12 Nisan 2019 Cuma

NAMLILAR SÜLALESİ


NAMLILAR SÜLALESİ

İskilip’in eski ve geniş sülalelerinden olan “NAMLILAR SÜLALESİ “ne ait bu yazı, Süreyya Namlı tarafından kaleme alınarak, tarafımdan derlenmiştir. Bu yazı olmasaydı, sülale hakkında bu detaylar unutulacaktı.
NAMLILAR SÜLALESİ, İskilip’in köklü ve geniş tabanlı sülalelerinden biridir. Dedemin babası Mehmet NAMLI (1870-1931) 8 çocuk sahibidir. Hatice anamızdan 3 çocuğu (Halil, Zade ve Fadime) dünyaya gelmiş. Hatice anamızın vefatından sonra da Ayşe anamızla evlenmiştir. Bu izdivaçtan ’da 5 çocuk ( Mehmet, İsmail, Hatice, Hacer ve Şerife)  dünyaya gelmiştir.
Dedemin ve erkek kardeşlerinin Çocukları:
Dedem Mehmet NAMLI çocukları: Leyla, Saliha, Hüseyin, Ahmet, Mustafa
Halil Namlının çocukları Mustafa, Ahmet ve Ayşe,
İsmail Namlının Çocukları: Mehmet ve Ayşe’dir.

Mehmet dedemiz heybetli ve iri yapılı, uzun beyaz sakallı, yaz kış sırtında sahusu, ayağında şalvarı ile tam bir Osmanlı insanıydı. Yakasız gömlek üzerine, yelek giyerdi. Otoriter olduğu kadar, sevk ve idare konusunda gayet şefkatli ve nazik idi. Girişimci bir esnaftı. İyi bir gözlemci idi. İstanbul başta olmak üzere Gaziantep, Adana, Isparta, Samsun ve Karadeniz sahillerini periyodik olarak gezer ve gördüğü yenilikleri İskilip’e kazandırırdı. Dedemin annesine, Ayşa ana derdik. 1969 yılında vefat etti. 
Çocukluğumuz, kalenin dibindeki “Deri Hamamı” olarak bilinen tarihi binanın    ve “Dura loğun Yusuf’un Hanının karşısındaki, ahşap yapılı konak tipi evde geçti.
Evimizin giriş cephesi, çıkmaz sokak olan “Mutullahların aralığına” bakar, evin  çift kanatlı giriş kapısı vardı. Evin kapısından avluya girdiğimizde, sağ tarafta geniş bir ahır ve küre tabir ettiğimiz ocaklar bulunuyordu. Biraz ileride geniş bir bahçemiz vardı. Bahçenin etrafında ise, avluyu çevreleyen dükkanların arka cepheleri görülürdü. Bu dükkanların tamamı bakırcı ve kalaycı idi. Sabahleyin bakırcı ve demirci esnafının işe başlamasıyla, tüm arastada ahenkli çekiç sesleri duyulur, bu sesleri duymak hoşumuza giderdi. Ara sıra demirci dükkanlarına gider, ocaklarının arkasında bulunan büyük körükleri kullanmak için izin isterdik. Kalaycıların, büyük kaplardaki eski kalayı temizlemek için, köşedeki çukura kabı koymaları ve kıvrak hareketlerle içindeki bezi ayakları ile döndürmelerini izlerdik.  Sağ köşede simitçi fırını vardı. Fırının biraz ilerisinde, ahşap yapılı küçük bir ev mevcuttu.  Bu dükkanlar ve ev hala duruyor. El sanatlarının azalması ve sanayinin taşınması sebebiyle, arasta canlılığını yitirmiştir.
Bodrum kat girişinde sağ tarafta, ahşaptan yapılmış hububat ambarı vardı. Biraz ileride büyük çekmenlerin bulunduğu ve çekmenlerin içinde kışlık yiyeceklerin (turşu, pekmez, sirke, vs.)  Muhafaza edildiği serin ve loş oda vardı. Avlunun zemini sert topraktı. Bodrumda bulunan samanlık, harmandan sonra samanla doldurulur ve damdaki hayvanlar için kışa hazırlık yapılırdı. Biraz ilerideki odunluk ise, odun ve kömür depolamak için kullanılırdı.
Avluda bulunan kürelerin üzerine yerleştirilen kazan ve banmaların altı yakılarak,   sıcak su hazırlanır. Komşularla birlikte, çamaşır tekneleri dizilerek çamaşır yıkanırdı. Kışlık yufka ekmekler, imece usulü ile komşularla birlikte avluda hazırlanır, yapılan bazlamaçlar ve bükmeler, sıcak sıcak ekmek yapanlara, çocuklara ikram edilirdi. Bağ bozumu zamanı ayrı bir telaş başlar, şirevetlerde ezilen üzümlerden elde edilen şıralar, yine kazanlarda kaynatılarak pekmez yapılır, yapılan pekmez ve sirke küplere doldurulurdu.
Kışlık et ihtiyacımız için davarlar satın alınır, dedem ve oğulları davarların kesimini kendileri yapar, bizde yardım ederdik. Kesilen etlikler, evde bulunan kıyma makinası ile kıymaya çevrilir, büyük tavalar ile kürede pişirilir ve donmak üzere kalaylı kaplara bastırılırdı. Donduktan sonra teker şeklinde kaptan çıkarılan kavurmalar, üst üste konularak tel dolaba yerleştirilerek muhafaza ediliyordu. Kelle ve bacaklar kalaycıya götürülerek ütületilir, pişirilerek değerlendirilirdi.
Aynı şekilde kurbanları’ da kendimiz avluda keserdik. Kurban Bayramının ilk günü kurban kesimi işine ayrılır, kurban payı dağıtılması işi bizlere düşerdi. Pay dağıtım işini ya sabah erkenden veya akşam karanlığına bırakırdık. Bazı kişilerin payı,  bizim eve bayramlaşmaya geldiklerinde kendilerine verilirdi.
Altmışlı yılların ortalarında dedem, Isparta’dan Elle Halı Dokuma Tezgâhları getirerek, orta kattaki odalara tezgâhları kurdurdu. İskilip’te halı kursu açtırarak, bu mesleğin gelişimi için çaba gösterdi. Hatta annem, dağ köylerinin birinde kurulan halı tezgahında kurs vermek için, belirli bir süre bu köyde kaldı.
Ailenin ticari faaliyet alanlarından biri ise arıcılıktı. Baharla birlikte hazırlıklar başlar. Çıtalar kazınarak üzerindeki eski mumlar alınır ve kaynar suya batırılarak steril hale getirilirdi. Daha sonra çıtalara çivi çakma, delik delme ve tel gerdirme işlemini biz çocuklar, ücret mukabili yapardık. Hedefi tutturmak için, bazen geç saatlere kadar çalışırdık.  Böylece harçlığımızı temin ederdik. Eskiden kalma mumlar ve eski petekler, sıcak su içinde eritilip, özel dokuma kıl çuvallara konularak merdane ile sıkıştırılıp, süzgeçten geçirilir. Elde edilen saf mum donmak üzere geniş bakır kaplara doldurulurdu. Daha sonra bu mumlar, suni petek yapılmak üzere depolanırdı.
Baharda başlayan kovan bakım telaşı sonrası, kovanların dağ köylerine taşınması oldukça maceralı geçerdi. Akşam üzeri ağzı tıkanan kovanlar, urganlar ile bağlanır ve kamyonlara yüklenirdi.  Kovanlar kamyonlarla, gece geç saatte dağ köyüne ulaşırdı. Kovanların indirilmesi, kovan ayakların dizilmesi, urganların çözülmesi, kovan ağızlarının açılması sonrası tüm ekibi, yorgunluk ve uyku sarardı.
Evin giriş katında bulunan, mutfak olarak kullanılan oda, yemek pişirmek ve oturma odası olarak kullanılırdı.
Mutfak girişinde, yemek yapmak ve bulaşıkları yıkamak için özel bölümler vardı.  Kışın fırınlı soba kurulur, fırında sabah çorbası için un kızartılır, bazen de oğmaç aşı yapılırdı. Sobanın üstünde boruya göre ayarlanan sıcak su kazanı su ile doldurularak, evimizde devamlı sıcak su bulunurdu. Yemek, tahtadan yapılmış yemek tablası üzerinde yenirdi. Ataerkil bir aile olduğumuzdan, soframız kalabalık olurdu. Soframızda gündüzleri komşu, akraba veya köyden gelen kadın misafirlerimiz olurdu. Erkekler çarşıda dükkânda olduğu için, öğle yemeğine sefertası ile dükkâna yemek götürürdük.
Mutfak odasının karşısında “Hamam evi” tabirini kullandığımız, banyo yapma ı odası vardı.
Yanındaki oda ise “Girellik” tabir ettiğimiz yer, depo olarak kullanılırdı. Orta katta 4 oda vardı. Birisi misafir odası, diğer üçü yatak odası olarak kullanılırdı. Ayrıca bu katta, çeşme ve alaturka tuvalet vardı. Odalardan ikisi, aile mahremiyetine uygun olması için ince bir duvarla bölünmüş olup küçük bir kapı ile salon ve misafir odasına açılırdı. Binada her kata, sağlı-sollu iki merdivenle çıkılırdı.
En üst katta da dört oda bulunurdu. Odalar evin köşelerine yerleştirilmiş, aralarındaki boşluklar sofa olarak değerlendirilmişti. Son katın tavan yüksekliği, normal katlardan daha fazla ve tavanı desenli idi.
Her odanın içinde, yüklük tabir ettiğimiz bölüm bulunurdu. Yüklük genellikle, yatak yorgan koyma için kullanılırdı. Yüklük içinde, gusülhane tabir ettiğimiz mahalde bulunurdu.
Ramazan ayında evimizde ayrı bir telaş başlar, evde genel temizlik yapılır, iftar ve temşüt (sahur) için gereken malzemeler temin edilirdi. Hanımlar yatmadan önce, mayalı hamurunu yoğurur, tava ve saç mayası yapmak için erkenden kalkılırdı. İlk top atımıyla başlayan pişirme faaliyeti son top atılıncaya kadar devam ederdi. Çocuklar mutlaka sahura kalkar, mayalının yanında armut hoşafı içilirdi. İsteyen de çay içerdi.
Sabah erkenden, iftar için keşkek çömlekleri hazırlanır, bizim eve yakın olan Tabakhane köprüsünün başındaki “Soğancı’nın Meryem” teyzemizin keşkek fırınına biz götürürdük. Giderken kucağımız’ da odunda taşırdık. Akşama doğru fırından, çömlekleri alırdık.
İftar öncesi, kaleden gelen nara seslerini dinlemek için, çocuklar bir araya gelirdik. Bazen de iftar topunun ateşini görmek için “Kaygusuz’un Fırınının” önünden top kulesini gözlerdik. Top patladıktan sonra çıkan alev ve dağılan tıkaç parçalarını seyreder, top sesinin camları titrettiğini hissederdik.  Sonra koşarak iftar sofrasına yetişirdik. İftardan sonra, namazı hazırlıkları başlardı. Bizler genelde namaza, hatimle teravih kıldırılan Tabakhane Camii’ne giderdik. 
Bayramdan önce evimizde, baklava telaşı başlardı. Komsularla birlikte açılan tepsi, tepsi gül ve döşeme baklavalarını pişirmek için siniler, tetevü günü akşamı simitçi fırınına taşınırdı. Baklavaların iyi pişmesi için, fırının dinlendiği ve harının geçtiği geç vakitte, tepsiler fırına sürülür, üstüne kat kat kâğıt örtülürdü.
Döşeme baklavası 80 katlı ve ince yufkadan açılır, içine bol ceviz ve eritilmiş tereyağı konurdu. Gelen misafirlerin en çok tercihi, döşeme baklavası olurdu.
Bayramda gelecek misafirlere ikram edilmek üzere leblebi, fıstık, fındık, kuru üzüm, kuru incir, kaymaklı bisküvi, vs.… gibi ihtiyaçlar temin edilir, misafir şekeri alınır, kolonya şişeleri doldurulur, meyve ekmek ihtiyacı tamamlanırdı.
Bayramlardan önce, çocukların elbise ve ayakkabıları yenilenirdi. Bayram sabahı sabah namazına gidilir, bayram namazına kadar vaaz dinlenir, bayram namazı kılındıktan sonra eve gidilirdi.
Bayram sabahı, evde hazırlanan “İskilip Dolmasının” servisinden önce, şehriye çorbası ikramı ile kahvaltı başlar, daha sonra dolma servisi yapılırdı. Dolmadan sonra, yeni şekerlenmiş gül baklavası ikramı yapılır, çay servisi ile birlikte kahvaltı sona ererdi. Bu arada herkes kıyafetlerinin değiştirerek, bayramlaşmaya hazırlanırdı.
Evde yapılan bayramlaşmadan sonra çocuklar, öncelikle komşulardan başlayarak, tüm akrabalar ziyaret edilirdi. Bayramlaşmak için gittiğimiz ev sayısı, 70 civarında idi. Hepsini de teker teker ziyaret eder, Ulaş tepe Yukarı Taslı’ dan, Meydan Mahallesi, Mutaflar Mahallesi, Hacı piri Mahallesi’ne kadar, tüm İskilip’i gezerdik. Bayram gezmesinde yorulduğumuzu, hiç hatırlamıyorum.
Bayram misafirleri, misafir odasında ağırlanır, bayramlaşmadan sonra şeker ve kolonya ikram edilerek hâl hatır sorulur, ikramlarla birlikte koyu sohbetler yapılır, bizde dinlerdik.
Adana’dan pamuk kamyonları geldiğinde, dedem kamyonda kasalarla muz, malta eriği gibi o günün şartlarında, İskilip’te bulunmayan meyveleri getirir, bu meyvelerin, bize ve misafirlere ikram edilmesini sağlardı.
Kaçak mevkiinde bulunan meyve ağaçlarından elde edilen elma, armut, ayva, erik, muşmula, ivaz vs. meyveleri, evin en üst katındaki az güneş alan meyve odasına istif edilir, tüm kış meyve ihtiyacımız, bu odadan karşılanırdı. Duvarlara asılan ivaz kümeleri ve üzüm salkımları farklı bir görüntü oluştururdu.
Meyveler toplandıktan sonra, eriklerin bir kısmı kurutulmak üzere bahçede “Banma” tabir ettiğimiz özel bir işleme tabi tutulurdu. Erikler uzun saplı, her tarafı delik, metal bir kaba konularak ilaçlı kaynar suya bandırılır, sonra kurumaya terkedilerek, kuru erik elde edilirdi. Aynı işlem üzüm içinde yapılırdı.
Akşam ezanı olduktan sonra, mutlaka eve girerdik. Mevsim şartlarına ve hava durumuna göre sokakta, saklambaç, çelik çomak, can yakmaca, dalya, birdirbir, topaç çevirme, bilye, tornete binme, kayık kayma, futbol vs. gibi oyunlar oynardık. Topumuz naylondan idi. Patlayınca içine kâğıt doldurup, oyuna   devam ederdik. Evimizin yakınındaki kayaya tırmanmak, bizim için ayrı bir oyundu.  Mağaralara tırmanmak en basit tırmanıştı. Bazı arkadaşlar kalenin dibinden tırmanışa başlar, en yukarıya çıkardı. Bunu herkes yapamazdı.
Bazen topluca, kiralık bisiklete binmeye giderdik. Komşumuz rahmetli Kâmil Soyak, dükkanında bisiklet kiraya verirdi. İlk önce 3 tekerlekli bisikletle başlayan maceramız, daha sonra iki tekerlekli bisikletle devam etti.
Yetmişli yılların başında, betonarme eve geçilmesiyle atıl duruma geçen ahşap evimiz, zamanla harabeye dönmüş ve yıkılmıştır.
Genellikle manifatura, kuyumculuk, traktör ve otomobil bayiliği, leblebicilik, arıcılık, tarım, akaryakıt bayiliği, eczacılık, vs. gibi dallarda İskilip’te faaliyet gösteren “NAMLILAR SÜLALESİ” İskilip’in geçmişinde iz bırakmıştır.
Tüm büyüklerimizi rahmetle anıyoruz.

Derleyen- Mustafa Yolcu
11.04.2019




2 Nisan 2019 Salı

BİR KASABADAN NOTLAR SEL FELAKETİ


BİR KASABADAN NOTLAR
SEL FELAKETİ- YIL 1956

Merdivenleri;-
        Aman ne soğuk, ne soğuk diyi diye çıktım. Hanım, çocuklar, komşu arkadaş, onun çocuğu da peşimdeydiler. Evin gelini bize yol gösterirken:
         Gorkman diyordu, soba yukarıda bi iyi yanıyı. Dışına çıktı gızartısı. Hele bi çıhın yuharı.
Odaya girdiğimizde sıcak bir hava, yüzümüze vurdu. Sedire oturduk. Bir taraftan da soyunuyoruz. Hava soğuk ama, çok güzel kar yağmış. Yumuşak, titrek, kalın bir tabaka dalların üzerine asılmış. Kasabayı hiç bo kadar beyaz görmemiştik. Öylesine bir beyazlık ki sormayın. Ay ışığı da yüzüne vurunca, gece sanki gündüz olmuş. Uzak dağlar görülüyor, ta uzaklardan tepelerdeki ağaçlar bile fark ediliyor.  Aramız da konuşulanlar hep kış üzerine:
        Bide goca kışta olmuştu bu afat.
        Heya o gışta da böyle yollar kapandıydı.
         Böyle de gış hiç mi hiç gorulmemiş.
         Geçen gış buraya bi tenecik bilem gar yağmadı. Hep yağmur yadı.
      Aman ben yamuru hiç sevmem. Yağmur yağacağına, böyle kar yağsın daha iyi. Yollar bari çamur olmaz. Hem bak dışarı ne güzel.
         Uy gözel, gözelmiş he. Bide sen dışar da galanlara sor bi.
        Heya, allah korusun dışardakileri afattan. Allah gorusun cümle kullarını, kurtlarını, kuşlarını. Odunsuz çırasız , gazsız ney bu kış, geceleri bitermi hiç?
         Fenamı ana, erken çecik yata girer konuşurlar tekmil. Yaptığın hep böyle değilmi? Işığı da söndürür masan neyi anlatırsın. Bide baharsın gözlerin kapanıp gitmiş.

Konuşmalar hep kış üzerine dönüp dolaşıyordu ki benim hanım:
     Ben dedi, bol yağmurlu havayı severim. Şimşek çaksın, gök gürlesin, şakır şakır yağmur yağsın. Sinsi sinsi yağan yağmurdan hoşlanmam.
Bu sözler hoşa gitmedi. Evin gelini bir irkildi. Kocası eski bir hatırayı tekrar yaşadı. Hele büyük valide ocak başındaki minderin de şöyle bir kımıldadı. Bir kolunu kaldırdığı dizine dayadı. Eli ile yüzünü ovuşturdu.  Alnını karıştırdı. Gözleri önünden bir hayali kovmak isteyen bir hal takındı. Komşu arkadaşın çocukları da derin derin göğüs geçirdiler. Odaya bir an sessizlik çöktü.  Sanki gizli bir el, odanın penceresini açtı da havayı soğuttu. Herkeste bir ürperme. Gelin elini sobanın kapağına götürdü sessizce. İlk konuşan ihtiyar oldu:
         Yoh dedi gelin. Çok yağmurlu havayı biz hiç sevmek. Kasabanın tamamı, böyle bir havadan korkar.
         Sen bi burdaki selde bulunsaydın, bak sever miydin böyle havayı. 
         Bunu diyen evin gelini idi. Bıraktığı yerden devam etti.
         Sel bi geldiydi. Gümbürtüsünü ta burdan duyduk.  Alamet bir şey. Bi daha böyle bi şiyi Allah göstermesin. Evin erkeği hepsinin sözünü kesti.
Bizim hayret nazarlarımız, oda da dolaştı. O zaman hepsi birden konuşmak istediler. Karısına;
         Sen ne görkünki dedi. Evden mi çıktın? Asıl seli ben gördüm. O gün berber de tıraş oluyordum. Bir ara uyku basmış heral. Hava çok sıcaktı. Kabak zamanıydı. Karpuzlar doluydu çarşı da. Ben tıraş olurken uyuklamışım.  Birden bir cayırtı ile uyandım. Berber de çok korktuydu. Başımızı pencereden uzattık. Ta Uludere üzerinde bir gök bulut, öyle kararmış ki sormayın. Gömkök. Arkasından bir çatırtı daha. Gök bulut bir anda kasabanın üzerine tamamen çöktü. Öyle karanlık oldu ki ortalık, şaşırırsınız. Birden bir sağanak aldı ortalığı. Dükkânın önünden seller başladı akmaya. Güldür güldür. Biz önce hoşlandık ama, Pazar yerinden karpuzlar birer birer dükkânın önünden geçtiğini görünce şaşırdık. Sonra uzaktan gürültüler gelmeye başladı kulağımıza. Yıkılıyor, can kurtaran yok mu, diye. Birden bir haber daha geldi. Dere taşmış.  Ben yarı tıraşlı yüzümle fırladım. Ceket falan berber de kaldıydı. Koştum köprüye doğru ama, parkın yanında kaldım. Dere oralara kadar taşmış meğer. Paçalarımızı sıvadık. Orası birden insanla doldu. Köprüye yaklaştık ki köprü yerinde yok. Dere kenarlarındaki evlerin alt pencerelerinden içeri su giriyordu. Karşı yakadan insanlar;

         Kaçın geri kaçın diye bağırdılar. Sel yukarı mahallelerden birinin daha köprüsünü götürmüş meğer. Bir gümbürtü, bir gümbürtü. Dağlar yıkılıyor sanırsınız. Parkın yanına kadar geri geldik. Bizi bir telaş aldı. Acaba evlerimiz ne oldu? Bizim çocuklar ne oldu?

         İşte bizde evdeydik o zaman, diye gelin söze karıştı. Ben küçük oğlana gebeydim de dışarı çıkınca komşular bırakmadıydı. Gelin gitme gelin, çocuğunu düşürürsün dediler. Ben durmadım. Evden çıktım. Sokak içinde durdum. Aha bizim bu sokağın başına kadar, selin bi kıymığı geliyordu. Ama bises, bi ses. Sanki top atılıyı. Yavaş yavaş dereye doğru indiydim, birden;

         Amanın biri suyun üstünde gidiyi diye bağırdı biri. Biraz daha aşağı koşmuşum herhâlde, anam geldi beni geri getirdi.

         Sorman çocuklar, diye büyük anne söze karıştı. Gelini geri gönderdiydim, birazda ben bahıyım dedim. Caminin yanına vadım. Koca bi ceviz kütüğü yuvarlanır durur. Daha arhadan bi koca kapı. Üstünde bikadın uzanmış gidiy. Gadını tanıdım. Hatce gız nereye gidiyon diye bağırmışım. Ama sesimi kim duyar. Gadın sulara bi daldı, bidaha daldı, sona goca kavağın dibinde kayboldu gitti. Ölüsünü bir gün sonra, değirmenin yanında buldular. Vücudu davul gibi şişmiş, ağzı, gözü kum dolmuş. Hala kapıyı elleri ile tutuyormuş. İhtiyarın bu anlattıklarını, oğlu tamamladı:

         O gün Kadın evde, gelini ile çamaşır yıkamış. Çocuklar evin önünde oynuyorlarımış. Gök gürleyince içeri kaçmışla. Gelinde bahçeden içeri girmiş. Kayınna geline, bahçeden çamaşırları topla da öyle gel demiş. Gelin çamaşırları toplayıp gelinceye kadar, sel de gelmiş. Gelin çocukları yukarı kata çıkarmış. Kayın ana ben demiş kapıya dayanacağım, seli içeri almayacağım.  Kapıya sırtını dayamış emme, sel kapıyı devirmiş. Kadın kapı ile yuvarlanmış. Sonra da sel kapı ile birlikte alıp götürmüş.

Hepimizin alakası bir kat daha artmıştı. Çocuklar birbirlerine biraz daha sokuldular. Herkes yorulan vücudunu dinlendirmek için, vaziyet değiştirdi. Gelin sobaya birkaç odun daha attı. Dışarda uğultulu bir rüzgâr çıkmıştı.  Pencere aralıklarından soğuk giriyordu. Odanın bayağı soğuduğunun, ancak farkına vardık.  Fakat soğuktan hiç şikâyet etmedik.  Tekrar gözlerimizi ihtiyara çevirdik. O derin bir iç çekişi ile tekrar söze başladığı zaman, az önce uyumak isteyen en küçüğümüz de dinleyiciler arasına sokulmuştu. Küçüklerde bir korku da seziliyordu.
         Siz asıl Güllünün hikayesini dinlemelisiniz. Güllü bizim gelinin mahallesinde oturur. Yanında da komşusu Zehra vaya ikisi birbirine dardın. Bu iki kadının dargınlığını, kasaba da herkes bülü. İki komşu kaç yıldır birbirlerine dargındır. İşte o selde barıştılar. Güllünün evini su basar. Kadın içerde ekmek yaparmış. Sacın üzerine yufkayı koyarken, kapı ardına kadar açılır. Su bi gelir, Güllü şaşırır kalır. Odadan çıkmak ister ama nasıl çıksın! Bakar çıkamıyı sedirin üstüne çıhar. Biraz sona su sedire çıhar. Güllü de pencerenin önüne çıhar. Pencerenin dışında demir parmaklık va. Oradan dışarı çıhamıyı. Pencereyi gırınca, sular odadan dışarı akmaya başlamış. Bu ara da evin arkasını da su basınca, evin eşyaları yüzerek, Güllünün yanına gelmeye başlamış.  Güllü de her birine allahaısmarladık demiş.  Bi aralık bide ne görsün? Gonşusu Zehra’nın yeni ördüğü çorabı da şişinen beraber gelmez mi?

         Güllü- Vah zavallı Zehra kadın vah demiş. Konuşmadan öldü zaar. Allah               günah yazmasa bari. O böyle kendi kendine konuşurken bi de kapıya                 bahar ki Zehra kadın, yüze yüze odaya doğru gel miyomu?
         Zehra kadın da Güllünün odasına girer. Oda gelir öbür pencerenin pervazına tutunur. Hiç konuşmazlar yine de. Öyle asılı galırlar bi zaman. Derken sel şiddetlenir. Daha da sular yükselir. Güllünün çenesinin altına gadar gelir. Zehranın da biraz daha yukarı çıharlar. Su da kaldırır azcık. Turşu küpü gelir. Zehranın çenesine dayanır. Güllü bakar ki Zehra boğulacak, başı ilen küpü iteler. Zehra kadın bi yol nefes neyi alır, sonra Güllü ilen konuşur:
         Güllü der. Dünyanın sunu geldi her hal. Gel konuşalım. Ölüyoz mu ne? Allah günah yazmasın. Bak ben gadar buraya gelmek istemediydim. Yine de seller beni buraya getirdi. Konuş artık.
         Güllü de : Konuşalım der. Bu dünyanın sonu anam. Şindi nerdeyse boğuluyok. Hakkını helal et.
Zehra da- Helal olsun, sen de helal et der. Böylece helalleşir, ağlaşırlar. Ardından sular alçalmaya başlar. Sedire kadar inince de adamlar gelir. Pencere demirlerini neyi söküp, ikisini de suda boğulmuş sıçan gibi çıharırlar. İkisine de bişiy olmaz.

        Güllü asıl size bunları anlatsın da bi gülün bak. Güllü halam anlatırken insanları hem güldürür hem ağlatır.
          O gün bizim evde bi çok misafirler yattıydı, dedi komşunun hanımı. Bize oturmaya gelmişlerdi öte geçeden. Tahriratcının ki bankacının ki, öğretmen emminin ki hep bizdeydiler. Oturuyorduk. Birden gök gürleyince, pencere ye goştuk. Gök sanki ortadan çatladı. Bi sel, bi sel.  Kovaynan suları boşaltıyon sanki. Sonra köprüler neyi yıkılınca karşı kenar, erkeklerle doldu. Hepsi işinden goşmuş, garısını arar. Pencereden bağırırlar hep burdayık diye. Her kes birbirini arar. Selin gürültüsü bi yandan, insanlar bağırır bi yandan.Biz burdayık, siz nerdesiniz?
         Burdayık bizde. Kalın orda, bu geçeye geçemezsiniz. Diye bağırıştılar. Bizde: Merak etmen hanımlarınız bizde dedik. Hepsi bizde yattı. Sofalar, sedirler, odalar tüm doldu. Ama sabaha gadar hiç uyumadık. Sabah gök ağarınca, kocaları geldi, garılarını aldılar. Zaten selde artık inmişti. Goca köprünün üst başına bi goca kütük uzattılar. Halk günlerce o kütükten karşıya geçti.
        Odanın havası yine soğumuştu. Gelin sobaya odunu tazelerken evin erkeği bıraktığı yerden aldı:
         Sel dedi, akşama kadar devam etti. Sonra yavaş yavaş yatağına çekilmeye başladı. O çekildikçe, bizde dere kenarına yaklaştık. Kenara geldiğimiz de hala goca kütükler, iri iri taşlar yuvarlanıp gidiyordu. Herkeste bir telaş. Karşıdakiler bize karılarını sorar, biz onlara sorarız. Her kes birbirine haber ulaştırır. Bizim taraftakller bir aralık;
         Bir urgan alalım, uç uca tutunalım, soyunup karşıya geçelim dediler. Öyle yaptık. Soyunduk, el ele verdik. Urgana bağlandık. Karşıya geçtik. Karşı taraftakiler de bizden cesaretlendi. Onlar da bu tarafa geçti. Ama kadınlar cesaret edemedi. Su sakinleşince herkes dere boyunda ölenlerini aramaya başladı.
         Hususi muhasebe memurununkini de anlatsana dedi gelin. Gözler damada döndü yine.
         Ha dedi damat. O zavallının ölümü de yok yere oldu. Genç adam dı zavallı. Yukar da değirmeni var. Ona bakmıya gitmiş. Öte geçeye geçmiş. Bir kenardan sele bahıyormuş. Birden bastığı toprak aşağı inmiş. Sel daha önce toprağın altını oymuşmuş. O toprak kütlesinin üzerinde, sel onu şehre kadar getirmiş. Tutunacak bir yer bulup, kurtulmaya çalışıyormuş. Sel toprak kütlesini devirmiş, oda sele kapılıp gitmiş. Bir daha dirisini gören olmamış. Ertesi sabah ta aşağı da ölüsünü buldula.
         Bi daha allah o günleri göstermesin. 13 Kişinin cenazesini galdurdula.



Derleyen- Mustafa Yolcu
09. 10. 2018






29 Mart 2019 Cuma

MORFİNLİ MEHMET VE BEBUK


MORFİNLİ MEHMET VE BEBUK

Çocukluk yıllarında tanıdığımız, alkolik derecesinde içki tüketen iki insanlardı.
Morfinli Mehmet; Hacıpiri’nin yukarı mahallesindendi. Bebuk’ün ise kalenin dibinde, hamamın arkasında tek odalı evi vardı.
Gündüz vakti ikisinin de ayık gezdiğini gören olmazdı. Nerden temin ettiklerini bilmediğim para ile içkilerini alırlardı.

Bebuk ile parkta veya başka yerde karşılaştığımız da “ Bakın delikanlılar, benim vaziyetimi görüyorsunuz. Ayakta zor duruyorum. Bu zıkkımı içmekten memnun değilim. İçkiye alıştım bırakamıyorum. Sakın siz içki şişesini elinize almayın, vb.” diye nasihat ederdi. Açıkta içki içmez, elinde içki şişesi görülmezdi.

Morfinli Mehmet sabahları, içki almadığı zaman, halim selim, efendi görünüşlü biriydi. İçkili iken kimse ile konuşmaz, evini zor bulur, bir yerlerde sızıp kalırdı.
Kışın karın üzerine sızıp, sabahladığı olurdu.

Karnı aç olduğunda, mahallemizde kapısını çaldığı, birkaç ev vardı. O evlerden birine gider “ Ana benim karnım aç. Bana bir dürüm yapında yiyeyim .” derdi.
Gittiği evde yiyecek ne varsa, tepsi ile kapının önüne konur, oda konulanı yer, dua edip giderdi.

Bebüğün, başında yana yatık şapkası, havalar soğuduğunda da, sırtından çıkarmadığı paltosu vardı.
Kalenin dibindeki bir göz odalı evi, belediye yaptırmış, mahalleliler de içinin eşyasını koymuşlardı. Bebuk; kirlenen çamaşırlarını deterjan ve para ile birlikte bir torbaya koyar, torbayı da ihtiyaç sahibi bir evin kapısı önüne bırakırmış. Evden torbayı alıp, çamaşırları yıkar, ütüler Bebüğün evinin kapısının önüne koyarlarmış. Bebuk evine geldiğinde, torbasını içeri alırmış.

İskilip’te hacca, otobüsler ile gidiliyordu. Her sene 6–8 otobüs ve eşyaları götüren kamyon ile hacca giderlerdi.
İçki içmeye tövbekâr olmuş morfinli Mehmet; bir Cuma günü sabahı hamama gider. Güzelce yıkanır. Sonrada soluğu otobüsleri hacca gidecek olan, otobüs firmasının sahibinin yanında alır. “ Ben hacca gitmek istiyorum. Tövbe ettim, içkiyi bundan sonra ağzıma almayacağım.” Der. Oradakiler şaşırırlar. “ Mehmet emin misin? İçki içmeden durabilir misin?” diye sorduklarında; kararının kesin olduğunu, içkiyi bıraktığını söyler.
Onlarda;” Sen kararını vermişsen, bizde seni hacca götürürüz.” Demişler.
Hacca giden Mehmet; hac farizasını yerine getirerek Hacı Mehmet olmuştur. Hac dönüşü İskilip belediyesine işçi olarak alınmış, evlenerek düzenli bir hayatı olmuştu.

Bebukte; Hacı Mehmet’ten 1–2 yıl sonra aynı süreci yaşadı. Hacca gitmeye karar verince, otobüsçüler ondan ücret almadı. Esnaftan para toplayıp, kendisine harçlık olarak verdiler. Bebuk daha hacca gitmeden “ Yarabbi; mübarek yerlerde al benim canımı. Buraya beni bir daha getirme.” Diye dua edermiş. Hac yolculuğunda yanındaki koltukta, dolmacı Bekir Hallı oturmuş.

Bebuk; mübarek yerlerde haccını güzelce tamamlıyor. Mekke’den Medine’ye geliyorlar. Orada da ibadet ve ziyaretler tamamlanıyor. Medine den ayrılmadan bir gün önce, kaldıkları otelde Bebuk; yalnız başına bir köşede ağlıyor. Onun bu halini gören biri soruyor-” Hacı bebuk niye ağlıyorsun?” Cevap veriyor “ Ben mübarek yerlerde feyiz alarak, ibadetimi, görevlerimi yapıp haccımı tamamladım. İskilip’e gidince beni azdırıp, tekrar içkiye başlatırlarsa ben ne yaparım diye ağlıyorum.” Ellerini kaldırıyor “ Allahım benim canımı bu mübarek yerde al. Burada kalayım.” Diyor.

Ertesi günü toparlanıp, yolculuğa çıkmaya hazırlanıyorlar. Bebük sessiz sedasız, her kesten önce otobüste kendi yerine oturuyor. Diğerleri de otobüse binmeye başlıyor. Bebuk başını yana dayamıştır. Onu uyuyor sanıyorlar. Birisi gelip” Hacı uyuma, otobüs kalkacak.” Diyor. Ama hacı bebuk’ten ses yok. Bir iki kişi daha geliyor, bakıyorlar ki hacı Bebuk; gerçek dünyasına gitmiş. Ruhunu mübarek yerde teslim etmiş. Her kes şaşırıyor. Bir gün evvel edilen dua, ertesi günü gerçekleşiyor.

Hacı Bebuk Medine de, Cennet’ül Baki’ye, sahabelerin bulunduğu mezarlığa defnediliyor. Hacı kafilesi de yola çıkıp İskilip’e geliyor.
Soruyorlar” hacı Bebuk nerede?”
Cevap;” Hacı Bebuk Medine’de, Peygamberimizin, sahabelerin yanında kaldı. Yaratan onun duasını kabul etti. O sevdikleri ile birlikte Medine’de kaldı.”
Hacı Bebüğün tek göz odalı evinin kapısını açıyorlar. Evin duvarında asılı tabelada diyor ki;
Harabat ehlini hor görme Şâkir.
Defineye malik viraneler var.

Yalan dünya da kimseyi küçük görüp, hor bakmamalıyız. Rabbimin yanında kim daha değerlidir? Onu ancak yaratan bilir.

Mustafa Yolcu- 03.11.2005


25 Mart 2019 Pazartesi

ANKARA- AYAŞ İÇMECESİ

ANKARA- AYAŞ İÇMECESİ

Ankara’ya 83 km. uzunlukta bulunan içmeceye, 10 Mart itibari ile gidip kaldım. Ben dört yaşında iken, annemgil buraya gelmişlerdi.  Ayaş içmecelerinin şifası, bizim memlekette dahi duyulmuştu.

Tatili, sıcak yaz günlerinde deniz kenarına gidip yatmayı sanan insanımızın, sağlıkları açısından içmece ve termal tesislerden yararlanmaları gerekir. Bilhassa yaşlılık dönemlerinde, yıllarca ilaç kullanıp bağırsak florasını bozduktan sonra, içmecelere gidip rektifiyeden geçmesi gerekir. Bağırsaklar insanın ikinci beynidir. Bağırsak florasının bozulması, birçok hastalığın oluşmasına neden olmaktadır. İçmeceler bağırsak florasının temizlenmesini sağlayabilir.

Bu yazı ile sizlerin’ de içmeceyi tanımanızı, yararlarını öğrenmenizi amaçladım. Ayaş içmecelerinin:
İÇMECE OLARAK FAYDALARI
* Mide bağırsak ve karaciğer tembelliklerine iyi gelir. Bu organları faaliyete geçirir.
* Safra kesesi taş ve kumlarını böbrek taş ve kumlarını döker.
* İdrar yolları iltihaplarını tedavi eder.
* Mide ve bağırsakları solucan, şerit ve kıl kurdundan temizler. Bunları dışarı atar.
* Hazımsızlığı, ağız kurumasını ve müzmin kabızlığı önler, iştahı açar.
* Nedeni bilinmeyen baş ağrılarını giderir. Kanda bulunan toksinlerin dışarı atılmasına yardımcı olur.
KAPLICA OLARAK FAYDALARI
Romatizma, Lumbago, Siyatik, Nevralji, Nevrit, Polinevrit, Kadın Hastalıkları, Kırık ve çıkıklardan sonraki mafsal yapışıklıklarında, havuz banyosu en uygun tedavidir.
Ayrıca hiçbir rahatsızlığı olmayanların bile, senede bir defa içme kürü yapmaları çok faydalıdır. İnsan vücudu yaşadığı sürece, organizmada biriken zehirli maddeleri idrar, dışkı, ter, safra, tükürük bezleri ve buna benzer boşaltım yolları ile dışarı atar. Zamanla bu zehirlerin tam olarak dışarı atılması güçleşir, organlar tembelleşir ve zehirli maddeler vücutta birikip artmaya başlar.
Her türlü tedavide ilk şart, hastanın iyi olacağına inanması ile başlar. Şifayı Allahtan bilerek, vesilelere müracaat etmemiz gerekir.

Bir doktor arkadaşım hatırasını – “Anneannem hep hasta olduğunu söyler, kendisine ilaç vermemi isterdi. Bir gün anneanneme giderken, üç ayrı renkte lolipop şeker aldım. Bunları sabah, öğle, akşam ayrı ayrı renkte şekeri   emmesini söyledim. Daha sonraki günlerde, anneanneme gittiğimde sağlığını sordum. Bana (yavrum ilaçların çok iyi geldi. İyiyim) dedi. Dayım anneanneme sağlığını sorduğunda, benim verdiğim ilaçların iyi geldiğini söylemiş. Dayım ilaçları görmek için buzdolabına gidip, topitop şekerleri görünce bunlar ilaç değil şeker demiş. Böylece benim’ de tılsımım bozuldu. Anneannem tekrar hastayım demeye başladı.” Diye anlatmıştı.
Her şeyin başı moral ve hayata tutunmak çabasıdır. Kendimizi kapıp koyuverirsek, dertlerimiz o zaman başlar. Allaha şükredelim, dertlere sabredelim. O zaman mutlu oluruz.

Mustafa Yolcu- 26.03.2019



19 Mart 2019 Salı

KONSOLİDASYON VE MORATORYUM NEDİR


KONSOLİDASYON VE MORATORYUM NEDİR?

Konsolidasyon ve Moratoryum nedir? Ne anlama gelmektedir?
Konsolidasyon TDK’de ‘’ekonomi Süreye bağlatma “olarak bilinmektedir.
Konsolidasyon bir borcun, borçlusu tarafından ödenmeyip zorunlu veya gönüllü olarak vade, faiz, tür ve benzeri yönlerden yeniden yapılandırılması anlamına gelir.
Konsolidasyon kararı alan devlet, o an için bu borçların faizini dahi ödeyemeyecek durumdadır. Sonraki yıllarda kendini düzeltip borçlarını kapatsa dahi, konsolidasyon işlemi, o ülkenin uluslararası kredi notunu ve prestijini düşürür.

MORATORYUM NE DEMEK?
Moratoryum ise TDK’de ‘’ekonomi erteletme’’ olarak ifade edilmektedir. Moratoryum, borçlanıcının ödeme gücünü kaybetmesi nedeniyle, borçlarının tümünü veya bir kısmını ödeyemeyeceğini ilan etmesidir. Genelde borçlu ve alıcı arasında borcun yeniden yapılandırılması ile sonuçlanır. Moratoryum bir ülkenin, dış borçlarıyla ilgili olabileceği gibi ülke içinde belirli bir grubun borçları üzerinde de yapılabilir. Devletler içine düştükleri yoğun döviz darboğazı dolayısıyla, dış borçlarının ana para ve faizlerini ödeyemeyeceklerini ilan ettiklerinde, borçlularla alacaklılar arasında bir anlaşma yapılarak borçların vadesinin uzatılması işlemi de moratoryum olarak adlandırılır.

MORATORYUM KAPIDA

Ekonomi resmen çöküyor.
Bu bir sonuçtur. Kimse olaya bir "dış" kılıf aramasın. 2003'ten beri ülkeye dışarıdan, 600 milyar doların üzerinde, para girişi oldu. Şimdi de çıkıyor.

Gelirken iyi de, çıkarken niye kötü oluyor. Gelen parayı, kendilerinin sandılar. Elin parasıyla hava atıp durdular. "Hazinede yüzlerce milyar dolarımız var" dediler.

"IMF'ye borç veriyoruz" dediler. Küresel tefeciler, Türkiye'de faizden ayda kazandıkları parayı, kendi ülkelerinde yılda kazanamıyorlar. Niye para girmesin. Şimdi de "Türkiye güvensiz" diye, gidiyor. "Türkiye iflas ediyor" diyorlar.
Peki, gerçek böyle mi?
Evet, ne yazık ki böyle?

Kimse olaya bir "dış" kılıf aramasın. Yabancı para, yabancı asker gibidir, yabancı paraları "sermaye" diye çekersin, sonra "dış mihraklar" dersin.
Kapıları açarsan, düşman içeri girer. Sonra verdikleri zarardan kurtulmak için "dış güçler yapıyor" diyorlar.
Bir ülkede saman dahi ithal ediliyorsa, öküzler ithal samanla besleniyorsa, o ülke betonla nasıl kalkınır? Özel şirketlere hazine garantili borçlanma yetkisi vermek, ülkeyi soymak değil mi? Ülkede gelir getiren her şeyi satıldı. Devletin geliri, vatandaştan vergi almak veya vatandaşa cezalar kesmek oldu.

Türkiye her yıl, borcu borç ile kapatıyordu. Artık borçta alamıyor. Acaba Moratoryumu ilan edilecek!...

Ekonomiden daha etkili bir silah yoktur dünyada.  KKTC'den bir açıklama geldi, duydunuz mu? "TL'den çıkacağız" diye. Bu ne demektir, biraz düşünün!

Asker ile elde edilemeyen, ekonomi ile elde edilir. KKTC'de Lira'dan çıkması demek, KKTC'de başka bayrağın dalgalanması demektir.
Demek ki borç yiğidin kamçısı değilmiş!

Mustafa Yolcu- 19.03.2019





18 Mart 2019 Pazartesi

ÇANAKKALE HARBİ


 ÇANAKKALE HARBİ

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'

Bazı savaşlar, milletlerin hayatında önemli yere sahiptir. Türk Milleti açısından 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, 1453 İstanbul’un fethi, Viyana kuşatması, Çanakkale harbi, Kurtuluş Savaşı bu öneme sahip savaşlarımızdır.

İlk kez Çanakkale’ye 1994 yılında, ikinci 0larak 2012 yılı temmuz ayında gittim. İlk gittiğimde, Çanakkale’yi görüp manasını anladığım da, “ bu zamana kadar,  burayı niye gelip görmedim” diye kendimden utandım. Ayrıca hacca, askere, Üniversiteye gidecek her vatandaşımızın, önce Çanakkale ye giderek bu savaşın manasını anlamalarını, ondan sonra gitmelerini tavsiye ederim.

Abdülhamit han hazretleri, 1900 yıllarında çağın en gelişmiş topu olan Kurup toplarından, Almanya ya sipariş veriyor. Çanakkale boğazında da tabya inşasına başlıyor. İngiliz ve Fransız elçileri, Abdülhamit’in huzuruna çıktıklarında tabyalar konusunu gündeme getirerek “Siz niye Çanakkale Boğazına tabya yaptırıyorsunuz. İstanbul Boğazına niye yaptırmıyorsunuz? Bu bizim ülkelerimize karşı hasma ne bir tutum mu ”  diye sorduklarında Abdülhamit- “ Burası benim evim. Evimin istediğim penceresini açar, istediğimi kaparım. Bunun için kimseden izin almam.” Demiştir. Tarih Abdülhamit i haklı çıkarmış, yaptırdığı tabyalar da, Kurup topları da Çanakkale harbinde çok işe yaramıştır.

İlkokul Müdürümüz Mehmet Kaymaz, ilkokul yıllarımızda bize Çanakkale’yi anlatmıştı. Babası Çanakkale savaşına katılıp, gazi olmuş. Babasının amcaoğlu şehit olmuş. Gazi olan babası şunları anlatmış:
- “ Siperde beklerken, üzerime uyuklama geldi. Rüyamda amcaoğlu gelip, bir aileye bir şehit yeter, cephe gerisine git dedi. Hemen uyandım. Sigara içimi süresi kadar, cephe gerisinde durulan üzeri kapalı mevziiye gittim. O anda mevziimize bomba düşüp patladı. Mevzide olanlar şehit oldular.

-Yürüyüş kolu halinde, Sığın dere sahra hastanesine gidiyorduk. Yakınımıza bomba düştü. Benim sağ kolum isabet almış, derisi tamamen sıyrılmış kemiklerim gözüküyordu. Yürüyüş kolunda bulunan, tüm arkadaşlarım şehit oldu. Tek ben kalmıştım. Yaralı şekilde hastaneye gittim. Hastane’de bombalanmış, ölen yüzlerce askerimizin kanı, dere gibi akıyordu. Sağ kalan sağlık ekibi koluma ilk müdahaleyi yapıp diktiler. Beni İstanbul’a havale ettiler.”

Sığın dere sargı yeri hastanesi cephenin en büyük hastanesidir. Burada bizim askerlerimizin dışında, yaralı gelen düşman askerleri de tedavi edilmektedir.  Düşmanın elinde, burasının hastane olarak koordinatları da bulunmasına rağmen; 28 Haziran 1915 gecesi, Sargı Yeri Hastanesini hedef alınarak, çoğu parmağını bile kıpırdatamayacak kadar ağır yaralı olan 18.000 askerimizi şehit ettiler. Mehmetçiğimiz onların hastane gemilerinin hiçbirini bombalamazken,  İngilizler Ortaçağdan kalma vahşiliklerini pervasızca sergiliyorlardı. Savaş ve insanlık suçu işleyerek 18.000 savunmasız yaralı askerimizi katlediyorlardı.

Çanakkale İngiltere, Fransa önderliğinde yapılan haçlı çıkarmasıdır. Osmanlı Çanakkale’de yenilmiş olsaydı, İngiltere ve Fransa İstanbul’u işgal edecekler, Türkü Anadolu’dan kovacaklar, şark meselesini halletmiş olacaklardı. Allah onlara bu fırsatı vermedi. Balkanlar da ittihat terakkinin yanlışları ile yenilen ordumuz, Çanakkale’de aslan kesilmişti.

Çanakkale Savaşı: Deniz harekâtı ve Kara harekâtı şeklinde iki dönemde cereyan etmiştir. Çanakkale cephesi, I. Dünya Savaşı’nda, tarihin en kanlı savaşlarının yapıldığı ve metrekareye 6000 mermi düştüğü, doktoru, mühendisi, ekonomisti, öğretmeni, öğrencisi, esnafı ve çiftçisiyle topyekûn istiklâl mücadelesine giren bir milletin yaklaşık 250.000 şehit ve kayıp vererek, sonuçta büyük bir zaferin kazanıldığı yerdir.

I. Dünya Savaşı’nda, Çanakkale Cephesi’nde yapılan savaşlar, 19 Şubat’tan başlayarak 18 Mart 1915 günü Türk zaferi ile sona eren deniz savaşı ile 2. dönem 25 Nisan 1915’te başlayıp, yaklaşık bir yıl kara savaşlarının sürdürüldüğü ve ikinci büyük Türk zaferi ile sonuçlanan dönem olmak üzere iki aşamada cereyan etmiştir. Bu savaşlarda iki taraf da tüm gücünü ortaya koyarak, mücadele etmek zorundaydı. Çünkü Çanakkale Cephesi, Savaş’ın kaderini değiştirecek önemli bir cephe idi.

2. Dünya harbinde Ruslar, Almanlara karşı Stalingratı savunurken, üç askerinden birine silah verebilmiştir. Osmanlı ise onca savaştan ve Balkan savaşından sonra bile, tüm askerinin eline tüfeğini, süngüsünü, mermisini, top mermisini verebilmiştir. Bu savaşlar aynı zamanda, istihkâm ve levazım savaşıdır. Harp sırasında askerin karnı doyurulmuş, mektubu gelmiş, sigarasını bulmuştur. Bu iş başlı başına organizasyondur. İstanbul’da bulunup kullanılmayan savaş gemilerinin topları, bir kısım makineleri sökülerek Çanakkale de tabyalarda, gözlem merkezlerinde, istihkâm bölüklerinde kullanılmıştır. Yüzlerce süvari atının yemi, samanı da karşılanmıştır.
Çanakkale öyle bir savaş alanı olmuştur ki, burada olanları metafizik ile değerlendirme imkânı yoktur.

Alman Komutan Liman Von Sanders, Çanakkale harbinde birçok hatalar yapmıştır. Düşman donanmasının, Saroz Körfezine çıkarma yapacağı tezi üzerinde durmuş, askeri yığınağın o tarafa kaydırılmasını istemiştir. Başta Atatürk olmak üzere, bu fikre karşı çıkılmış, Von Sanders’in emrine rağmen, Anzak Koyu tarafına’da yığınak yapılmıştır. Bu durum kuvvetlerin ikiye ayrılmasına neden olmuş, Saros körfezinden saldırı yapılmayıp, Anzak koyuna saldırı yapılınca, birliklerin Anzak koyuna ulaşması zaman almıştır. Bütün bunlar savaşın uzamasına, zayiatın büyümesine yol açmıştır. Almanlar söz verdikleri miktarda, lojistik destekte de bulunmamışlardır

Çanakkale hatıraları adlı kitapta şunlar anlatılıyor:
Gözetleme yerinden cephede savaşan askerlerimizi izliyoruz. Çıkartma yapılmadan önce İngiliz gemileri cephemizi uzun süre bombalıyor. Bomba yere düşünce beş, altı metre yüksekliğe kadar toprak yükseliyor, bulut gibi tekrar yere iniyor. Eyvah dedik, buradan bir askerimiz bile sağ çıkamaz. Düşmanda bu kanaate sahip olunca, gemilerden çıkarmaya başlıyor. Bir müddet sonra bombalanan mevzilerden askerlerimiz ok gibi fırlayıp, düşmana hücum ediyor. Çıkarma birlikleri geldikleri gibi geri dönüyorlar.

Düşmana hücum eden birliğimiz, Anzakları kovalıyor. Biz kovalıyoruz, Anzak birlikleri kaçıyorlar. Birliğin komutanı geriye dönüp baktığında, arka tepelerden kendilerini çevirme yapıldığını görüyor. Geri dönse, birliği yerine götürme imkânı yok. Askerlerine bu durumu açıklamadan “ son askerim kalıncaya kadar, düşmanı kovalamaya devam edeceğim.” Diyor. Bir süre sonra tekrar geri döndüğünde, etrafını kuşatan düşman askerlerinin bozguna uğratıldığını görüyor. Savaş bittikten sonra, bizim hangi birliğimizin, bu bozgunu gerçekleştirdiğini öğrenemedim diyor.

İki tarafça kazılan hendeklerin birbirine uzaklığı, 10 metrenin altında olan yerler vardır. Akşam olduğunda dinlenmeye geçilen cephelerde, başka şeylerde olur. Düşman askerleri keman, mızıka çalarak eğlenmeye çalışırlar. Keman çalma sona erince, bizim cepheden de alkış sesi gelir. Bu sefer yiğit askerim, sıla özlemi ile uzun hava türküsü söylemeye başlar. Türkü bitince, düşman cephesinden alkış sesi gelir. Ertesi gün akşam, düşman cephesinden bizimkilere seslenilerek yine türkü söylenilmesini anlatmaya çalışırlar. Bizimkilerde gündüz ki çatışmada o askerimizin öldüğü bilgisini aktarırlar.

İngilizler Çanakkale için, sömürgeleri altında olan Müslüman ülkelerden asker topluyorlardı. Müslümanları, “Sizin halifenizi Almanlar kaçırdı. Biz, sizin halifenizi kurtarmak için Almanlarla savaşıyoruz.” diyerek kandıran İngilizler, bu yalana kanmayan Müslümanları, ailelerini öldürmekle tehdit ederek zorla cepheye getirdiler. Gelmek istemeyenleri ise öldürdüler. İngiliz’in oyununa gelen Müslüman askerler Çanakkale’de, Türklerle savaştıklarından habersiz harp ediyorlardı.
Bir bayram sabahı, ilahî bir lütuf olarak, Türk siperlerinin üzerini bulutlar kapamıştı. Düşmanın, siperlerimizi gözetleme imkânı ortadan kalkmış, askerlerimiz çok sevinmişti. Zira bayram namazı kılmayı çok arzu ediyorlar, fakat komutanları, toplu halde namaz kılmanın düşman için bulunmaz bir fırsat olacağını söyleyerek, müsaade etmiyordu. Siperlerimiz bulutlarla kapandığına göre artık namaz kılınabilirdi. Komutanından erine hep beraber saf tuttular ve vecd içinde namaza durdular. Bayram namazını kıldıktan sonra hep bir ağızdan şevkle tekbir getirmeye başladılar. Bu sırada düşman siperlerinden gürültü, arkasından da silah sesleri gelmeye başladı. Meğer kendileri gibi Müslümanlarla savaştıklarını anlayan kandırılmış askerler, düşman siperlerinde karışıklık çıkarmışlardı. İngilizler de onların bir kısmını kurşuna dizmiş, bir kısmını da cephe gerisine çekmişti. Bu Müslüman askerlerin bir kısmı, saf değiştirerek bizim tarafa geçtiler. Büyük kısmı, kahramanca çarpışarak şehit oldular.

Müslüman askerleri kandırarak cepheye süren İngilizler, Müslüman olmayan Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeleri de propaganda yolu ile kandırıyordu. Hıristiyan devletlerine “ dünyayı barbar Türklerden kurtarmanın zamanı gelmiştir.” Diyorlar, bu savaşın aynı zamanda bir haçlı savaşı olduğunu ifade ediyorlardı. Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen Anzak askerleri de, İngilizler tarafından kandırılmıştı. Çanakkale savaşında, Türklerin kahramanlığı gibi insanlığına da hayran kalan Anzak askerleri, İngilizlerin gerçek yüzünü görüyordu. Nitekim İngilizler onlara “Türkler yamyamdır. İnsan eti yerler. Dünyayı bu yamyamlardan kurtarmak için savaşıyoruz” şeklinde propaganda yapmışlardır. Fakat onlar cephede gördüler ki Mehmetçik, kendi hayatını tehlikeye atarak, yaralı düşman askerini kurtaran, kendi yaralı iken düşman askerinin yarasını sarabilecek kadar, kendi bayat ekmek yerken düşman esirine taze ekmek yedirebilecek kadar insanlığın zirvesindedir. Çanakkale’ye gelirken Türklerden nefret eden Anzaklar, Türklere hayran kalarak memleketlerine dönmüşlerdir.

İngilizlerin Çanakkale’de yaptıkları âdiliklerden birisi de kimyasal gaz kullanma teşebbüsleridir. Bu insanlık cinayeti, Lordlar Kamarasında Çörçil tarafından gündeme getirilmişti. Bunun bir insanlık suçu olduğu vurgulanınca Çörçil, “Türkler insan değildir. Bu yüzden gaz kullanmamızda bir sakınca yoktur” diyerek, oradakileri ikna etmişti. Varillerle kimyasal gazlar gemilere yüklenip, Çanakkale’ye sevk edildi. Rüzgâr, mevsimin özelliğinden dolayı denizden karaya doğru esiyordu. Varillerin kapaklarını açacaklar, rüzgârın etkisiyle karaya doğru esen gazlar Türkleri zehirleyecekti. Kendi askerlerine de gaz maskesi dağıttılar. Fakat Müslüman Türk’e olan ilahî yardım, İngilizlerin hesabını bozmuştu. Variller Çanakkale’ye ulaşınca rüzgâr yön değiştirmiş, karadan denize doğru esmeye başlamıştı. Gemilerinde panik yaşadılar. Rüzgarın bu durumu, savaş boyunca devam etti.
Zehirli gaz kullanmaya muvaffak olamayan İngilizler, başka bir kalleşliğe, başka bir insanlık suçuna imza atmayı başardılar.
Çanakkale’de İngilizler ve müttefikleri mağlup oldular. Savaş bitti, fakat İngiliz hilesi bitmedi. Savaştan sonra İngilizler Londra’nın iki önemli caddesine, Oxford ve Cambridge caddelerine birer heykel dikmişler. Hâlen mevcut olan bu heykellerde, Osmanlı askerinin süngüsünün ucunda bir İngiliz askeri tasvir edilmekte ve altında şu ifadeler yazmaktadır: “Türkler, Çanakkale’de babanı böyle öldürdüler

İkiyüzlü İngilizler, aldatmacaları ile yetmiş iki milleti peşlerine takıp, dev zırhlılarla dünyanın bir ucundan gelip, ülkemizi işgal etmeye çalışıyorlar. Her türlü imkânsızlığa rağmen, göğüslerindeki imanla savaşan Mehmetçiğe ölüm kusuyorlar. “Bütün bunlara rağmen, vatanını savunan Türkler hunhar, saldırgan İngilizler mazlum oluyor. “

Medeniyetin timsali olarak gösterilen İngiliz ve batı hayranlığımız ile ülkemizde İngilizce ders görülen okullar açıyoruz, onların yaşam tarzlarını kendimize örnek alıyoruz.
Bize düşen “Çanakkale savaşından, halen süren Haçlı seferinden gerekli dersleri alarak, uyanık olmamızdır.”

Mustafa Yolcu


13 Mart 2019 Çarşamba

BİR DENİZ YILDIZI KURTULDU


BİR DENİZ YILDIZI KURTULDU


Adamın biri okyanus sahilinde, güneşin doğuşunu seyretmek için sahile indiğinde, uzakta birini görür. Sahile yaklaştığında gördüğü kişinin, sahile vuran deniz yıldızlarını okyanusa atan, bir çocuk olduğunu anlar.

Çocuğun yanına giderek sorar:
-Deniz yıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?
 Çocuk der ki:
– Güneş yükseldiğinde, okyanusta sular çekiliyor. Bu deniz yıldızlarını suya atmazsam, karada susuzluktan ölecekler.

Adam devam eder:
– Sahil kilometrelerce uzanıyor ve sahilde, binlerce deniz yıldızı var. Bunlardan hangi birini atıp kurtaracaksın. Ne fark edecek ki? Der.
Çocuk adamı dinledikten sonra, bir deniz yıldızını daha okyanusa atar ve cevap verir:
– Bir deniz yıldızı daha kurtuldu.
Adam, çocuğun yalnızca okyanus manzarasının keyfini çıkarmaya gelmeyip, bir fark yaratmak istediğini anlar ve ona katılarak, bütün sabahı okyanusa deniz yıldızı atarak geçirir.

Günlük hayatımızda, bazen ümitsizliğe düşüyoruz. Biz bir şeyler yapmaya çalışırken, moral bozmaya çalışan oluyor. Yaptığımız işi yersiz görüyor. “BOŞUNA UĞRAŞMA, BU BÖYLE GELMİŞ BÖYLE GİDER.” Diyen de oluyor.

Yıllar önce İskilip vakfında iken, Vakıf Başkanı Abdulkadir Alpaslan Bey- “vakfın arsası üzerine bina yaptıralım.” Fikrini öne sürdü. Bu fikre, mütevelli heyet üyeleri olarak hiçbirimiz sıcak bakmadık. Çünkü, Vakfın parası pulu yoktu. Sadece Ahmet Evlice “Arsaya inşaata başlayalım, ölü yerde kalmaz. Ölüyü bir kaldıran olur.” diye fikre destek vermişti.

Balgat’taki arsaya bina yapıldı. İkinci bir arsa alınıp, onun üzerine’ de bina yapıldı. Bu binalardan alınan kiralar ile İskilip Vakfı, her yıl İskilipli yüze yakın üniversite öğrencisine burs veriliyor. Eğer olumsuz düşünüp, bu bina yapılamaz denilseydi, binalar yapılamaz, bu kadar öğrenciye burs verilemezdi.

İskilip’te pirinç pazarında dükkanımız vardı. Pirinç satar, başka ticarette yapardık. Babam dükkândan ayrıldığında, dükkâna ben bakardım. Babam dükkânda iken bizden alışveriş yapanlar, babam olmadığında bizim dükkâna gelmiyordu.
Babama sordum- “Dükkânda sen varken bize alışverişe gelenler, sen yokken niye gelmiyorlar.” Dedim.  Babamda- “oğlum, yılların verdiği tanıma ve güvenme duygusu var. Bunu sen küçük olduğun için göremediklerinden, güvendikleri yere gidiyorlar.

Bu sebeple önce bir işe başlamamız, çırakken usta olmamız gerekiyor. Bir işe girildiğinde, eksik diyende tamam diyende olacaktır. Önemli olan, doğru zamanda doğru işin yapılmasıdır.

Mustafa Yolcu- 13.03.2019