6 Nisan 2020 Pazartesi

ARKADAŞIM RECEP KÖMÜRCÜ







ARKADAŞIM RECEP KÖMÜRCÜ

İskilip’te pirinç pazarında bulunan dükkanımız’ da otururken, Recep bazen bizim dükkâna uğrar, oturur konuşurduk. Azmi millî İlkokulunda birlikte okuduk. Recep benden bir sınıf geride idi.

Ortaokul, lise derken kendimizi Ankara ’da Üniversite’de bulduk. Recep benden önce Hukuk fakültesine başlamıştı. Bende Siyasal Bilgiler fakültesinin arkasın da bulunan, Cumhuriyet yurdun da kalıyordum. Bazen Receple buluşmak için, Hukuk Fakültesine de uğrardım. Okulun kantininde çay içerdik. Bir sefer’ de, o günkü dersleri olan uluslararası hukuk dersine birlikte girmiştik. Dersin hocası uluslararası hukuku” müeyyidesi olmayan hukuktur. Güçlü devletin, güçsüz devlete karşı kullandığı yaptırıcı hukuktur” diye tarif etmişti. Bu dersi hiç unutmadım. Uluslararası ilişkiler de bu durum, hep aklıma geldi.

Recep ders çalışmaya, milli kütüphaneye giderdi. Dersten sıkılınca, günlük gazetelerin olduğu yere gider, gazete okurdu. Bilhassa okuldaki hocalarının makalelerini kaçırmaz, hocalar imtihan da makalede adı geçen konuları soruyor derdi. Ben kütüphaneye, gazete okumak için ara sıra giderdim.

Recep fakülteyi bitirdi. Hakimlik imtihanını kazandı. Değişik yerlerde Sulh Hukuk hakimliği yaptı. Sulh Hukuk Hâkimi olarak Ankara adliyesine tayini çıktı. Benim zafer Meydanın’ da bürom vardı. Recep bazen büroma uğrar, bazen’ de ben öyleden sonra adliyeye yanına giderdim. Daha sonra Asliye Hukuk hâkimi, Ticaret Mahkemesi hâkimi oldu. Recebin en belirgin özelliği, dava dosyalarını iyice inceler sonra karar verirdi. Bir keresinde arsa değer tespitini bilirkişiye vermiş, bilirkişi de raporunu vermişti. Arsanın bulunduğu yerdeki emlakçıyı telefonla arayarak, arsanın değerini emlakçıdan öğrenmiş, değerin bilirkişi raporu ile uygunluğunu tespit edince kararını vermişti.

Bir kez de bana, bir dosyası hakkında görüş sormuştu. Benim yorumum, onun yorumu ile uyuşmamış farklı düşünmüştük. Recebin dava konusu kararı Yargıtay’a götürülmüş, Yargıtay kararını onamıştı. Daha sonraki yıllarda Recebe, bu karar hakkında düşüncesinde değişiklik olup olmadığını sorardım.

Recep sonra Yargıtay Hakimliğine, arkasından Anayasa Mahkemesi hakimliğine seçildi. Bütün bu ilerleyiş bileğinin hakkı ile, tırnakları ile kazandığı başarının sonucu olarak gerçekleşti.

Recep en son, Anayasa Mahkemesi Başkanı yardımcılığına seçildi. Kendisinin bu seviyelere gelmesinden, gurur duydum.  Hakkı vermek için, kılı kırk yaran birinin böyle bir göreve gelmesi, ülkemiz içinde öğünc kaynağıdır.

Yakın zamanda, recep kardeşimin ziyaretine gittim. Makamın’ da otururken, aradan geçen 55 yıllık süreç, gözümün önünden filim şeridi gibi geçti. Bir kez daha arkadaşım ile gurur duydum. Bana vatan ve milletin hayrına yaptığı güzel şeylerden bahsetti.
Arkadaşım Recep Kömürcü, Anayasa Mahkemesi Hakimliği üyeliğinden yakın zamanda emekli oldu.

Değerli arkadaşıma, ömür boyu sağlık sıhhat ve afiyetler dilerim.

Mustafa Yolcu- 05.04.2020




21 Mart 2020 Cumartesi

MEHMET MÜNÜR ÇAĞIL





MEHMET MÜNÜR ÇAĞIL

 1870 Yılında Çorum- İskilip’ te doğmuştur.
9 Ağustos 1954 Tarihinde, İstanbul’ da vefat etmiştir. Türk devlet adamı, milletvekilihukukçu ve vakıflar uzmanıdır. Mehmet Münir, 1870 yılında İskilip'in Sakarya Mahallesinde doğdu. Babası Plevne savaşına katılan, Redif Binbaşılarından Mehmet Hilmi Efendi’dir. Annesi Zahide hanımdır. 1908 yılında Seniha,1915’te Nebile hanım ile evlenmiştir. Orhan, Selçuk, Turhan ve Bilge adlı çocukları olmuştur. İlk eğitimini İskilip’te Mukaddime-i Ulumu sıbyan mektebinde alıp, İskilip ve İstanbul’ da bir süre özel ders aldı. 8 Temmuz 1887’de Çankırı Sancağı Mektebi- Rüştiye’sinden mezun olduktan sonra, İstanbul'a gitmiş ve imtihanla hukuk mektebine girmiştir. 3 Ağustos 1896 tarihinde Hukuk mektebinden pekiyi derecesi ile mezun olup, Rüus (yüksek lisans) rütbesi almıştır. Arapça ve Farsça ’ya vakıftır. 
2 Temmuz 1898’de 1000 kuruş aylıkla, ilk önce Lüleburgaz Kazası Savcı Yardımcılığına atanmış. 21 Mart 1899 tarihinde Kudüs Sancağı, Bidayet Mahkemesi Savcı Yardımcılığına 1260 kuruş aylıkla atanmış. Kosova Sancağı Bidayet Mahkemesi Ceza Başkanı olmuş. Osmanlı Devleti’nin Şer’iye ve Evkaf Nazırlığı Müsteşarlığı ile Türkiye Cumhuriyetinin ilk yıllarında 1924 te Evkaf-ı Hümayun Nezareti Müsteşarı’dır.
Münir Çağıl; Osmanlı Devleti döneminde Meclis-i Mebusan’ında I. ve III. dönem olmak üzere, Türkiye Cumhuriyeti döneminde TBMM’de II, III, IV, V, VI, VII ve VIII. Dönem, Çorum Milletvekili olarak görev almıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi Türk ve Osmanlı vakıflarını tasfiye etme ve yeniden düzenleme süreci sonrasında kanunun çıkarılmasında önemli görevler üstlenmiştir. Belgelere göre 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun TBMM’de görüşülmesi sırasında, Adliye Encümeni Reisi (TBMM Adalet Komisyonu Başkanı) sıfatıyla TBMM’de görev yapmıştır. Cumhuriyetin I. Meclisinde görev alamamış olması, o dönem genç cumhuriyetin ilk Evkaf-ı Hümayun Nezareti Müsteşarı olarak görev yapmasındadır. İttihat ve Terakki Fırkasının kurucularındandır.
Amcasının oğlu (Hamit Çağıl) verdiği bilgiye göre “Atatürk kendisine çok ilgi gösterir, Münir Çağılın altında imzası olmayan kanun teklifini kabul etmezmiş.” Kamudan ayrıldıktan sonra İstanbul’da avukatlık yaparak, hukuk hayatına devam etmiştir.
Kızının düğünü Dolmabahçe Sarayında yapılmış, Büyük ada ve Sultan Ahmet’ te evi varmış. Münir beyin Vakıf hadisesi kendisi ile öyle özleşmiş ki; bir yeri telefon ile aradığında “ORA NİRE, BURASI EVKAF “dermiş. Bu EVKAF deyimi aile arasında da söylenirmiş.
Oğlu Prof. Dr. Orhan Münir Çağıl’dır. İstanbul Hukuk Fakültesinde görev yaparak, Hukuk Başlangıcı dersine girmiştir. Orhan hocanın 40 sayfalık teksir edilmiş notları varmış. Talebeler bu notlara çalışarak, imtihana girerlermiş. Talebeleri bu hocanın kitabı bile yok demişler. Bu konuşma Orhan hocanın kulağına gitmiş. Hukuk başlangıcı dersinde “Bana bu hoca kitapsız, kitabı görürsünüz siz.” Demiş. O dönem içinde, 500 sahifelik Hukuk Başlangıcı kitabını yazarak bastırmış. Kitabın çoğu kelimeleri Fransızca, Arapça, Farsça olduğundan, anlaşılması zor olmuş. İmtihanı ’da kitaptan yaptığından, çok az öğrenci sınıfı geçebilmiş. Daha sonra tekrar teksire dönünce talebeleri sınıfı geçmişler.  
Amcasının oğlu Ahmet Hamit Çağıl’ da Columbia Üniversitesi Siyasî İlimler Fakültesi İktisat Şubesi Mezunu olup, fakülteyi birincilikle bitirmiştir. Diploma töreninde İstiklal marşı okunmuş ve göndere Türk bayrağı çekilmiştir.

Mustafa Yolcu- 20.03.2020

9 Mart 2020 Pazartesi

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 15






TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 15

YÜZBAŞI İLHAMİ

İkinci İnönü muharebesinin en buhranlı günlerinden olan 28 Mart 1921 sabahı; bu ölüm meydanının tek süsü olan güneş; üzerinde kar bulunan zirveleri devirerek yükseliyor, Mehmetçikler gecenin soğuk sillesinden henüz kurtulmuşlar ve ılık bir okşayışla içlerine işlemeye başlayan güneşle ısınmaya yeni başlamışlardı.  

Bu günde düşman saldırısı bekleniyordu. Ortalık aydınlandıkça, ilerideki kayalıkları siper alarak bir yılan soğukluğuyla süzülen düşmanın ilerleyişi görülüyordu.  Bütün gece keşif kollarının tek, tük ateşleri ve kazma, kürek sesinden başka bir şey duyulmayan bu bölgede, şimdi birden bire başlayan ve acı uğultularla siperlerimiz üzerinde patlayan düşman topçu ateşinin sert gümbürtüleri; kayaları parçalıyor, siperlerimizi dağıtıyor, siperlerde süngüleşme zamanını bekleyen Mehmetçiklerimizi hırpalıyordu. Toplar, makineliler durmadan ateş ediyordu.    Muharebe meydanını korkunç bir uğultu kaplamış ve cehenneme dönmüştü.

Bir saat kadar devam eden bu ateşten sonra; binlerce düşman askerinin saldırıya geçtiği görüldü. Az sayıda olan topumuz ve makineli tüfeğimizin seyrek ateşi önünde düşman; piyade tüfeklerinin tesirli menziline kadar serbestçe ilerledi. Fakat bu anda; deminden beri düşmanın ilerleyişini kinle seyreden Mehmet’in elleri, pervasızca ilerleyen düşmana ölüm saçmak için harekete geçti ve bir anda yüzlerce namludan çıkan mermiler, düşmana ölüm kusturdu.
Biraz önce serbestçe ilerleyen düşman, şimdi kaçacak bir delik, saklanacak toprak parçası arıyorlardı.

Düşman bu günde GÜNDÜZ BEYE saldırı ile cephemizin sağ kanadında bir netice almak istiyordu. Fakat bu bölgede savaşan kahraman tümenimiz, günlerdir verdiği şiddetli muharebe ve uğradığı zayiata rağmen bulunduğu cepheyi korumuş, düşmanı bir adım ileri attırmamıştı.

Bu kısımda savunmada olan 3. Alay, savaşın başından bu güne kadar, altı gün düşmanın şiddetli saldırılarına kahramanca karşı koymuş ve fedakâr 3. taburunu da bütün mevcudunu şehit vermişti. Buna rağmen eksilen adede karşılık, Mehmetler de artan bir karşı koyma ruhu, şehit olan askerimize rağmen artan bir enerji ile savaştılar. Cephelerini asla terk etmediler. 3. Alayın bu direnişi sayesinde sağ kanat gurubu ( Metres tepenin) ele geçirilmesi sebebi ile meydana gelen buhrana çare bulmak için, gerekli taarruzu yapmaya imkân bulabildi.

Bu Alaydan cephede, sekiz bölük komutanı mevcuttu. Bunlardan altı bölük komutanı şehit olmuş ve her biri tarihe geçen büyük fedakârlıkla, ölümü hiç sayarak tuttukları mevzilerini terk etmemişlerdir.

Kanlı sırta dönüyoruz; cephesinde bir kaya kütlesi kadar dik duran birliklerimizi devirmek için patlatılan binlerce top mermisinin, ortalığı cehenneme çeviren velvelesini görüyoruz. Hangi tarafa baksanız, oluk gibi akan Mehmetçiğin kanını görürsünüz. Bütün bunlar yurdunu korumak için, hürriyet ve istiklal için savaşan Türk evlatlarının gösterdikleri harikalardır.

Türk anası, dağarcığındaki bir lokma ekmeğiyle ve günlerce süren meşakkatli ve öldürücü bir yolculuktan sonra sırtındaki cephaneyi, cephede savaşan oğluna taşımaktan zevk duyuyordu.

Kezban, iç paralayan iniltileriyle, daha süt emen kundaktaki yavrusunu omzuna almış, Allaha güvenip hayatından memnun bir insan tavrıyla, Mehmetlere erzak taşıyor ve günlerce gıcırdayan kağnısının arkasında, yavrusuna ninni söyleyerek sevinçle cepheye gidiyor.

İkinci İnönü muharebesi bütün şiddetiyle devam ediyordu. Düşman 29 Mart 1921 tarihinde bütün gücüyle saldırıya devam etmiş, bir netice alamamıştı. 30 Mart sabahı düşman son bir gayretle, bütün gücü ile tekrar saldırıya girişti. Bilhassa Kanlı Sırtta çok kanlı bir boğazlaşma başlamıştı. Burada savunmada olan 3. Alayın beşinci bölüğü; üzerine saldıran bu düşman sürülerini devamlı biçiyor, gittikçe eksilen mevcuduna rağmen, bir adım geri atmıyordu. Bölük komutanı Yüzbaşı Hilmi, ilahi bir aşka gelmiş; levent ve kahraman varlığıyla siperden fırlamıştı. İlhami sağa koşuyor, sola koşuyor ve gittikçe şiddetlenen düşman saldırılarına karşı tepeyi elde tutmak için bütün gücü ile çalışıyordu.

Mehmetler, kahraman Yüzbaşılarının bu yiğitliği karşısında saklanmaya gerek görmüyorlardı. Bombalar patlıyor, mermisi biten Mehmet eline geçirdiği kaya parçasını yuvarlayarak savaşa devam ediyordu.

Düşman gittikçe yaklaşmıştı. Bu esnada ayakta bir metanet heykeli gibi dolaşan Yüzbaşı İlhami; bir düşman mermisiyle sol memesi üzerinden ağırca yaralanmıştı. Bu zor devrede yalnız zaferi ve vazifeyi düşünen İlhami, yavaş yavaş toprağa düşerken, onu geriye götürmek için yanına gelen erlerine- “ Siz savaşa devam edin çocuklarım, ben çok iyiyim.” Demişti. Takım komutanının ve bütün erlerinin ısrarlarına rağmen İlhami geriye gitmedi ve  -“ Ya burada ölecek, ya da bölüğün zaferini göreceğim.” Diyerek yaslandığı kaya parçasından, bu cehennem tufanı arasında süngüleşen bölüğünün arzu ettiği zaferini gördü. Bir müddet sonra da bu kahraman Yüzbaşı, bölüğünün zafer nidaları arasında sargı yerine götürüldü.

Önceden Eskişehirlilerin batı cephesi komutanına hediye ettiği, Batı cephesi komutanının da en çok yararlılık gösterecek subaya hediye olarak vaat ettiği atın Yüzbaşı İlhami ye verilmesi, 1. Tümen komutanlığı tarafından teklif edildi. Batı Cephesi komutanı tarafından, Arap atının Yüzbaşı İlhami’ye hediye edilmesi kararlaştırıldı.

30- 31 Mart gecesi, siyah tüllerini Gündüz Bey sırtlarında yatan kanlı cesetler üzerine örterken, top ve tüfekler susmuş, etrafa hazin ve korkunç sükûnet çökmeye başlamıştı. Uzaktan duyulan tek, tük tüfek sesleri, sıhhiye erlerinin yürekleri tırmalayan kazma sesleri, bu sükûneti ara sıra ihlal ediyordu.

Düşman çekildiği her yeri yakıyordu. Köyler, kasabalardan kızıl bir alev sema ya yükselirken, 2. İnönü zaferinin kahramanları olan Mehmetler, düşman boyunduruğunda inleyen insanımızı kurtarmak için batıya doğru bir lav gibi akıp gidiyorlardı.

Mustafa Yolcu
   


28 Şubat 2020 Cuma

33 ŞEHİDİMİZ VAR, BUNA DAYANMAZ CANLAR


33 ŞEHİDİMİZ VAR, BUNA DAYANMAZ CANLAR

Bugün İdlib’ te, 33 şehidimizin haberi ile uyandı Türkiye. Ocaklara ateş düştü. Ülkemiz bulunduğu coğrafya ’da, yalnızlığı yaşıyor. İttifaklar yalan ve İran takiyesi üzerine kurulu. Biz Amerika için, NATO ittifakı için Kore’ye gittik. Askerimiz orada şehit, gazi oldu.  

Şimdi ise sözde NATO ittifakımız, bize başsağlığı mesajı yolluyor. Olmayan yardıma, yardım ettim diyor.

Günlerdir İdlib’te yapılan yığınak sonucu, hava saldırısının olacağı endişesini yaşıyordum. Biz bu hatayı Kıbrıs’ta da yapmıştık. Beş parmak dağlarının önüne 60 bin askerimizi yığmıştık. Şaş kaza bir uçak gelseydi, askerlerimiz başak biçilir gibi biçilirdi.

İdlib koruma noktalarına askerlerimizi yığdık. Hava savunmamız yok. Karşı üçlü ittifakın elinde uçağı, S- 400 hava savunma sistemi, varil bombaları var. Bizim ise onlara karşı koyacak İHA ve toplarımız var. Düşmanın haberleşmesini kesecek, sinyal dağıtıcılarımız nerede? Üçlü çetenin uçakları geldiler ve noktasal olarak belirledikleri askeri yığınaklarımızı bombaladılar. 33 Askerimiz şehit oldu. Bize de tüh demek kaldı.

Suriye’deki hadise İsrail, Amerika, Rusya’nın birlikte planladıkları olaydır. Üçü de dayanışma içindeler. Hedef Arz-ı Mevudu gerçekleştirmek için, Suriye coğrafyasını boşaltmaktır. Sonra da Suriye’yi altın tabak içinde İsrail’e hediye edecekler. Arkasından sıra, bizim ülkemizi bölmeye gelecek.  Oyun budur. Gerisi lafı güzaftır.

Diğer taraftan Esad ile İran, mezhep savaşı yapıyorlar. Şiilik ve Nusayri ligin, suniler ile kavgasını yapıyorlar. Suriye’de hiç Nusayri bölgesi bombalandı mı? Göce zorlandılar mı? Yarın bu topraklara İsrail el koyarsa, Süryanilerin durumu da Filistinliler gibi olacaktır. Ya Yahudilere köle olacaklar ya da sürgün edileceklerdir. Yahudilerce kolları, bacakları taşlarla kırılacaktır.  
.
Bu durum gerçekleştiğin de Rusya mevcut konumunu koruyabilecek mi? Ona da “haydi güle güle git” diyecekler.

Olan Orta doğuda Müslümanlara oluyor. Tekbir getirerek birbirlerini öldürüyor. Zenginliklerini emperyalist ülkelere peşkeş çekiyorlar. Müslüman hacı olmak için Arabistan’a gidiyor, Hac ta kestiği kurbanların eti, Amerikan askerlerinin içki masalarının mezesi oluyor. Fakir mazlum Müslümanlar’ da açlık çekiyor. Adamların umurunda mı? Hayır. Onlar gidip, milyonlarca dolar verip, Avrupa takımlarını satın alıyorlar. Nice Lawrence’ ler orta doğu da cirit atıyor. Ülkemizde cirit atıyor.

Zor bir geçitteyiz. Ülkemizde dört milyon, kapımıza dayanmış üç milyon göçmen var. Balinayı kurtaranlar, orta da gözükmüyorlar. Bu Suriyeli göçmenlerin hali ne olacak? Kapına gelmiş. Kovsan gidemiyor. İçeri alsan. İçeride zaten dört milyon Suriyeli var. Çağdaş Avrupa’nın, Özgürlük şampiyonu Amerika- İngiltere’nin kılı kıpırdamıyor. Biz ise bu zalimlere hayranlık besliyoruz.
Sanal medya da bu faciayı mesajlar ile paylaşalım. Yabancı dili olanlara bu konu da görev düşüyor. Avrupa ülkelerinde, insanların yaşadıkları facia hakkında kamuoyu yoklaması yapılabilir, kamuoyu oluşturulabilir.

Ben Bayburt’ tan İskilip e muhacir olmuş, bir ailenin çocuğuyum. Bu muhacirlik ile ilgili babaannem “BİZE NE ETTİYSE KÖR URUS ETTİ. BİZİ EVİMİZDEN YUVAMIZDAN ETTİ “dermiş. Tarih tekerrür ediyor. KÖR URUS VE ÜÇLÜ ÇETE İNSANLARI EVİNDEN YUVASINDAN EDİYOR.
Allah kötü düşünceli insan ve kavimleri, nasıl bilirse öyle etsin.

Mustafa Yolcu- 28.02.2020


4 Şubat 2020 Salı

KAYMAKAMIN HATIRALARI



KAYMAKAMIN HATIRALARI

1-Egenin şirin bir ilçesine, Kaymakam olarak gelmiştim. İlçeyi yeni
tanıyordum. Bir gurup hanım Kaymakamlığa gelerek, benimle görüşmek istemişler. Kendilerini kabul ettim ve odama geldiler. Yer gösterdim oturdular. İçlerinden birisi söz alarak- “Kaymakam Bey, ilçemize her yıl çadırları ile halkacılar gelir. Burada kumar ve kadın ile, bir yılda tarlada çalışarak elde ettiğimiz ürünlerin parasını, bir hafta da kocalarımızın elinden alıyorlar. Sonra’ da biz, ihtiyaçlarımızı karşılayamayıp, sıkıntı içine giriyoruz. Ne olur bizi ve kazamızı bunlardan kurtar.” Dediler.

Konuyu incelettim, doğru imiş. İşin içinde’ de iş varmış! Halkacıların patronunu kaymakamlığa çağırttım. Ne iş yaptıklarını, nasıl para kazandıklarını sordum. Kendilerine toz kondurmadan yaptıkları işi anlattı. Bir hafta içinde, çadırlarını toplayıp, kazadan ayrılmaları talimatını verdim. Adam şaşırdı kaldı. Beyim yapma, bizi gönderme. Ne istersen onu yapayım dediyse de, hayır gideceksiniz dedim.

Ertesi günü bir bayanın, benimle görüşmek istediğini bildirdiler. Kabul ettim.  Üzeri çarşaflı bir bayan, odamdan içeri girdi. Üzerindeki çarşafı çıkardı. Çok güzel bir hanımdı. Bana- “Beyim ne istersen, onu yapacağım.” Dedi. Sen kimsin, seni kim gönderdi?” diye sorduğumda, halkacıların sahibinin gönderdiğini, ilçede kalmak istediklerini söyledi.  Zile basıp görevliyi çağırarak, bu kadını göndermelerini, bir daha odama  almamalarını söyledim.

Üçüncü gün halkacıların patronu odama gelip- “Kaymakam Bey, ben bunca yer dolaştım. Sizin gibi lafının eri biriyle karşılaşmadım. Toplanmaya başladık, hafta sonu ilçeden ayrılacağız.” Dedi. Meğerse bunlar burada, idareden birilerinin desteği ile kalıyorlarmış. Görev yaptığım ilçemi, bu kötülükten böylece kurtarmış oldum.

2- Soma ilçesinde Kaymakamdım. Bir gün polisin, 13 yaşlarında bir çocuğu adliyeye götürdüğünü gördüm. Görevliyi çağırıp, çocuğu ve polisi odama getirmelerini söyledim.

Çocuğu odama getirince, “Bu çocuk ne yaptı’ da adliyeye götürüyorsun.” Didim.
Polis- “Efendim bir marketten çikolata çalmış. Yakalamışlar, şikâyet üzerine adliyeye getirdik.” Dedi.
Bende- “Bir çikolata aldı diye, bu yaşta bir çocuk mahkemeye verilir mi? Bırakın gitsin.” dedim.
Polis- “Efendim market sahibi şikâyetçi. Bırakamayız.” Dedi.

Bunun üzerine market sahibini çağırttım. Şikayetini geri almasını isteyerek, bu yaştaki çocuk mahkemeye verilir mi. Marketinden bir çikolata alıp, yakalamış olabilirsin. O zaman kulağını çekip, ikaz etmeliydin. Doğru yolu göstermeliydin dedim. Bunun üzerine marketçi, şikayetini geri aldı.

Çocuğu oturttum, önce ona çikolata ikram ettim. Karşıma alıp-“Evladım, bir daha canın çikolata çekerse, benim yanıma gel. Ben sana çikolata veririm. İnşallah sende okur, büyük insan olursun.” Dedim. Evine gönderdim.

Aradan yıllar geçti. Bir ilde Vali Yardımcısıyım. Odama birisi gelip, elimi öpmek istedi. Bende teşekkür edip, oturacak yer gösterdim.

Bana- “Valim beni tanıdın mı? “diye sorunca, tanımadığımı söyledim. Valim ben, Soma da marketten çikolata çalan çocuğum dedi. Şaşırmıştım, şimdi ne yapıyorsun diye sorunca- “ben buradaki şeker fabrikasında ziraat mühendisi olarak çalışıyorum. Sizin ilimizde görev yaptığınızı öğrendim. Sizin sayenizde bu yerlere geldim. Sizi hiç unutamadım Teşekkür etmeye geldim.” Dedi.

İçimden Allaha şükrettim. Bu insanı kaybetmeyip, kazanmıştık.

Mustafa Yolcu- 20.01.2020



23 Ocak 2020 Perşembe

BEZ BEBEK




 BEZ BEBEK 

Eşi öldüğü için, üç çocuğuna bakma mücadelesi veren bir hanımın hatırasıdır.
Ankara- Kızılay’da bir iş yerinin personel yemeğini yapıyordum. Akşam olup trenle Sincan’a gidince, direk eve gitmiyor, hastası olan, doğum yapan, bana ihtiyacı olan komşularımızın evine uğrayarak, onlara yardım ediyordum.

Bir gün, evinde iki kız çocuğu olan komşumuzun evine uğradım. Beni görünce sevindiler. Nasılsınız diye sorduğumda, küçük çocuklarının sokakta, bir çocuğun elinde naylon bebek gördüğünü, kendisinin’ de o bebekten istediğini. Bebeği alamadıkları için, ağlayarak uyuduğunu. Çocuğun şimdi de ateşlendiğini söylediler.

Önceden evlerde bez ve kumaş parçası torbası olurdu. Bez torbanız var mı? Diye sordum, var dediler. Bez torbasını getirdiler. Bebek yapabileceğim büyüklükte iki parçayı aldım. Bezin üzerine bebek resmi çizip, iki bezi birlikte kesip dikip, içini bez parçaları ile doldurdum. Bebeğe renkli ipler ile kaş, göz, ağız yaptım.

Bu arada büyük çocuk, “teyze benim bebeğim nerde? “diye sordu. Bu yaptığım bebekle oynarsın dediğimde “ama kardeşim bebeğini bana vermez ki.” Dedi. Bende “kızım senin bebeğini yarın akşam yapacağım.” dedim. Böyle deyince sustu, sesini çıkarmadı. Uyuyan çocuk uyandı ve bebeğini gördü. Çok sevindi. Hemen bebeğini bacaklarının üzerine koyup, üzerine bezleri koyarak yorgan yaptı. Bebeğini sallayarak uyutuyordu.

Ertesi günü akşamı iş dönüşü, komşulara yine gittim ve büyük çocuğun bebeğini de yaptım.
 Evde ikisi birlikte, bebekleri ile oynuyordu. İki sene sonra biz o evden ayrılarak, başka mahalleye taşındık.

Çocukların babası öğretmendi. Onların ’da memleketleri Söke’ye tayini çıktı. Bu eski komşumuzla, bir süre irtibatımız kesildi. Çocukların ikisinin de evlendiklerini duydum.

Bodruma, bir tanıdığımın davetlisi olarak gitmiştim. Bodrumdan dönerken, Söke’ye uğradım. Komşumuz beni, Söke’nin terminalinde karşıladı. Evlerine gittik. Evlendirdikleri iki kızı’ da geldi. Çocuklar sohbet sırasında, onlara yaptığım bez bebeği anlatarak- “teyze bizim çocukluğumuz, sizin yaptığınız bez bebekle geçti. O bebekleri çok seviyorduk. Taşınma sırasında, bebekleri kaybettik.” dedi.

Bir bebekle bile çocukluk geçiyordu, bir bebekle bile mutlu oluyorlardı. Şükrediyorlardı. Şimdi çocukların, odalar dolusu oyuncakları var, doyum yok. Şükür yok. Mutlu olmuyorlar. Aradaki farklılık bu.

Şimdiki çocukların şanssızlıkları ise, sokakta oynayacak arkadaşları yok. Cumartesi, pazarları yok. Okul, sonra’ da kurs arasında at gibi koşuyorlar. Elleri toprağa değmiyor. Arkadaşı ile oturup sohbet etmiyor. Evde boş vakitlerinde, telefon veya tabletle oyun oynuyorlar.

Yeğenim Ankara’da, büyük bir kolejde çalışıyordu.  İlk okul çağındaki çocukların cebinden, tomarla dolar çıkıyor diyordu.  Bu çocukların en büyük eksiğinin ise, anne ve babalarının çocukları ile yeterince ilgilenmiyor olması idi. Sanki verdikleri dolarlar onları mutlu etmiyordu.

Keşke çocuklarımız, torunlarımız doya doya çocukluklarını yaşasa. Yarış atı gibi koşturulmasa. Arkadaşları olsa ‘da sokakta oyun oynasalar. Elleri toprağa değse. Toprakla ağaçla yan yana gelseler. Kuşlarla konuşsalar. O zaman daha mutlu olurlar.

Mustafa Yolcu- 18.1.2020


12 Ocak 2020 Pazar

VALİNİN HATIRALARI






VALİNİN HATIRALARI

Valiliğin, Kaymakamlığın toplumumuz’ da ayrı bir yeri olduğuna inanıyorum. Bu sebeple, Siyasal Bilgiler fakültesini bitirip, kaymakam olamamak içimde bir uhdedir.

Talebelik yıllarımda, Ankara- Cebecide Siyasal Bilgiler fakültesi öğrencilerinin çoğunlukta olduğu, Cumhuriyet yurdunda 1,5 yıl kalmıştım.
Siyasal Bilgiler Fakültesin’ den birçok arkadaşım oldu. Bunlardan kaymakam, vali, müsteşar, milletvekili olanlar oldu. Halkla iç içe olmak, onların sorunları ile uğraşmak apayrı bir duygudur. Vatandaşın sorununu çözdüğünüzde, onlarla mutlu olursunuz. Soruna müspet bir çözüm bulamadığınızda, vatandaşla birlikte üzülürsünüz.

Herkes evinde istirahatte iken, mülki idarecilerin uyumadığı, görevinin başında olduğu zamanlar olur. Görevli bulundukları yerin, her şeyinden sorumlulukları vardır. Bayrama memleketlerine gidemezler, istedikleri zaman tatile çıkamazlar. Görevleri günlük sekiz saat değil, 24 saattir. Bütün bu saydıklarım duyarlı bir yönetici içindir. Aksi durumda, kendileri protokol temsilcisi olurlar, görevi yardımcıları yürütür.

Bir vali şunları anlatmıştı:
Bir gün makama, ilimizde 15 yıldır görev yapan bir öğretmen geldi. Kendisine çay ikram ettim. İsteğin var mı diye sorduğumda- “Valim size iki ayrı bakanın selamını getirdim. Milletvekilimizden de selam getirecektim, meşgulmüş görüşemedim.” Dedikten sonra; “Vali Bey, beni ilimize milli eğitim müdürü olarak görevlendirirseniz memnun olurum.” Diye konuşmasını bitirdi.

Kendisine sordum: Sen kaç yıllık öğretmensin?
- “15 Yıllık öğretmenim.” Dedi. Bende kendisine, yazık senin okuttuğun öğrencilere, görev istenmez verilir. Hak etseydin, seni görev yaptığın okulda müdür yaparlardı. Sen okulunda müdür bile olamadan, Milli Eğitim Müdürü olmak istiyorsun.” dedim. Makamdan kendisini gönderdim.

Yine bir vali bey şunları anlattı:
Görev yaptığım şehirde yumurta hırsızlığı olmuş, 13- 14 yazlarında olan hırsız yakalanmıştı. Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş, unutulmuştu.
Bir akşam eve gittiğimde hanım- “Gönderdiğin yumurtayı getirdiler.” Dedi. Şaşırdım- “Ne yumurtası hanım, ben yumurta göndermedim.” Dedim. Benim çarşıdan bir şey alıp eve göndermek, iş yoğunluğum sebebi ile mümkün değildi. Kim getirdi diye sorduğumda, bir delikanlının getirdiğini söylediler.

Ertesi günü Valilik Konağının kapısında görevli memura, eve yumurta getiren kişiyi bulmalarını, valiliğe getirmelerini söyledim. Yumurta getiren delikanlıyı bulup makama getirdiler. Kendisine:
“Evladım bu yumurta neyin nesi, bizim eve niye yumurta getirdin?” Dedim.
“Sayın valim, birkaç yıl önce ben yumurta çalıp yakalanmıştım. Emniyette
sizinle karşılaştık. Bana “evladım niye hırsızlık yaptın “diye sorarak, bana bir daha hırsızlık yapma diye nasihat vermiştiniz. Ben o gün çok utanmış, hapishanede yatarken de yaptığım hırsızlığın pişmanlığını yaşamıştım. Hapishaneden çıktığımda, valime bir koli yumurta götüreceğim diye kendi kendime söz verdim. Yumurtayı direk size getirseydim, kabul etmezdiniz. Bende siz gönderdiniz diye yumurtayı, eve götürüp teslim ettim.” Dedi.

Ne diyeceğimi şaşırmıştım ama, delikanlının duyguları çok hoşuma gitti. Çay ısmarladım, birlikte çay içtik. Bende, yumurta için teşekkür ederek, zorla parasını kendisine verdim. Bu olayı unutamıyorum.


Başka bir Valide hatırasında; Urfa’da Vali idim. Odamın penceresinden dışarı bakınca, Valiliğin bahçesinde baba ile kızının tartıştığını gördüm. Babası durmadan sigara içiyor, oturup kalkıyor, kızına bir şeyler söyleyip ikna etmeye çalışıyordu.

Tartışmalarını merak ettim. Görevlileri çağırarak, baba kızı odama getirmelerini söyledim. Gidip getirdiler.

Babasını odama alarak, kızı ile tartışmalarının nedenini sordum.  Baba önce tartışmadıklarını söyledi. Sonra konuyu anlatarak “Kızımı berdel verip, evlendirmek istedim.  Ama kızım bu evliliği kabul etmiyor. Onu iknaa etmeye çalışsam da iknaa olmuyor.” Dedi.

Bu sefer kızını çağırarak, aynı soruyu sordum. Kızı’ da aynı şeyleri söyledi. Babasına zorla evlendirmek olmayacağını, oğluna kızını alacakları aileyi çağırtıp, bu evliliğe berdel olmadan razı etmeye çalışacağımı söyledim.

Görevliler, karşı tarafta bulunan kızın babasını alıp valiliğe getirdiler. Kızın babasına, berdel olmadan bu evliliği sağlamalarını söyledim. Kızın babası da razı oldu. Evliliği kabul etti. Böylece zorla yaptırılmak istenen evliliğin önüne geçmiş oldum.

Bu hatıralara, başka yazı ile devam edeceğim.

Mustafa Yolcu- 8.1.2020