13 Ağustos 2017 Pazar

ANKARA KALK EKMEK GENEL MÜDÜRÜ ALİ İLKBAKAR İLE YAPILAN ROPORTAJ

ANKARA HALK EKMEK GENEL MÜDÜRÜ

ALİ İLKBAHAR İLE YAPILAN ROPORTAJ
 

Mustafa Yolcu- Ali Bey Bize kendinizi tanıtır mısınız?

Ali İlkbahar- Ben 1951 yılında Çankırı’nın şimdiki ismi Budak pınar olan köyünde doğdum.  Dedemin genç yaşta vefatı,  babamın ikinci evliliği, arazilerin parçalanması gibi sebeplerden dolayı şehre göç etme zorunluluğu ortaya çıkmış. Bu sebeple ailecek  Ankara'ya geldik.

Babam Ankara’da bir hemşerimizi bulmuş.  Hemşerimiz, Cebecide beş tane apartmana bakıyormuş. Bir apartmanın bakımını, babama vermiş. Bir gün apartmanın sahibi babama ne söylemişse, babamı ağlatmış. Apartmanın ikinci katında kalan birisi, babamın ağladığını görmüş. Babamın yanına inerek- “ Yarın sabah buraya araba gelecek. Sende benimle gel. Seni alıp bir yere götüreceğim.” Demiş. Babam nereye gideceğiz diye meraklanmış ama bir şeyde soramamış. Ertesi günü  babamı arabası ile Sümerbank’a götürmüş. Meğer adam, Sümerbank’ın Müdürü imiş. Babamın yanına  bir adam vermiş, mağaza ’da basma satılan kısma çıkmışlar. Babam da bu kısım da göreve başlamış.

Bende Yeni doğan İlkokulunda okula başladım. Orta ve liseyi, Yıldırım Beyazıt lisesin ’de okudum. Benim ailem dindar ve inanç değerlerine bağlı idi.  Babam çok değerli biriydi. Babamın kazandığı para bize yetmiyordu.  Bunun için bende çalışmak  zorundaydım.   Okul hayatı dönemlerinde,  cumartesi, pazar günleri, her gün de sabahları erkenden kalkar,  simitçi fırınına gider, sabahın karanlığın ’da fırından simit alıp satmaya çalışırdım. Sabahları  fırından çıkmak istemezdik. Fırın hem sıcaktı, güvenli olsun diye  cami cemaatin  dağılmasını ve dolmuşların  sefere çıkmasını beklerdik. Yaz tatillerinde çıraklık yaptım. Pazarlarda ve çeşitli yerlerde çalıştım. Bu şekilde  ortaokul bitti.  O zamanlar ortalık çok gergindi. Anarşik hadiseler oluyordu. Babamın kendisi gibi iyi arkadaşları vardı. Babamın arkadaşlarının çocukları, benim arkadaşlarım oldular.  Onların çocukları ile tanıştık, ortak değerleri olan bir arkadaş grubumuz oluştu. 

Ali bey senin bir gömlek diktirme hatıran vardı. Onu da tekrar anlatır mısın? O bana çok dokunmuştu.

A.İ.- O zamanlar  uzun yakalı gömlekler moda idi. Ama bizim de uzun yakalı bir gömleği alma imkânımız yoktu. Benim samimi olduğum üç arkadaşım vardı. Bunlardan Hayri doktor oldu. Kendimize gömlek diktirmek için kumaş alıp, Hayri’nin annesine gittik. O teyzemiz bizim kumaşlarımızla, bize gömlek dikip giydirmişti. Gömlekleri üçümüzde  zevkle giymiştik.  

Lisede 2 yıl kültür ve edebiyat kulübü başkanı oldum. Okulda gazete  çıkartmaya başladım. Çanakkale geçilmez diye bir piyesi,  iki kez sahneye koydum. Birincisinde binbaşı rolünü oynadım. İkincisinde oyunun yöneticisi oldum. Bu piyeslerle, Çanakkale geçilmez tabirini işliyorduk. Bu oyun, seyredenlerin çok hoşuna gitti.  Çanakkale geçilmez diye bir tabir milletin sloganı oldu.  

Oyunda, iki çocuğunu şehit veren bir annenin rolünü oynayan kız arkadaşımız, Mehmet Akif Ersoy'un bir şiirini  ağlayarak okuyordu: 

Eşele bir yerleri örten karı  

Ot değil onlar, dedenin saçları  

Dinle şehit sesleridir rüzgârı  

Haydi, git evladım uğurlar ola  

Haydi, git evladım açıktır yolun  

Zalimlere karşı bükülmez kolun  

Bayrağı çek ön safa geçmiş bulun  

Uğurun açık olsun uğurlar ola

Haydi, levent asker uğurlar ola

  
Bu  şiir çok dokunaklı idi. Şiiri okuyunca salonda kiler duygulandı. Alkışladılar slogan atıldı.  Bu şekilde insanları gönül dünyasını girmeyi başardık.  Lise hayatımız böyle, çok aktif bir şekilde geçti. Hem okul gazetesi çıkarıyoruz, hem bu tip oyunları sergiliyorduk. Bu arada yeni arkadaşlarla tanıştık

Bizdeki vatan sevgisi çok derinden olduğu için, inandığımız şeyler ve söylediğimiz insanlara tesir ediyordu. Bir Cuma günü, cuma namazına gidiyordum. Yolda birlikte yürüdüğümüz, inancı zayıf okuldan bir hocamız vardı. Hocam ben cumaya gideceğim dedim. Hoca bana, niye Cumaya gidiyorsun diye sordu. Ben de kendisine şunu söyledim. “ Hocam bakın camiler, yollar namaz kılacak insanlar ile dolu. Bu insanlar boşuna mı inanıp, boşuna mı buraya geliyorlar. Bu bir gerçek ve ben inancım gereği olarak namazımı kılmaya gidiyorum.” diye kendisine cevap verdim

Liseden sonraki hayatımızda, siyasi eğilimlerimiz başladı. Hukuk Fakültesine girmiştim. Aynı zaman da gazetecilik yaptım. TBMM gittiğimde çok değerli büyüğümüz Recai Kutan Bey, Vakıflarına ait yurt bulunduğunu, yurdu yönetemediklerini, yurdu yönetebilir misiniz diye bana sordu. Avukat bir arkadaşımla, Vâkıfın durumunu ve imkânlarını inceleyerek yurdu yönetmeye talip olduk.

 130- 150 Kişilik olan yurtta, çok güzel bir arkadaş grubu oluştu. Yurtta kalanlar kendi yemeğini yapıyor, servis ediyor, bulaşıklarını kendileri yıkıyordu. Yurt ta ev ortamı oluşmuştu. Sevgi, samimiyet, sıcaklık vardı. Ayrıca imkânı olmayan arkadaşımızdan hiçbir ücret alınmıyor, kendi imkânlarımızla harçlık katkısı yapıyorduk.

!980 Yılında sıkıyönetimce yurt kapatıldı. Askerliği tecil ettiremediğimden, Askere gittim.

Askerde de güzel şeyler oldu. Artvin'de askerlik yaptım.  Askerlik yaparken, komutanımız beni yanına aldı. Birliğimizin Komutanı, aynı zamanda Artvin’in sıkıyönetim komutanı idi.

 

M.Y._ Askerlikle ilgili hatıranız var mı?

A.İ.-  Size askerlikle ilgili iki tane hatıra mı anlatacağım.

Bir gün komutanlığa, Artvin’in Merkez Caminin müezzini geldi. Artvin de her kesimin sevip saydığı vaaz hocası hakkında, bir takım konular da şikâyetler de bulundu. Müezzinin vaaz hocasını şikâyet etmesinden etkilenmiştim. Şikâyete konu alan yazıyı komutana takdim ettim. Komutan “müezzinin iddia ettiği konularla ilgili araştırma yap, ona göre gereğini yerine getirelim.” dedi.  Şikâyetleri ilgili yerlere yazarak, bilgi istedik. Ben yazıları elden götürdüm.  Yazıları götürdüğümüz ilgililer, vaizin kusuru olmadığını, dürüst birisi olduğunu bildirdiler. Askerden terhis olurken, vaaz hocası hakkında yazılan raporu vaaz hocasına götürüp, kendisine verdim. Ve  “Siz ne kadar değerli birisi imişsiniz ki, size yapılmak istenen tuzak geri tepti.  Size bir şey yapamadılar.” Dedim.

 Bir hatıramız ise bayram geliyor,  bayram’ da alayda bayram namazı kılacak yerimiz yoktu. Bütün izinler ’de kaldırılmıştı. Çarşıya çıkamıyorduk. Komutanın makamına çıkarak-“ Komutanım, askerler bayram namazı kılacak yerimiz yok. Komutanımız bizim babamız, bizim bu bayram namazı konumuzu çözer diyorlar.” Dedim. Komutan bana döndü, ne yapacağız dedi.-“ Komutanım alayın merkezinde, atıl durumda ahır binası var. Müsaade ederseniz bu ahırı, mescide döndürelim.” dedim. Bayrama 25 gün vardı. Komutan, bölük komutanlarını çağırarak, bölüklerdeki tüm inşaattan anlayanları mescit yapımı için görevlendirmeleri emirini verdi.  Bu mescit yapılırken insanların inancı için neler yapabileceklerini,   bu işi bitirmek için koca koca kalasları yukarılara nasıl kaldırdıklarını, gece gündüz çalışarak büyük bir fedakârlık gösterdiklerini gördüm.   Bayrama 4 gün kala mescit tamamen bitirildi.  Dışarıdan halılar, mikrofon tesisatı getirildi.

Mescidimizde namazı kılmaya, komutanımız da geldi. Bayram namazı kılındıktan sonra, hoca komutanımıza konuşması için mikrofon uzattı.  Komutan hepimizin bayramını kutladı. Mescitten çıkan herkesin dışarda sıra olmasını, bayramlaşmaya devam edileceğini bildirdi. Herkes sıraya dizildi. Komutandan sonra içi fındık, fıstık, üzüm dolu çuvallar dizildi. Bayramlaşmadan sonra, herkes sıra ile bir elini çuvala sokuyor, alabildiği kadar kuru yemişi alarak cebine koyuyordu. Bu şekilde bayramlaşma yaptık. Bir asker komutanın yanına gelince-“ Komutanım benim babam yok. Ben baba yüzü hiç görmedim.  Eğer müsaade ederseniz, ben size babam gibi sarılmak, kucaklamak istiyorum.” dedi. Bunu söyleyince komutan kendisini tutamadı ve ağlayarak askeri kucakladı. Bu hatırayı hiç unutamıyorum.

 

M.Y- Belki de bu mescit hala kullanılıyor.

A.İ.-  Evet hala bu mescit in kullanıldığını gördüm.

Aradan 20- 25 yıl geçmişti. Halk Ekmekte görev yaparken, gazete ’de bir haber gözüme ilişti. Haberde - “ Cesur yürek komutan emekli edildi.” Diyordu. Baktım bu bizim komutandı. Artvin’deki komutanımız Genelkurmay'da Paşa olmuş ve 18 Şubat sırasında, bir subayın askerlere oruç tutturmama girişimine itiraz ettiği için emekli edilmişti. Emekli olduktan sonra, bana ziyarete geldi. Gazeteler ’de senin Halk Ekmek Genel Müdürü olduğunu okuyunca, ziyaretine geldim dedi. Çok memnun olmuştum. 

Ben Yurt Müdürlüğü yaparken, eşim ile nişanlanmıştım. Nişanlanma konumuzda şöyle oldu.  İhsan Ramiz diye bir hocamız vardı. Bize Kuranı Kerim okumasını öğretiyordu. Aynı şekilde Kuranı Kerim okumaya nişanlım da geliyordu. İhsan hocanın tavsiyesi ile eşimle evlenme konusu gündeme geldi. Eşimi istemeye gittik ve bu şekilde nişanlandık. Eşim le nişanlandık ama 1980 de yurt ’ta kapandığı için işsiz kalmıştım. Evlenmemiz söz konusu idi. Bu dönemde ben, aynı zamanda gazetecilik yapıyordum. O dönemde Çalışma Bakanı Cavit erdem oldu. Makamına gittim. Bana, ne iş yapıyorsun dedi. Bende bir işim yok dedim. Ben seni işe alayım dedi.  O zamanlar belediyelerden imtihan kazandı belgesi alınarak, memur olarak işe giriliyordu. Bu sırada da Bakanın yanında, Kütahya'nın Belediye Başkanı vardı. Kütahya Belediye Başkanı, bana imtihan kazandı belgesi düzenledi ve o belge ile ben Çalışma Bakanlığı'na girdim. Benim Bakanlığa işe girdiğimden, nişanlımın ve ailesinin haberi yoktu.  Onlara giderek, işe girdiğimi müjdeledim. Bu habere çok sevindiler.  Çalışma Bakanlığı'nda işe başlayacağım ama bu arada düğün günümü belirlemiş,  davetiyeleri dağıtmıştık. Bakanlığın bölge çalışma müdürlüğüne giderek dedim ki- “ Ben iki gün sonra düğün yapacağım. Düğünden 3 gün sonra işe başlayacağım. Bana beş günlük izin verebilir misiniz?”  dedim. Müdür istemeyerek beni izinli saydı. Allah evlenenlere çok yardım ediyor. Ben bunu yaşadım.

Askerden sonra Halil şıvgın beni Çankaya’da bir ofise çağırdı. Buraya Turgut Özal, Mehmet Altınsoy geldi. Büroya gittiğimde Turgut Özal vardı. Tanıştık. Sonra Halil Şıvgın bana- “ Çankırı’ya git, parti teşkilatını kur, milletvekili listesini hazırla. ” Dedi. Benim parti teşkilatını kuracak maddi gücüm yoktu. Bunu nasip değilmiş yapamadım.

Demet evlerde büyük bir süpermarket vardı. Sahibini tanıyordum. Bana- “ Marketin manav kısmını sen çalıştır.” Dedi. Orada işe başlayarak, gece gündüz çalıştım. Çürüyen sebzeleri elimle ayıkladım. Kendi işim olduğu içinde severek çalışıyordum.  Üç ay sonra hesap yaptık, para kazanmamış görünüyordum. Bunun üzerine oradan ayrıldım.

Bu arada Melih Gökçek de siyasi faaliyet içine girmişti. Yeni kurulan Büyük Türkiye Partisin de faaliyet sürdürüyordu. Bana birlikte çalışmayı, kendi işini birlikte sürdürmeyi teklif etti. Allah razı olsun, ben çok iyiliğini gördüm. Daha sonra Kenan Evren, Büyük Türkiye Partisini veto etti ve o teşebbüs sona erdi.

Daha sonra Turgut Özal ANAP kurdu. Birçok arkadaşımız burada görev aldı.  Seçimler oldu. Arkadaşlarımızdan ANAP’ tan bakan olanlar oldu.

Cemil Çiçek –“ arkadaşlarınızdan birini kararlaştırın, Keçiören’den Belediye Başkanı adayı olsun.” Dedi. Melih bey, Keçiören Belediye Başkanı adayı oldu. Melih beyden başka, birçok kişi aday olmuştu. Dişçi Hüseyin diye bir arkadaş vardı. Aday adaylarının hepsinin katılımı ile onun evinde toplantı yaptık. Adayların hepsi ’de konuşma yaptı. En çok kimin adaylığı isteniyor diye oylama yapıldı. Yapılan oylama ’da Melih bey en çok oy aldı. Yine’ de Melih beyin adaylığına karşı çıkanlar oldu. Turgut Özal, Keçiören Belediyesi Başkan adayımız Melih Gökçektir dedi. Belediye Başkanı seçiminde çok çalıştık. Melih bey seçimi kazanarak Keçiören Belediye Başkanı oldu.

Böylece benimde siyasi hayatım başlamış oldu. Keçiören Belediyesinde Özel Kalem Müdürlüğü, Başkan yardımcılığı yaptım 

M.Y.- Keçiören Belediyesinde iken bir hatıranızı anlatır mısınız?

A.İ.-  Ankara Büyükşehir Belediyesi İmar Yönetmeliğinin hazırlanmasını, Melih Bey koordine ediyordu. Bir komisyon marifeti ile yürütülen çalışmada, yeni cami yapılmasına min. 3000 m2 alan şartı konuluyordu. Belediyemizde imarda çalışan yetkili bir arkadaşım, bu konuda beni uyardı. Ben de konuyu Melih beye ilettim. Melih beyin talimatıyla bu madde- “ Yeni imar planı yapılan alanlarda, camiler için min. 3000m2 alan ayrılır hükmü getirildi. İmar Yönetmeliğinde camiler ile ilgili önceden hazırladıkları madde hükmü değişmeseydi, eski yerleşim alanlarında bulunan birçok caminin alanı 3000m2 den küçük olduğu için yapılamayacaktı.

Büyükşehirde meclis üyesi iken, Ankara’nın ana yolları girişine anıtların yapılması, İstanbul Caddesinin adının Fatih Sultan Mehmet Bulvarı, Konya yoluna Mevlana Bulvarı, Çankırı yoluna Yıldırım Beyazıt Bulvarı gibi teklifleri getirmiştim. Bu teklifler kabul edildi ve İstanbul Caddesi Fatih Sultan Mehmet Bulvarı adını aldı, yollara anıtlar yapıldı.

 1989 Yılında yapılan seçimler ’de Melih bey seçimi kazanamadı. Çocuk Esirgeme Kurumuna Genel Müdür olarak atandı. Bende bu kurumun Kavacık Suyu işletmesinin başına geçtim. Melih beyin bu kurumda da çok güzel çalışmaları oldu.

Anavatan partisinde Melih beyle bir süre görev yaptık. Daha sonra, Melih Beyle birlikte Refah Partisine geçiyorduk. Büyük bir tören yapılıyordu. Rahmetli Özal'ın danışmanı olan öğretmen kökenli olan kişi ’de törende refah partisine geçiyordu. Bu arkadaş tören sırasındaki konuşmasında “ Herkesin bir öğretmeni vardır. Benim de bugünkü fikirlerimin öğretmeni öğrencim Ali İlkbahar olmuştur.” Dedi. Bu konuşmadan çok onurlandım. 

M.Y.- Halk Ekmeğin başına gelme fikri nerden doğdu?

A.İ.-  Melih Bey Büyükşehir Belediye Başkanı seçilince, bana belediyenin hangi biriminde çalışmak istediğimi sordu. Bende-“ başkanım siz nerde derseniz, ben orda çalışırım.” Dedim. Bana ekmeğin başına geç dedi.

Halk Ekmeği devralmak için fabrikaya gittim. Önce bizi içeri almamak için direttiler. İçeri girdik. Eski Genel Müdüre tebligatı yapıp, onları gönderip göreve başladık. Sahaya indiğimizde yolların kazılmış, ekmek üretim makinaları eskimiş arızalanmış,  arızalı ekmek arabalarının yollara bırakılmış olduğunu gördük.  O zamanlar günde, 140.000 ekmek üretiliyormuş. Ekmeğe 20 ayrı katkı maddesi katılıyor, ekmeğin lezzeti yok yenmiyordu. Hayatta en zor şeylerden birisi, sevmediğin bir şeyi yemektir. Ben bile üretilen ekmeği yiyemiyordum. Fabrikanın piyasaya borçları birikmiş, un fabrikaları borç ödenmeden un vermeyiz diyorlardı. Hemen Konya’ya giderek, tanıdığım un fabrikasından un bağlantısı yaptım. Başkan’a giderek durumu arz ettim.

Başkanın talimatı ile şirkette sermaye artırımı yaptık. Borçları ödedik. Yeniden işe başladık. Bu arada gazete ’de bir haber okudum. Hacettepe Üniversitesinden Profesör Hamit Köksel Avrupa’da ekmekçilik ödülü almış. Hemen Hamit beyi buldum. Ona –“ Hocam biz Halk Ekmekte ekmek üretiyoruz ama ekmeğin tadı tuzu yok. Bize yardım edin, kaliteli ekmek üretelim. İsterseniz bizim kadroya geçin, ister danışmanımız olun.” Dedim.

Hamit hoca- “ Ben sizden para pul istemiyorum. Size yardım ederim bir şartla. Öğrencilerim sizin fabrikada staj yapacak.” Dedi. Bende teklifi hemen kabul ettim. Bana ekmeğe ne kattığımızı sordu. Bende- “ 20 Adet katkı maddesi katıyoruz.” Dedim.

Hamit hoca katkı maddelerini kaldırmamızı, unun ’da kendi istediği evsafta üretilmesini istedi. Bunları hemen yerine getirdik. Ekmeği bu şekilde üretmeye başladık. Ekmek pişerken etrafa o kadar güzel koku yayılıyordu ki, fabrikanın dışından bile koku alınıyor, millet siz ne pişiriyorsunuz diye soruyordu. Ekmeğimiz çok sevildi. Ürettiğimiz ekmeği yetiştiremez olduk. Fiyatımız da ucuzdu. Ekmek Büfesi sayısını 150 den 400 adede, sonrada 600 adede çıkardık. Halk, ekmek almak için kuyruğa girmeye başladı. Büfelerin önün de kuyruk oluyor, kadınlar kuyrukta beklerken elişi örüp, sohbet yapıyorlardı. Ekmeğe talep artınca, bizde ürettiğimiz ekmeği bir milyon adede çıkardık.

Halk Ekmekte Çarşamba günü, halk günü olarak düzenleme yapılıyor, halkın bize yaptığı taleplerini dinliyorduk. Bir Çarşamba günü, genç bir bayan ile erkek iki kişi geldi. Konuşma sırası kendilerine gelince- “ Bizim nikâhımız olacak, sizi nikâh şahidi yapmak istiyoruz.” Dediler. Bende-“ Niye ailenizden birini seçmedinizde, benim nikâh şahidi olmamı istiyorsunuz.” Dedim. Dediler ki-“ Biz ekmek kuyruğunda tanıştık. Sizin ekmeğiniz, bizim karşılaşmamıza neden oldu. Bu sebeple sizin nikâh şahidimiz olmanızı istiyoruz.” Dediler. Nikâhlarına katılarak şahitliklerini yaptım.

Bizim ekmeğimizin rengi, buğdayın rengine yakındı. Fırıncılar, Halk Ekmek beyaz ekmek çıkaramıyor diye propaganda yapmışlar. Dedikleri beyaz ekmek, buğdayın en yararlı kısmının atılarak, ortasında bulunan nişastalı, şeker yoğunluklu kısmı ile yapılıyor.

Bundan 40- 50 yıl önce Anadolu’da bulunan su değirmenlerinde, buğdayın tamamından un yapılıyordu. Buğdayın en yararlı yeri kepek kısmı ve onun altında bulunan demir, çinko, folik asit, B1, B12 vitaminleriyle bazı minerallerin bulunduğu kısımdır. Beyaz ekmek üretilirken, her 100 kilogram buğdaydan elde edilen 35 kilogramlık kepek yem sanayinde kullanılmaktadır.

Yüz kilogram buğdaydan sadece 65 kilogram “beyaz” ekmek unu elde edilirken, tam buğday ekmeğinde ise 100 kilogram buğdayın 98 kilogramı un oluyor. Burada buğdaydan yüzde 33'lük kazanım oluyor. Yılda 16 milyon ton ekmeklik buğday tüketiliyor. Tam buğday ekmeği yersek, yılda 5 milyon ton buğday tasarrufu sağlarız. Fırınlarda tam buğday ekmeği üretimini sağlamak için 10 yıl süren mücadele verdik. 

M.Y.- Bu mücadeleyi nasıl kazandınız?

A.İ.- En son Sayın Gıda Bakanımız Mehmet Mehdi Eker bey, bizimle görüşmek için 20 dakika randevu verdi.  Biz Sayın Bakanla tam buğday ekmeği hakkında üç saat görüştük. Bakan bey, bizi büyük bir dikkatle dinledi. Bakan bey sağlık bakanı İle ’de görüştü. Tam buğday ekmeğinin tanıtımı için toplantı yapılmasına karar verildi. Rixos otelde üniversitelerin, bazı kuruluşların ve basının katılımı ile TAM BUĞDAY EKMEĞİNİ tanıtmaya çalıştık.  Vatandaşlar uyandı. Kendileri tam buğday ekmeğini aramaya başladılar. Un fabrikaları, buğdayın öğütüldüğü merdaneleri soğutarak, buğdayın en sağlıklı kısmının yanmadan, un elde edilmesini sağladılar. Bu durum ülkemiz ve insanlarımızın sağlığı açısından önem arz ediyor. Hayvan yemi olarak kullanılan kepek kısmı, un olarak kullanılmaya başlandı.

Bazı fırınlar işe hile katarak, unun içine karamele kattılar. Böylece simsiyah ekmek üreterek, ekmeğin kalitesinin bozulmasına neden oldular. Bu ekmeğin adına da tam buğday ekmeği dediler. Ben bunları uyararak, ürettiğiniz ekmeğe karamelli ekmek deyin dedim. 

M.Y.- Ali Bey şu anda tükettiğimiz buğdayın GDO’sunda bir sorun var mı?

A.İ.-  Yurdumuz buğdayında hiçbir sorun yok. Sadece buğdayın daha iyi hale gelmesi için çalışmalar yapılmıştır. Asılsız söylentiler ile vatandaşın kafasını bulandırmaya çalışıyorlar. Tek sorun, tarlalara ekilen sünni gübrelerden oluşmuştur. Bu gübreler toprağın taşlaşmasına yol açmış, buğday üretimine zarar vermiştir. Biz ekmek yiyen bir milletiz. Ekmek bizim elimizden düşmez. Bulgur pilavını bile ekmekle yeriz. 

M.Y.- Ali Bey siz, ekmek üretimi ve fiyatı ile Türkiye’nin nabzını tuttunuz. Bu hususta ne dersiniz.

A.İ. – Önceleri ekmek fiyatlarını, diğer fırınlar ile birlikte belirlemeye çalıştık. Fiyat belirlemede onlar, halkın aleyhine yüksek fiyatlar ileri sürdüler. Biz onlardan ayrışarak, kendi ekmeğimizin fiyatını kendimiz belirledik. Ekmek maliyetimizi tespit ediyor, üzerine kazanç koyarak ekmeği halka arz ediyoruz. Bizim fiyatımız fırınların fiyatının altında kalınca, onlarda fiyatlarını bizim fiyatlara çektiler. Bu durum tüm Türkiye için örnek haline geldi.

Diğer bir faaliyetimiz de, satılamayan ekmekleri toplayarak, onlardan cips dediğimiz ürün üretmeye başladık. Bu ürünümüz ’de piyasa da çok tutuldu. Satılamayan binlerce ekmeği tasarruf ederek, ekonomimize yeniden kazandırmayı başardık.

M.Y.- Genç nesille buradan ne iletmek istersiniz?

A.İ.- Biz dünya da en büyük imparatorlukları kurmuş, dedelerin torunlarıyız. Ülkemiz ’de bir ara batı diye tutturuldu. Tamam, batının da dünyanın da bize yararlı neyi varsa alalım.  Ama biz ayrı bir milletiz.  İlim ve tekniği alalım ama bunu biz kendi teknemizde yoğurarak, insanımızın hizmetine sunalım. Onların yaşam tarzları bizi etkilemesin. Biz kendi değerlerimize, varlıklarımıza sahip olalım. İşte o zaman bizi kimse yerimizden oynatamaz. 15 Temmuz bizim için milattır. Tankların karşısına nasıl inançla dikilmişsek, birlik ve beraberliğimize yönelen tehlikelerin karşısında da öylece duralım. 

M.Y.- Ali Bey,   bize verdiğiniz bilgiler için size teşekkür ederim.

10.08.2017 Mustafa Yolcu

 

7 Ağustos 2017 Pazartesi




KÖROĞLU KISSASI

Berbere tıraş olmaya gitmiştim. Dükkânda dört adet berber koltuğu vardı. Dördü de faal çalışıyordu.
Benim sıra beklediğim dükkânın sahibi berber, makası ile iki kere tıraş ediyor, sonra da tıraş ettiği insanla sohbet ediyordu. Ben ise sıranın bir an önce bana gelmesini ve tıraş olup gitmeyi istiyordum.

Diğer koltuklar da en az iki kişi tıraş olup gitmişti. Benim sıram bir türlü gelmiyordu.

Nihayet sıra bana geldiğin de berbere-“ Bu dükkânda en iyi tıraşı sen yapıyorsun. En yavaşta sen çalışıyorsun.” Dedim.
Berber –“ Abi bu tıraş ettiğim kişi, benim altı yıldır tanıdığım aile dostum. Karşılaştığımızda bana bazı özlü kıssalar anlatır ama sonucunu açıklamaz. Bazen konuştuğumuzun ertesi günü beni telefonla arar ve kıssa da ne demek istediğimi anladın mı.” diye sorar dedi. İstersen bu gün ne anlattığını sana anlatayım dedi. Anlatmaya başladı;

Köroğlu yalnız başına dağda dolaşırken karnı açıkmış. Önüne koyunlarını otlatan çoban çıkmış.
Çobana-“ Ben Köroğlu’yum. Karnım açıktı. Benim karnımı doyur.” Demiş.
Çobanda sertelerek- “ Defol git be adam. Köroğlu dağda çobana gelerek, benim karnımı doyur mu der.” Demiş.

Köroğlu fazla üstelememiş oradan ayrılmış. Aradan bir müddet süre geçince, çobanın yanına iki kişi gelmiş.

Çobana- “ Köroğlu süründen iki koyun istiyor .” demişler.
Çoban-“ Ağamın emri olur.”  Demiş ve seçtiği iki koyunu gelenlere teslim etmiş. Koyunları alıp gitmişler.
Bu kıssadan ne anlamamız gerekiyor diye berbere sorduğumda;
Arkadaşının şu cevabı verdiğini söyledi.
Büyük insanlar, her işi kendi yapmaya çalışmamalı. Bazen yanında bulunanlar işi, büyük insandan daha iyi halleder dedi. Bunun adına bazen yüz eskimesi diyoruz. Bazen yüz göz oldu diyoruz. Gerçek olan her şeyi bir kararında bırakmaktır.

Bu kıssayı dinleyince benimde aklıma başka bir olay geldi.
Yalova kaymakamlık iken Yalova’nın kaymakamı arabalı vapura binerek, İstanbul’a Eminönü’ne gider. Vapurdan inerek, ayakkabı boyacısına ayakkabısını boyatmak ister. Ayağını boya sandığının üzerine koyarak, ben Yalova’nın Kaymakamıyım der.
Boyacıda- “ Bırak bunları beyim. Elimi sallasam elim, kırk Yalova Kaymakamına değiyor. Akşama kadar kırk kişi, ben Yalova Kaymakamıyım diyor.” Demiş.






İnsanlar işini gördürmek için, devlet dairelerine ve bir takım yerlere giderler. Karşısındaki insana ilk söyledikleri şey “ Ben avukatım, hâkimim, subayım, mühendisim, doktorum.”  Demek olur. Böyle diyerek işlerini yaptırmak isterler.  Bura da yapılmak istenen, karşısındaki insanı tesir altına alarak işini daha çabuk yaptırmaktır.
Çoğunlukla da bu davranış, karşıda ki insan üzerinde olumsuz etki yapar. İşi yapacaklarsa da yapmayıp, tepki gösterirler.
Böyle yapmayıp ta sabırlı olup, işlerini sade bir insan gibi gördürmeye çalışsalar, işleri daha rahat görülür.

Az gittik, uz gittik. Dere tepe düz gittik. Sözümüzü bura da bitirdik.

MUSTAFA YOLCU  






















27 Haziran 2017 Salı

İSMAİL BEŞİKÇİ

 7 Ocak 1939 Yılında İskilip’te Hacıpiri mahallesinde doğdu. Babası Hüsnü Beşikci, annesi Zahide Beşikcidir. Dört kardeştiler. En büyükleri Vasfi, onun küçüğü Muhittin, onun küçüğü Satı, en küçükleri İsmail Beşikçidir. Baba Hüsnü Beşikçi Rüştiye mezunu olup, Osmanlı İmparatorluğu döneminde İskilip Kuzuluk köyünde, dokuz yıl öğretmenlik yapmıştır. Harf inkılâbı yapıldığında, öğretmenlik yapacak kadar yeni yazıyı bilmediğinden; öğretmenliği bırakmıştır. Yeni yazıyı sonradan öğrenerek, evine dört ciltlik tarih ansiklopedisi ile İsmail beşikçinin sonradan okuyacağı bazı kitapları almıştır. Hüsnü emmi daha sonra, pirinç pazarındaki dükkânın da bakkallık yapmıştır. Hanımından ve kendi ailesinden gelme, İskilip’in Kazannı mevkiinde çok miktarda tarlası olmasına rağmen, tarlalar verimli ekilip biçilmediğinden elden çıkmıştır.

 İsmail Beşikçi 1946 yılında Azmi milli İlkokuluna başlamıştır. 1. Sınıftan itibaren Nadir öğretmen de okumuştur. 3. Sınıfta Misaki milli İlkokuluna gitmiş, buradaki öğretmeni İbrahim Kestektir. İlkokul arkadaşları: Ahmet Gazez, Ahmet Namlı, Mürsel Gazez, Şekerci Mehmet, Mehmet İnce, Ahmet Kaymak, Mehmet Hotman vb.

 Aynı evde kaldıkları aileden Hatun ablası, ona bin bir gece masallarını okur. Okunan masalları mahalle arkadaşlarına anlatır. Kendi okuma yazma öğrenince zevkle okumaya başladığı, babasının aldığı tarih ansiklopedisidir. Yaz tatillerinde kuran kursuna gider. 

 Hacıpiri Mahallesinden çocukluk arkadaşları: Kemal Beşikçi, Mehmet Beşikçi, Hüseyin Hotman, Ahmet Şiranlı, Yaşar Yolcu, Hüseyin Gülerdir. Çocukluk hatıraları: 1950 Yılı idi. Annemgil hamama gideceklerdi. Bana” Okuldan gelince Haceri ( kardeşinin kızı) al hamama getir.” dediler. Bende okul çıkışında, Haceri evden alıp hamama götürürken, akrabamız olan Meyşur teyzenin mandası bize saldırdı. Kucağımdaki Hacerle birlikte beni boynuzlayıp attı. Ben bir tarafa, Hacer bir tarafa düştük. Bu arada hemen Meyşur teyze gelerek, mandayı alıp eve soktu. Beni ve Haceri kaldırdı. Bize su içirdi. İkimize de bir şey olmamıştı. Tekrar Haceri kucağıma alarak hamama götürdüm.”

 Mahallemize gelen kömür ve samanını hep birlikte evlerine taşırdık. Komşumuz Mürsel Aygün emmi hamam işletirdi. Evlerine gelen samanı, mahalle çocukları olan bizler taşıyınca, hepimizi hamama götürür, yıkanır çıkardık.

 Diğer bir zevkimizde; çiten veya kağnı ile mahallemize gelen saman boşalınca bunlara binip, Hindoğlu yokuşuna kadar gitmekti. Burada kağnı veya çitenden iner, yürüyerek tekrar eve gelirdik.

 Ortaokulu 1951 yılında İskilip Ortaokulu’nda başlayarak, 1954 yılında tamamlıyor. Ortaokul müdürü Sadık Koçhisarlıdır. Ortaokul arkadaşları; Hüseyin Güler, Mahir Keçeci, Ahmet Namlı, Duraloğun Hacı, Ahmet Kaymak, Mehmet Bardakçı, Burhan Tanay, müdürün oğlu Aytektir Liseye 1954 yılında Çorumdaki Çorum Lisesi’nde (şimdiki adı Atatürk Lisesi) başlayarak, 1958 yılında bitirdi. Çorum’da okurken arkadaşlarıyla birlikte İskilip hanın da kalmışlar. “Sabah erkenden İskilip’ten kalkan otobüs ile Çoruma giderken, Kızıl ırmağın üzerindeki Salur köprüsünün kırık kalaslarının üzerinden dua ederek geçerdik. 60 Km uzunluğundaki yoldan, otobüs ile 2,5 saatte Çoruma gelirdik. Yazıhane Veli paşa hanındaydı. İskilip’ten gelenler ile Çorum saat kulesinin önünde buluşurduk. Ellerinde torbalar ile gelirler, gelen erzakı hana götürürdük. İkindiye doğru kalkan otobüs ile de gelenleri İskilip e yolcu ederdik.

 Bu zor şartlarda babası Hüsnü emmi, oğlunun üniversite de okumasını istemiyor. Daha doğrusu, maddi olarak destekleyemeyeceğini belirtiyor. Ancak okumak isteyen Beşikçi, 1958 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne (SBF) ilk kırkın içinde, başarılı bir dereceyle girme hakkı elde ediyor. Bu sayede İçişleri Bakanlığı bursunu kazanıyor. Maddi sorun böylece kısmen aşılmış ve Beşikçi İskilip’ten okumak için, Ankara’ya gelmiştir. İlk sene Ulus- Doğan bey mahallesi Işıklar caddesindeki teyzesinin evinde, ikinci seneden itibaren okul bitinceye kadar Siyasal yurdunda kalıyor.

 Burada Beşikçi istisnasını anlamak için, önemli olan bir noktaya değinmek istiyorum. Beşikçi ilerideki hayatında uzun süreler hiç zorlanmadan, hatta isteyerek, çok zor koşullarda yaşamıştır. Birkaç örnek vermek gerekirse, askerliğini kendi isteğiyle Bitlis-Hakkâri de yapmış; etnografya çalışmaları için aylarca göçebe Alikan aşiretiyle birlikte göçmüş, zor şartlarda yıllarca yaşamıştır. Böyle bir hayatı tercih etmesinde ve bunu sürdürebilmesinde, taşra kökeninin ve gençliğinde yaşadığı zor şartların önemli etkisi olmuştur. Tipik bir “Anadolu çocuğu” olarak, kafasını koyduğu yerde uyuyabilmesi, börtü böcekten korkmaması, konfora düşkün olmaması vs. hiç şüphesiz ileriki yıllarda yaşadığı zor hayatta, kendisine yardımcı olmuştur. 

1962 yılında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun oldu. 1965-1971 yılları arasında Erzurum'daki Atatürk Üniversitesi'nde asistanlık yaptı. Atatürk Üniversitesi'nde asistanlığı döneminde doktora tezi olarak hazırladığı "Alikan Aşireti Üzerine Sosyolojik Bir İnceleme" alanında Türkiye'de yapılmış önemli sosyolojik bilimsel çalışmalardan biridir.

 İsmail Beşikçiye sorduğum üç ayrı soruya şu cevapları aldım:

 M.Y.1.İskilip in ekonomik ve kültürel olarak gelişmesi için neler yapılabilir? İs. Beşikçi- Turizm, ekonomik ve kültürel gelişmeyi sağlayabilir. Bunun için, eski İskilip evlerinin, konakların korunması, bazı tarihi yapıların korunması önemlidir. Bu güne kadar, turizm konusunda yanlış politikalar izlendiği, dikkatlerden uzak değildir. Kalenin eteğindeki kaya mezarlarına karşı yapılan muamele, turizm anlayışıyla hiç bağdaşmaz. Eski evlerin, konakların yıkılıp apartman yapılması da…

 M.Y.2- Genç kuşağa tavsiyeleriniz nelerdir? İs. Beşikçi- Önemli olan; ailelerin kendi çocuklarının iyi eğitim almalarını sağlamalarıdır. İyi eğitim alan gençler, ne yapacaklarına, nasıl yapacaklarına kendileri karar verebilir.

 M.Y.3- İskilip ten dışarıya olan göç, nasıl durdurulabilir? İs. Beşikçi- Göç ancak, sanayileşmekle durdurulur. Bölgede sınaî yatırımların artması istihdam sağlar. Ama böyle bir gelişme görülmüyor. Değil sınaî gelişme, tarımın gelişmesi için bile sağlıklı bir politika izlenmiyor. Hacıkarani’den hemen sonra, çayın kıyısında başlayan yol çalışması, çayın iki tarafındaki bağ-bahçe tarımını öldürmüştür. O alanlar, bugün atıldır. Yol, o alanlardaki bağ-bahçe tarımını öldürmeyecek şekilde planlanabilirdi. Rıhtım, bağ-bahçe tarımının gelişmesi yönünde planlanabilirdi.

 İsmail abiye bana ayırdığı zaman için teşekkür ediyor, kendisine sağlık ve sıhhatli ömür diliyorum. 

10 Haziran 2017 Cumartesi

İYİMSERLİK- KÖTÜMSERLİK


İYİMSERLİK- KÖTÜMSERLİK

Bazı ortamlarda ruhumuz kararır, oradan negatif enerji ile ayrılırız.
Bazı ortamlara girdiğimizde oradan huzur ile ayrılır, yaşama sevinci ile dolarız.

Başkanlığını Mehmet Bozdemir beyin yaptığı İNSANİ DEĞERLER DERNEĞİNİN Cumartesi günleri düzenlenen toplantısından güzel duygular ile ayrıldım.

Buradaki toplantıda siyaset ve politika konuşulmuyordu.
Buraya çağrılan değerli konuşmacılar ‘İNSANİ DEĞERLER’ ile ilgili konularda birikimlerini dinleyenleri ile paylaşıyorlar.

Günün değerli konuşmacısı eski TBMM. Başkanımız Ferruh Bozbeyli idi.
Sayın Ferruh Bozbeyli konuşmasında dedi ki:
“- Dünya insanlar ile güzeldir. İnsanlar olmazsa dünya güzel olmaz.
Ülkemizde güzel şeylerde oluyor. Anlatacaksak bu güzellikleri de anlatalım

Konuşması sırasında bir hatırasını anlattı:
“ - Bir televizyon programına katılmak üzere İstanbul’a gitmek için yola çıktım.
Hava alanına gitmek üzere taksiye bindim.
Hava alanına giden yol yeni yapılmış, düzenlemesi bitmek üzereydi.
Dedim ki”- Yolları ne güzel yapmışlar.”
Taksici hemen cevap verdi”-Beyim şu elektrik direklerinin sıklığına bak. Kim bilir hangi müteahhidi buradan köşe ettiler.”
Sordum “ - Sizin mesleğiniz mi bu elektrik işi, elektrik direklerinin aralarının yakın olduğunu nereden biliyorsunuz? “
Dedi ki “- Beyim göz kararı kestirdim!”

Uçak ile İstanbul’a vardığımda orada beni gideceğim televizyonun arabası bekliyordu.
Arabaya binerek televizyona gitmek üzere yola çıktık.
Yollar çok güzel yapılmış, refüjlere çiçekler dikilmişti.
Dedim ki”- Refüjleri ne güzel çiçeklendirmişler.”
Arabayı kullanan şoför hemen cevap verdi “ -Beyim belediye bizim paramızı nerelere harcıyor görün işte! “

Öyle bir cemiyet haline gelmişiz ki, yapılan güzelliklere karşı çıkıyor, altında kötü manalar arıyoruz.
Sonrada hiçbir şeyden mutlu olamıyoruz.

Yıllar evvel bir yazı okumuştum.
İngiliz kız Maden Mühendisliğinde birlikte okudukları Afrikalı Zenci gence âşık olur.
Zenci gençle evlenmek istediğinde babası derki:
“- Kızım bu genç okulunu bitirip Afrika’ya gidecek. Orada burada gördüğünden apayrı bir yaşam tarzı ve insanlar var. Oraya uyum sağlayamaz, zorlanırsın. Bu yüzden düşündüğün bu evliliği uygun bulmuyorum”
Kız babasının karşı çıkışına aldırmaz ve zenci genç ile evlenerek Afrika’ya eşinin memleketine giderler.

Gittikleri yer İngiliz kıza göre apayrı yaşam tarzı olan bir yerdir.

Eşi sabah olup kahvaltıyı yaptıktan sonra işine gidiyor, kız evde yalnız başına kalıyor.
Çevrede yaşayanların dillerini bilmiyor, onlar ile anlaşamıyor akşama kadar evinde yapa yalnız duruyor.
Bir süre sonra İngiliz kızı için hayat çekilmez hale geliyor.
İngiltere de bulunan babasına mektup yazıyor:
“- Baba ben burada hapishane hayatı yaşıyorum. Eşimden başka kimse ile konuşamıyor, anlaşamıyorum.
Çoğu zamanda eve kapanıp kalıyorum.
Ne olur buraya gel de beni bu hapishaneden kurtar. Birlikte İngiltere’ye dönelim.”

Babası kızının bu mektubunu alınca ona cevabi mektup yazar:
“- Kızım hapishanede iki türlü insan yaşar.
Birincisi: Hapishanenin penceresinden yerin çamurlarına bakar.
Çamurlara baktıkça da içi kararır, hayatı tamamen kendisine yaşanmaz eder.

İkincisi: Aynı hapishanenin penceresinden gökyüzüne bakar.
Orada ayı yıldızları görür, harikuladeliklerin farkına varır.
Oraya bakmaktan, parlayan ay ve yıldızları seyretmekten mutluluk duyar.
Kızım bulunduğun hapishanenin penceresinden sende gökyüzünü seyret.
Çevrende bulunan insanlara yaklaşmaya, onlara yardımcı olmaya çalış.
Göreceksin onlarla gözlerin ile anlaşacak, onları seveceksin.”

İngiliz kız babasının bu mektubunu alınca günlük yaşamında değişikliğe gidiyor.
Ufakta olsa hediyeler vererek, çevresinde bulunan insanlar ile ilişki kurmaya çalışıyor.
Onlarla gözleriyle el kol hareketleriyle anlaşmaya çalışıyor.
Zenci çocuklarına İngilizce öğretmeye, onlarında dillerini öğrenmeye gayret ediyor.
Onlarla birçok şeyi paylaşıyor, paylaştıkça mutlu oluyor.

Bizimde çevremizde güzellikler var.
Bu güzellikleri görüp, onları diğer insanlar ile paylaşmaya çalışmalıyız.
Bunu yapabilirsek mutlu ve huzurlu oluruz.

Kötümser değil, iyimser olalım.
Çevremize iyi bakarsak güzel şeylerinde olduğunu görürüz…

Mustafa Yolcu- Ankara
24.11.2009



29 Mayıs 2017 Pazartesi

EMEKLİ ALBAY FİKRİ KISAR

EMEKLİ ALBAY FİKRİ KISAR
30 YIL ÖNCE BUGÜN…( 28.05.1988)

Emekli Albay FİKRİ KISAR KOMUTANIMIZIN, görevi sırasında yaşadığı hatıralarının bir kısmını sizlerle paylaşıyorum. Allah kahraman Komutanlarımıza, Güvenlik güçlerimize güç kuvvet versin. “BİZ EVİMİZDE OTURURKEN” adlı yazımın devamı niteliğinde olan bu yazı, şehitlerimizi, gazilerimizi unutmamamızı sağlar inşallah. MUSTAFA YOLCU
  
Doğup büyüdüğüm güzel İskilip ilçemde ailemden, okulumdan, çevremden milli ve manevi değerleri alarak yetiştim. Mehmet KISAR gibi bir öğretmenin oğlu olmamdan, Azmi millî İlkokulunda temel eğitimi almamdan, İskilip Ortaokulu’nda yetişmekten dolayı kendimi çok şanslı addediyorum.

Askerliği sevmemde, İstiklal ve Çanakkale gazisi dedem Fikri Efendi etkili oldu. Kardeşimle birlikte 3-4 yaşlarından itibaren, dedemin yaşadığı anıları dinleyerek büyüdük. Tuna nehrini Kızılırmak’a çevirerek; ’

KIZILIRMAK AKMAM DİYOR,
KENARIMI YIKMAM DİYOR,
ŞANI BÜYÜK OSMAN PAŞA
PLEVNE’DEN ÇIKMAM DİYOR.’’

Nakaratını yüksek sesle, koro halinde söylerdik. Temenne’ deki evimizde, mahalleli evin önünden geçerken marşımızı zevkle dinler, ”Fikri Efendi torunları ile yine coşmuş” derlermiş. Vasiyetinde de “bu göbellerden(erkek çocuk)birisi behemehâl Zabit olsun ”diye babama söylediğini hatırlıyorum.
Kuleli Askeri Lisesini kazanmam ile askerlik yaşantım başladı. Kara Harp Okulundan Piyade Subayı olarak mezun oldum. Eğirdir’deki Komando İhtisas Kursu ile zor meşakkatli görevlerim başladı. Teğmenliğimden itibaren kurs bitimi ile Bölük Komutanlığı görevi Hayrabolu Tekirdağ, Dağ Komando Tugayı, Hakkâri/Şemdinli, Bolu Komando Tugayı, Şırnak/Gabar dağı, KKTC Komando Taburu ve Eğirdir’de öğretmenlik görevlerim oldukça zorlu geçti. Sevgili eşim ve kızım ile yakın çevrem hep bana destek oldular.
En unutamadığım ve hayatımda onur nişanesi olarak taşıdığım anı Şemdinli’de geçti. Gencecik Üsteğmen rütbemle gecemi gündüzüme katarak, bölüğümle PKK şerefsizlerini adım adım takip ediyorduk. Tütünlü Köyü’nde vatandaşla bütünleştik. Köy Korucularını, Mehmetçikten ayırt etmeden operasyonlara çıkıyorduk.

Anımda bahsettiğim operasyonumuzun olduğu bölgede, bir yıl önce bir Binbaşı, iki Üsteğmen, dokuz erbaş erimiz şehit olmuştu. Şehitlerimizden birisi devre arkadaşım Üsteğmen Halil Durmaz ile bir hafta önce birlikte olmuştuk. Birbirimizi, bu sıkıntılı günlerin geçeceği, ülkemizin PKK illetinden bizlerin mücadelesi ile kurtulacağını konuşarak motive etmiştik.
Zaman zaman bölüğümü toplar, PKK yı milletimizin başına emperyalist güçlerin musallat ettiğini, Kürt milliyetçiliğinin maske olduğunu, Kominist-beynelminel bir zihniyetin ürünü olduğunu anlatırdım. Bir önceki yıl silah arkadaşlarımın şehit edildiği bölgeyi işaret edip, kanlarının yerde kalmaması için yemin ettirirdim.

Komandolar ‘’TIRMANIRIM AŞARIM YÜCE ENGİN DAĞLARA ‘’diye başlayan andımızı haykırarak motive edilirdi.
26 Mayıs 1988 günü, Tütünlü Köyü’nden bir çoban haber getirdi. “Komutanım Navrazan tepede, 20 kadar silahlı sırt çantalı PKK lı gördüm” dedi. Süratle Tabur Komutanım, sonradan Tunceli de şehit olan Suat Binbaşıyı kriptolu telsizle bilgilendirdim. Bölüğümü 6 timle hazır edip, bir plan içinde operasyonu başlattım.27 Mayıs 1988 gece yarısı ay ışığı kaybolduğu esnada, bir timimin pususundan yaralılar vererek, Irak sınırına doğru kaçtıklarını tespit ettik. Yeniden plan yaparak önlerini kesip, sınır ötesine çıkmadan imhasını sağlamak için geçiş güzergâhlarına pusular tertip ettim. Komandolar ve korucularımız, geçen seneki şehitlerimizin intikamını almak için canla başla çalışıyor, verilen emirleri harfiyen yerine getiriyorlardı.

Yanımda 55 yaşında bölgeyi çok iyi bilen, Kurmay Başkanı diye isim taktığımız Sait amca vardı. Kendisi yaşı ilerlediği için, Korucu statüsüne alınamamıştı. Vatanseverliği dürüstlüğü üst seviyede, inançlı bir vatandaşımızdı. Karşılıklı sevgi ve saygı ortamında çok samimi bir dostluk kurulmuştu. Birlikte mevzide geceyi geçirdiğimiz sırada, çevrede köpeklerin havlamasından PKK lı grubun yakınımızda olduğunu, izlememizde takibimizin doğru olduğunu belirledik. Mevzide sabah namazımızı eda edip, Tabur Komutanı’na rapor ettim. Rahmetle yâd ettiğim Tabur Komutanım Suat Binbaşı, yıllarca Özel Kuvvetlerde görev yapmış tecrübeli bir subaydı. Yalçın Assubayımın timi ile hareket ediyordum. Yalçın gözünü budaktan esirgemeyen, kahraman bir Assubaydı.

Tabur Komutanıma telsizle, temasın muhakkak olduğunu, hakkını helal etmesini söyledim. ‘’Allah yardımcınız olsun’’ diyerek operasyon emrini aldım. Sessizce yaklaşıp, etraflarını saracak şekilde plan yapmıştık. İlk etapta bizim yerimizi fark etmediklerini, ciddi derecede yorulduklarını, yaralılarını otların üzerine yatırıp tedavi ederek bıraktıkları görüp anlamıştık.

Geçen yılki çatışmada Şehit olan Ömer Binbaşı ve Halil Üsteğmen, birliğinin en önünde hareket ettiği için önce onların şehit olduklarını ve fazla zayiat verdiklerini biliyordum. Ancak heyecan ve davranışlarımın örnek olacağı inancından en öndeki timde üçüncü sırada, yani öncünün hemen gerisinde olduğumu fark ettim. Sırtı çıkar çıkmaz PKK nın tepeci tabir ettiğimiz gözcüsü, ateş etmeye başladı. Biz süratle ağaç gerisine, sütreye mevzilenip yerimizi almaya çalışırken, diğer PKK lıların da yoğun ateşine maruz kaldık. İstanbullu er Metin AREFE ilk ateşte boğazından yaralanmıştı. Astğm. Nazmi ve Tğm. Emin timleri ile kaçış bölgesine tıkama yaparak PKK lıları aramıza almamızı sağladılar.  Takviyeye gelen Erdinç Yzb. dere yatağına havanları kurdurmuş, benden ileri gözetleyicilik yapmamı isteyip, verdiğim koordinatlara havan atışı yaparak, ateş desteği sağlıyordu.

Telsizden emirler verdiğim için Bölük Komutanı olduğumu, öncelikli hedefin ben olduğumu, RPG-7 roket atılınca anladım. Allahtan roket mevzilendiğim ağaca isabet etmedi ama parçası, diğer taraftaki Korucu Mecit’e isabet etmişti. Mecit bana yardım et diye seslendi. Sürünerek sol taraftaki Mehmetçiklere doğru gitmesini, orada gerekli ilk yardımın yapılacağını söyledim.

Ağaca çıkan PKK lı Kanas keskin nişancının, mevzilendiğim çatal ağacın arasından beni vurduğunu bacağım ağırlaşınca fark ettim. Merminin kemiğe denk gelmediğini, diz kapağımın hemen altından girip çıktığını gördüm. Boynumdaki fuları çıkarıp, kanı dindirecek şekilde sıkıca bağladım. Üst bant telsizden rapor edip, çatışmanın seyri hakkında bilgi verdim. Habercim Konyalı Osman, benim vurulduğumu görünce yanıma yardım etmek için geldiği anda, başından vurulup kucağıma düştü. “komutanım’’ dedi. Kucağımdaki Osman’a “hadi oğlum kelime-i şehadet getirelim” dedim. Birlikte tane tane kelime-i şehadet getirdik. Ağzına su verdim, son olarak “anne’’ dediğini duydum ve ruhunu teslim etti. Kahraman yiğit habercim Osman, şehadet şerbetini içmişti. İnşallah ahirette bizlere şefaatçi olur.

Bölüğüm kahramanca çarpışıyordu. Akşama doğru 9 teröristin öldüğünü, birinin yaralı teslim olduğunun raporunu tim komutanlarından aldım. Yıllarca bölgede ıstırap yaşatan, şehitler vermemize sebep olan şerefsizlerin sonu gelmişti. Gece boyunca, kimsenin mevzileri terk etmemesini emrettim. Şimdi Balıkesir Vali Yardımcısı olan Hasan Ali Asteğmenim, beni sırtına alıp yaralı Metin ‘in yanına götürdü. Metin in ilk tedavisini yapan sıhhiye çavuş Mithat’ a boğazının mikrop kapmaması için alkollü su ile temizlenmesini ve gazlı bezle fazla sıkmadan sarılmasını emrettim.

Bir taraftan benim yaram,  öbür taraftan onun yarası sebebiyle sabahın nasıl olduğunu anlamadım. Metin konuşamıyordu fakat bana eli ile helikopteri soruyordu. Sağ olsun kahraman pilotlarımız, o zaman silahlı helikopter bulunmamasına rağmen, müthiş destek sağlıyorlardı. Daha sonra General olan Hamza Üsteğmen, Alaca karanlıkta dar bir alana inerek, Korucu Sait Amca, Metin, Ahmet Assubay ve beni alıp havalandı. Metin önce Diyarbakır Askeri Hasta hanesine daha sonra GATA Ankara’ya götürülmüş. Ameliyatlar sonucu tekrar konuşur hale geldi. Beni sonraki görev yerim Bolu Komando Tugayında ziyaret etti, konuştuğunu duyunca çok mutlu olmuştum.

Sait Amca da sağ karın boşluğundan hafif yaralanmıştı. Tıpkı Ahmet As subayım gibi onlar ve ben kısa süreli tedaviyi müteakip görev yerimize dönüp, hizmetimize kaldığımız yerden devam ettik.

Şemdinli Bölgesi bu operasyondan sonra rahat etti. Uzun süre PKK ilk hedefleri olan, özgür vatan parçası dedikleri bu bölgede barınamadı. Burada başarı gösteren erbaş ve erlerimiz ödüllendirildi. Sait amca Valinin direktifi ile korucu statüsüne kavuştu. Bana ve iki Assubayımıza Devlet Üstün Cesaret ve Feragat Madalyası taltif edildi.
Bu yazdığım, TSK’nın bölgede yaptığı küçük çaplı operasyonlardan sadece birisidir. Müteakip aşamada ve şimdi nice kahramanlık destanları yazılmaktadır.
VATAN SAĞ OLSUN…

FİKRİ KISAR




25 Mayıs 2017 Perşembe

BİZ EVİMİZDE OTURURKEN

BİZ EVİMİZDE OTURURKEN!

Biz evimizde otururken, güvenlik güçlerimiz ve askerlerimiz dağda taşta neler yaşıyor biliyor muyuz?
Onlar dağda üç gün başlarını yastığa koymadan, 24 saat ayaklarındaki potini çıkarmadan hainlerle savaş veriyor.

Güney Doğu Anadolu bölgemizde görev yapmış gazi bir arkadaşımın anlattığı anekdotları sizinle paylaşmaya çalışacağım.

Elazığ- Bingöl yolunda çevirme yapıyoruz. İçi insan dolu bir minibüs geldi. Önde iki erkek var. Arkada oturanların tamamı, çarşaflı bayan. Erkeklerin üzerini ve minibüsü aradık. Aramızda bayan görevli olmadığı için çarşaflı kadınları arayamıyoruz. Merkezi aradım ve bayanların üstünün aranması için bayan polis veya görevli göndermelerini istedim. Merkezden minibüsü aramayı bırakıp, göndermemiz istenildi. Bu emri alınca, istemeyerek minibüsü gönderdim. 

Aradan üç gün geçti. Telsizime Cemil Bayık’tan çağrı geldi. –“ Asker ben Bingöl yolunda çevirmede minibüsümüzü durdurduğun, Cemil Bayık’ım. Beni uçurdun, yakalayamadın.” Dedi. Telsiz konuşmalarını banda kaydediyordum. Bu ses kaydını merkeze bildirdim ve kuşu uçurduğumuzu söyledim.

Bu olaydan bir hafta sonra, terhis olan 33 askerimizi Bingöl- Elazığ yolunda şehit ettiler. Bu devre, sözde PKK’lıların silahlarını bırakacağı, çarpışma olmayacağı devre idi. Hep böyle yaptılar. Silah bırakıyoruz dediler, saldırdılar. Kalleşçe baskın yaptılar.

Bizde 33 askerimizin kanını yerde bırakmadık. O bölgede onlara baskın düzenleyerek, 44 PKK’lıyı etkisiz hale getirdik. Gariptir bu olay basına hiç sızmadı, haber olmadı. Haber olmalıydı, yanan yüreklere su serpilmeli idi.

Bir gün, PKK’lıların içinde barındığını haber aldığımız eve baskın yapıp, etrafını kuşattık. Evin kapısını kırıp önce ben içeri girecektim. Askerlerim beni bırakmadı” Komutanım biz içeri gireriz.” dediler. Askerlerimle ben, ağabey kardeş gibiydik.

Zor şartlarda terör ile mücadele ettikten sonra terör alanı dışına çıkan, bu fedakar insanlarımız ’da başka sendrom başlıyor.  Bir tarafta defalarca mermiler havada uçuşurken yaşamak. Diğer tarafta hiç bir şeyden haberi olmadan yaşamak. Denizin kenarın ’da  güneşlenmek. Haklı olarak bu kahramanlar, namlunun ucundaki yaşam koşullarında verdikleri emeğin, akan kanlarının karşılığı olarak kendilerine öncelik tanınmasını, toplumun kendilerine saygı duymasını bekliyorlar. Duyarsız insanların, bunu anlamamaları sıkıntısını yaşıyorlar.

PKK ile olan mücadelede ayağından yaralanan emekli bir subayımız şunları anlatıyor.
Amerika’ya gitmiştim. New York hava alanın ’da uçağa binmek için bekliyorum. Hoparlörden gelen anonsu dinlemeye başladım. Anonsta diyor ki  SAYIN YOLCULARIMIZ, VİETNAM GAZİSİ ………. HAVA ALANI SALONUMUZA GİRMİŞTİR. KENDİSİNE İLGİ GÖSTERİLİP, ÖNCELİK TANINMASI RİCA OLUNUR.

Kendi ülkemizde biz, yaşadığımız sıkıntıların, akan kanımızın bedelini almak bir tarafa, toplumda fark edilmiyoruz bile. Tabi biz vazifemizi yaptığımız için, ülkeye olan borcumuzu bir nebze ’de olsa ödediğimiz için mutluyuz, gururluyuz. Kaç silah arkadaşımız yanımızda şehit oldu, gazi oldu. Aileleri açısından ateş düştüğü yeri yakıyor. Hangi şehit ailesini, gaziyi ziyaret edip dertlerini paylaştık?

Amerika kendi ülkesi için değil, sömürü için gittiği ülkedeki gazisine nasıl değer veriyor? Bizde ise askere alınan sözleşmeli ere kendi arkadaşları ve çevresi (KANINI PARA İLE SATACAKSIN !) diyorlar.

Onlar bu meşakkate bizim, çocuklarımızın yatağında rahat uyuması için katlanıyorlar. Bir metre karın, tipinin, yağmurun altında hainlerin arkasında gidip, onları takip ederken güvenlik güçlerimizin ayakları donuyor. Ayakları yara oluyor, yaralanıp şehit oluyorlar. Hanımı ile birlikte çocuğuna hediye almaya gittiğinde, şehrin ortasında kurşunlanıyorlar.  BİZ EVİMİZDE RAHAT RAHAT AYAKLARIMIZI UZATIP OTURUYORUZ. Bu rahat uykumuzun bir bedeli olduğunu aklımıza getirmiyoruz. 

Sahipsiz olan ülkenin batması haktır. Sen sahip olursan bu ülke batmayacaktır. Gelin şehitlerimizin gazilerimizin ailelerine, kendilerine sahip çıkalım. Onlara değer verelim. EVİMİZDE RAHAT OTURMANIN BEDELİNİ ÖDEYELİM.

Mustafa Yolcu
24.05.2017






26 Nisan 2017 Çarşamba

İFRAT İLE TEFRİTİ KARIŞTIRMAK

İFRAT İLE TEFRİTİ KARIŞTIRMAK

"İFRAT NORMALDEN ÇOK FAZLA, TEFRİT NORMALDEN ÇOK AZ” MANASINA GELEN KELİMEDİR. HAYATIN AKIŞI İÇİNDE HER İKİSİ DE KÖTÜDÜR. DOĞRU OLAN, NORMAL OLANIDIR. TOPLUM OLARAK SIKINTIMIZ İSE İFRAT VE TEFRİTİN BİRBİRİNE KARIŞMASIDIR.

Yaşadığımız zaman diliminde siyasi, iktisadi, askeri uygulamalara baktığımız ’da bu yanlışın sıkıntılarını görür, eleştiririz. Buna bezer bir tabirde “balığın az oksijenli suda yaşayıp, çok oksijen bulunan karada yaşayamamasını” örnek gösteririz.

Allah bütün yarattıklarını uyum içinde yaratmıştır. İnsan olarak biz bu uyumu değiştirmeye kalktığımız ’da, problemin tetikleyicisi oluruz.

Ankara’nın ilk imar planı yapıldığın’ da, şehrin en güzel yerleri gazino yeri olarak ayrılmış, tüm Ankara’ya iki elin parmaklarından daha az cami yeri konulmuştur. Büyüyen Ankara’da insanlar binaların bodrum katlarına mescitler yaparak, buldukları boş arsalara cami yaparak ibadet yeri ihtiyacını karşılıyorlardı.

Çankaya’da eski Anayasa Mahkemesinin karşısı, Ankara imar planında cami yeri olarak ayrılmıştı. Zamanın Belediye Başkanı buraya cami yaptırmak isteyince, bir gurup idare mahkemesine dava açtı ve cami planını iptal ettirdi! O alana cami yapılmadı.

Ankara metrosu inşaatı tamamlanırken Melih Gökçek, Kızılay metrosunun altına şimdiki camiyi yapmak için teşebbüse geçti. Bir gurup yine, buraya cami yapılmasının iptalini sağlamak için teşebbüs ettiler ama başaramadılar.
BU ANLATILANLAR’DA İNANCA KARŞI, TEFRİT ANLAYIŞI VARDIR.

Aynı Ankara’da şimdide ihtiyacının üzerinde cami yapılmakta, camiler ancak Cuma günleri dolmakta, diğer vakit namazlarında bir sıra cemaat bile birçok camide bulunmamaktadır. Bazı köylerin mezralarına bile cami yapılmıştır. Ankara’nın merkezi yerlerine cami inşaatına başlanılmış, belki de Kızılay’a cami yapılır. Cami cemaati azalmakta, cami sayısı çoğalmaktadır.
BÖYLE OLUNCADA CAMİ İFRATINI YAŞAMAKTAYIZ.

Laikliği istismar ettiler. Atatürk’ün cenaze namazını, laikliğe aykırı diye camide kıldırmadılar. Kız kardeşinin itirazı üzerine Atatürk’ün cenaze namazı, Dolmabahçe Sarayında bir odada kılındı. Cenaze namazı kılınırken odaya basın mensupları alınmadı.

Kamusal alan tabiri ile milletin inancının kurallarını yaşamasına engel oldular. Analar bile, başı örtülü diye kamusal alan denilen yerlere sokulmadı.
12 Şubat’ta bu uygulamalar zirveye ulaştı. İmam Hatip Okulları kapanmaya zorlandı. Mezunlarının üniversiteye girmesi zorlaştırıldı. Bu baskılar ile İmam Hatip Okuluna devam eden öğrenci sayısı 500.000 den 70.000 rakamına indi. Öyle bir ortam oluştu ki, bu okul mezunları imam hatip mezunuyum demeye çekinir hale geldiler. Memur olarak kamuda görev almaları engellendi.

Orta kısmı kapatılan İmam Hatiplere öğrenci gitmesin diye, eğitim sistemi 8 yıllık temel eğitime dönüştürüldü. Bu uygulama ülkemizde sanatkâr yetişmesine engel oldu. Bir çocuk sanatı, ortaokuldan sonra değil, ilkokul devresinden sonra verimli olarak öğreniyor. Babalar çocuğunu, ilkokuldan sonra dükkânında çalıştırmaya başlıyordu. Ortaokuldan sonra çocuklar, babasının mesleğini seçmez oldu. Şimdi ise sanatkâr kalmadı. Sanatlar yok oldu. Arastalar boş kaldı. Bunun en iyi örneğini, İskilip’in boşalan arastalarında görebilirsiniz.

28 Şubat döneminde, sermayeyi bile yeşil ve kırmızı sermaye diye ikiye ayırdılar. Yeşil sermaye diye listeler düzenlendi. Buralardan alış veriş yaptırmamaya çalıştılar.  Bu devrede batan bankalar ile devlet milyarlarca lira zarara uğratıldı.
BUNLAR “ YAŞAM VE İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ AÇISINDAN TEFRİT UYGULAMASIYDI”

Şimdi ise kamusal alan anlayışı, tamamen ortadan kalktı. Dairelere top sakal ve sakal ile gidiliyor. Kravat takılmıyor. Memurlar arasında Hiyerarşi ortadan kalkmış. Sevgi saygı yok. İşler ise zorlanarak yürüyor.

FETÖ okullarına el konulunca, bu okulların çoğu İmam Hatip Okuluna dönüştürüldü.  İmam Hatip okullarında okuyan öğrenci sayısı 2002 yılında 70.000 iken, 2017 yılında 1.500.000 öğrenci sayısına ulaştı.
Yukarda saydığımız hususlar “ İFRAT UYGULAMASINA DÖNÜŞMÜŞTÜR.”

Evet, ülkemizde “ İFRAT İLE TEFRİTİ KARIŞTIRIYORUZ.” yaşadığımız sıkıntılar bu yüzden herhâlde.

MUSTAFA YOLCU
24.04.2017