26 Ekim 2017 Perşembe
BİSİKLET MACERASI
BİSİKLET MACERASI
Küçüklüğümüz de bisiklet, çok pahalı idi. Sadece zengin aileler, çocuklarına bisiklet alabilirdi. Ben babama, bisiklet aldırmak için çok uğraştım ama aldıramamıştım.
İskilip’te Meydan Mahallesi karaağaçların orda, Hacı Karani’ de spor sahasının yanın ’da, beş dakikası 25 kuruşa bisiklet kiraya verilirdi. Bende buralarda bisiklet kiralar, bisiklet sürme zevkini tatmaya çalışırdım.
Karaağaçların orda, bisiklet kiralamıştım. Ayaklarım bisikletin pedallarına yetişmiyordu. Yarım pedal ile bisikleti sürüyordum. Daha kötü olanı, bisikletin zinciri pantolonumun paçasını kapıyordu. Böyle olunca da pedala basamıyor, bisiklet devriliyordu. Aynı tarafıma düşüyor, tekrar kalkıp bisikleti sürüyordum. Daha sonra, kalçamın üzerine düştüğüm tarafı ağrımaya başladı. Eve gidip kalçamın yan tarafına baktığımda, kara bere olduğunu gördüm. Oranın ağrısı 5-10 gün sürdü. Sonra kendiliğinden geçti. Merhem falanda kullanmamıştım.
Sanırım ilkokul 3. Sınıfta idik. Okulda sabahçı olarak okuyor, öğleden sonra boş kalıyorduk. Bir gün eve gelip, okul önlüğümü çıkarıp sokağa çıkınca, aynı sınıfta okuduğum akrabam ile karşılaştım. Çarşıya doğru gidiyordu. Nereye gittiğini sordum. “ Kaçağa annemlerin yanına gidiyorum.” Dedi. Yalnız başına gidilir mi? Diye ikaz ederek, bende yanına katıldım. Bu akrabam, rahmetli Ahmet Dursun’un yeğeni idi. Hacıkarani köprüsüne gelmeden, Ahmet ağabeyim ile karşılaştık. Bir arkadaşının bisikletine binmiş, kaçağa gidiyordu. Bize nereye gittiğimizi sorunca, kaçağa gidiyoruz dedik. Oda binin bisiklete dedi. Ben ön tarafa, yeğeni de arka seleye oturdu.
O zamanlar yollar, stabilize kaplı idi. Yanımızdan araç geçince, bizi toza boğuyordu. Bir bisiklette üç kişi idik. Yokuşa gelince bisikletten iniyor, yokuş aşağı süratle gidiyorduk. Ahmet ağabeyim çok yoruluyordu. Sporcu yapısı ile yola dayanıyordu. İne çıka kaçağa gelince, bisikletten inip meyveliğe doğru koşmaya başladık. Bizimkiler bizi görünce şaşırdılar. Nasıl geldiniz diye sorunca “ Ahmet ağabeyim ile geldiğimizi söyledik.” Öyle yemeğini de birlikte yedik.
Çarşı da eczane de çalışan Yaşarın, siyah bir bisikleti vardı. Bazen onun bisikletini kiralıyor, Hacıkarani ye doğru gidiyordum. Yaşar bana, bisikletini Hacıkarani de kiraya vermemi söyledi. Teklifini kabul ettim. Böylece istediğim kadar bisiklete binecek, para vermeyecektim. Eczaneye geliyor, bisikleti alıp gidiyordum. Bir gün Hacıkarani’de Ahmet Çorsuz, Ali Kalın, Eczanenin sahibinin oğlu ben, hepimizin altında bisikleti ile karşılaştık. Sabah erkendi. Evden kahvaltı yapmadan çıkmıştım. Hadi biraz bisiklet sürelim dedik. Önce Hindoğlu yokuşuna, sonra kanara çeşmesine geldik. Karnımız acıkmıştı. Çeşmeden su içtik ama karnımız doymuyordu.
Bağına bahçesine gidenler, hayvanlarını sulamak için çeşmeye geliyordu. Kimseden yemek için ekmek isteyemiyorduk. Bir kişiden istedik, oda ancak kendine yetecek kadar azığının olduğunu söyledi. Geldiğimize, geleceğimize pişman olmuştuk. Dönüp gelirken, pedala basacak takatimiz kalmamıştı.
Zorlanarak çarşıya geldim. Bisikleti teslim edip, fırından pide alıp eve gittim. Rahmetlik annem, yoğurtlu dünür çorbası yapmış, sıcağı ile duruyordu. Pide ile yediğim o çorbanın tadını unutamıyorum.
Büyüyüp çocuklarım olduğunda, iki çocuğuma da yaşlarına göre binebilecekleri iki kere bisiklet aldım. Benim bisikletim olmamıştı ama çocuklarım bisiklete binme zevkini doyasıya tattılar.
Mustafa Yolcu
26. 10. 2017
17 Ekim 2017 Salı
ÖNCE SELAM, SONRA KELAM
ÖNCE SELAM, SONRA KELAM
Arkadaşıma telefon etmiştim. Arkadaşım telefonu açınca, konuşmaya başladım. Arkadaşım bana” Önce selam, sonra kelam.” Dedi. Önce şaşırdım sonra arkadaşımın ne dediğini anlayarak, haklısın dedim. Önce selam verip, sonra konuşmaya başlamalıydım.
Selçuklu eserlerinin hitabelerinin başında, Önce Selam, Sonra Kelam sözü yazılıdır. Bu tespit çok doğruydu. Birçok şeyin yanında, bir birimize selam vermeyi de unutmuştuk.
Küçükken eşeğimize biner, annemle bahçeye giderdik. Ben karşılaştığım insanlara selam verirdim. Bu durum annemin hoşuna gider,” maşallah oğluma, adam olmuşta selam da verirmiş.” Derdi.
İnsan selâm vererek karşısındaki insana, bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla, dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır. Yüzler tebessümle güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.
İnsan, yaşadığı toplumun; âdet, dil, inanç, kültür gibi değerlerini dikkate almak zorundadır. Toplum, ortak değerleri benimseyen, onları hayatlarına yansıtan insan topluluğudur.
Ortak kültürel değerler, ortak bir yaşama biçimi oluşturur. Ortak değerlere aykırı davranan insan, kendi toplumuna yabancılaşır.
Ortak değerler, yaşandıkça gelişir. Bu değerler, toplumun bütün insanlarını bir arada, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını sağlar.
Toplumda yaşayan insanların, kendi aralarında sağlam köprüler oluşturmaları ve sağlıklı bir iletişim kurmaları gerekir. Bu iletişimin ilk basamağı selâmlaşmaktır.
Selâm, insanlar arasında kurulacak iletişimde önemli bir adımdır.Okulda, çarşıda, pazarda, camide, selâmla kurulan yakınlık, dostluğa, kardeşliğe dönüşür.
Günümüz de aynı apartmanda yaşayan, aynı kurumda görev yapan insanların, birbirlerine selâm vermeden merhaba demeden yaşadığı ne yazık ki bir gerçek.
Aynı apartmanı paylaşan, bindikleri asansörde birbiriyle selâmlaşmayan asık suratlı insanlar, insanlara tebessüm etmenin, güler yüzlü davranmanın bir ibadet olduğunu bilmiyorlar.
Selâm vermek, “selâmünaleyküm” demek, güler yüzün, iyi niyetin kelimelerle bir ifadesidir. Selâmdan uzak, böyle insanlardan oluşan bir toplum, sağlıklı bir iletişim kuramayacağı gibi, birlikte yaşamanın mutluluğunu da yaşayamaz.
Sevgili Peygamberimiz, insanların birbirini sevmesinin ve birbiriyle kaynaşmasının reçetesini şöyle veriyor: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..."
Birbirimizi sevmek, inancımızın bir gereğidir. Birbirimiz için güzel şeyler dilemek de hem dinî, hem de insanî görevimizdir. Birbirimizi sevmenin, en önemli reçetesi ise selâmlaşmadır.
Selâmı vermek sevmeye; selâmı yaymak, selâmlaşmak, sevgiyi topluma yaymaya vesile olur.
Selâmlaşan iki insan arasında; sevgi, saygı, kaynaşma canlanır ve büyür. Bir selâm, bir güler yüz, iletişimin altın anahtarı olur. Selâm, konuşmanın önünü açar: “önce selâm” verilir “sonra kelâm’a/söze geçilir. Atalarımız, “önce selâm, sonra kelâm” demiyorlar mı?
Dünyevî hiçbir kaygı gütmeden, belki hiç de tanımadığımız bir insana, “Allah’ın selâmı üzerinize olsun!” demek, ne güzel bir dilek, ne güzel bir duadır!
İnsan verdiği selâmla, selam verilen insana bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla,dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır . Yüzler tebessümle daha bir güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.
Günümüz de yoğun bir tempo ile yaşıyor, selâma, konuşmaya, hatır sormaya, ziyarete gitmeye vakit ayıramıyoruz.
Mutlulukların paylaşıldıkça artacağını, dert ve sıkıntıların ise azalacağı gerçeğinin farkına varamıyoruz. Bu durum bizi strese, sıkıntıya sokuyor, sinirli çekilmez bir hâle geliyoruz. Kendimizle barışık olmayınca, kendimize ve ailemize, çevremize sıkıntı verir hale geliyoruz.
Bu olumsuz tabloyu sağlıklı kılacak şifre; selâmdır. Selâm, sevgi, saygı ve insanlığın anahtarıdır.
İnsanı insana yakınlaştıran, sevdiren, saydıran, anlaştıran şifreli kelime "selâm" dır. Bu şifreli kelime, ilişkilerimizi ısıtacak, dostluk, kardeşlik kapılarını açacak, bizi daha olgunlaştıracak ve mutlu bir insan kılacaktır.
Bunun için " ÖNCE SELAM, SONRA KELAM" şartını unutmayalım.
Mustafa Yolcu
17.10.2017
14 Ekim 2017 Cumartesi
AZMİ MİLLİ İLKOKULU- İSMAİL BEŞİKCİ
AZMİ MİLLİ İLKOKULU- İSMAİL BEŞİKCİ
( İSMAİL BEŞİKCİ abinin bana yazdığı yazıyı aynen yayınlıyorum)
Merhaba Mustafa,
Selamlar, sevgiler…
Azmimilli İlkokulu ile ilgili yazını dikkatle, heyecanla okudum. Yazı çok ilgimi çekti. Ben de Azmimilli İlkokulu’n da okudum. Bununla ilgili duyguların düşüncelerimi kısaca belirtmek istiyorum.
1946 yılında okula başladım. O zaman Azmi milli İlkokulu tek katlı bir okuldu. Çarşı içinde, İskilip-Çorum yolunun sol tarafında yer alıyordu. Azmi milli İlkokulu ve Ortaokul aynı bahçeyi kullanıyordu. Okulun hemen yanında, alt tarafı Cezaevi, üst katı Karakol olarak kullanılan bir yapı vardı. Yolun sağ tarafında, bu yapının hemen karşısında, Park’ın bir köşesinde Hükümet Konağı yer alıyordu. Hükümet Konağı çok görkemli, iri bir yapıydı. Odalar çok büyüktü. Tavanlar çok yüksekti. İkinci kata çıktığımız zaman, kendimizi gökyüzüne çıkmış gibi hissederdik. Park’ın bir köşesinde de çeşme vardı. O zaman park çok güzeldi.
Dikkat ettim, sen bu tek katlı okulu anlatmıyorsun. Bu okul yıkıldıktan sonra, Bahabey Mahallesi’nde çok katlı, yeni bir Azmi Milli İlkokulu yapıldı, kanımca, onu anlatıyorsun…
İki ay kadar önce vefat eden Yaşar Çizikçi, Yusuf Zontur sınıf arkadaşlarımdı. Ahmet Namlı, Hüseyin Güler, Ahmet Kazez, Mürsel Kazez, arkadaşlarımdı. Mürsel ağabey bizden biraz büyüktü ama bizimle aynı sınıfta okuyordu. Mürsel Ağabey, sık sık okuldan kaçardı. O zaman devamsız olan çocukların babalarını, çocuklarının devamsızlığı yüzünden cezaevine koyarlardı. Bizim mahalleden, İsmail Çorsuz da sınıf arkadaşımızdı. O da sık sık okuldan kaçardı. Bu yüzden Bekir emmi de birkaç kere cezaevine konulmuştu. Evleri kalenin eteğinde, Kadınlar Hamamı’na, (Deri Hamamı) yakın olan bir Ahmet Namlı daha vardı. ‘Halil ustalardan Ahmet… Öğretmendi. O da sınıf arkadaşımdı. O’nu yıllar önce kaybetmiştik. Evleri Kale’nin eteğinde ve Deri Hamamı’na yakın olan, Hacı isimli bir arkadaşımız daha vardı. Hacı’yı da yıllar önce kaybetmiştik. Hacı’nın ablası Türkan da benim ablam Satı’nın sınıf arkadaşıydı. Onların öğretmeni Mehmet Kısar’dı.
Azmimilli İlkokulu’nun üç köşesinde sınıflar vardı. Dördüncü köşede de tuvalet bulunurdu. İki sınıf salonu daha vardı. Onlar da köşelerdeki salonlara bitişikti. Taban tahtaları iyi döşenmemişti. Tahtalar arasında bazan üş-beş santim ırıklar olurdu. Kalemler, silgiler sık sık düşer bu ırıklardan bodruma kaçardı. Bordum da kırık masalar, kırık dolaplar, evrak dosyaları karmakarışık bir şekilde, birbirleri üzerinde, birbirleri arasında dururdu. Okulun kalfası Kamil ağa, bodruma düşün kalemleri silgileri arar ama çoğu zaman bulamazdı. Bizlere, “kaleminize, silginize iyicene mukayyet olun, bodruma düşünler bulunmuyor…’ derdi. Buna rağmen kalemler, silgiler sık sık, bu ırıklardan bodruma kaçardı. Bazan kitaplar, defteler bile düşerdi.
Mürsel Ağabey’i, İsmail Ağabey’i yıllar önce kaybetmiştik. Ahmet Kazez’i, Ahmet Namlıyı da kaybettik.
Abdurrahman Ertürk, Nuri Coşkun sınıf arkadaşlarımdı. Abdurrahman’ın kız kardeşi Hanife ve Nuri’nin kız kardeşi Emine de sınıf arkadaşlarımdı. Üçünce sınıfta, öğretmenimiz İbrahim Kestek’ti. İbrahim hoca, Nuri’nin ve Emine’nin dayısı olurdu. Abdurrahman ve Nuri, sınıfta kız kardeşleriyle aynı sırada otururdu. Nurigil’in evleri kaleye çıkarken çeşmenin hemen yanındaki evdi. İbrahim hoca da, Abdurrahman’da, Nuri de vefat etti.
Sınıfta ben Ahmet Namlıy’la birlikte otururdum. Arkamızdaki sırada, Ahmet Kazez’le Mehmet Bocu birlikte otururdu.
Fazlı Helvacı, Mehmet Şekerci, Mehmet İnce, Mehmet Bocu sınıf arkadaşlarımdı. Bu arkadaşların bazılarının okul numarası da aklımda. Çok bilmişlik etmeyeyim diye bunları yazmayayım Mustafa… Ama Mehmet Bocu’nun numarasını yazmak durumundayım. Çok daha sonraki yıllarda, İskilip’de, mahallede, çarşıda, pazarda karşılaştığımız zaman, kendisini hep ’45 Mehmet Bocu’ diye tanıtırdı. Mehmet Bocu, 1950’lerde, çıkrık yapımı üzerinde çok ustalaşmıştı. Kadınlar, çıkrıklarının Mehmet Bocu’ya tamir ettirirlerdi. O zamanlar, çıkrık kıl eğirmekte kullanılırdı. Kanımca, Bocular’dan kimse kalmadı. Mehmet de, ağabeyleri Ahmet ve Osman ağabeyler de çoktan vefat ettiler. Yıllar önce, Osman ağabeyin eşi Sultan ablayı görmüştüm. Dilerim çocuklarıyla, torunlarıyla mutlu olarak yaşıyordur.
Mehmet Şekerci, Mürsel ağabeyin ve Ahmet Kazez’in dayısı olurdu. Mürsel ağabeyden küçük, Ahmetle yaşıttı. Mehmet Kazez emmi, eşi, Mürsel ağabeyini ve Ahmet’in öz anaları vefat ettikten sonra, Mehmet Şekerci’nin ablası ile evlenmişti.
Bizim mahallede üç Mehmetler vardı. Üç Mehmet de hızarcıydı. Zebil’in Mehmet, Kazez’in Mehmet, Karabıyıkların Mehmet… Üçü de hızarcıydı, birlikte çalışırlardı. Bizim mahallede üç Mehmetler daha vardı. Kara Mehmetler, Ak Mehmetler, Sarı Mehmetler… Üçü de farklı işler yaparlardı. Kara Mehmetler, yukarıda belirttiği gibi hızarcıydı. Ak Mehmetlerden Mustafa emmi, at arabası sürerdi. Sarı Mehmetlerden Mehmet Ağabey, İskilip-Ankara ve İskilip-Çorum arasında yolcu taşıyan, otobüs işletmesinde çalışırdı.
Mustafa Çalık sınıf arkadaşımdı. Mustafa ağabey bizden biraz büyüktü. Aynı zamanda benim teyzemin oğluydu. Çok yaramaz, feşel bir çocuktu. Sık sık Ulaş Tepe’deki, Yukarı Taslı’daki eve, teyzeme giderdim. Evin ikinci katında, çardağın üzerindeki tavan iyi döşenmemişti. Tahtalar arasında çok büyük mesafeler vardı. Bir gün çatıda, oynarken, Mustafa ağabey, beni koltuklarımdan tutup çardağa doğru sallandırmıştı. Gürültü üzerine teyzem yetişmiş, bana bir şey olacak diye çok korkmuştu. Bağırıp çağırmalar üzerine beni tekrar yukarı çekmişti. Mustafa ağabeyin küçük kardeşi Mehmet çok sakin bir çocuktu. Bizlerden epey küçüktü.
Mustafa ağabey de okuldan sık sık kaçar, okula geldiği gün, öğretmenin, “oğlum neden okula devam etmiyorsun, neden hep geç kalıyorsun” sorularına muhatap olmamak için gizlice, pencereden girer, sınıfın arka taraflarında bir sıraya otururdu. Bir gün o pencereden girerken İbrahim Kestek öğretmen de sınıfa giriyordu. Ve O’nu gördü. ‘Oğlum, neden normal kapı dururken pencereden giriyorsun’ demişti… O zaman, pencere ‘Kilci Hamdigil’in bahçesine bakıyordu. Bahçede, pencereye yakın bir yerde zerdali ağaçları vardı. Bahçe biraz haraptı. Bahçenin duvarları vs. yoktu.
Mustafa ağabey de okuldan sık sık kaçardı. Ama bu yüzden Ali eniştenin cezaevine konulduğunu hatırlamıyorum. Ceza işlerini herhalde, başka yöntemlerle hallediyordu. Ali enişte o zamanlar, İskilip’te tek otel olan Yıldız Oteli’nin hem sahibiydi, hem işletmecisiydi. Ali Çalık enişte, 1940’larda, başka nedenlerden dolayı, Çorum Cezaevi’nde kalmış, Kemal Tahirle de tanışmış, aynı koğuşta kalmış bir kişiydi.
İlkokulun ilk üç yılını 1946-1949 arasında Azmi milli İlkokulu’nda okuduk. 1949 eğitim yılı başlarında, yukarıda da bazılarının isimlerin bildirdiğim arkadaşlarla birlikte Misakı Milli İlkokulu’na gönderdiler. Son iki yılı orada okuduk. 1951 yılında Misakı milli İlkokulu’ndan mezun oldum.
Ağabeyin Yaşar’la ilgili olarak da biraz konuşmak istiyorum Mustafa. Ahmet dedemin ikinci eşi Şerife ananın Hatun isminde bir kızı vardı. Bizlerden, ablam Satı’dan da biraz daha büyüktü. Benimle ablam Satı’dan daha çok ilgilenirdi. Şerife ananın ilk evliliğinden olan bir kızıydı. Bizim evde, onların kaldığı odanın rafında Billur Köşk Masalları isminde bir kitap vardı. Kapağı falan olmayan, hatta ilk 20-30 sayfası kopmuş bir kitaptı. Yırtık-pırtık bir kitaptı. Her sayfasının başında Billur Köşk Masalları yazıyordu. Hatun abla o kitaptan masallar okur, bana da anlatırdı. 1943, 1944, 1945 yılları. Masal dinlemek çok hoşuma giderdi.
Ali Erdoğan’ın anası Emine abla ve İsmail Çorsuz’un anası Rahime abla da kış gecelerinde masallar anlatırlardı. Akşamları bir komşunun evinde toplanılır, hedik pişirilirdi. Kuru yemişler yenirdi. Elektriğin henüz olmadığı yıllar… Sokaktan öbür sokağa çıraların alevinde gidilirdi. Ben de dinlediğim bu masalları, daha sonraki yıllarda, sokaktaki arkadaşlara anlatırdım. Arkadaşlar, bu masallara pek kulak asmazlardı. Ama Yaşar, hayranlıkla, ilgiyle dinlerdi. Sokakta, mahallede her karşılaştığımızda ‘İsmail ağabey, bir masal anlat…’ derdi. Yaşar’a çok masallar anlattım. 1950’lerin başları…
Mustafa ,senin yazın bende bu tür duygular, düşünceler uyandırdı . Daha anlatılması gereken pek çok konu var. Umarım, onlara da sıra gelir.
Tek katlı Azmi Milli İlkokulu’nun, sende fotoğrafı var mı Mustafa. Veya Metin Kalyoncu ağabeyde olabilir mi? Taş Mektep ’de, beşinci sınıfta öğretmenimiz Ali Kınak’tı. Acaba senin yazıda adı geçen Ümit Uzel Ali hocanın oğlu mu?
İsmail Beşikci
13 Ekim 2017
12 Eylül 2017 Salı
12 EYLÜL DARBESİ VE SONRASI
12 EYLÜL DARBESİ VE SONRASI
Türkiye 27 Mayısı, 12 Mart muhtırasını, 12
Eylül’ü, 28 Şubat, 15 Temmuz darbe ve darbe teşebbüslerini yaşadı. Bu
olaylardan sonra hapishanelere doldurulan binlerce insanı, bunlara yapılan
sayısız işkenceleri darbe teşebbüsü sırasında öldürülen yüzlerce insanımızı unutmadı.
12 Eylül sonrası Mamak ceza evine konularak altı
yıl boyu hapis yatan, işkenceleri yaşayan
çilekeş bir insanımız, şunları anlattı:
“Bize her gün sistematik olarak işkence ettiler.
Günlük en az 40 cop yiyorduk. Filistin askıları, elektrik şokları, kafes olayı
vb. işkenceler.
İşkence sırasında diyorlardı ki-” Bizi Türkeş
azmettirdi diye ifade verin yeter. Bizde sizi hemen serbest bırakalım.” Bir
arkadaşımız dahi, bütün işkencelere rağmen böyle bir ifade vermedi.
Dayak yiyip koğuşa gelen arkadaşlarımızın, acıdan
inlemesi ses çıkarması yasaktı. Koğuştan inleme sesi duyarlarsa; ses çıkaran
arkadaşı koğuşun önüne çıkararak, ortalarına alıp copla dövüyorlardı. Bizde
gelen arkadaşımızın sesi duyulmasın diye üzerine battaniye örtüyorduk.
Yemek için sıraya giriyorduk. Sırada beklerken,
yanımızdan geçen gardiyanlar bizi coplayarak yürüyorlardı. Yemek alma sıramız
gelince “ Ahmet Güneş Ankara. 3. Koğuş, 5. Ranza yemek almaya hazırdır
komutanım. Karşıdan bağırıyorlar” Ne dedin duymadım lan.” Bizim adımız lan, onların adı komutan. Böyle
birkaç kez tekmilden sonra hakaret duyarak, yemeği alabiliyorduk. Yemeklerin
içinden genellikle taş çıkardı.
Zorunlu banyo ihtiyacını, kışın bile dışarıda
soğuk su ile yapıyorduk. Amaçları, hastalanıp ölmemizdi.
Hapishaneye gönderilen askerler, birliklerinden
özel olarak seçilmiş, sadist yapılı insanlardı. Bunlar özel olarak işkence
yapma eğitiminden geçirilmiş, bizim bu vatanın düşmanı olduğumuz şeklinde
şartlandırılmışlardı. Bazı askerler bizi coplamak istemediğinde, başındaki
komutan onu copla dövüyordu.
İşkenceden ölen, askıda beli kırılan, sakat kalan
arkadaşlarımız oldu. İşkence görmenin sağcısı solcusu olmadı. Herkes aynı
muameleye tabi tutuldu.
İranlı bir Azeri de bizim koğuşa atıldı. Ona 30
adet marşı yarına kadar ezberleyeceksin demişler. Adam gece gözünü kırpmadı, az
ışıklı lambanın altında sabaha kadar marşları ezberledi. Sabahleyin koşar adım
ile cop yiyerek toplanma alanına geldik. Bu Azeri’yi çağırdılar. Koşarak
gardiyanların karşısına gitti. Şu marşı oku diyorlar, söyledikleri bütün marşları okuyunca-“ Aferin
böyle adam ol.” dediler. Bunun üzerine Azeri” Vallah komutan, siz İran’da benim
elime düşerseniz, size bir gecede Kuranı ezberlettiririm.” Dedi.
Konuşurken gardiyanların yüzüne bakmak yasaktı.
Göz göze gelirsek copu yiyorduk. Devamlı havaya bakmamız isteniyordu.
Darbe mantığı bu işte. 15 Temmuz darbesi
gerçekleşseydi yapılacak olanda bunlardı. Konuşmalar kayıtlara geçmiş,
toplantılar yapılmış, planlar hazır ama Allah onlara bu fırsatı vermedi.
Milletimizin
açıkça farkına vardığı gibi, darbelerin arkasında Amerika ve diğer ülkeler
bulunmaktadır. Amaç, darbe yapılan ülkeyi yeniden dizayn etmek kendi
istedikleri kuralları kabul ettirmektir. Bununla da kalmayıp, bankaların içini
boşaltıp ülke ekonomisini sorunlu hale getirmektir.
Ülkemiz
bundan sonra, darbelerle anılan ülke olmasın. Analar ağlamasın. Gelişme
düzeyimizi daha ileri seviyelere çıkaralım
Mustafa
Yolcu – 12.9.2017
29 Ağustos 2017 Salı
TERÖRLE MÜCADELE DE HATALARIMIZ
TERÖRLE MÜCADELEDE HATALARIMIZ
Türkiye büyük bir terör batağına sokuldu. 37 yıldır devam eden PKK- PYD-DHKP-C- terörünün yanına FETÖ- IŞİD terör örgütü de katıldı.
Bu durum terör olaylarını büyütüp, yaygınlaştırdı. Türkiye 1999’a gelindiğinde, PKK terör örgütünü arazide askeri anlamda yenmiş, topraklarımızın dışına çıkarılmasını sağlamıştı. Ancak siyasi iktidarlar, terörle mücadelenin diğer alanlarındaki tedbirlerini almadığından, terör olayları daha da büyüyerek yurdumuzu sardı.
Yıllardır terörle mücadele içinde olmamıza rağmen, her seferinde aynı hataları yapıp, terörün büyümesine ortam hazırlarken, içi boş slogan ve konuşmalar ile uygulamaya geçmeyen günlük karar ve düşüncelerle olaylar geçiştirildi.
Özellikle 2003 sonrası dönemde terör örgütünün, sözde ateş kes oyalaması ile yoğun bir terör dönemi yaşadık. 7 Haziran seçimleri sonrasında başlayan terör döneminde, öldürülen terörist sayısı, hayatını kaybeden siviller ve şehit sayısı bakımından, en büyük terör döneminin yaşandığı ortadadır. Terörle mücadelede üstünlüğü ele alamamak, ateşkes gibi aldatmaca girişimlerin ABD- AB ülkeleri ve diğer dış güçlerin güdümündeki sivil toplum örgütlerinin girişimlerinin neticesiydi.
Terörle mücadelede sürekli zemin kaybettik. Önceleri terörle tek başına mücadele eden Türkiye, sonra ABD, AB bilahare Irak, sonra Iraklı Kürt gruplar terörle mücadele uygulamasına dâhil edildi. Çözüm süreciyle de terörü yaratan, terörün nedeni terör örgütünün bizzat kendisi terörle mücadelede ortağımız oldu.” Çözüm sürecini de eski bir MİT Müsteşarımız, hükümete kendisinin tavsiye ettiğini bildirdi.”
Terörle mücadelenin uzun zaman alacak ve hiç bitmeyecek bir süreç olduğunu unuttuk.
Terörle mücadeleyi, ülkemizin gündeminde öncelikli yere oturtamadık, AB’ye giriş sürecinde olduğu gibi, terörle mücadeleye zarar verecek düzenlemeler ve gerçeklerin göz ardı edilmesiyle, terörle mücadelede boşluklar ve zafiyet meydana geldi.
Sorunun gerçek kaynağını, boyutunu, kapsamını, nereden gelip nereye gittiğini zamanında tam olarak ortaya koyamamak ve örgütle mücadele edilecek harekât alanının belirlenmemesi sorun yarattı,
Sorunun temelinde “dış desteğin” ana belirleyici unsur olduğunu geç fark ettikten sonra da, çözüm için sorunun ortaya çıkmasına destek veren ülkelerle işbirliğine muhtaç duruma düşmek, onlara büyük umutlar bağlamak zafiyetine düştük.
Diğer alanlarda olduğu gibi, terörle mücadelede kullanılan imkânlarda “araç, gereç, silah, mali kaynak gibi” da dışa bağımlılıktan kurtulamamak (istediğin silahı/teçhizatı parasını da versen alamamak, silahlarını kullansan insan hakları bahanesiyle zor durumdaki ekonomi için kredi alamadık), acil ihtiyaçlarımız için yerli - milli savunma sanayi üretiminde ısrar etmedik.
Terörün dış desteğini engelleyememek, yurt içi desteğin artmasını önleyememek, bu bağlamda teröre özellikle yurt içinden verilen ekonomik, finansal, siyasi desteği kesememek, bunları yapanlara kesin ve sert yaptırımlar uygulayamamak.
Terörist ile halk ayırımını yapamamak ve mücadelenin halk ile değil, terörist ile yapıldığını anlatamamak.
Terörle mücadeleyi her şeyden bağımsızmış gibi yürütmek, terörün Türkiye ve dünya genelindeki yerini, etkisini, rolünü göz ardı etmek “terör örgütlerinin ülkeler tarafından bir manivela olarak kullanılmakta olduğunun farkına varamamak”
Terörün bir dış politika aracı olarak kullanılmakta olduğunu fark etmemek, Türkiye’ye karşı terörü kullananları deşifre etmemek, caydırıcı olamamak.
Terörle mücadelenin, sadece askeri tedbirlerle önlenebileceğine inanmak. Konunun siyasi, sosyal, ekonomik, idari, hukuki, diplomatik, istihbarat, bilgi harekâtı boyutlarını ihmal etmek.
Terörle mücadeleyi, merkezi bir örgütlenme ile yapmamak. “terörle mücadele konusunu merkezi olarak planlayacak, organize edecek, istihbarat, bilgi toplamasını paylaşımını yapacak, tekrarları önleyecek bir yapı kurmamak”.
Terörle mücadele unsurlarını, uygun teşkilat ve modern teçhizat ile donatmamak. Uygun eğitimi verememek, bu unsurların faaliyetlerini destekleyecek hukuksal alt yapıyı oluşturamamak. Var olan hukuki yapıyı, güvenlik güçleri aleyhine bozmak.
Keskin hiyerarşik yapıya sahip terör örgütünün dağılmasına en büyük etken olacak, lider kadroya yönelik operasyonlar yapmamak.
Terörist elebaşının 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinin, terör örgütünün dağıtılmasından çok, PKK terörünü siyasallaştırmak ve Türkiye’nin terörle mücadelesini zafiyete uğratmak üzere bir Truva atı rolünde Türkiye’ye teslim edilmiş olduğunu anlayamamak,
Bütün bu saydıklarımız, terörle mücadele de ülkemizin hataları oldu. Terörü bitireceksek bu hatalardan uzaklaşmalı, her türlü terör yuvasının içine girip dağıtılmalıdır.
Mustafa Yolcu
Türkiye büyük bir terör batağına sokuldu. 37 yıldır devam eden PKK- PYD-DHKP-C- terörünün yanına FETÖ- IŞİD terör örgütü de katıldı.
Bu durum terör olaylarını büyütüp, yaygınlaştırdı. Türkiye 1999’a gelindiğinde, PKK terör örgütünü arazide askeri anlamda yenmiş, topraklarımızın dışına çıkarılmasını sağlamıştı. Ancak siyasi iktidarlar, terörle mücadelenin diğer alanlarındaki tedbirlerini almadığından, terör olayları daha da büyüyerek yurdumuzu sardı.
Yıllardır terörle mücadele içinde olmamıza rağmen, her seferinde aynı hataları yapıp, terörün büyümesine ortam hazırlarken, içi boş slogan ve konuşmalar ile uygulamaya geçmeyen günlük karar ve düşüncelerle olaylar geçiştirildi.
Özellikle 2003 sonrası dönemde terör örgütünün, sözde ateş kes oyalaması ile yoğun bir terör dönemi yaşadık. 7 Haziran seçimleri sonrasında başlayan terör döneminde, öldürülen terörist sayısı, hayatını kaybeden siviller ve şehit sayısı bakımından, en büyük terör döneminin yaşandığı ortadadır. Terörle mücadelede üstünlüğü ele alamamak, ateşkes gibi aldatmaca girişimlerin ABD- AB ülkeleri ve diğer dış güçlerin güdümündeki sivil toplum örgütlerinin girişimlerinin neticesiydi.
Terörle mücadelede sürekli zemin kaybettik. Önceleri terörle tek başına mücadele eden Türkiye, sonra ABD, AB bilahare Irak, sonra Iraklı Kürt gruplar terörle mücadele uygulamasına dâhil edildi. Çözüm süreciyle de terörü yaratan, terörün nedeni terör örgütünün bizzat kendisi terörle mücadelede ortağımız oldu.” Çözüm sürecini de eski bir MİT Müsteşarımız, hükümete kendisinin tavsiye ettiğini bildirdi.”
Terörle mücadelenin uzun zaman alacak ve hiç bitmeyecek bir süreç olduğunu unuttuk.
Terörle mücadeleyi, ülkemizin gündeminde öncelikli yere oturtamadık, AB’ye giriş sürecinde olduğu gibi, terörle mücadeleye zarar verecek düzenlemeler ve gerçeklerin göz ardı edilmesiyle, terörle mücadelede boşluklar ve zafiyet meydana geldi.
Sorunun gerçek kaynağını, boyutunu, kapsamını, nereden gelip nereye gittiğini zamanında tam olarak ortaya koyamamak ve örgütle mücadele edilecek harekât alanının belirlenmemesi sorun yarattı,
Sorunun temelinde “dış desteğin” ana belirleyici unsur olduğunu geç fark ettikten sonra da, çözüm için sorunun ortaya çıkmasına destek veren ülkelerle işbirliğine muhtaç duruma düşmek, onlara büyük umutlar bağlamak zafiyetine düştük.
Diğer alanlarda olduğu gibi, terörle mücadelede kullanılan imkânlarda “araç, gereç, silah, mali kaynak gibi” da dışa bağımlılıktan kurtulamamak (istediğin silahı/teçhizatı parasını da versen alamamak, silahlarını kullansan insan hakları bahanesiyle zor durumdaki ekonomi için kredi alamadık), acil ihtiyaçlarımız için yerli - milli savunma sanayi üretiminde ısrar etmedik.
Terörün dış desteğini engelleyememek, yurt içi desteğin artmasını önleyememek, bu bağlamda teröre özellikle yurt içinden verilen ekonomik, finansal, siyasi desteği kesememek, bunları yapanlara kesin ve sert yaptırımlar uygulayamamak.
Terörist ile halk ayırımını yapamamak ve mücadelenin halk ile değil, terörist ile yapıldığını anlatamamak.
Terörle mücadeleyi her şeyden bağımsızmış gibi yürütmek, terörün Türkiye ve dünya genelindeki yerini, etkisini, rolünü göz ardı etmek “terör örgütlerinin ülkeler tarafından bir manivela olarak kullanılmakta olduğunun farkına varamamak”
Terörün bir dış politika aracı olarak kullanılmakta olduğunu fark etmemek, Türkiye’ye karşı terörü kullananları deşifre etmemek, caydırıcı olamamak.
Terörle mücadelenin, sadece askeri tedbirlerle önlenebileceğine inanmak. Konunun siyasi, sosyal, ekonomik, idari, hukuki, diplomatik, istihbarat, bilgi harekâtı boyutlarını ihmal etmek.
Terörle mücadeleyi, merkezi bir örgütlenme ile yapmamak. “terörle mücadele konusunu merkezi olarak planlayacak, organize edecek, istihbarat, bilgi toplamasını paylaşımını yapacak, tekrarları önleyecek bir yapı kurmamak”.
Terörle mücadele unsurlarını, uygun teşkilat ve modern teçhizat ile donatmamak. Uygun eğitimi verememek, bu unsurların faaliyetlerini destekleyecek hukuksal alt yapıyı oluşturamamak. Var olan hukuki yapıyı, güvenlik güçleri aleyhine bozmak.
Keskin hiyerarşik yapıya sahip terör örgütünün dağılmasına en büyük etken olacak, lider kadroya yönelik operasyonlar yapmamak.
Terörist elebaşının 1999’da Türkiye’ye teslim edilmesinin, terör örgütünün dağıtılmasından çok, PKK terörünü siyasallaştırmak ve Türkiye’nin terörle mücadelesini zafiyete uğratmak üzere bir Truva atı rolünde Türkiye’ye teslim edilmiş olduğunu anlayamamak,
Bütün bu saydıklarımız, terörle mücadele de ülkemizin hataları oldu. Terörü bitireceksek bu hatalardan uzaklaşmalı, her türlü terör yuvasının içine girip dağıtılmalıdır.
Mustafa Yolcu
22 Ağustos 2017 Salı
UÇMAYAN KARTAL
Ankara’da Belediye otobüsü ile yolculuk ederken, yanımda bulunan kişi ile sohbete başladık. Oradan buradan konuşurken, yol arkadaşım bir konu anlattı.
Hayvanat bahçesine iki adet kartal alırlar. Kartalın birisi uçar, daldan dala konar. Diğer kartal ise, pineklediği dalda durur. Ne yaptılarsa bu kartalı uçuramazlar. Kartal uçmayınca kartalın hasta olmasından, kanadının kırık olmasından endişelenirler.
Çareyi, kartalı aldıkları yeri arayıp, sormakta bulurlar. Kartalı aldıkları yere “ – Aldıkları kartalın birisinin bir dala pineklediğini, ne yaptılarsa da kartalı uçuramadıklarını, çaresiz kaldıklarını.” bildirirler. Konuştukları kişi -“ Kartalın pineklediği dalı kesin” der. Başka çareleri olmadığından, umutsuzca dalı keserler. Dal kesilir kesilmez, kartal uçmaya başlar. Sorun da biter.
Bunu anlatan kişi, bu olaydan ne anladınız diye bana sordu. Bende- “ Bazen dalımıza birileri konuyor. Ne yaparsak, bu birilerini uçuramıyoruz. Hem kendisi sorunlu oluyor, hem de bize sorun yaratıyor.” Dedim. Evet, doğru dedi.
Bu dalımıza konanlarla ne yapacağız? Bunları nasıl uçuracağız. Gün geçiyor. Gençlik elden gidiyor. Akranları ev bark olup, ev geçindirirken, bazı kuşlar dalımız da pinekleyip duruyor.
Tabi hatanın büyüğü, biz ebe beyinler de. Onlar yavru iken, onlara sorumluluk vermedik. Kendi ayakları üzerinde durmayı öğretmedik. Onları suya atıp, yüzmesini öğretmeliydik.
Küçükken çarşıya çıktığımda, zengin bir ailenin çocuğunu görmüştüm. Eline ayakkabı boyama sandığını almış- “ Boyacı, ayakkabınız boyanır, parlatılır.” Diye bağırarak, çarşı da dolaşıyordu. Yanımda dayım vardı, ona sordum- “ Dayı bunlar zenginler, bu niye ayakkabı boyuyor?” Dayım cevaben- “ Babası ona hayatı anlaması için, ayakkabı boyacılığı yaptırıyor.” Demişti.
Ebe beyin önlerinden gidince, mecburen uçmaya çalışıyorlar. Başarıyorlar veya yere çakılıyorlar. O zaman yanlarında kendilerini tutup kaldıracak kimseyi de bulamıyorlar.
ÇOK İSTESENDE İNADIN OLMAZ,
TAKDİRDEN ÖTE MURADIN OLMAZ,
O UÇURURSA, SENİN KANADIN OLMAZ,
UÇMAYI KUŞUN KANADINDAN MI SANDIN!
Yıllar evvel, zengin bir ailenin çocuğunu tanıyordum. Bir baltaya sap olmuyor, okumuyor, sanat öğrenmiyor, gününü gün ederek boşa vakit geçiriyordu. Ailesi oğullarını evlendirdiler. Acaba adam olur muydu?
Nafile evine içkili gidiyor, hanımını da annesini de dövüyordu. Bu arada babası öldü. Babadan kalan malları içki, kumar ile yiyordu. Babadan kalan malları da yiyip bitirildi. Sıra annenin mallarına geldi. Annesini döverek elinden mallarını alıyor, eviyle ilgilenmiyordu. Bu sıkıntılara dayanamayan eşi, çocuğunu alıp baba evine gitti. Kısa bir süre sonra annesi de vefat etti. Artık başkalarının verdikleri ekmekle hayatını sürdürüyordu.
Memlekete gittiğim de, birlikte gezdiğimiz arkadaşım belediyenin temizlik işçisine göstererek- “ bunu tanıdın mı” ? diye sordu. Bana sorulan kişiyi önce tanıyamadım. Dikkatli bakınca “ zengin ailenin adam olmayan çocuğunu “ tanıdım. Hayat bu işte. İnsanı vezir de ediyor, rezilde ediyor. Ama bu şanslıydı. Belediyede iş bulmuş, gözünün önüne bakarsa geçinir giderdi.
Allah tüm evlatlarımıza yardım etsin. Başarsınlar, taşı sıkınca suyunu çıkarsınlar. Hem kendilerini, hem de ailelerini mutlu etsinler.
Mustafa Yolcu- 20.08.2017