlerinde taşan hırsa, alevlenen intikama rağmen ondan işaret bekliyorlardı. Bu uzun süren bekleme anı, birden Mecidiyenin onbeşlik toplarının gürlemesiyle sona erdi. Asker ileri atılırken halk koşuyor, yağan ateşe, önlerine serilen cehenneme bakmadan devamlı koşuyorlardı.  Düşman,   Türk evlatlarının etten duvar gibi omuz omuza ilerlemesinden çok faydalandı. Bütün ateşini bu imanlı topluluğa çevirdi. Yer yer boşluklar oluşmaya başladı ve çok zayiat veriliyordu. Bütün bunlara kimse aldırmıyordu. Şehit sayımız çoğalmıştı. Ötede yavrusunun şehit olduğuna bakmadan, kurşun sıkan analar, beride düşman kurşunu ile kanayan yarasını sarmadan hücuma devam eden yiğitler, daha ötede gelinlik duvağıyla askerinin kızıl kanlarını dindirmeye çalışan genç kızlar görülüyordu. 

Topçumuzun gittikçe artan ateşleri ve coşkun bir sel gibi taşan Türk şahlanışı önünde düşmanın eli ayağı tutmaz oldu. Yalnız vatan ve namusunu düşünen kahramanlar önünde, binlerce elden fırlayan bombasıyla, sopaya karşı süngüsüyle, intikam için çarpışan bu kahramanlar önünde Ruslar duramadı, tutunamadı. 

Halk ve asker yan yana kışlanın iki tarafından akarak istihkâmların içine girdiler. Burada asker süngüsünden ve kundaktaki yavrusuna sabah sütünü vermeden fırlayan anaların değneğinden harikalar doğdu.  

Parçalanan yavrusunun intikamını almak için, yarasından boşanan kana ehemmiyet vermeden eline geçirdiği bir düşmanın gırtlağına dişini geçirmiş analar, kaçan düşmanı yerden kaptığı taşla kovalayan genç dullar, yetimler, bütün Erzurumlular, evlatlarının akan her damla kanına karşılık avuç dolusu kan akıttılar. 

Aziziyede tarihin kaydetmediği kanlı ve korkunç bir boğuşma başladı. Durmadan, dinlenmeden savaşıldı ve nihayet düşman binlerce cesedini, sağlam ve kırık binlerce silahını bu kahramanların ayağına sererek kurtuluşu kaçmakta buldu. 

Aziziye sağlam toplarıyla, cephanesiyle mağrur askerlerimizin eline geçmiş ve saatlerdir hasret kaldığı bayrağını tekrar dalgalandırmıştı. Düşman akşama kadar kovalandı. Gittikçe sertleşen hücumlarımız karşısında geldiği yere, Deve boynuzu mevziine kadar çekildi. 

Akşam olmuştu. Bu günün batan güneşi, Türk’ün yüce zaferini selamlarken bu kanlı savaşın ağır yükünü ve büyük şerefini paylaşan kahraman Erzurum halkı da zafer türküleri söyleyerek yuvalarına döndüler.    

23 Temmuz 2013 Salı


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 5 

YÜZBAŞI ABDURRAHMAN 

11 Haziran 1915 günü. Bir gün evvel düşmanın Karapınar doğusundaki mevziimize yaptığı saldırı üzerine, 82. Alay 2800 rakımlı Hüseyin bey tepesine daha geceden yerleşmişti. Düşmanın kudurmuş sürülerine karşı, yalın kat siperler içinde savunmak zorunda kalan alay, bir avuç kuvveti ile korkmadan kendisinden beş misli üstün düşmana karşı yarının zaferini bekliyorlardı. 

Alay 10/ 11 Haziran gecesini göklere doğru uzanan korkunç zirvesiyle, insana ürperme veren derin uçurumuyla kartallar yuvası olan bu tepede geçirmişti.  Haziran ayı olmasına rağmen, tepelerde kar vardı. Hava eksi 20 derece, ne barınacak bir çatı veya çadır ne örtünecek battaniye nede yeterli yiyecek var. Buna rağmen, geceleri tahkimatla, gündüzleri muharebede yorgun düşen erlerimiz, son takatlerine kadar ellerinden tüfeklerini bırakmıyorlardı. Onlar bundan çok daha kötü günler yaşamışlardı. Allahü Ekber dağlarını, şubat ayında bütün yokluğa rağmen aştılar. Hayvanların çekemedikleri topları, kendileri çekerek bu korkunç dağlardan aşırdılar. Geriden bir lokma yiyecek gelmiyor, açlık, sefalet ve bütün zor şartlara rağmen ilerliyorlardı. Bu savaşa katılmış olanlar bilir. Bir tarafta kırılmış toplar, atılmış cephane sandıkları, diğer taraftan açlıktan ağaç kabuklarını kemiren zayıflamış hayvanlar, soğuktan ayakları donduğu halde silahlarını atmayıp, kayışlarından boyuna takmış sürünen ve melül bakışlarında ıstırabın acı ifadesi okunan mert yürekli Mehmetçikler.  Ötede beride soğuk yüzlü karlar üzerinde inleyen hasta ve yaralılar. Henüz kanları kurumamış şehitler yürekleri yakan bu manzaranın acılıkları ile Sarıkamış’a kendilerine verilen hedefe gittiler. 

11 Haziran sabahı güneş, bu vahşi dağların yegâne süsü üzerinde kar bulunan zirveleri devirerek yükseliyor. Mehmetçikler gecenin soğuğundan yeni kurtulmuşlar, güneşin ışıkları ile ısınmaya başlamışlardı. Bugünde düşman saldırısı bekleniyordu. Ortalık aydınlandıkça, yılan soğukluğu ile ilerideki kayalıklardan düşmanın gelişi görülüyordu. Bir süre sonra ıssız vadileri inleten sert gümbürtüler, kartalları kaçıran sesleri ile düşman topçusunun ateşi başladı. Patlayan her mermi, bir kaya parçasını kül ederek parçalıyor, toprakla taştan oluşan siyah bir siklon havaya yükseliyor, bu şekilde vadilere sığınan düşmanlara saldırı yolu hazırlanıyordu. Bu şimşek yağmurunda, siperlerinde bulunan Mehmetler toprağa gömülüyor, yaralanıyor, şehit düşüyordu. Fakat mevziilerinde karşı koymaya devam ediyorlardı. Her göğüs kinle kabarmış, çehreler intikam hırsıyla kasılmış, gözlerde nefret, düşmana saldırmak sırasını bekliyorlardı.
 
Alay, dikkatle yaptığı ateşler sayesinde, düşman alaylarından birini vadiye sermiş, düşman saflarında karışıklıklar baş göstermeye başlamıştı. Bu sırada uzun boylu, aslan yapılı bir yüzbaşı, düşmanın bu karışıklığını bozguna uğratmak için siperden ileri fırladı. Güneşten kararan dolgun çehresine, dik kaşları, siyah ve uzun bıyıkları heybet veriyordu. Gözleri ateş saçıyor, zafer için çarpan kalbi ve şahlanan cesaretiyle heyecanla ölüme atılıyordu. Bu kahraman Yüzbaşı Abdurrahman’dı. 

Şiddetli bir azim ve kuvvetli bir iman, ölümle kucaklaşmış bu kahraman subayın bütün varlığını kaplamıştı. Elindeki tabancası ile düşmanı göstererek ıssız dağlarda davudi sesiyle bağırdı. İleri… Bölüğü ile şimşek gibi düşmanın üzerine atıldı. Bu sırada düşman çakal sürüsü gibi kaçmaya başladı. Ne çare ki tehlikenin büyüklüğünü hisseden düşman, bozguna engel olmak için, dört taburluk yeni bir alayı karşı saldırıya geçirdi. Öldürücü ateşi bölük üzerine çevirdi. Bu sırada düşman mermisi, bölüğün önünde ilerleyen kahraman yüzbaşının bacağına isabet etti. 200 Er kuvvetindeki bölük; 24 saatten beri aç ve uzun muharebenin verdiği yorgunluk ile kuvveti tükenmiş olduğundan yavaş yavaş gerilemeye başladı. Bu sahneyi gören yaralı aslan, bacağının ıstırabını unuttu. Yerden kaldıramadığı vücudunu sürüyerek, çekilen bölüğünü karşı koydurmaya uğraştı. Fakat iş işten geçmişti. Düşman taarruzu; önündeki her şeyi yıkarak istilaya başlamıştı. Artık durmak imkânsızdı. Yüzbaşı için değil yürümek, kımıldamak bile mümkün değildi. Bu sırada yiğit bir çavuş ileri atılarak, yüzbaşısını bir kâğıt hafifliği ile omuzladı. Yağan mermi yağmuru arasında, koşarak Yüşbaşıyı kurtarmaya çalıştı. Elli metre gitmişlerdi ki, yanındaki tepenin arkasından çıkan bir düşman subay:
 
-      “Yüzbaşı gitme, yaralısın, teslim ol!” Diye bağırdı.
Yüzlerce namlu üzerlerine çevrilmiş, yüzlerce düşman askeri üzerlerine atılmaya hazırdı. Yaralı aslan düşmanı sindiren gür sesiyle:
-      “Türk subayı esir olmaz, şehit olur.” Cevabını verdi. Şaşkın duran Salih
Çavuşa
-      “ Haydi, Salih daha çabuk yürü.” Dedi.

Düşman, aciz sandığı bu yaralı karşısında bir an şaşırdı ve yüzlerce namlu dağların bu namlı kartalına çevrildi. Yüzlerce mermi attılar, yüzbaşı birkaç yerinden daha yaralanmıştı. Buna rağmen üç defa tekrarlanan teslim ol teklifini, reddettiler. 

Yüzbaşı bağırıyor: “ Ne duruyorsunuz alçaklar? Esir mi almak istiyorsunuz? İşte size iki ceset parçalayın köpekler.” 

Bir köpek sürüsü kadar adi, bir hayvan kadar vahşi olan bu insanlık fukaraları, ecelle savaşan bu kahramanlar üzerine süngüleri ile saldırdılar. Ne Abdurrahman Yüzbaşı, nede Salih bir tek söz, bir tek ah bile demeden süngü altında can verirken, kartallar yuvasından bu olayı seyreden alay, Allahın ulu adıyla inlettiği vadileri sarsarak korkunç bir çığ gibi çakal sürüleri üzerine atıldı. Düşman mağlup ve perişan olmuştu. Hiçbir yerde tutunamıyor, binlerce ceset bırakarak kaçıyordu. Akşam olmuştu. Bu ıssız dağların akşamı tepelere çökerken, Abdurrahman Yüzbaşı ve Salih çavuş, bölüğünün elleri üzerinde, uğrunda can verdikleri toprağa, 82. Alayın mihrabına doğru bütün alayın gözyaşları arasında gidiyorlardı.   

 myolcu53@gmail.com 

 

        

17 Temmuz 2013 Çarşamba

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 4


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -4 

AĞLAR KAYA KAHRAMANI ÜSTEĞMEN ULVİ 

CİHAN harbinin bitmez tükenmez muharebeleri içinde; daima sağlam maneviyatıyla, bütün yokluklara rağmen kazandıkları zaferlerle tarihte büyük işler başarmış Türk orduları, gün olmuştur ki, zayıf hücumlarına, azlığına rağmen yine çarptığı hedefleri kırmış, parçalamış ve bir avuç Mehmet karşısında bir kaya kadar sert duran düşman tuzla buz olmuştur. 

Tarihe bakıyoruz. Üç tarafı kesme kaya üzerine oturmuş ve her tarafı o zamanki silahların yıkamayacağı kadar sağlam yapılmış ve uzaktan göğe baş kaldırmış heybetiyle zabtedilmez sanılan Eğri kalesi, Türk askerinin kahramanca hücumları sayesinde ve bütün Avrupa’nın hayretini kazanacak derecede kısa bir zapt olunmuştu. 

Kanijeyi, Plevneyi, İşkodrayı savunan, Şıpkaya, Conkbayırına, Tınaztepeye, Kutkaya ya saldıran ruh, hep aynı milletin hep aynı milletin fedakâr evlatlarının tarih boyunca tanınan geleneğinin, kudretini ispata yeterli değil midir? Türk için zapt olunmaz kale, aşılmaz mani, yıkılmaz engel, mağlup edilmez ordu yoktur. O, silah eksikliğini içindeki cevherle takviye eder ve daima her yerde, her zaman düşmanından üstün görür. 

Kafkas cephesinin tarihini okuyanlar ve burada çarpışanlar bilir. Burada semaya ser çekmiş çıplak uçurumları, ıssız vadileriyle, korkunç zirveleri, yazın bile insana dehşet veren bu dağlarda, insan boyu karlar eriyince, birliklerimiz buralarda  kahramanca savaştılar. Aşılmaz sanılan dağlardan toplarını aşırdılar ve düşmana bu dağları mezar yaptılar. 

9 Haziran 1915 de 2900 rakımlı Karadağ, 94. Alayın kahramanca hücumları neticesinde ele geçirilmişti. Bu dağda meydana gelen muharebe de bombası ve mermisi tükenen Mehmetler, kaya parçalarını kopararak düşmana attılar. Düşmanın göz açtırmayan ateşine göğüslerini siper ederek, taarruzlarına devam ettiler.  

Düşman, Türk askerinin ölümden korkmayan saldırıları karşısında Karadağ’ı bıraktı ve Ağlar kaya denilen sarp, erişilmesi güç bir tepeye çekildi. Burasını en modern vasıtalarla tahkime başladı. Kahraman 94. Alay 19 Haziran tarihine kadar, 10 gün bu minareye benzeyen tepeye saldırdı. Her seferinde zayiat verilerek geri püskürtüldü. Ağlar kaya 2900 rakımlı Karadağ’ın en yüksek noktasında, iki tarafı uçurum ve 50 metre genişliğindeki boyun noktasıyla Karadağ’dan ayrılıyordu. Bu kadar dar sahada bir bölüğün serbestçe açılıp yayılması mümkün değildi. Buna rağmen vazife almış olan Alay, üzerine yağdırılan mermilere rağmen kayalara tırmanıyor, acı çığlıklarla yüzlerce metre yüksekliğindeki uçurumlara yuvarlanıyor, yine saldırıya devam ediyordu. Alay bu saldırılar neticesinde 350 subay ve erini şehit vermişti. 

32. Tümen komutanı 19 Haziran 1915 sabahı 94. Alayı takviye maksadıyla, 96. Alayı da karadağa göndermiş, her iki alayla da yapılan saldırıdan netice alınmamıştı.  

Düşman gerek kuvvet, gerekse arazi yapısı itibarı ile o kadar kuvvetli bir yere yerleşmişti ki, buradan söküp atmak imkânsız gibiydi. Tümen komutanı planını değiştirerek, Ağlar kaya’yı küçük bir kuvvetle, baskınla ele geçirme kararını verdi. Günlerdir süren taarruzlar neticesinde, iki alayda yorgun düşmüştü. Ağlar kayanın matemli ve heybetli duruşuna bakan Mehmetler hem ürperiyor, hem de içindeki kini söndürememiş olmaktan dolayı üzüntü duyuyordu. Onlar bütün kuvvetleri ile bu duvara taarruz etmişler ama muvaffak olamamışlardı. 20 Haziran günü öğleden sonra taarruz kesilerek alaylara eski mevzilerine çekilme emri verildi. Bu arada siperlerde, Tümen komutanının bir emri gezdiriliyordu. Bu emirde: “ Ağlar kayayı baskınla ele geçirecek gönüllü bir subay isteniyor, bu subaya başarılı olduğunda bir üst rütbe verilerek terfi edeceği “ yazıyordu. Bu emrin ulaştığı siperlerden birinde mütevazı ve sakin genç bir üsteğmen yerinden fırladı ve doğruca Tabur Komutanının yanına gitti ve

-      “Komutanım, bu vazifeyi ben yapmak istiyorum.” Dedi.

Tabur komutanı şimdiye kadar beraber savaştığı bu subayda, hiçbir fevkaladelik görmemişti. Önce duraladı. Karşısında ince uzun boyu ile fidan kadar narin yapısıyla duran, taburun sessiz ve şakacı üsteğmenine gözlerini dikti. Onun ruhunu okumaya çalıştı ve arkasından;

-      “Peki, isminizi tümene bildireceğim.” dedi. 

Bu gönüllü kahraman Üsteğmen Ulvi idi. Nevi şahsına münhasır, mütevazı ve feragat sahibi olan Ulvi’yi ekseriyetle bir kaya arkasında, bir siper içinde, Tokat’lı olan emir erinin pişirdiği çayı içmekte, elindeki peksimeti kemirmekte iken görürsünüz. Onun bütün günler boyu yiyeceği çay ve peksimetti. Emir erinin elinde isli bir matara, sırları dökülmüş çinko bardak, çay, şeker, peksimetten ibaret yiyeceği bulunur. Erleriyle aynı hayatı yaşar, muharebe hayatı boyunca erlerine kurulmadıkça, kendisine çadır kurulmamıştır. Ulvi, bölüğünün hem komutanı hem de ağabeysidir. Muharebenin sükûnetli zamanlarında erlerinin mektuplarını yazar, gelenleri okur ve bu suretle, savaş alanında erlerinin neşesiz kalmamasına özen gösterirdi.  O, bölüğünü ölüme sürdüğü zaman; eğer Ulvi istemişse son eri dâhil ölecek kadar kendisine bağlıdır.  Onun sert bir bakışı mermiden daha tesirlidir. Bölüğüne bu derece hâkim, kendisini bu derece sevdirmiş bir subay elbette, muvaffak olmak hakkını kendinde bulurdu.  

Aradan birkaç saat geçmişti. Tabur komutanı tümenden muvafakat cevabı almış, lazım gelen emirleri vermek üzere Ulviyi yanına çağırtmıştı.

Tabur komutanı heyecanla konuşuyor, her ihtimali hesap ediyor ve defalarca Ulviye soruyor: “ Nasıl, Ulvi bu işi başarabilecek misin? Ama düşman çok kuvvetli yavrum...  

Ulvi her zamanki sakin tavrı ile cevap veriyor: “ Merak etmeyin komutanım, yarın sabah alayın sancağını Ağlar kayada dalgalanırken göreceksiniz.” Diyordu. 

Bu kudretli iman önünde tabur komutanın da Ulviye olan itimadı ve zaferine olan güveni arttı. Onu kucakladı ve : “ Haydi yavrum, Allah yüzünü ve yüzümüzü ak etsin!” diyerek temennilerle onu uğurladı. 

Ulvi komutanından ayrıldığı zaman gün kararıyordu. Yolda Ulviye haber soranlara Ulvi, her zamanki sakin ve mütevazı tebessümüyle mukabele ediyor, ne yapacağını hiç kimseye söylemiyordu. O, bölüğüne geldiği zaman başçavuşu çağırdı. Gizlice bir şeyler konuştular. Karanlık bastıktan sonra başta Ulvi, geride bölüğü olduğu halde Ağlar kayanın karşısına, siperlerimizin gerisine yanaştılar.

Ulvi baskın planını hazırlamıştı. Günlerdir saldırdıkları Ağlar kayanın her tarafını iyice biliyordu. Bölüğüne gerekli talimatı verdi.  Hava karardıktan sonra, düşmanın siperleri önüne koyduğu kirpileri iplerle çektirdi. Bu şekilde birinci güçlük yenilmişti. Fecirle beraber hiç ateş himayesi yapılmadan baskın yapacak olan Ulvi, bütün tertipleri almış sabırsızlıkla baskın anını bekliyordu. 

Alayların bütün subayları heyecanla baskını bekliyorlardı. Ateşsiz, himayesiz yapılacak olan bu baskın ve elde edilecek başarı herkesin merakına neden oluyordu. 

21- 22 Haziran 1915 gece yarısından sonra saat 3.30 Ulvi erlerine süngü taktırmış, çantalarını, kazma ve küreklerine varıncaya kadar her şeyi çıkarttırmış, erlerin ayaklarına keçe ve çuval parçaları sardırmış ve onları taş siperler gerisinde saklamıştı. 

O; kırk metre kadar ileride yağmur bulutu gibi kararan Ağlar kayanın hazin ve yaralı cehresine, Türk analarının kalbini dağlayan bu heybetli som kaya parçasına gözlerini dikmiş bakıyor, beş on dakika sonra bu nankör kayada, düşman cesetleri üzerine dikeceği şanlı sancağın düşman sürüleri üzerine yapacağı tepkiyi düşünüyordu. 

Saat 3.50… Düşman siperlerinde ne bir ses, ne bir hareket var. Ulvi sol elinin şahadet parmağını ağzına koydu ve hafif bir ıslık çaldı. Siperde sessiz ve sakin duran aslanlar derhal dikildiler. Sonra ikinci ıslık ve buna müteakip Ulvinin şimşek hızıyla siperden fırladığı görüldü. Ulvi iki elinde tuttuğu bombaları ateşledi ve bir anda düşman siperlerine fırlattı. Bunu yüzlerce bombanın gümbürtüsü takip etti. Bölük düşman siperlerine girmiş, bölüğe on misli üstün olan düşman şaşkın ve perişan kaçmıştı. 

Birkaç dakika sonra Ağlar kayada ve gecenin sessizliği içinde vadiler susmuş, biraz evvel alev halini alan tüfek ve bomba sesleri, süngü şakırtıları dinmiş, acı feryatlar susmuş, alev halinde yanan kayayı kesif bir karanlık kaplamıştı. Bölükten bir haberci alaya müjdeyi veriyor, ağlar kaya elimizde, düşman perişan olmuş kaçıyor. 

Ulvi çakal sürüsü gibi kaçışan düşmanı ateşle takibe devam etti. Artık bir daha erişemeyeceği Ağlar kayaya, halen inleyen düşman cesetleri üzerine alayının şanlı sancağını dikti. 

Sabah olmuştu. Başta tümen komutanı olduğu halde bütün subaylar tepeye gelmişlerdi. Yerde yatan yüzlerce düşman cesedi ve bunlar arasında birkaç yüksek rütbeli subayın bulunuşu, kazanılan zaferin önemini anlatmaya kâfi idi. Buna rağmen Ulvi, yine o mütevazı hali ile hiçbir iş yapmamış gibi ortadan silinmişti. Tümen komutanının yanına geldiği zaman Ulvi, mahcubiyetten kıpkırmızı olmuştu. Tümen komutanı kısa bir hitabeden sonra bu kahramana yüzbaşı rütbesini taktı. Ona bundan sonra Ağlar kaya kahramanı ismiyle çağrılmasını emretti. Ulvi bütün tümenin gıptasını celbeden bu haklı iltifatlar arasında dahi gururlanmadı. Kendisini tebrik eden arkadaşlarına: “ Eser, bölüğümündür. Ben kaderin sevkiyle başlarında bulundum.” Diyerek, bölüğüne karşı bağlılığını ve kadirşinaslılığını gösterdi.   

myolcu53@gmail.com

10 Temmuz 2013 Çarşamba

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 3


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -3  

KIRK GAZİLER KAHRAMANI YÜZBAŞI NURİ VEYSİ 

Kırk gaziler kahramanı, muharebede ateş altında gösterdiği cesaret ve soğukkanlılığı son bir tehir olarak beklerken, cihan harbini kapayan acıklı ve sürekli geri çekilme başlamıştı. Nuri Veysi, Musul’u tahliye eden son kıtaya komuta ediyordu. Düşman, anlaşma hükümlerini dinlemeyerek devamlı ilerliyor. Hırs ve tama bürümüş gözleriyle, bu güzel yurdun neresine ulaşabilirse oraya kadar gitmek istiyordu. Kahraman Yüzbaşı, Zahoyu’da tahliye ederek çekilmek emrini almıştı. Düşman memurları Zaho’da ki cephane ve yiyecek depolarına el koymuşlardı. Saçı bitmedik birçok yetimlerin varını, yoğunu vererek sırf vatanı kurtarmak için, meydana getirdikleri bu yığınların düşman eline geçmesi; Nuri Veysi gibi bir Türk subayının kolay hazmedemeyeceği bir işti. Bunun için cephane ve yiyecek stokunu geriye taşıttırmıştı. Sabahleyin, hiçbir şey yokmuş gibi tabur yoluna devam ettiği zaman, düşman süvarisi de kasaba’ya yaklaşmış bulunuyordu. Nuri Veysi, taburunun kasabayı terk etmesini bizzat takip ediyor ve taburunun sonunu almaya çalışıyordu. Bu sırada yanına yaklaşan düşman; taburundan ayrı düşmüş bu aslana aç bir kurt gibi saldırdı. Yüzbaşı Nuri, keskin bakışlarında parıldayan intikam ateşi ile dolu nefret hislerini, kendisini bağlamak için yanına yaklaşan düşmanın suratına indirdiği sert bir kırbaçla cevap verirken, önünde kendisi için hazırlanmış olduğunu bildiği otomobile doğru yürüdü. Mert bir asker tavrıyla:

-      Nereye gitmemi istiyorsunuz? Dedi.

Düşman subayları bir tek cevap veremediler ve otomobil son süratle Musul’a doğru yollandı. Nuri Veysi, hiç beklemediği bu akibet; ona pek ağır gelmişti. Fakat o, yeni bir kahramanlık yaratmak için bu fırsattan istifade etmesini bildi.  

Düşman divani harbi onu; idam, işkence tehditleri altında günlerce rutubetli ve ışıksız hücresinde bir lokma ekmekle beyhude yere tehdide çalıştı. Günlerce mahkeme etti. Divanı harp reisinin mağrurane sorularına vakar ile cevap verdi. Onlara; “ ben vazifemi yaptım, sizde vazifenizi yapınız.”diyerek kati sözle cevap veriyordu. 

Kırk kişi ile imamı Muhammet’te sekiz tabur düşmana mukavemet eden ruh, şerefli bir vazife için ölümden kaçarmı? 

Bu sarsılmayan demir külçesinin karşısında, mağrur düşman hâkimleri bile gerilediler. Şimdi ona; para nişan rütbe vaadiyle aldatmaya çalışıyorlardı. Nuri Veysi para teklifine, boş kesesini, nişan vaadine yaralarını, rütbe vaadine de omuzlarındaki yıldızları işaret ederek;

-      “Gölgesinde çalıştığım bayrağa ihanet edemem bay hâkim; her şeyden önce, bir Türk subayı olduğumu unutmayınız” diyordu.

Divanı harp reisi bu fevkalade kahraman önünde hürmetle eğilerek takdirle elini uzattığı zaman. 

“Ben düşmanın elini sıkamam, henüz sulh olmamıştır.” Cevabı ile karşılaştı. Kırk gaziler menkıbesini tarihe mal eden bu kahraman ve mütevazı Türk subayı, idam sehpalarının gölgesinde bile ondan daha ulvi bir kahramanlığa örnek olmuştur. Yüzbaşı Nuri’nin bu cevabı ile idam sehpasına sürüklendiğini zannetmeyiniz. 

Kahramanlık yalnız dostun değil, düşmanın bile takdirine mazhar olur.  

5 Temmuz 2013 Cuma

TARİHİN İBRET SAYFALARI- 2


TARİHİN İBRET SAYFALARI- 2 

FİLİSTİN- 2 

Esirler sayılacak. Herkes tel örgünün dışına çıksın. Hepimiz güçlükle tel örgünün dışına çıkarak tek sıra olduk ve birer birer içeri girmeye başladık. Sayım bitmiş ve kendimizi çölün sıcak kumları üzerine bırakmıştık ki, tercümanın sesi tekrar duyuldu:  

-      Aranızda iki tane kaçak var. Tekrar sayım yapılacak, hepiniz tel örgünün dışına çıkın.

Oysaki hepimiz tamamdık. İçimizden kimse kaçmamıştı. Buna rağmen İngilizlerin, bize eziyet etme maksadı ile çıkardıkları bu yalanla, tekrar tel örgü dışına çıkmaya mecbur kaldık. Bu defa sayım tamam çıktı. Artık geceyi rahatça geçireceğimizi tahmin ederek olduğumuz yere çöktük. Fakat tercümanın sesi tekrar duyuldu.  

-      Esirler tel örgünün dışına çıkacak, hepsine yiyecek dağıtılacak!

Homurdanarak yerlerimizden güçlükle kalktık. Tel örgüden içeri girerken kapıdaki İngiliz subayı, hepimize birer baş acı soğan verdi. Güya İngilizler esirlerine yiyecek dağıtıyorlardı. Açlığa tahammülü kalmayan arkadaşlarımız, bu soğanı yedikleri takdirde susuzluktan kıvranacaklardı. O anda aklıma Arıburnun’da esir aldığımız İngiliz askerleri geldi. Birçoklarını ağır ağır yürüterek, yürüyemeyecek derecede bitkin olanlarını da sırtımızda taşıyarak, şefkatli sıhhiyelerimize teslim etmiştik. Hepsi muayeneden geçirildikten sonra, ağır yaralı olanlar revir çadırında bakıma alındı. Hafif yaralılara pansumanları yapılarak, bizim yediğimiz mercimek çorbasından birer tas verildi. Hatta hiç unutmam; tayınla mercimek çorbasını bitiren bir İngiliz esiri, eliyle sigara işareti yapınca Kirmastalı Yusuf belinden çıkardığı tütün kesesini İngiliz’in önüne atarak: 

-      “Sende kalsın, ben başka yerden bulurum”, diye Türk nezaket ve

Misafirperliğinin en güzel örneğini vermiş oldu. Bizim bu iyi niyet ve insani hareketimize karşı, İngilizlerin aç ve sefil olan bizlere kuru soğan vererek alay etmesi, aramızdaki farkı göstermesi açısından dikkat çekicidir.   

Özet olarak diyeceğim ki, bize yapılan bütün bu eziyetli davranıştan sonra çadırlarında viski, soda, havyarla zevki sefa yapan İngilizler; bize verdikleri birer baş acı soğanla açlığımızı gidermek ve susuzluktan yanmak, azap çekmek için bu oyunu oynamak adiliğinde bulunmuşlardı. Bir an düşündüm. 137 kişilik kafilemizin çoğunluğu binbaşı, albay rütbesinde olduklarından oldukça yaşlı idiler.   Ben ise 22 yaşında olmama rağmen etleri dökülmüş bir iskelet halinde idim. Kendimle kıyaslama yapınca, onların ne derece fazla azap çektiklerini takdir ettim. Fakat buna rağmen hiçbirisinin metanetini kaybetmeyişi ve olayları tevekkül ile karşılayışlarına da gıpta ettim. 

Vücutlarımız yorgunluğunu almadan sabah oldu. Ermeni tercümanın sesi ile uyanıp tek sıra oluyoruz. İngilizler ne tuvalet imkânı veriyor, nede bir yudum su. 

Tekrar yola çıkıyoruz. Güç hal ile kum çölü içinde ilerlemeye çalışıyoruz. Nereye gittiğimiz meçhul. Nereye gidiyoruz, ne olacağız, nasıl öleceğiz bunları düşünecek kadar dahi derman ve muhakeme kalmadı hiçbirimizde. Aç, susuz ve sefil bir halde kum deryası üzerinde ilerliyor, ilerliyoruz… 

Vakit akşama yaklaşırken nihayet bir istasyona geliyoruz. Yanımdaki kaymakam burada İngilizlerle savaştığından “ Gazze” diye bağırıyor. Burası Gazze. İngilizlere iki defa kötek attığımız meşhur Gazze.  

Çıplak vücutlu zayıf, sıska Araplar; İngiliz askerlerinin kamcısı altında demiryolu yapmaktalar. Kendi perişanlığımız, bunlara acımamıza mani oluyor.  

GAZZE ismi İngilizleri o kadar ürkütmüş ki, Osmanlılardan iki kere dayak yedikleri bu yeri bir türlü unutamıyorlar. Türkler burada çetin savaşlar yaparak İngilizleri perişan etmiş, iki defa Gazze semalarında Osmanlı sancağını şan ve şerefle dalgalandırmışlar.  

Nihayet trenimiz geliyor ve hareket ediyoruz. İkinci gün Süveyş kanalına geliyoruz. Bizi trenden bir kum vahasına indiriyorlar. Tercüman bizi sıralı safa sokarak soyunun diyor. Esasen üzerimizdeki paçavralar içinde, yarı giyinik yarı çıplak durumdayız. Neyi soyunacağız ki? Dipçik ve kırbaç darbeleri altında soyunuyoruz, ta ki anadan doğma oluncaya kadar. Bir elimiz önümüzde diğeri arkamızda, mukadderatımızı bekliyoruz. Etrafımızdaki İngiliz askerleri medeniyetten nasip almamış basit ve adi insanlar.

Tercümanın sesi tekrar kulaklarımıza kadar ulaşıyor:

-      Tek sıra haline geçin.

Vakur ve şerefli ordumun subayları, bu şekilde çırılçıplak olmaktansa ölmeyi tercih ediyorlar. İngilizler tek sıralı saf halinde bizi kum deryasının içine doğru yürümeye mecbur bırakıyorlar. 

Anlaşılan Çanakkale’de ve diğer cephelerde uğradıkları mağlubiyet ve hezimetleri, bir avuç Türk subayından çıkarmaya kararlı İngilizler. Yazık olmasın diye elbisemizi soydurarak çölde çırılçıplak öldürecekler. Fakat hiç birimizin yüzünde ölüm korkusu yok artık.  

Ölüm bizim ancak şerefimizi paklayacak. Bu alçalmayı çekmektense ölmeyi hepimiz istiyoruz.  

Kum sahada ellerimiz ayıp yerlerimizde olduğu halde ilerlemeye devam ediyoruz. Karşımıza dört tane İngiliz askeri çıkıyor, aralarında bir tanede fıçı var. İşaretle en önde yürüyenin fıçıya girmesini istiyorlar. Değerli bir arkadaşım güçlükle fıçıya giriyor. Başını fıçı içine sokmadığı için değnekle vurarak, başını da sokmaya mecbur ediyorlar. Hepimiz aynı suya giriyoruz. Fakat çıktıktan sonra günlerce sıcaktan kavrulmuş ve çatlamış olan yerlerimiz bu kükürtlü suyun tesiriyle yanmaya başlayınca, ayıp yerlerimizi saklamaya lüzum görmeden kumların içinde dört dönüyoruz. Allahın adi bir yaratığı olduğuna bu vesilelerle inandığım İngilizler ise, bu acınacak halimize sırıtarak gülüyorlar. 

Oradan tek sıra halinde, bir vagonun başına getiriliyoruz. Vagonun kapısını açan Araplar, elbiselerimizi tomar halinde dışarı fırlatıyorlar. İngilizler yine dipçik ve kırbaçla başımızda, tercüman ise:

-      “Çabuk giyinin” diye bağırıyor.

Bu çırılçıplak halden kurtulmak için elimize ne geçerse giymeye çalışıyoruz.

Pek tabi ki, hepimizin vücudu aynı olmadığından bazılarımıza dar gelen elbiseler, bazılarımıza bol geliyor. Acayip bir halde gelen ikinci trene binerek, Kahire’ye doğru hareket ediyoruz. Tercüman Kahire’ye gidiyoruz demesine rağmen trenimiz İskenderiye de duruyor. Trenden bizi indirerek, Seydibeşir denilen bir mahalle doğru sevk ediliyorlar. Seydibeşir, İskenderiye ye 6 kilometre mesafede ve deniz kenarında bulunan esir kampı. 

Bu birinci fasıl esaret hayatında geçirdiğimiz günlerin acı hatırası ile şu anda bile iliklerime kadar titriyorum. İngiliz askerinin esirlere karşı göstermiş olduğu gayri insani ve gayri ahlaki hareket, şu anda bile gözümün önünden gitmiyor. Ve Seydibeşer kampına getirilinceye kadar gördüğümüz muamele ile Şam’ın Mezra denilen o uğursuz yerinde şahit olduğum feci ve iğrenç manzaraları, ufak rütbeli bir subay olarak şiddetle telin ederken, takdiri büyüklerimize ve Türk tarihine bırakıyorum.  

Şahsen şu kanaatteyim ki: “Bir Türk askeri savaş sırasında esir olmaktansa; kanının son damlasına kadar savaşmalı ve düşman kurşunu ile şehit olmayı, esaret hayatına milyonlarca defa tercih etmelidir.” 

Bu yazı, Arma yayınlarının
Çanakkale Hatıraları adlı
Kitabından alınmıştır.

 

1 Temmuz 2013 Pazartesi

TARİHİN İBRET LEVHALARI- 1

TARİHİN İBRET LEVHALARI- 1

FİLİSTİN CEPHESİ- 1
Birinci Dünya harbinin son yıllarında idi. Ben 23. Alayın 1. Makineli tüfek bölüğünü kumanda ediyordum. Alayımız 48.Tümen kumandanı Asım Gündüz’ün emrinde, Filistin Şeria mıntıkasında İngilizlerle birçok muharebeler yaparak, altı aydır Şeria nehrinin gerisindeki sırtları tutuyoruz. Müttefiklerimizin teslim olduğu, İngilizlerin Filistin cephesinde başlarına Alenby namında eski bir kumandanın getirildiği duyumlarını alıyorduk. Düşmanın sağ yanımıza yaptığı saldırı neticesinde, bütün Filistin cephesinde geri çekilme hareketi başlamıştı.

İçinde bulunduğumuz durumun, harbin son safhası olduğu şeklinde yorumlanıyordu. 48. Tümenin, bulunduğu cephede hiçbir baskıya maruz kalmadan Şam istikametine geri çekilme emri alınmış, 23. Alayımız ise Alay kumandanı Ahmet Fuat beyin kumandası altında Şam’a doğru yürüyüşe geçmişti. Hâlbuki buradaki Türk Alayı, gerek kendi vatanımızı ve gerekse Osmanlı uyruğundan olan diğer toplumları korumak için gelmişti. Oysa Arap bedevileri bunu idrak edemeyerek, yaralılarımızın bile üstlerini soyarak öldürdükleri esefle görülüyordu. Şam’a geldiğimiz zaman caddeden geçen, geri çekilen Alman birlikleri havaya ateş ederek kamyonlar içinde ilerliyorlardı. Şam’da kısa bir moladan sonra, yolumuza tekrar devam ettik. Şam’ın sıcak iklimi içinde güneş adeta başımızı delercesine tepemize çökmüştü. Asker sıcaktan bitkindi. Alayımız ve diğer birlikler yürüyüş sırasında ikinci bir ateş tehdidi altında kaldık. İlk gördüğümüz manzara düşman birliklerinden gelen subayların bize seslenmeleri idi. Subaylar, silahlarımızı bırakarak teslim olmamızı istiyorlardı. Neticede bu durumu kabulden başka çare kalmadığını görerek teslim olup, diğer esirlerin bulunduğu yere götürüldük. Bizden önce esir düşenler müttefik birliklerine aittiler.

Sıcaktan bunaldığımdan bir kenara çekilerek, yorgunluğumu gidermek için uzanmıştım. Askerlerimizden birisi yanıma sokularak:

Kumandanım, dedi. Tümen kumandanımız Asım beyle, Alay kumandanımız Ahmet Fuat bey de buradalar. Bir zeytin ağacının altında esir olarak yatıyorlar. Hemen yerimden kalkarak yanlarına koştum. Kumandanlarım büyük bir ümitsizlik içinde idiler. Zaten hepimiz üzgün ve manen yıkılmış vaziyette idik. Fakat yinede cesaretimizi kırmayarak, kurtulmak ümidi içinde bulunuyorduk.

Burada geçirdiğimiz üç beş sıkıntılı günden sonra, kampta bulunan binbaşı rütbesine kadar yüksek rütbeli subayların adedi sorularak; kendilerinin başka bir yere nakledileceği söylenmekte idi. Yapılan bir sayımdan sonra kampta 136 subay olduğu İngilizlere intikal ettirildi. Bu durum beni fazlası ile üzmüştü. Her ne pahasına olursa olsun, kendime Binbaşı süsü vererek kumandanlarımdan ayrılmak istememiş ve onların kaderine kendimi severek ortak etmiştim.

Ertesi gün mevcudu bildirilen subaylar alınmak üzere, bulunduğumuz yere kamyonlar gelmişti. Bu kafilenin arasında bende vardım. Fakat tekrar sayım yapıldığı zaman, mevcudun 137 oluşu İngiliz kumandanı sinirlendirmişti. Sanki mutlaka benim bulunmam için alay kumandanını sıkıştırıyor, alay kumandanımız ise dikkatle beni süzerek “ Bize de mani olma, ne olur çık Sokrat der gibi içli bir bakış atıyordu.”

Ben bu tasarladığım planda muvaffak olmuştum. Zira meselenin üzerinde daha fazla durulmayarak, kamyonlara bindirilmiş, gideceğimiz yere hareket etmiştik.

Bir müddet sonra kamyonlar Taberiye gölü kenarında durdular. Burada hususi şekilde hazırlanmış bir kampa alındık. Tümen kumandanımız Asım Gündüz Bey ve Alay kumandanımız Ahmet Fuat Bey, açlıktan bitkin bir vaziyetteydiler. Naklimiz sırasında, kamyonlarda bulunan İngiliz askerlerinin erzak sandıklarındaki kuru peksimet kırıntılarını toplayarak, ceplerimi doldurmuştum. Bunları suyla ıslayarak kumandanlarıma ikram ettim. Çok sevinmişlerdi. Ama gelecek zaman için bir şey düşünemiyorduk. Tamamen burada açlığa susuzluğa terk edilmiş, kaderin hakkımızda kılacağı hükme boyun eğerek, beklemekten başka yapacak bir şeyimiz yoktu.

Taberiye gölünün kenarında şafak yeni sökmüştü. İngilizlere hizmet eden Ermeni tercüman avazı çıktığı kadar bağırıyordu:
- Esir subaylar, haydin kamyonlara binin.  
Bizi almaya gelen kamyonlardan birine binerek, öğleye doğru çadırlı bir ordugâhın bulunduğu mahalle geldik. Ermeni tercümandan öğrendiğimize göre, öğle yemeğini burada yiyecektik. Bir süre bekledikten sonra bizi sekizer kişi ayırarak, içimizden bir kişinin gelmesini ve yiyecek almamızı söylediler.

Erzak çadırına girdiğim zaman, içerdeki genç İngiliz askerlerine biraz taklit yaptım. İngilizler soğuk insanlar olmalarına rağmen, bazılarının da şakayı sever insan olduklarını daha önce öğrenmiştim. İngiliz bu hareketimden hoşlanmış olacak ki oda bana şaka yollu takıldı. Şakayı daha ileri götürmeden, işaretle karnımın çok aç olduğunu anlatmaya çalıştım. İngiliz yerden aldığı bir torbayı bana uzattı. Kaldıracak güçten yoksundum. Günlerce açlık ve sefalet çekmiştim. Fakat bir anda arkadaşlarım gözümün önüne gelerek, torbayı hemen kucakladım. Torbayı sırtladığım gibi doğru arkadaşlarımın yanına koştum. Torbayı açınca içinden, 10 okka kadar hurma çıkmasın mı? Hepimiz, günlerden beri aç midelerimizi bu nefis hurmalarla doldurma yarışına başladık. İkinci gidişimde erzak çadırında yine İngiliz vardı, biraz taklitten sonra bu defa bana bir torba kuru üzüm vermek lütfünde bulundu. Bu üzümlerden çok az kısmını yedik. Diğerlerini bu ziyafetten mahrum kalan arkadaşlarımızla gizli olarak, avuç avuç paylaştırdık.

Yemekten sonra bizi yola çıkardıkları zaman, yediğimiz hurma ve üzümün tesiri ile susamaya başladık. Fakat hiç suyumuz yoktu. Bir ara keşke hurma, üzüm yemeyip, diğer arkadaşlarımız gibi kuru peksimet yeseydik diye hayıflandık. Yol uzadıkça susuzluğumuz artıyor, bazı hayvan izlerinde tesadüf ettiğimiz bulanık sularda hararetimizi söndürmeye çalışırken, bizi takip eden İngiliz süvarileri kılıçlarının tersi ile sırtımıza, başımıza darbeler indiriyorlardı.

Nihayet hava kararırken; büyük bir tel örgü ile çevrilmiş kampa geldik. Mevcudumuz Binbaşı, Albay ve kaymakam olmak üzere 137 kişi idi. Daha doğrusu 137 iskelettik.

Günler boyunca Arabistan çöllerinin kavurucu sıcağında mücadeleden çok, müttefik kuvvetlerimizin geri çekilmesi ile esir düştüğümüzden dolayı, manen bitik vaziyette idik. Tel örgülerden içeri girenler kendilerini oldukları yere atıverdiler. Yorgunluk ve azap içinde geçen günlere, vücudumuz artık mukavemet edemez oldu. Bu anda ermeni tercümanın sesi duyuldu:

1 / 2 Devam edecek.
 
Bu yazı, Arma yayınlarının

Çanakkale Hatıraları adlı

Kitabından alınmıştır.