13 Ağustos 2017 Pazar
7 Ağustos 2017 Pazartesi
KÖROĞLU
KISSASI
Berbere
tıraş olmaya gitmiştim. Dükkânda dört adet berber koltuğu vardı. Dördü de faal
çalışıyordu.
Benim
sıra beklediğim dükkânın sahibi berber, makası ile iki kere tıraş ediyor, sonra
da tıraş ettiği insanla sohbet ediyordu. Ben ise sıranın bir an önce bana
gelmesini ve tıraş olup gitmeyi istiyordum.
Diğer
koltuklar da en az iki kişi tıraş olup gitmişti. Benim sıram bir türlü
gelmiyordu.
Nihayet
sıra bana geldiğin de berbere-“ Bu dükkânda en iyi tıraşı sen yapıyorsun. En
yavaşta sen çalışıyorsun.” Dedim.
Berber –“
Abi bu tıraş ettiğim kişi, benim altı yıldır tanıdığım aile dostum.
Karşılaştığımızda bana bazı özlü kıssalar anlatır ama sonucunu açıklamaz. Bazen
konuştuğumuzun ertesi günü beni telefonla arar ve kıssa da ne demek istediğimi
anladın mı.” diye sorar dedi. İstersen bu gün ne anlattığını sana anlatayım
dedi. Anlatmaya başladı;
Köroğlu
yalnız başına dağda dolaşırken karnı açıkmış. Önüne koyunlarını otlatan çoban
çıkmış.
Çobana-“
Ben Köroğlu’yum. Karnım açıktı. Benim karnımı doyur.” Demiş.
Çobanda
sertelerek- “ Defol git be adam. Köroğlu dağda çobana gelerek, benim karnımı
doyur mu der.” Demiş.
Köroğlu
fazla üstelememiş oradan ayrılmış. Aradan bir müddet süre geçince, çobanın
yanına iki kişi gelmiş.
Çobana- “
Köroğlu süründen iki koyun istiyor .” demişler.
Çoban-“
Ağamın emri olur.” Demiş ve seçtiği iki
koyunu gelenlere teslim etmiş. Koyunları alıp gitmişler.
Bu
kıssadan ne anlamamız gerekiyor diye berbere sorduğumda;
Arkadaşının
şu cevabı verdiğini söyledi.
Büyük
insanlar, her işi kendi yapmaya çalışmamalı. Bazen yanında bulunanlar işi,
büyük insandan daha iyi halleder dedi. Bunun adına bazen yüz eskimesi diyoruz.
Bazen yüz göz oldu diyoruz. Gerçek olan her şeyi bir kararında bırakmaktır.
Bu
kıssayı dinleyince benimde aklıma başka bir olay geldi.
Yalova
kaymakamlık iken Yalova’nın kaymakamı arabalı vapura binerek, İstanbul’a
Eminönü’ne gider. Vapurdan inerek, ayakkabı boyacısına ayakkabısını boyatmak
ister. Ayağını boya sandığının üzerine koyarak, ben Yalova’nın Kaymakamıyım
der.
Boyacıda-
“ Bırak bunları beyim. Elimi sallasam elim, kırk Yalova Kaymakamına değiyor.
Akşama kadar kırk kişi, ben Yalova Kaymakamıyım diyor.” Demiş.
İnsanlar
işini gördürmek için, devlet dairelerine ve bir takım yerlere giderler.
Karşısındaki insana ilk söyledikleri şey “ Ben avukatım, hâkimim, subayım,
mühendisim, doktorum.” Demek olur. Böyle
diyerek işlerini yaptırmak isterler.
Bura da yapılmak istenen, karşısındaki insanı tesir altına alarak işini
daha çabuk yaptırmaktır.
Çoğunlukla
da bu davranış, karşıda ki insan üzerinde olumsuz etki yapar. İşi yapacaklarsa
da yapmayıp, tepki gösterirler.
Böyle
yapmayıp ta sabırlı olup, işlerini sade bir insan gibi gördürmeye çalışsalar,
işleri daha rahat görülür.
Az
gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik. Sözümüzü bura da bitirdik.
MUSTAFA
YOLCU
27 Haziran 2017 Salı
İSMAİL BEŞİKÇİ
7 Ocak 1939 Yılında İskilip’te Hacıpiri mahallesinde doğdu. Babası Hüsnü Beşikci, annesi Zahide Beşikcidir. Dört kardeştiler. En büyükleri Vasfi, onun küçüğü Muhittin, onun küçüğü Satı, en küçükleri İsmail Beşikçidir. Baba Hüsnü Beşikçi Rüştiye mezunu olup, Osmanlı İmparatorluğu döneminde İskilip Kuzuluk köyünde, dokuz yıl öğretmenlik yapmıştır. Harf inkılâbı yapıldığında, öğretmenlik yapacak kadar yeni yazıyı bilmediğinden; öğretmenliği bırakmıştır. Yeni yazıyı sonradan öğrenerek, evine dört ciltlik tarih ansiklopedisi ile İsmail beşikçinin sonradan okuyacağı bazı kitapları almıştır. Hüsnü emmi daha sonra, pirinç pazarındaki dükkânın da bakkallık yapmıştır. Hanımından ve kendi ailesinden gelme, İskilip’in Kazannı mevkiinde çok miktarda tarlası olmasına rağmen, tarlalar verimli ekilip biçilmediğinden elden çıkmıştır.
İsmail Beşikçi 1946 yılında Azmi milli İlkokuluna başlamıştır. 1. Sınıftan itibaren Nadir öğretmen de okumuştur. 3. Sınıfta Misaki milli İlkokuluna gitmiş, buradaki öğretmeni İbrahim Kestektir. İlkokul arkadaşları: Ahmet Gazez, Ahmet Namlı, Mürsel Gazez, Şekerci Mehmet, Mehmet İnce, Ahmet Kaymak, Mehmet Hotman vb.
Aynı evde kaldıkları aileden Hatun ablası, ona bin bir gece masallarını okur. Okunan masalları mahalle arkadaşlarına anlatır. Kendi okuma yazma öğrenince zevkle okumaya başladığı, babasının aldığı tarih ansiklopedisidir. Yaz tatillerinde kuran kursuna gider.
Hacıpiri Mahallesinden çocukluk arkadaşları: Kemal Beşikçi, Mehmet Beşikçi, Hüseyin Hotman, Ahmet Şiranlı, Yaşar Yolcu, Hüseyin Gülerdir. Çocukluk hatıraları: 1950 Yılı idi. Annemgil hamama gideceklerdi. Bana” Okuldan gelince Haceri ( kardeşinin kızı) al hamama getir.” dediler. Bende okul çıkışında, Haceri evden alıp hamama götürürken, akrabamız olan Meyşur teyzenin mandası bize saldırdı. Kucağımdaki Hacerle birlikte beni boynuzlayıp attı. Ben bir tarafa, Hacer bir tarafa düştük. Bu arada hemen Meyşur teyze gelerek, mandayı alıp eve soktu. Beni ve Haceri kaldırdı. Bize su içirdi. İkimize de bir şey olmamıştı. Tekrar Haceri kucağıma alarak hamama götürdüm.”
Mahallemize gelen kömür ve samanını hep birlikte evlerine taşırdık. Komşumuz Mürsel Aygün emmi hamam işletirdi. Evlerine gelen samanı, mahalle çocukları olan bizler taşıyınca, hepimizi hamama götürür, yıkanır çıkardık.
Diğer bir zevkimizde; çiten veya kağnı ile mahallemize gelen saman boşalınca bunlara binip, Hindoğlu yokuşuna kadar gitmekti. Burada kağnı veya çitenden iner, yürüyerek tekrar eve gelirdik.
Ortaokulu 1951 yılında İskilip Ortaokulu’nda başlayarak, 1954 yılında tamamlıyor. Ortaokul müdürü Sadık Koçhisarlıdır. Ortaokul arkadaşları; Hüseyin Güler, Mahir Keçeci, Ahmet Namlı, Duraloğun Hacı, Ahmet Kaymak, Mehmet Bardakçı, Burhan Tanay, müdürün oğlu Aytektir Liseye 1954 yılında Çorumdaki Çorum Lisesi’nde (şimdiki adı Atatürk Lisesi) başlayarak, 1958 yılında bitirdi. Çorum’da okurken arkadaşlarıyla birlikte İskilip hanın da kalmışlar. “Sabah erkenden İskilip’ten kalkan otobüs ile Çoruma giderken, Kızıl ırmağın üzerindeki Salur köprüsünün kırık kalaslarının üzerinden dua ederek geçerdik. 60 Km uzunluğundaki yoldan, otobüs ile 2,5 saatte Çoruma gelirdik. Yazıhane Veli paşa hanındaydı. İskilip’ten gelenler ile Çorum saat kulesinin önünde buluşurduk. Ellerinde torbalar ile gelirler, gelen erzakı hana götürürdük. İkindiye doğru kalkan otobüs ile de gelenleri İskilip e yolcu ederdik.
Bu zor şartlarda babası Hüsnü emmi, oğlunun üniversite de okumasını istemiyor. Daha doğrusu, maddi olarak destekleyemeyeceğini belirtiyor. Ancak okumak isteyen Beşikçi, 1958 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) ilk kırkın içinde, başarılı bir dereceyle girme hakkı elde ediyor. Bu sayede İçişleri Bakanlığı bursunu kazanıyor. Maddi sorun böylece kısmen aşılmış ve Beşikçi İskilip’ten okumak için, Ankara’ya gelmiştir. İlk sene Ulus- Doğan bey mahallesi Işıklar caddesindeki teyzesinin evinde, ikinci seneden itibaren okul bitinceye kadar Siyasal yurdunda kalıyor.
Burada Beşikçi istisnasını anlamak için, önemli olan bir noktaya değinmek istiyorum. Beşikçi ilerideki hayatında uzun süreler hiç zorlanmadan, hatta isteyerek, çok zor koşullarda yaşamıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse, askerliğini kendi isteğiyle Bitlis-Hakkâri de yapmış; etnografya çalışmaları için aylarca göçebe Alikan aşiretiyle birlikte göçmüş, zor şartlarda yıllarca yaşamıştır. Böyle bir hayatı tercih etmesinde ve bunu sürdürebilmesinde, taşra kökeninin ve gençliğinde yaşadığı zor şartların önemli etkisi olmuştur. Tipik bir “Anadolu çocuğu” olarak, kafasını koyduğu yerde uyuyabilmesi, börtü böcekten korkmaması, konfora düşkün olmaması vs. hiç şüphesiz ileriki yıllarda yaşadığı zor hayatta, kendisine yardımcı olmuştur.
1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. 1965-1971 yılları arasında Erzurum'daki Atatürk Üniversitesi'nde asistanlık yaptı. Atatürk Üniversitesi'nde asistanlığı döneminde doktora tezi olarak hazırladığı "Alikan Aşireti Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme" alanında Türkiye'de yapılmış önemli sosyolojik bilimsel çalışmalardan biridir.
İsmail Beşikçiye sorduğum üç ayrı soruya şu cevapları aldım:
M.Y.1.İskilip in ekonomik ve kültürel olarak gelişmesi için neler yapılabilir? İs. Beşikçi- Turizm, ekonomik ve kültürel gelişmeyi sağlayabilir. Bunun için, eski İskilip evlerinin, konakların korunması, bazı tarihi yapıların korunması önemlidir. Bu güne kadar, turizm konusunda yanlış politikalar izlendiği, dikkatlerden uzak değildir. Kalenin eteğindeki kaya mezarlarına karşı yapılan muamele, turizm anlayışıyla hiç bağdaşmaz. Eski evlerin, konakların yıkılıp apartman yapılması da…
M.Y.2- Genç kuşağa tavsiyeleriniz nelerdir? İs. Beşikçi- Önemli olan; ailelerin kendi çocuklarının iyi eğitim almalarını sağlamalarıdır. İyi eğitim alan gençler, ne yapacaklarına, nasıl yapacaklarına kendileri karar verebilir.
M.Y.3- İskilip ten dışarıya olan göç, nasıl durdurulabilir? İs. Beşikçi- Göç ancak, sanayileşmekle durdurulur. Bölgede sınaî yatırımların artması istihdam sağlar. Ama böyle bir gelişme görülmüyor. Değil sınaî gelişme, tarımın gelişmesi için bile sağlıklı bir politika izlenmiyor. Hacıkarani’den hemen sonra, çayın kıyısında başlayan yol çalışması, çayın iki tarafındaki bağ-bahçe tarımını öldürmüştür. O alanlar, bugün atıldır. Yol, o alanlardaki bağ-bahçe tarımını öldürmeyecek şekilde planlanabilirdi. Rıhtım, bağ-bahçe tarımının gelişmesi yönünde planlanabilirdi.
İsmail abiye bana ayırdığı zaman için teşekkür ediyor, kendisine sağlık ve sıhhatli ömür diliyorum.
7 Ocak 1939 Yılında İskilip’te Hacıpiri mahallesinde doğdu. Babası Hüsnü Beşikci, annesi Zahide Beşikcidir. Dört kardeştiler. En büyükleri Vasfi, onun küçüğü Muhittin, onun küçüğü Satı, en küçükleri İsmail Beşikçidir. Baba Hüsnü Beşikçi Rüştiye mezunu olup, Osmanlı İmparatorluğu döneminde İskilip Kuzuluk köyünde, dokuz yıl öğretmenlik yapmıştır. Harf inkılâbı yapıldığında, öğretmenlik yapacak kadar yeni yazıyı bilmediğinden; öğretmenliği bırakmıştır. Yeni yazıyı sonradan öğrenerek, evine dört ciltlik tarih ansiklopedisi ile İsmail beşikçinin sonradan okuyacağı bazı kitapları almıştır. Hüsnü emmi daha sonra, pirinç pazarındaki dükkânın da bakkallık yapmıştır. Hanımından ve kendi ailesinden gelme, İskilip’in Kazannı mevkiinde çok miktarda tarlası olmasına rağmen, tarlalar verimli ekilip biçilmediğinden elden çıkmıştır.
İsmail Beşikçi 1946 yılında Azmi milli İlkokuluna başlamıştır. 1. Sınıftan itibaren Nadir öğretmen de okumuştur. 3. Sınıfta Misaki milli İlkokuluna gitmiş, buradaki öğretmeni İbrahim Kestektir. İlkokul arkadaşları: Ahmet Gazez, Ahmet Namlı, Mürsel Gazez, Şekerci Mehmet, Mehmet İnce, Ahmet Kaymak, Mehmet Hotman vb.
Aynı evde kaldıkları aileden Hatun ablası, ona bin bir gece masallarını okur. Okunan masalları mahalle arkadaşlarına anlatır. Kendi okuma yazma öğrenince zevkle okumaya başladığı, babasının aldığı tarih ansiklopedisidir. Yaz tatillerinde kuran kursuna gider.
Hacıpiri Mahallesinden çocukluk arkadaşları: Kemal Beşikçi, Mehmet Beşikçi, Hüseyin Hotman, Ahmet Şiranlı, Yaşar Yolcu, Hüseyin Gülerdir. Çocukluk hatıraları: 1950 Yılı idi. Annemgil hamama gideceklerdi. Bana” Okuldan gelince Haceri ( kardeşinin kızı) al hamama getir.” dediler. Bende okul çıkışında, Haceri evden alıp hamama götürürken, akrabamız olan Meyşur teyzenin mandası bize saldırdı. Kucağımdaki Hacerle birlikte beni boynuzlayıp attı. Ben bir tarafa, Hacer bir tarafa düştük. Bu arada hemen Meyşur teyze gelerek, mandayı alıp eve soktu. Beni ve Haceri kaldırdı. Bize su içirdi. İkimize de bir şey olmamıştı. Tekrar Haceri kucağıma alarak hamama götürdüm.”
Mahallemize gelen kömür ve samanını hep birlikte evlerine taşırdık. Komşumuz Mürsel Aygün emmi hamam işletirdi. Evlerine gelen samanı, mahalle çocukları olan bizler taşıyınca, hepimizi hamama götürür, yıkanır çıkardık.
Diğer bir zevkimizde; çiten veya kağnı ile mahallemize gelen saman boşalınca bunlara binip, Hindoğlu yokuşuna kadar gitmekti. Burada kağnı veya çitenden iner, yürüyerek tekrar eve gelirdik.
Ortaokulu 1951 yılında İskilip Ortaokulu’nda başlayarak, 1954 yılında tamamlıyor. Ortaokul müdürü Sadık Koçhisarlıdır. Ortaokul arkadaşları; Hüseyin Güler, Mahir Keçeci, Ahmet Namlı, Duraloğun Hacı, Ahmet Kaymak, Mehmet Bardakçı, Burhan Tanay, müdürün oğlu Aytektir Liseye 1954 yılında Çorumdaki Çorum Lisesi’nde (şimdiki adı Atatürk Lisesi) başlayarak, 1958 yılında bitirdi. Çorum’da okurken arkadaşlarıyla birlikte İskilip hanın da kalmışlar. “Sabah erkenden İskilip’ten kalkan otobüs ile Çoruma giderken, Kızıl ırmağın üzerindeki Salur köprüsünün kırık kalaslarının üzerinden dua ederek geçerdik. 60 Km uzunluğundaki yoldan, otobüs ile 2,5 saatte Çoruma gelirdik. Yazıhane Veli paşa hanındaydı. İskilip’ten gelenler ile Çorum saat kulesinin önünde buluşurduk. Ellerinde torbalar ile gelirler, gelen erzakı hana götürürdük. İkindiye doğru kalkan otobüs ile de gelenleri İskilip e yolcu ederdik.
Bu zor şartlarda babası Hüsnü emmi, oğlunun üniversite de okumasını istemiyor. Daha doğrusu, maddi olarak destekleyemeyeceğini belirtiyor. Ancak okumak isteyen Beşikçi, 1958 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) ilk kırkın içinde, başarılı bir dereceyle girme hakkı elde ediyor. Bu sayede İçişleri Bakanlığı bursunu kazanıyor. Maddi sorun böylece kısmen aşılmış ve Beşikçi İskilip’ten okumak için, Ankara’ya gelmiştir. İlk sene Ulus- Doğan bey mahallesi Işıklar caddesindeki teyzesinin evinde, ikinci seneden itibaren okul bitinceye kadar Siyasal yurdunda kalıyor.
Burada Beşikçi istisnasını anlamak için, önemli olan bir noktaya değinmek istiyorum. Beşikçi ilerideki hayatında uzun süreler hiç zorlanmadan, hatta isteyerek, çok zor koşullarda yaşamıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse, askerliğini kendi isteğiyle Bitlis-Hakkâri de yapmış; etnografya çalışmaları için aylarca göçebe Alikan aşiretiyle birlikte göçmüş, zor şartlarda yıllarca yaşamıştır. Böyle bir hayatı tercih etmesinde ve bunu sürdürebilmesinde, taşra kökeninin ve gençliğinde yaşadığı zor şartların önemli etkisi olmuştur. Tipik bir “Anadolu çocuğu” olarak, kafasını koyduğu yerde uyuyabilmesi, börtü böcekten korkmaması, konfora düşkün olmaması vs. hiç şüphesiz ileriki yıllarda yaşadığı zor hayatta, kendisine yardımcı olmuştur.
1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. 1965-1971 yılları arasında Erzurum'daki Atatürk Üniversitesi'nde asistanlık yaptı. Atatürk Üniversitesi'nde asistanlığı döneminde doktora tezi olarak hazırladığı "Alikan Aşireti Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme" alanında Türkiye'de yapılmış önemli sosyolojik bilimsel çalışmalardan biridir.
İsmail Beşikçiye sorduğum üç ayrı soruya şu cevapları aldım:
M.Y.1.İskilip in ekonomik ve kültürel olarak gelişmesi için neler yapılabilir? İs. Beşikçi- Turizm, ekonomik ve kültürel gelişmeyi sağlayabilir. Bunun için, eski İskilip evlerinin, konakların korunması, bazı tarihi yapıların korunması önemlidir. Bu güne kadar, turizm konusunda yanlış politikalar izlendiği, dikkatlerden uzak değildir. Kalenin eteğindeki kaya mezarlarına karşı yapılan muamele, turizm anlayışıyla hiç bağdaşmaz. Eski evlerin, konakların yıkılıp apartman yapılması da…
M.Y.2- Genç kuşağa tavsiyeleriniz nelerdir? İs. Beşikçi- Önemli olan; ailelerin kendi çocuklarının iyi eğitim almalarını sağlamalarıdır. İyi eğitim alan gençler, ne yapacaklarına, nasıl yapacaklarına kendileri karar verebilir.
M.Y.3- İskilip ten dışarıya olan göç, nasıl durdurulabilir? İs. Beşikçi- Göç ancak, sanayileşmekle durdurulur. Bölgede sınaî yatırımların artması istihdam sağlar. Ama böyle bir gelişme görülmüyor. Değil sınaî gelişme, tarımın gelişmesi için bile sağlıklı bir politika izlenmiyor. Hacıkarani’den hemen sonra, çayın kıyısında başlayan yol çalışması, çayın iki tarafındaki bağ-bahçe tarımını öldürmüştür. O alanlar, bugün atıldır. Yol, o alanlardaki bağ-bahçe tarımını öldürmeyecek şekilde planlanabilirdi. Rıhtım, bağ-bahçe tarımının gelişmesi yönünde planlanabilirdi.
İsmail abiye bana ayırdığı zaman için teşekkür ediyor, kendisine sağlık ve sıhhatli ömür diliyorum.
10 Haziran 2017 Cumartesi
İYİMSERLİK- KÖTÜMSERLİK
İYİMSERLİK- KÖTÜMSERLİK
Bazı ortamlarda ruhumuz kararır, oradan
negatif enerji ile ayrılırız.
Bazı ortamlara girdiğimizde oradan huzur ile
ayrılır, yaşama sevinci ile dolarız.
Başkanlığını Mehmet Bozdemir beyin yaptığı İNSANİ DEĞERLER DERNEĞİNİN Cumartesi
günleri düzenlenen toplantısından güzel duygular ile ayrıldım.
Buradaki toplantıda siyaset ve politika
konuşulmuyordu.
Buraya çağrılan değerli konuşmacılar ‘İNSANİ DEĞERLER’ ile ilgili konularda
birikimlerini dinleyenleri ile paylaşıyorlar.
Günün değerli konuşmacısı eski TBMM.
Başkanımız Ferruh Bozbeyli idi.
Sayın Ferruh Bozbeyli konuşmasında dedi ki:
“- Dünya
insanlar ile güzeldir. İnsanlar olmazsa dünya güzel olmaz.
Ülkemizde
güzel şeylerde oluyor. Anlatacaksak bu güzellikleri de anlatalım”
Konuşması sırasında bir hatırasını anlattı:
“ - Bir televizyon programına katılmak üzere
İstanbul’a gitmek için yola çıktım.
Hava alanına gitmek üzere taksiye bindim.
Hava alanına giden yol yeni yapılmış,
düzenlemesi bitmek üzereydi.
Dedim ki”- Yolları ne güzel yapmışlar.”
Taksici hemen cevap verdi”-Beyim şu elektrik
direklerinin sıklığına bak. Kim bilir hangi müteahhidi buradan köşe ettiler.”
Sordum “ - Sizin mesleğiniz mi bu elektrik
işi, elektrik direklerinin aralarının yakın olduğunu nereden biliyorsunuz? “
Dedi ki “- Beyim göz kararı kestirdim!”
Uçak ile İstanbul’a vardığımda orada beni
gideceğim televizyonun arabası bekliyordu.
Arabaya binerek televizyona gitmek üzere yola
çıktık.
Yollar çok güzel yapılmış, refüjlere çiçekler
dikilmişti.
Dedim ki”- Refüjleri ne güzel
çiçeklendirmişler.”
Arabayı kullanan şoför hemen cevap verdi “
-Beyim belediye bizim paramızı nerelere harcıyor görün işte! “
Öyle bir cemiyet haline gelmişiz ki, yapılan
güzelliklere karşı çıkıyor, altında kötü manalar arıyoruz.
Sonrada hiçbir şeyden mutlu olamıyoruz.
Yıllar evvel bir yazı okumuştum.
İngiliz kız Maden Mühendisliğinde birlikte
okudukları Afrikalı Zenci gence âşık olur.
Zenci gençle evlenmek istediğinde babası
derki:
“- Kızım bu genç okulunu bitirip Afrika’ya
gidecek. Orada burada gördüğünden apayrı bir yaşam tarzı ve insanlar var. Oraya
uyum sağlayamaz, zorlanırsın. Bu yüzden düşündüğün bu evliliği uygun
bulmuyorum”
Kız babasının karşı çıkışına aldırmaz ve
zenci genç ile evlenerek Afrika’ya eşinin memleketine giderler.
Gittikleri yer İngiliz kıza göre apayrı yaşam
tarzı olan bir yerdir.
Eşi sabah olup kahvaltıyı yaptıktan sonra
işine gidiyor, kız evde yalnız başına kalıyor.
Çevrede yaşayanların dillerini bilmiyor,
onlar ile anlaşamıyor akşama kadar evinde yapa yalnız duruyor.
Bir süre sonra İngiliz kızı için hayat
çekilmez hale geliyor.
İngiltere de bulunan babasına mektup yazıyor:
“- Baba ben burada hapishane hayatı
yaşıyorum. Eşimden başka kimse ile konuşamıyor, anlaşamıyorum.
Çoğu zamanda eve kapanıp kalıyorum.
Ne olur buraya gel de beni bu hapishaneden
kurtar. Birlikte İngiltere’ye dönelim.”
Babası kızının bu mektubunu alınca ona cevabi
mektup yazar:
“- Kızım hapishanede iki türlü insan yaşar.
Birincisi: Hapishanenin penceresinden yerin
çamurlarına bakar.
Çamurlara baktıkça da içi kararır, hayatı
tamamen kendisine yaşanmaz eder.
İkincisi: Aynı hapishanenin penceresinden
gökyüzüne bakar.
Orada ayı yıldızları görür,
harikuladeliklerin farkına varır.
Oraya bakmaktan, parlayan ay ve yıldızları
seyretmekten mutluluk duyar.
Kızım bulunduğun hapishanenin penceresinden
sende gökyüzünü seyret.
Çevrende bulunan insanlara yaklaşmaya, onlara
yardımcı olmaya çalış.
Göreceksin onlarla gözlerin ile anlaşacak,
onları seveceksin.”
İngiliz kız babasının bu mektubunu alınca
günlük yaşamında değişikliğe gidiyor.
Ufakta olsa hediyeler vererek, çevresinde
bulunan insanlar ile ilişki kurmaya çalışıyor.
Onlarla gözleriyle el kol hareketleriyle
anlaşmaya çalışıyor.
Zenci çocuklarına İngilizce öğretmeye,
onlarında dillerini öğrenmeye gayret ediyor.
Onlarla birçok şeyi paylaşıyor, paylaştıkça
mutlu oluyor.
Bizimde çevremizde güzellikler var.
Bu güzellikleri görüp, onları diğer insanlar
ile paylaşmaya çalışmalıyız.
Bunu yapabilirsek mutlu ve huzurlu oluruz.
Kötümser değil, iyimser olalım.
Çevremize iyi bakarsak güzel şeylerinde
olduğunu görürüz…
Mustafa Yolcu- Ankara
24.11.2009
29 Mayıs 2017 Pazartesi
EMEKLİ ALBAY FİKRİ KISAR
EMEKLİ ALBAY FİKRİ KISAR
30 YIL ÖNCE BUGÜN…( 28.05.1988)
Emekli Albay FİKRİ KISAR
KOMUTANIMIZIN, görevi sırasında yaşadığı hatıralarının bir kısmını sizlerle
paylaşıyorum. Allah kahraman Komutanlarımıza, Güvenlik güçlerimize güç kuvvet
versin. “BİZ EVİMİZDE OTURURKEN” adlı yazımın devamı niteliğinde olan bu yazı,
şehitlerimizi, gazilerimizi unutmamamızı sağlar inşallah. MUSTAFA YOLCU
Doğup büyüdüğüm güzel İskilip
ilçemde ailemden, okulumdan, çevremden milli ve manevi değerleri alarak
yetiştim. Mehmet KISAR gibi bir öğretmenin oğlu olmamdan, Azmi millî
İlkokulunda temel eğitimi almamdan, İskilip Ortaokulu’nda yetişmekten dolayı
kendimi çok şanslı addediyorum.
Askerliği sevmemde, İstiklal ve
Çanakkale gazisi dedem Fikri Efendi etkili oldu. Kardeşimle birlikte 3-4
yaşlarından itibaren, dedemin yaşadığı anıları dinleyerek büyüdük. Tuna nehrini
Kızılırmak’a çevirerek; ’
KIZILIRMAK AKMAM DİYOR,
KENARIMI YIKMAM DİYOR,
ŞANI BÜYÜK OSMAN PAŞA
PLEVNE’DEN ÇIKMAM DİYOR.’’
Nakaratını yüksek sesle, koro
halinde söylerdik. Temenne’ deki evimizde, mahalleli evin önünden geçerken
marşımızı zevkle dinler, ”Fikri Efendi torunları ile yine coşmuş” derlermiş.
Vasiyetinde de “bu göbellerden(erkek çocuk)birisi behemehâl Zabit olsun ”diye
babama söylediğini hatırlıyorum.
Kuleli Askeri Lisesini kazanmam ile
askerlik yaşantım başladı. Kara Harp Okulundan Piyade Subayı olarak mezun
oldum. Eğirdir’deki Komando İhtisas Kursu ile zor meşakkatli görevlerim
başladı. Teğmenliğimden itibaren kurs bitimi ile Bölük Komutanlığı görevi Hayrabolu
Tekirdağ, Dağ Komando Tugayı, Hakkâri/Şemdinli, Bolu Komando Tugayı,
Şırnak/Gabar dağı, KKTC Komando Taburu ve Eğirdir’de öğretmenlik görevlerim
oldukça zorlu geçti. Sevgili eşim ve kızım ile yakın çevrem hep bana destek
oldular.
En unutamadığım ve hayatımda onur
nişanesi olarak taşıdığım anı Şemdinli’de geçti. Gencecik Üsteğmen rütbemle
gecemi gündüzüme katarak, bölüğümle PKK şerefsizlerini adım adım takip
ediyorduk. Tütünlü Köyü’nde vatandaşla bütünleştik. Köy Korucularını,
Mehmetçikten ayırt etmeden operasyonlara çıkıyorduk.
Anımda bahsettiğim operasyonumuzun
olduğu bölgede, bir yıl önce bir Binbaşı, iki Üsteğmen, dokuz erbaş erimiz
şehit olmuştu. Şehitlerimizden birisi devre arkadaşım Üsteğmen Halil Durmaz ile
bir hafta önce birlikte olmuştuk. Birbirimizi, bu sıkıntılı günlerin geçeceği,
ülkemizin PKK illetinden bizlerin mücadelesi ile kurtulacağını konuşarak motive
etmiştik.
Zaman zaman bölüğümü toplar, PKK yı
milletimizin başına emperyalist güçlerin musallat ettiğini, Kürt
milliyetçiliğinin maske olduğunu, Kominist-beynelminel bir zihniyetin ürünü
olduğunu anlatırdım. Bir önceki yıl silah arkadaşlarımın şehit edildiği bölgeyi
işaret edip, kanlarının yerde kalmaması için yemin ettirirdim.
Komandolar ‘’TIRMANIRIM AŞARIM YÜCE
ENGİN DAĞLARA ‘’diye başlayan andımızı haykırarak motive edilirdi.
26 Mayıs 1988 günü, Tütünlü
Köyü’nden bir çoban haber getirdi. “Komutanım Navrazan tepede, 20 kadar silahlı
sırt çantalı PKK lı gördüm” dedi. Süratle Tabur Komutanım, sonradan Tunceli de
şehit olan Suat Binbaşıyı kriptolu telsizle bilgilendirdim. Bölüğümü 6 timle
hazır edip, bir plan içinde operasyonu başlattım.27 Mayıs 1988 gece yarısı ay
ışığı kaybolduğu esnada, bir timimin pususundan yaralılar vererek, Irak
sınırına doğru kaçtıklarını tespit ettik. Yeniden plan yaparak önlerini kesip,
sınır ötesine çıkmadan imhasını sağlamak için geçiş güzergâhlarına pusular
tertip ettim. Komandolar ve korucularımız, geçen seneki şehitlerimizin
intikamını almak için canla başla çalışıyor, verilen emirleri harfiyen yerine getiriyorlardı.
Yanımda 55 yaşında bölgeyi çok iyi
bilen, Kurmay Başkanı diye isim taktığımız Sait amca vardı. Kendisi yaşı
ilerlediği için, Korucu statüsüne alınamamıştı. Vatanseverliği dürüstlüğü üst
seviyede, inançlı bir vatandaşımızdı. Karşılıklı sevgi ve saygı ortamında çok
samimi bir dostluk kurulmuştu. Birlikte mevzide geceyi geçirdiğimiz sırada,
çevrede köpeklerin havlamasından PKK lı grubun yakınımızda olduğunu,
izlememizde takibimizin doğru olduğunu belirledik. Mevzide sabah namazımızı eda
edip, Tabur Komutanı’na rapor ettim. Rahmetle yâd ettiğim Tabur Komutanım Suat
Binbaşı, yıllarca Özel Kuvvetlerde görev yapmış tecrübeli bir subaydı. Yalçın
Assubayımın timi ile hareket ediyordum. Yalçın gözünü budaktan esirgemeyen,
kahraman bir Assubaydı.
Tabur Komutanıma telsizle, temasın
muhakkak olduğunu, hakkını helal etmesini söyledim. ‘’Allah yardımcınız olsun’’
diyerek operasyon emrini aldım. Sessizce yaklaşıp, etraflarını saracak şekilde
plan yapmıştık. İlk etapta bizim yerimizi fark etmediklerini, ciddi derecede
yorulduklarını, yaralılarını otların üzerine yatırıp tedavi ederek bıraktıkları
görüp anlamıştık.
Geçen yılki çatışmada Şehit olan
Ömer Binbaşı ve Halil Üsteğmen, birliğinin en önünde hareket ettiği için önce
onların şehit olduklarını ve fazla zayiat verdiklerini biliyordum. Ancak
heyecan ve davranışlarımın örnek olacağı inancından en öndeki timde üçüncü
sırada, yani öncünün hemen gerisinde olduğumu fark ettim. Sırtı çıkar çıkmaz
PKK nın tepeci tabir ettiğimiz gözcüsü, ateş etmeye başladı. Biz süratle ağaç
gerisine, sütreye mevzilenip yerimizi almaya çalışırken, diğer PKK lıların da
yoğun ateşine maruz kaldık. İstanbullu er Metin AREFE ilk ateşte boğazından
yaralanmıştı. Astğm. Nazmi ve Tğm. Emin timleri ile kaçış bölgesine tıkama yaparak
PKK lıları aramıza almamızı sağladılar. Takviyeye gelen Erdinç Yzb. dere
yatağına havanları kurdurmuş, benden ileri gözetleyicilik yapmamı isteyip,
verdiğim koordinatlara havan atışı yaparak, ateş desteği sağlıyordu.
Telsizden emirler verdiğim için Bölük
Komutanı olduğumu, öncelikli hedefin ben olduğumu, RPG-7 roket atılınca
anladım. Allahtan roket mevzilendiğim ağaca isabet etmedi ama parçası, diğer
taraftaki Korucu Mecit’e isabet etmişti. Mecit bana yardım et diye seslendi.
Sürünerek sol taraftaki Mehmetçiklere doğru gitmesini, orada gerekli ilk
yardımın yapılacağını söyledim.
Ağaca çıkan PKK lı Kanas keskin
nişancının, mevzilendiğim çatal ağacın arasından beni vurduğunu bacağım
ağırlaşınca fark ettim. Merminin kemiğe denk gelmediğini, diz kapağımın hemen
altından girip çıktığını gördüm. Boynumdaki fuları çıkarıp, kanı dindirecek
şekilde sıkıca bağladım. Üst bant telsizden rapor edip, çatışmanın seyri
hakkında bilgi verdim. Habercim Konyalı Osman, benim vurulduğumu görünce yanıma
yardım etmek için geldiği anda, başından vurulup kucağıma düştü. “komutanım’’
dedi. Kucağımdaki Osman’a “hadi oğlum kelime-i şehadet getirelim” dedim.
Birlikte tane tane kelime-i şehadet getirdik. Ağzına su verdim, son olarak
“anne’’ dediğini duydum ve ruhunu teslim etti. Kahraman yiğit habercim Osman,
şehadet şerbetini içmişti. İnşallah ahirette bizlere şefaatçi olur.
Bölüğüm kahramanca çarpışıyordu.
Akşama doğru 9 teröristin öldüğünü, birinin yaralı teslim olduğunun raporunu
tim komutanlarından aldım. Yıllarca bölgede ıstırap yaşatan, şehitler vermemize
sebep olan şerefsizlerin sonu gelmişti. Gece boyunca, kimsenin mevzileri terk
etmemesini emrettim. Şimdi Balıkesir Vali Yardımcısı olan Hasan Ali Asteğmenim,
beni sırtına alıp yaralı Metin ‘in yanına götürdü. Metin in ilk tedavisini
yapan sıhhiye çavuş Mithat’ a boğazının mikrop kapmaması için alkollü su ile
temizlenmesini ve gazlı bezle fazla sıkmadan sarılmasını emrettim.
Bir taraftan benim yaram, öbür taraftan onun yarası sebebiyle sabahın
nasıl olduğunu anlamadım. Metin konuşamıyordu fakat bana eli ile helikopteri
soruyordu. Sağ olsun kahraman pilotlarımız, o zaman silahlı helikopter
bulunmamasına rağmen, müthiş destek sağlıyorlardı. Daha sonra General olan
Hamza Üsteğmen, Alaca karanlıkta dar bir alana inerek, Korucu Sait Amca, Metin,
Ahmet Assubay ve beni alıp havalandı. Metin önce Diyarbakır Askeri Hasta
hanesine daha sonra GATA Ankara’ya götürülmüş. Ameliyatlar sonucu tekrar
konuşur hale geldi. Beni sonraki görev yerim Bolu Komando Tugayında ziyaret
etti, konuştuğunu duyunca çok mutlu olmuştum.
Sait Amca da sağ karın boşluğundan
hafif yaralanmıştı. Tıpkı Ahmet As subayım gibi onlar ve ben kısa süreli
tedaviyi müteakip görev yerimize dönüp, hizmetimize kaldığımız yerden devam
ettik.
Şemdinli Bölgesi bu operasyondan
sonra rahat etti. Uzun süre PKK ilk hedefleri olan, özgür vatan parçası
dedikleri bu bölgede barınamadı. Burada başarı gösteren erbaş ve erlerimiz
ödüllendirildi. Sait amca Valinin direktifi ile korucu statüsüne kavuştu. Bana
ve iki Assubayımıza Devlet Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası taltif edildi.
Bu yazdığım, TSK’nın bölgede
yaptığı küçük çaplı operasyonlardan sadece birisidir. Müteakip aşamada ve şimdi
nice kahramanlık destanları yazılmaktadır.
VATAN SAĞ OLSUN…
FİKRİ KISAR
25 Mayıs 2017 Perşembe
BİZ EVİMİZDE OTURURKEN
BİZ
EVİMİZDE OTURURKEN!
Biz
evimizde otururken, güvenlik güçlerimiz ve askerlerimiz dağda taşta neler
yaşıyor biliyor muyuz?
Onlar
dağda üç gün başlarını yastığa koymadan, 24 saat ayaklarındaki potini
çıkarmadan hainlerle savaş veriyor.
Güney Doğu
Anadolu bölgemizde görev yapmış gazi bir arkadaşımın anlattığı anekdotları
sizinle paylaşmaya çalışacağım.
Elazığ-
Bingöl yolunda çevirme yapıyoruz. İçi insan dolu bir minibüs geldi. Önde iki
erkek var. Arkada oturanların tamamı, çarşaflı bayan. Erkeklerin üzerini ve
minibüsü aradık. Aramızda bayan görevli olmadığı için çarşaflı kadınları
arayamıyoruz. Merkezi aradım ve bayanların üstünün aranması için bayan polis
veya görevli göndermelerini istedim. Merkezden minibüsü aramayı bırakıp,
göndermemiz istenildi. Bu emri alınca, istemeyerek minibüsü gönderdim.
Aradan üç
gün geçti. Telsizime Cemil Bayık’tan çağrı geldi. –“ Asker ben Bingöl yolunda
çevirmede minibüsümüzü durdurduğun, Cemil Bayık’ım. Beni uçurdun,
yakalayamadın.” Dedi. Telsiz konuşmalarını banda kaydediyordum. Bu ses kaydını
merkeze bildirdim ve kuşu uçurduğumuzu söyledim.
Bu
olaydan bir hafta sonra, terhis olan 33 askerimizi Bingöl- Elazığ yolunda şehit
ettiler. Bu devre, sözde PKK’lıların silahlarını bırakacağı, çarpışma
olmayacağı devre idi. Hep böyle yaptılar. Silah bırakıyoruz dediler,
saldırdılar. Kalleşçe baskın yaptılar.
Bizde 33
askerimizin kanını yerde bırakmadık. O bölgede onlara baskın düzenleyerek, 44
PKK’lıyı etkisiz hale getirdik. Gariptir bu olay basına hiç sızmadı, haber
olmadı. Haber olmalıydı, yanan yüreklere su serpilmeli idi.
Bir gün,
PKK’lıların içinde barındığını haber aldığımız eve baskın yapıp, etrafını
kuşattık. Evin kapısını kırıp önce ben içeri girecektim. Askerlerim beni
bırakmadı” Komutanım biz içeri gireriz.” dediler. Askerlerimle ben, ağabey
kardeş gibiydik.
Zor
şartlarda terör ile mücadele ettikten sonra terör alanı dışına çıkan, bu
fedakar insanlarımız ’da başka sendrom başlıyor. Bir tarafta defalarca mermiler havada
uçuşurken yaşamak. Diğer tarafta hiç bir şeyden haberi olmadan yaşamak. Denizin
kenarın ’da güneşlenmek. Haklı olarak bu
kahramanlar, namlunun ucundaki yaşam koşullarında verdikleri emeğin, akan
kanlarının karşılığı olarak kendilerine öncelik tanınmasını, toplumun
kendilerine saygı duymasını bekliyorlar. Duyarsız insanların, bunu anlamamaları
sıkıntısını yaşıyorlar.
PKK ile
olan mücadelede ayağından yaralanan emekli bir subayımız şunları anlatıyor.
Amerika’ya
gitmiştim. New York hava alanın ’da uçağa binmek için bekliyorum. Hoparlörden
gelen anonsu dinlemeye başladım. Anonsta diyor ki SAYIN YOLCULARIMIZ, VİETNAM GAZİSİ ………. HAVA
ALANI SALONUMUZA GİRMİŞTİR. KENDİSİNE İLGİ GÖSTERİLİP, ÖNCELİK TANINMASI RİCA
OLUNUR.
Kendi
ülkemizde biz, yaşadığımız sıkıntıların, akan kanımızın bedelini almak bir tarafa,
toplumda fark edilmiyoruz bile. Tabi biz vazifemizi yaptığımız için, ülkeye
olan borcumuzu bir nebze ’de olsa ödediğimiz için mutluyuz, gururluyuz. Kaç
silah arkadaşımız yanımızda şehit oldu, gazi oldu. Aileleri açısından ateş
düştüğü yeri yakıyor. Hangi şehit ailesini, gaziyi ziyaret edip dertlerini
paylaştık?
Amerika
kendi ülkesi için değil, sömürü için gittiği ülkedeki gazisine nasıl değer
veriyor? Bizde ise askere alınan sözleşmeli ere kendi arkadaşları ve çevresi
(KANINI PARA İLE SATACAKSIN !) diyorlar.
Onlar bu
meşakkate bizim, çocuklarımızın yatağında rahat uyuması için katlanıyorlar. Bir
metre karın, tipinin, yağmurun altında hainlerin arkasında gidip, onları takip
ederken güvenlik güçlerimizin ayakları donuyor. Ayakları yara oluyor, yaralanıp
şehit oluyorlar. Hanımı ile birlikte çocuğuna hediye almaya gittiğinde, şehrin
ortasında kurşunlanıyorlar. BİZ EVİMİZDE
RAHAT RAHAT AYAKLARIMIZI UZATIP OTURUYORUZ. Bu rahat uykumuzun bir bedeli
olduğunu aklımıza getirmiyoruz.
Sahipsiz
olan ülkenin batması haktır. Sen sahip olursan bu ülke batmayacaktır. Gelin
şehitlerimizin gazilerimizin ailelerine, kendilerine sahip çıkalım. Onlara
değer verelim. EVİMİZDE RAHAT OTURMANIN BEDELİNİ ÖDEYELİM.
Mustafa
Yolcu
24.05.2017
26 Nisan 2017 Çarşamba
İFRAT İLE TEFRİTİ KARIŞTIRMAK
İFRAT İLE TEFRİTİ KARIŞTIRMAK
"İFRAT NORMALDEN ÇOK FAZLA, TEFRİT NORMALDEN ÇOK AZ”
MANASINA GELEN KELİMEDİR. HAYATIN AKIŞI İÇİNDE HER İKİSİ DE KÖTÜDÜR. DOĞRU
OLAN, NORMAL OLANIDIR. TOPLUM OLARAK SIKINTIMIZ İSE İFRAT VE TEFRİTİN BİRBİRİNE
KARIŞMASIDIR.
Yaşadığımız zaman diliminde siyasi, iktisadi, askeri uygulamalara
baktığımız ’da bu yanlışın sıkıntılarını görür, eleştiririz. Buna bezer bir
tabirde “balığın az oksijenli suda yaşayıp, çok oksijen bulunan karada
yaşayamamasını” örnek gösteririz.
Allah bütün yarattıklarını uyum içinde yaratmıştır. İnsan olarak
biz bu uyumu değiştirmeye kalktığımız ’da, problemin tetikleyicisi oluruz.
Ankara’nın ilk imar planı yapıldığın’ da, şehrin en güzel yerleri
gazino yeri olarak ayrılmış, tüm Ankara’ya iki elin parmaklarından daha az cami
yeri konulmuştur. Büyüyen Ankara’da insanlar binaların bodrum katlarına mescitler
yaparak, buldukları boş arsalara cami yaparak ibadet yeri ihtiyacını
karşılıyorlardı.
Çankaya’da eski Anayasa Mahkemesinin karşısı, Ankara imar
planında cami yeri olarak ayrılmıştı. Zamanın Belediye Başkanı buraya cami
yaptırmak isteyince, bir gurup idare mahkemesine dava açtı ve cami planını
iptal ettirdi! O alana cami yapılmadı.
Ankara metrosu inşaatı tamamlanırken Melih Gökçek, Kızılay
metrosunun altına şimdiki camiyi yapmak için teşebbüse geçti. Bir gurup yine,
buraya cami yapılmasının iptalini sağlamak için teşebbüs ettiler ama
başaramadılar.
BU ANLATILANLAR’DA İNANCA KARŞI, TEFRİT ANLAYIŞI VARDIR.
Aynı Ankara’da şimdide ihtiyacının üzerinde cami yapılmakta,
camiler ancak Cuma günleri dolmakta, diğer vakit namazlarında bir sıra cemaat
bile birçok camide bulunmamaktadır. Bazı köylerin mezralarına bile cami
yapılmıştır. Ankara’nın merkezi yerlerine cami inşaatına başlanılmış, belki de
Kızılay’a cami yapılır. Cami cemaati azalmakta, cami sayısı çoğalmaktadır.
BÖYLE OLUNCADA CAMİ İFRATINI YAŞAMAKTAYIZ.
Laikliği istismar ettiler. Atatürk’ün cenaze namazını, laikliğe
aykırı diye camide kıldırmadılar. Kız kardeşinin itirazı üzerine Atatürk’ün
cenaze namazı, Dolmabahçe Sarayında bir odada kılındı. Cenaze namazı kılınırken
odaya basın mensupları alınmadı.
Kamusal alan tabiri ile milletin inancının kurallarını
yaşamasına engel oldular. Analar bile, başı örtülü diye kamusal alan denilen
yerlere sokulmadı.
12 Şubat’ta bu uygulamalar zirveye ulaştı. İmam Hatip Okulları
kapanmaya zorlandı. Mezunlarının üniversiteye girmesi zorlaştırıldı. Bu
baskılar ile İmam Hatip Okuluna devam eden öğrenci sayısı 500.000 den 70.000
rakamına indi. Öyle bir ortam oluştu ki, bu okul mezunları imam hatip mezunuyum
demeye çekinir hale geldiler. Memur olarak kamuda görev almaları engellendi.
Orta kısmı kapatılan İmam Hatiplere öğrenci gitmesin diye,
eğitim sistemi 8 yıllık temel eğitime dönüştürüldü. Bu uygulama ülkemizde
sanatkâr yetişmesine engel oldu. Bir çocuk sanatı, ortaokuldan sonra değil,
ilkokul devresinden sonra verimli olarak öğreniyor. Babalar çocuğunu,
ilkokuldan sonra dükkânında çalıştırmaya başlıyordu. Ortaokuldan sonra
çocuklar, babasının mesleğini seçmez oldu. Şimdi ise sanatkâr kalmadı. Sanatlar
yok oldu. Arastalar boş kaldı. Bunun en iyi örneğini, İskilip’in boşalan
arastalarında görebilirsiniz.
28 Şubat döneminde, sermayeyi bile yeşil ve kırmızı sermaye diye
ikiye ayırdılar. Yeşil sermaye diye listeler düzenlendi. Buralardan alış veriş
yaptırmamaya çalıştılar. Bu devrede
batan bankalar ile devlet milyarlarca lira zarara uğratıldı.
BUNLAR “ YAŞAM VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ AÇISINDAN TEFRİT
UYGULAMASIYDI”
Şimdi ise kamusal alan anlayışı, tamamen ortadan kalktı.
Dairelere top sakal ve sakal ile gidiliyor. Kravat takılmıyor. Memurlar
arasında Hiyerarşi ortadan kalkmış. Sevgi saygı yok. İşler ise zorlanarak
yürüyor.
FETÖ okullarına el konulunca, bu okulların çoğu İmam Hatip Okuluna
dönüştürüldü. İmam Hatip okullarında
okuyan öğrenci sayısı 2002 yılında 70.000 iken, 2017 yılında 1.500.000 öğrenci sayısına
ulaştı.
Yukarda saydığımız hususlar “ İFRAT UYGULAMASINA DÖNÜŞMÜŞTÜR.”
Evet, ülkemizde “ İFRAT İLE TEFRİTİ KARIŞTIRIYORUZ.” yaşadığımız
sıkıntılar bu yüzden herhâlde.
MUSTAFA YOLCU
24.04.2017