30 Aralık 2020 Çarşamba

ATATÜRK ORMAN ÇİFTLİĞİ- HAYVANAT BAHÇESİ

 

ATATÜRK ORMAN ÇİFLİĞİ

HAYVANAT BAHÇESİ



 

Hayvanat bahçesi Ankara’da, Atatürk Orman Çiftliği arazisi üzerinde, Gazi mahallesinde 24.10.1940 tarihinde kurulmuştur.

Hayvanat bahçesinde Aslan, kaplan, fil, zürafa, su aygırı, timsah, yılanlar, balıklar, maymunlar vb. birçok çeşit hayvan bulunuyordu.

Hayvanları görmek için  Ankara merkezden, taşradan her gün ortalama 500 yakın insan buraya geliyordu.

Ankara’da evimizin bulunduğu apartmandaki komşumuz, rahmetlik HAKİ ŞEMSETTİNOĞLU, hayvanat bahçesinin müdürüydü.

Hâkî bey ziraat mühendisi ve hayvan yetiştirme uzmanıydı. 1951 Yılında buranın müdürü olmuş, hayvanat bahçesinin kurulmasına çok emek vermiştir. Bazı hayvanlar yurt dışından- “Hindistan, Mısır, Bulgaristan Sofya’dan “getirilmiştir.

Zürafalar Afrika’dan gemi ile yurdumuza getirilmiş, limandan ’da kamyona bindirilerek, Ankara ya gitmek üzere yola çıkılmıştır. Alt- üst geçitlere gelindiğinde, hayvan kamyondan inilip, geçitin altından yürüyerek geçilip, hayvan tekrar kamyona bindirilerek Ankara’ya hayvanat bahçesine getirilmiş. Diğer hayvanlar getirilirken ’de böyle sorunlar yaşanmıştır.

Bin bir güçlükle getirilen bu hayvanlar, ilgi odağı olmuştur. Çocuklarım hayvanat bahçesine gitmeyi, aslan, kaplan, fili görmeyi çok severlerdi.

Komşumuz olan hayvanat bahçesi müdürü Hâkî bey, çok nüktedan birisiydi. Yan tana geldiğimizde, onun çiftlikle ilgili hatıralarını zevkle dinlerdik. Hâkî beyin birkaç anekdotunu sizlerle paylaşalım.

Bir gece evimde yatıyorum. Saat 24.00 olmuştu. Kapımız çalındı. Kapıyı açtığımda, hayvanat bahçesinde hayvan bakıcısı olan çalışanın geldiğini gördüm. Heyecanlı bir şekilde- “Müdürüm yeni gelen su aygırı, suyun altına girdi, sudan çıkmıyor. Öldü herhalde ne yapalım.” Dedi. Hâkî bey bakıcının söylediğine gülmüş. Bakıcı hayvan yeni geldiğinden, onu tanımıyormuş. Görevliye merak etmemesini, hayvanın sabaha doğru sudan çıkacağını söylemiş. Ertesi günü işe gittiğinde, hayvanın sudan çıktığını görmüş.  

Maymunlar, kendileri ile ilgilenilmesini beklermiş. Hâkî bey maymunların kafeslerinin önünden geçerken, onlara seslenilir, yanında yiyecek varsa yiyecek atarmış. Onlarda sevinçle buna cevap verir, takla atarlarmış. Hâkî bey, bakanlıktan gelen görevli ile birlikte bahçeyi geziyor, hayvanlar hakkında bilgi veriyormuş.

Maymunların kafesinin yanından geçerken, Hâkî bey maymunlarla ilgilenmeyi unutmuş. Maymunlardan birisi, dışkısını alıp Hâkî beye fırlatmış. Pislik Hâkî beyin göğsüne gelmiş.  Ne olduğunu anlamaya çalışırken, maymunlar çığlık atıp, ellerini çırpmışlar.

Türkiye’nin göz bebeği olan Ankara Hayvanat Bahçesi, 16.08.2013 tarihinde kapatılarak, yerine Anka Park yapılmıştır.

Bin bir zorlukla, yurt dışından getirilen hayvanlar ile kurulan hayvanat bahçesinin kapısına kilit vurularak, tasfiye edilmiştir. Bu hayvanlara ne olmuştur? Nereye gönderilmiştir?

Sonuç; Ankara hayvanat bahçesiz kalmıştır. Anka Parkta işletilememiştir. Keşke yeni hayvanat bahçesi yapılarak, hayvanlar oraya taşınıp, eski alan Anka Park için kullanılsaydı.

Yazık oldu Ankara’nın Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat bahçesine.

Bu arada rahmetlik olan Hâkî beyi ’de rahmetle anıyorum.

 

Mustafa Yolcu- 28.12.2020

 

 

 

16 Aralık 2020 Çarşamba

ARKADAŞIM HASAN ÖKSÜZ

 

  


 ARKADAŞIM HASAN ÖKSÜZ  

Değerli arkadaşım Hasan’ı 14.12.2020- pazartesi günü kaybettik. Cenazesi Osmancığa defnedildi. 

Mücadele dolu bir dünya hayatı. Hasan çok küçükken, babasını kaybetmiş. Ağabeyi’ de olmak üzere iki erkek kardeştiler.

Onları annesi, çalışarak büyütmüş. Rahmetlik teyzemiz, ilk okulda hizmetçi olarak çalışıyordu. Rahmetlik kardeşim, ortaokul’ da okurken bile akşamları annesinin çalıştığı okula giderek, annesinin yerine okulun temizliğini yaparmış. 

Kendisi ile İskilip’te, ortaokul birinci sınıfta birlikte okuduk. Hasan ilkokulu bitirince, İskilip’ te terzi Bahri Kopkop’ un yanında terzi çıraklığına başladı. İki sene çıraklık yapıp, pantolonu tamamen dikebilir hale geldiğinde, ortaokuldan hocamız Ümit Kınağın teşviki ile ortaokula başladı. Ümit Kınak aynı zamanda Hasan’ın velisi olmuştu. Hasan’ ı takip eder, her konuda ona yardımcı olurdu.  Ümit hocayı Hasan hep, saygı ile anardı. Allah Ümit hocamıza’ da rahmet etsin. 

Ortaokulu bitiren Hasan, İskilip lisesine girerek, oradan mezun oldu. Askerlik dönüşü Karayolları, Osmancık şube şefliğinde sürveyan olarak çalışmaya başladı. Çalıştığı işyerinin yakının’ da bulunan mahalleden arsa alarak, üzerine iki katlı ev yaptırdı.  Evin altın’ da bulunan dükkânı bakkal olarak, eşi ve çocukları işletmeye başladı. Evin karşısında bulunan ilkokulun talebeleri, kırtasiye ihtiyacını bu dükkândan karşılıyordu. 

Çocukları büyüyünce, Osmancığın merkezinde bulunan parkın içindeki büfeyi belediyeden kiralayarak, çalıştırmaya başladılar. Daha sonra büfenin karşısından dükkân satın aldı. Bugün orada bulanan dükkanlarının, yaptığı işin başlangıcı burasıdır. 

Karayollarından emekli olduktan sonra, ortağı ile çeltik fabrikasını satın aldılar. Hasan iyi bir insan, dürüst bir esnaftı. Osmancıklıların sevgisini ve güvenini kazandı. Allah’ta yürü kulum deyince işleri büyüdü.
 

Yardım severdi. Onurla, Allaha kulluk vazifelerini yaparak yaşadığı hayatını, pazartesi günü yeten vadesi ile bu Dünya’dan ayrıldı. Korona nedeni ile Ankara’ dan gelip cenazesine katılamadım.  Dualarımdan onu unutmayacağım. O örnek yaşantısı ve icraatları ile unutulacak birisi değildi.

Allah’ım Hasan kardeşime rahmet etsin. Mekânı cennet olsun.

 

Mustafa Yolcu- 16.12.2020

9 Aralık 2020 Çarşamba

HAVUZ BAŞI SOHBETİ

 

HAVUZ BAŞI SOHBETİ

17.12.2010

 

İskilip’e gittiğimde en çok istediğim; caddede sokakta geçmişi yaşamaya

çalışmak, taş kaldırımlarda yürümek, eşi dostu ziyaret edip, çayını içmektir. 

Daha sonra parka gidip, havuzun başında oturmak, geçmişi yâd etmektir.

İskilip’te yaşanan yoğun göçten dolayı, caddede sokakta dolaşan çok az kişiyi

tanıyorum. Tanıdıklarım daha çok çarşıdaki esnaflardır. Esnafların halen çoğunu tanıyorum. 

Yıllar önce yazın İskilip’e gittiğimde, çarşıda arkadaşlarla buluşup, parkta

havuzun başına oturmaya gittik. Havuzun başı da doluydu. Parka gelip

oturmayı herkes arzu ediyordu. 

Biz arkadaşlarla sohbet ederken, bizi gören diğer tanıdık arkadaşlardan da masamıza gelenler oldu. Masanın etrafı tamamen dolmuştu. Sohbetimiz koyulaşmış, İskilip’in sorunlarını, İskilip için neler yapılması gerektiğini konuşuyorduk. Yanımızdaki masada yalnız başına oturan birisi” Sohbetiniz çok güzel. Bende sizin sohbetinize katılabilir miyim? ” Dedi. 

Bizde “tabi” diyerek masamıza davet ettik. Hemşerimiz yanımıza gelince şunları anlattı:

—Ben Meydan mahallesindenim. İskilip’te doğup büyüdüm. Askerden gelince çalışmak için İstanbul’a gittim. Bir gemide iş bulup, çalışmaya başladım.

Gemi ile İstanbul’dan çıkınca, iki üç ay sonra ancak geri dönüyorduk. Daha sonra İskilip’te bulunan annemi babamı da kaybettim. İskilip’te evimiz, bağımız, bahçemiz vardı. Birisinin bunlara sahip çıkması gerekiyordu.

İskilip’e gelerek, mahallemizin hatırı sayılır bir büyüğüne; noterden vekâletname verip mülklerim ile ilgilenmesini istedim.

Aradan 20 yıl geçmişti. Evlenip çoluk çocuk sahibi oldum. Eşime çocuklarıma İskilip’i anlatır, evimin, bağımın, bahçemizin olduğunu söylüyordum. 

Çocuklarım “ Baba İskilip’e gidip evini barkını gör, işlerini hallet gel.” dediler.

Artık İskilip’e ailecek gelip, çocuklarımla buraya yerleşmem mümkün değildi.

Üç gün önce İskilip’e geldim. Önce evimi görmeye gittim. Evde oturanlar vardı. 

Kapısını çalarak evde oturanların kim olduğunu sorduğumda” Evin sahibi olduklarını, yıllar önce vekâlet verdiğim kişiden evi satın aldıklarını bildirdiler.”

Vekâlet verdiğim kişinin evine gittiğimde; kendisinin öldüğünü öğrendim.

Ertesi günü Tapu’ya giderek durumu tetkik ettiğimde, bütün mülklerimin 15 yıl önce satıldığını, hiçbir şeyimin kalmadığını tespit ettim. Dünya başıma yıkılmıştı.

Ne yapacağımı, kime ne diyeceğimi şaşırdım. 

Güvendim, hayal kırıklığına uğradım. Bunları sizin ile paylaşmak, birazda olsa rahatlamak istedim.” Dedi.

Hepimizde anlatılanları büyük bir hayretle dinledik. Hayatta öğreneceğimiz daha çok şeyler vardı. Dertli hemşerimizi teselli etmeye çalıştık.

Havuz başı sohbetimiz bu şekilde sona erdi ve parktan ayrıldık. Yaşayan herkesin kendine göre bir hikâyesi vardır. Önemli olan yaşanılanlardan ders alınmasıdır.

 

İskilipli yetkililere iletmek istediğim bir husus var. Parkın park olarak korunmasını, masa sandalye koymak için güllerin çimlerin kaldırılmamasını istiyorum. Park sit alanı olarak ilan edilip, hiç kimsenin burada değişikliğe gitmemesinde, buraya bina yapılmamasında yarar var. 

Büyüklerimizin anlattığına göre, parkın olduğu yerde önceden cami varmış. “Konağın önü” tabirinin kaynağı olan hükümet binasını, bizim kuşak rahatlıkla hatırlar. 

Yine bu alanda hapishane vardı. Parkın altındaki halk evi kompleksi yıkılmayıp, korunabilseydi diye de düşünüyorum.

Burada bulunan kütüphaneye ortaokul öğrencileri girebilirdi. İlkokulda okuyanlar içeri alınmazdı. Kaçak köçek kütüphaneye girer, soluğu Doğan Kardeş ansiklopedilerinin başında alırdık.

Hayat ansiklopedileri ise okul için başvuru kaynağımız olurdu. İçeri girince kitaplar burcu, burcu kokardı.

Bazen de ansiklopediye bakarken dışarı atıldığımız olurdu. Üniversite de okuyan ağabeylerimizden ders çalışmaya gelenler, nakış yapar gibi satırları kırmızı

kalem ile çizerek ders çalışırlardı. Onları böyle ders çalışmasını gıpta ile izlerdim. 

Biz ansiklopedi hasreti ile büyüdüğümüzden, çocuklarıma üç çeşit ansiklopedi almıştım. Çocuklar yalnız resimli bilgi ansiklopedisine ilgi gösterdiler. Diğerlerine doğru dürüs bakmadılar bile. Bende hepsini toplayıp İskilip Kütüphanesine hediye etmiştim. 

Mustafa Yolcu


5 Aralık 2020 Cumartesi

 

 

 PİLOT MEHMET YILMAZCAN

Mehmet Yılmazcan İskilip’ te, pilot Yılmaz olarak bilinirdi. Hızlı otobüs kullandığı, daha önce pilotluk yaptığı, İskilip’in üzerine uçakla gelip, uçağı indirerek insanları uçakla taşıdığı söylenirdi. Pilotluğu bırakınca, otobüsçülük yapmaya başladı. Firmasında üç otobüs vardı. İskilip’te o zamanlar, otobüsçülerin aralarındaki rekabetten nasibini olarak ticari olarak sıkıntıya girdi.

Otobüsçülük yapsa ’da İskilip’in pilot Yılmazı idi. Ünü Çorum’da bile anılıyordu. Uçağı ile Çorum’a da inmişti. Sizi kızı Dilek hanımın kaleminden çıkan yazı ile Baş başa bırakıyorum.

DİLEK YILMAZCAN’ IN KALEMİNDEN:

İnsanın babasını anlatması hem çok kolay hem de çok zor.

Babam Mehmet Yılmazcan, 1918 yılında İskilip te doğdu. Birinci Dünya Savaşının sonu, henüz Kurtuluş savaşı yaşanmamış. Anadolu da erkeklerin sürekli askerlik yaptığı, kadın ve çocukların kaderleri ile baş başa kaldığı yıllar.  Toprak sahibi aileler dışında Anadolu halkının, fakirlikle karşı karşıya olduğu yıllar.

Aileden bir büyüğümüz halamın eşi, Samsun’ a giderek fırın açıyor. Sonradan adı Gazi fırını olan bu fırın, çok meşhur olmuş. Çok güzel pideler yaparmış. Babamın babası, babam 4.5 yaşındayken vefat etmiş.

Babaannem de çocuklarını alıp Samsun’ a gidiyor. Türkiye’nin en zor yılları. Babam 1930’ da Samsun’da Dede Avlu ilkokulunu bitiriyor. Daha sonra Ankara’da, ortaokul ve liseyi yatılı olarak okuyor.

Cumhuriyetin 10. yılına doğru ve babamın soyadı yok. Sadece Mehmet olarak biliniyor. 1933’te Atatürk’ün 10. Yıl nutkunu dinlemeye gitmek için, okul idaresinden arkadaşlarıyla izin istiyorlar. Yönetim bu izni vermiyor. Bunun üzerine babam yatakhanedeki çarşafları birbirine bağlayarak, arkadaşlarını da aşağı indirerek Atatürk’ün nutkunu dinlemeye gidiyorlar. Babam bu olayı çok heyecanla anlatırdı. Okul Yönetimi bunu babamın yaptığını öğrenince, 3 ay hafta sonu ev iznini kaldırıyorlar. Ancak bu olay babamı hiç etkilemiyor, bu yaptığından hiç pişman olmadığını bize söylerdi.

Okuldaki korkusuz eylemlerinden dolayı bir hocası –“senin adına Yılmaz diyelim.” Diyor. Ondan sonraki yıllarda babam, bu isimle tanınıyor.

1934’te soyadı kanunu kabul edilip, 1935’ te yürürlüğe girince Soyadı olarak Yılmaz’a Canı ilave ediyor, YILMAZCAN soyadını alıyor.

 Bu yıllarda babamın uçma arzusu had safhadaymış. Hem okuyor hem de Pilot olabilmek için Türk Kuşunun kurslarına gidiyor. İki yıllık Meslek Yüksek Okulundan, teknik ressam olarak mezun oluyor. O arada Türk Hava Kurumundan, 26/9/1936 da uçuş Brövesini alıyor.  Elimde olan bir diğer diplomaya göre, Genelkurmay Hava Okulları Komutanlığından, 1939 da çok iyi derece ile pilot diplomasını alıyor.

İlk defa uçakla Çorum’a indiği ve inişini, Çorum yakınlarında bir tarlaya yaptığı anlatılmaktadır. İskilip’e sık sık uçakla geldiğini biliyoruz. Annemle 1940 yılında nişanlanıyor. Nişanlılığı süresinde ara ara uçakla İskilip’e gelip, evin üzerinde uçakla taklalar atarak mektup attığını, hem annem hem’ de babam anlatırdı. O arada halk evlerinden dışarı fırlayarak, uçak şimdi düştü düşecek diye korku ile izlerlermiş. Sonra da havalanıp gidermiş. Bugün bile, daha gelişmiş uçaklarla bunu yapmak zor olsa gerek.

1944 de sık sık İskilip’e geldiğini, uçağı ile Kızılırmak köprüsü yakınlarına indiğini, halkı 10 kuruşa İskilip üzerinde gezdirdiğini teyzemin oğlundan dinledim. Hatta abim 4.5 yaşındayken, onu ve arkadaşlarını İskilip’in üzerinde epey dolaştırmış.

Pilot olduktan sonra başarılı bir pilot olduğundan, Genelkurmayın özel izniyle Eskişehir de Uçuş hocası olarak görevlendiriliyor. Uzun süre Eskişehir de görev yapıyor. Sabiha Gökçen hanımla devre arkadaşı oluyor. Daha sonra Ankara Etimesgut havaalanında görevlendiriliyor.

1950 yılında Adana’da, Mehmet Emin Karamehmet’in babasının özel pilotu olarak   çalışıyor. Ben doğmadan kısa bir süre önce de, İskilip’e dönmek istiyor ve pilotluğu bırakıyor. İskilip’ te otobüsçülüğe başlıyor. Kendisine teklif edilen birkaç ünlü yabancı uçak şirketinin pilotluk tekliflerini, annemin yurt dışına gitmeyi istememesi nedeniyle reddediyor. Bize derdi ki, İskilip mendil kadar kalsa gene hiçbir yere gitmem. “Bu anlamlı söz, İskilip’ ten bıkanlara, ulu orta konuşanlar ithaf olunur. M.Y. “

Babam 1993 yılında, 18 şubatta vefat etti. Benim hatırladığım anıların üzerinden epey zaman geçti Bugün yaşasaydı 102 yaşında olacaktı.

 

Derleyen- MUSTAFA YOLCU

2.12.2020

 

 

 

 


24 Kasım 2020 Salı

 


 

İSKİLİP ANILARI 6- EYÜP ERİŞ

 

İskilip Lisesi’nin ilk müdürü Kemal Ceylan’dı. Coğrafya Öğretmeni Kemal bey, soyadı gibi uysal, sevimli bir ceylandı, ağırbaşlı, nazik ve yalnız oluşu nedeniyle otoritesi zayıftı.

Kemal bey orta boylu, kel kafalı, mavi gözlü, sakin ve sıkıntısını gizleyen biriydi; elinde koca bir anahtarlık şakır şıkır sallayarak iç dünyasını böyle dışa vururdu. Birkaç kez dersimi izlemeye geldi, o anahtarları oturduğu sırada bırakıp gitmişti. Bilerek mi yapıyordu bunu? Yoksa dalgınlığından mı

Bir öğretmen nasıl öğrencilerine örnek olmak durumundaysa, bir müdür de hem öğretmenlere hem öğrencilere misal olmalı değil mi? Hem kişiliği ile hem yaşantısıyla hem bilgi ve tecrübesiyle saygı uyandırmalı. Eğer bu özellikleri yerine benim yanımdan geçerken ceketinin önünü iliklemelisin derse yanlış yapar, saygı sipariş edilmez kazanılır.

Neyse müdürümüz bir gün derse girmiş, öğrencileri tahtaya kaldırıyor, bir öğrenci biraz meczup, soruyu bilemeyince kırık not aldığını görüyor, not defterine eğilmiş halde olan müdüre, parmağına taktığı şövalye yüzükle yumruk atıyor. Kemal beyin kaşı patlıyor, kan revan içinde kapanıyor. O müdür öğrenciyi pişman etmiyor, mahkemeye vermiyor ve affediyor. Saygı yerlerde...

Çok dindar görünen bir öğretmen gelmişti, görünen diyorum kimse kimin imanı, inancını ölçemezsiniz, onu Allah bilir. Hüseyin hoca hem çok sert, hem çok yumuşak. Yani öğrencilerin bir kısmını etrafına toplamış, onlara yumuşak, öyle içli dışlı olmuş ki o öğrenciler hocaya hükmetmeye başlamışlar, mesafe bitmiş, saygı iflas etmiş, dersmiş notmuş işte öyle. Sonra ne oldu, o hocayı, lokalde tavla oynarken silahla ateş edip yaraladılar.

Bu örnekleri anlatmasa mıydım?

İskilip böyle bir yer mi? Değil, elbette değil. Hatta bu anlattığım kötü anılar bırakan sözde öğrenci Tosyalıymış, İskilip Tosyalının toslamasını tost etmiştir belki de. Belki de ıslah olmuştur, ezikliğini yıkmak için kendini yargılamış, tövbekâr olmuştur.

Anlatmasa mıydım, yazmasa mıydım?

Yaşanmış, geçmiş mi deseydim?

Tarih, bizi, geçmişi muhasebe etmeye götürüyor. Hak Teala da huzura çıkmadan arınmamızı buyurmuyor mu, günahlarımızı bağışlama fırsatı vermiyor mu?

Elbette akıl
etmek, düşünmek, zaman içinden olgunlaşıp çıkmak gerekir.

Bu örnekler sadece kişilerle ilgili ve bu örnekler herkese örnek olsun diye yazıldı.

Kötü örnek sakın ha örnek olmasın, iyilikte kalın, güzellik saçın, sevgide ve saygıda kusur etmeyin.

Öğretmenliğim yine ağır bastı, sözüm sizden dışarı, gözüm hala sizden içeri.

 

Derleyen- Mustafa Yolcu

 İskilip Ortaokulu- Yıl 1968


20 Ekim 2020 Salı

 


TARİH ÖĞRETMENİ EYÜP ERİŞ- 3

İSKİLİP LİSESİ ÖĞRENCİLERİM 

YÜKSEL TEMELCİ 

İskilip Lisesi’ne tayin olunca, Tanay Oteli’ne yerleştiğimi söylemiştim. Gündüzleri kantinden, Necek Usta dediğimiz ünlü aşçının çalıştığı lokantadan, bazen kendi kendimize yaptığımız yemek ve kahvaltılarla yemek ihtiyacımızı gideriyorduk. Necek Usta ve garson Ahmet’le akraba gibi olmuştuk. Bazı akşamlar Fuat beyle gittiğimizde bize çilingir sofrası kurar, acılı et sote yapardı ki parmağını yersin. Nedense Necek Usta beni çok severdi. Yanıma gelir sohbet eder, bana yemeklerinden kıyak geçerdi. 

Neyse Ramazan-ı Şerif mübarek kapıyı çaldı. Kutlu günlerde orucumuzu eda edeceğiz, Allah ne verdiyse çay, peynir ekmek daha ne olsun, sahur vakti atıştırıyoruz. Genciz de açlık pek koymuyor. Allah ağır işte çalışanlara kolaylık versin diye, günleri teşbih gibi çekiyoruz. Bir gece saat 03’te kapım çalındı. Yüksel Temelci kardeşim çıka geldi “Hocam, oruç tuttuğunuzu öğrendim, annem size bu mayalılarla şu kızılcık şurubunu gönderdi. Lütfen kabul et, bu mübarek günlerde âdettendir. Sakın yanlış anlama, kabul edersen ziyade memnun edersin” dedi. 

“Bak şimdi beni mahcup ettin, üç lokma iki zeytin yetiyor be aslanım, ama seni bu güzel adetinizden ötürü kıramam. Ancak bu ikramını öğretmen-öğrenci ilişkisi içinde görme. Bundan ötürü de benden iltimas, kayırmacılık bekleme. Allah rızası için kabul ediyorum” dedim. Yüksel bulanık sesiyle “hocam, zaten sizin derslerinizden en başarılı öğrenci benim. İsterseniz notlarıma bakın, beni yanlış anlamayın” dedi. 

Gerçekten de Yüksel çalışkan, üretken, işbilir bir öğrencimdi. Hem öğrencim, hem arkadaşım oldu diyebilirim. Beni Ramazan gecelerinde sık sık ziyaret etti. Anacığının yaptığı sahurluk menüleriyle bahtiyar etti. Hiç unutmadım onu ve kız kardeşini. Anadolu insanının civanmertliğini ben onlarda gördüm. Geçenlerde ona bir ferman gönderdim, o da benim için yazdığı şiirle cevap verdi. Ya işte böyle, Yükselim öğretmen olmuş, emekliye ayrılmış, boğuk bulanık sesiyle hala nazire okuyor. Canım benim, gülüm benim, aslanım Yüksel’im…

MUSTAFA YÜKSEL 

İskilip Lisesi’nin bahçesinin karşısında, öğrenci Pansiyonu vardı. Pansiyon yönetim kurulu beni, pansiyon yönetimine uygun görmüş, ben de hayır diyemedim. Her şeyinden sorumlu olarak, çarşı pazar işi, yemeklik sebze, meyva, et, bakliyat ne eksikse tedarik ediyorduk. Ayrıca yemekhane, yatakhane, çamaşır, banyo, yakacak, dirlik, düzen, disiplin benden soruluyordu. Ben de otelden Pansiyondaki odama yerleşmiştim. 

Öğrencilerimiz genellikle köylerden ve lisesi olmayan ilçelerden gelen, genelde yoksul ailelerin çocuklarıydı. Eh biz de ayni koşullarda okuduğumuz için, insan halinden anlıyorduk.  

Bir gün Mustafa Yüksel öğrencimin ceketini, eski ve kısalmış gördüm ve eski günlerim aklıma geldi. Mustafa da iri yarı, ben gibi cüsseliydi. Benim de ceketim tam ona uygun diye düşündüm. Yeni ceketimi ona verdim ve iç cebine de 50 TL koydum. Bunlar söylenir mi bilmem ama salt örneklik olsun yeni yetmelere diye yazıyorum. Mustafa Yüksel’den de özür dilerim.  

Mustafa’m mahcup, ama bana olan saygısından kabul etti. Ben de rahatladım. Neyse gidip giymiş, sanki ölçmüş gibi tam olmuş. Ama çıktı geldi “ Hocam çok teşekkür ederim, çok beğendim, Allah razı olsun. Yalnız cebinde 50 TL unutmuşunuz” dedi. Mustafa’cım, unutmadım, vermekte sıkıldım, bu şekilde vereyim dedim. Ne olur kabul et, ihtiyacın varsa gör diye teskin ettim ve kabul etti. Yine affınıza sığınarak ve timsal olsun, gençlere örnek kalsın diye söyleyeceğim, o zaman ki maaşım 450 TL idi. Tekrar Mustafa’dan özür dilerim. İyilik aşikar edilmemeli, sağ elin verdiğini sol el görmemeli ama, burada kastım öğretmenlere, amirlere, memurlara, iş adamlarına, varsıllara, muktedirlere, durumu komşusunda iyi olanlara, güçlü olanlara, etkin ve yetkin olanlara.. 


Sevgiler, saygılar

Derleyen- Mustafa Yolcu

Hocam elinize, ağzınıza sağlık. Okurken duygulandım. Eyüp Eriş hocamdan bu yazıları istemekle ne iyi etmişim dedim. Saygılarımı sunuyorum.

 


12 Ekim 2020 Pazartesi

TARİH ÖĞRETMENİ EYÜP ERİŞ

 


Tarih Öğretmeni Eyüp Eriş 

Lise'de okuduğumuz dönemde, bize tarih dersini sevdiren, tarihin anlamını öğreten öğretmenimizdi. Basma kalıp ders anlatma yerine, tarihi gözümüzün önünden filim şeridi gibi geçiriyordu. 

Aradan geçen onca yıla rağmen kendiisini unutmamış, arkadaşlarla bir araya geldiğimiz' de kendisini anıyorduk.

En son telefon ile görüşmemiz'de, İskilip Lisesine ait hatıralarını yazmasını rica ettim. Oda beni kırmadı . Bana gönderdiği aşağıdaki yazısını sizlere sunuyorum. Yazı bir kaç parçada yayınlanacaktır.

Mustafa Yolcu


İSKİLİP LİSESİ

               TARİH ÖĞRETMENİ EYÜP ERİŞ YAZIYOR


1968 yılı Ankara D.T.C.F. Tarih Bölümünden mezun olduğumda 22 yaşımdaydım. Burslu olmam nedeniyle Bakanlıkta kura çektiğimde Çorum İskilip Lisesi beni sevindirdi. 

1968-69 Öğretim Yılı başında İskilip’e geldiğimde Park’ın karşısındaki Tanay’lar Otelinde bir odaya yerleştim. İçim pırpır ediyordu, heyecanlıydım. İskilip Lisesi de karşıda görünüyordu. Okuldan ders programımı aldım, otele dönüp nasıl ders anlatacağıma ilişkin prova yapmaya başladım. Aynada da jest-mimik ve vücut dili temrinleri yapıyordum. Ne yapsam 45 dakika sürecek ders 15 dakikada bitiveriyordu. Tanışma faslı vs ile dersi doldurabilir miyim telaşı içim içimi yiyordu.

Sabah erkenden okula geldim ve Öğretmenler Odasının bir köşesine oturdum. Öğretmen arkadaşlarla tanışırken de ayrı bir heyecan yaşadım. Ayla (Küyük) hanım bana çok yardımcı oldu. Fuat (Peker) bey ilk yanıma oturan ve bana güven aşılayan kişiydi. Sonraları da en büyük ustam, örnek aldığım kişi oldu, bana öğretmenliğin sırlarını (Disiplin, Özveri, Özgüven, Öğretme Metodu, Sevgi ve Saygı Yaratma, Öğretmen Öğrenci Diyaloğu, Öğrenciye Rehberlik, Sorun Tarama ve Çözme) gibi nicelerini onu izleyerek öğretmiş oldu. Ayrıca iki arkadaş, iki kardeş, iki kafa dengi olduk ki yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmez oldu. Fuat beyden daha sonra yine söz ederim, diğer arkadaşlardan da İskilipçe öğreniyordum (Bıldır, Göbel, Elleem, Neyn vs.)

Neyse zil çaldı, Ayla hanım beni sınıfa götürdü; 6 Edebiyat C miydi, içeriye girdiğimde, şaşırdım, bazıları benim yaşıma yakın hatta yaşlı olan bile vardı. Lise yeni açılınca kayıt yaptırma fırsatı bulmuşlar. Oğlanlar yakışıklı, bıçkın, ama efendi; kızlar boylu poslu, alımlı ama çok terbiyeli. Tahtayı kullanarak heyecanımı yendim, kendimi tanıttım, dersi işlemeye başladık, öyle kaptırdık ki bu kez konuyu bitiremedim. İlk tanıdığım ve iz bırakan öğrencilerim ; Yüksel Temelci, Şaban Dingil, Ahmet Tor, Ömer Şen, Mustafa Namlı, Mustafa Kılıç, Mahinur Ünlü, Şeyda Kalyoncu, Ali Kılcı, Mustafa Mazlum, Yusuf Sağlam, Zübeyir Kemelek,  Mehmet Suakıtıcı, Mustafa Karaaslan, Mustafa Arlı, Mehmet Ağzıkara, Perihan Petek, Mustafa Yüksel ve yüzlerce hatta binlerce hepsi hatırımda..

Öğrencilerimi çok sevdim, sevgi karşılıklı ya onlar da bana sevgi ve saygı ile yaklaşıyorlardı. Öğretmenliği çok sevdim, gençlere benlik, kimlik, özgüven, araştırma, sorgulama, mücadele, değer bilinci, ülke sevgisi, tarih bilgisi, kültürel zenginlikleri görme, Cumhuriyet ve Demokrasi erdemi, tarihe mal olmuş örnek şahsiyetler, Atatürk ilkeleri ve çağdaş Türkiye süreci, ayrıca tartışma, fikir üretme, analaiz ve sentez, iyi yurttaş, yararlı insan yani birey olma, dünyayı tanıma, teknolojik gelişmeleri izleme (örneğin edebiyat derslerine de girdiğimde kompozisyon sınavında “1969 Uzay Yolculuğu ve Aya İlk Adım Atma” konusunu insanlık adına, Bilim adına ve Türkiye adına nasıl değerlendirirsiniz diye sormuştum) konularını da amaç, araç, sorun, çözüm açılarından damıtmak gerekiyordu. Böylece öğrenciler ezberci tavırdan önem ve sonuç çıkarma, yorumlama yöntemine geçiyorlardı. Tarihi bir olayı neden ve sonuç ilişkisi içinde incelerken soru sorardım; Ahmet Torun ayağa kalkar, çok vurgulu, uzun açıklama yapardı ve ona Senatör adını takmıştım. Bu ona yapıştı ama bundan mutluydu, hala beni aradığında “tanıdınız mı hocam, ben Senatör Ahmet” diyor.

                                                                                                                        (Devamı var)