KONAĞIN ÖNÜ
Konak diye İskilip’te, kaymakamlık binasına denilir. 1961 yılına kadar Konak, şimdiki Çorum Caddesinde parkın alt tarafında idi. Konağın çevresine de Konağın önü tabiri kullanılırdı. Yaşlılar hâlâ buraya,” Konağın önü.“ derler. Çorum caddesinin sol tarafında, konağın karşısında da hapishane vardı. Hapishane 1958 yılın da yıkıldı.
Çorum Caddesinin sol taraf köşe başında Ortaokul binası, onun yanında da Azmimilli İlkokulu vardı.
1960 yılında Azmimilli ilkokulun da okula başladım. Okul binası ahşap karkas yapılı, zemin kat ve yarım bodrumdan oluşuyordu. Ortaokulun bahçesi ile bizim okulun arasında taş duvar vardı. Bu duvarın ortasında 3–4 metrelik açıklık mevcut olup, buradan iki taraf bahçeye geçiş sağlanıyordu. Biz iki tarafın bahçesini de kullanıyor, ortaokullular bizim tarafa geçmiyordu.
Teneffüste bahçeye çıkınca, biz yürümüyor koşuyorduk. Koşarken de ortaokullulara çarpıyor, düşmeyelim diye onlar bizi tutuyordu. Sanki o zamanlar ortaokulda okuyanlar, daha uzun boylu, olgun insanlardı. Bizim gözümüze çok büyük görünüyorlardı.
Azmimilli İlkokulu Müdürü Hasan Subaşı, Ortaokul Müdürü Hasan Okumuş’tu. Hasan Subaşı 1962 yılında Çorum’a gidince, okul müdürümüz Mehmet Kaymaz olmuştu. Eskimiş bulunan Azmimilli İlkokulu binası yıkılarak, şimdiki okul binasının yapılmasına karar verilince; 1963 yılında trampet takımı, bayrak sancakla Misakımilli İlkokulu binasına taşındık.
Azmimilli İlkokulunun renkli simalarından birisi İsmet öğretmendi. Kendisi Sakarya mahallesindendi. Daha önceden geçirdiği bazı rahatsızlıklardan dolayı, davranışlarında bazen gariplikler olurdu. Ders sırasında sinirlenince, eline geçen değneği önüne kim gelirse ona yapıştırırdı. Tek kurtuluş yolu masa altına gizlenip, hocanın siniri geçip masasına oturuncaya kadar, sıra altından çıkmamaktı. Daha sonra bir şey olmamış gibi derse devam eder, öğrencilerinin gönlünü almaya çalışırdı.
İsmet öğretmenin sık, sık tekrarladığı bir deyimi vardı;
Sizi bizi dizi-dizi
Asıp kesmek istemişlerdi.
Diye devam eden mısraları okuyarak, İstiklal Savaşı öncesi yurdumuzda yabancıların yaşattığı mezalimi anlatırdı. Bir rivayete göre; İsmet öğretmenin yakınlarını Yunanlılar, gözünün önünde öldürmeleri üzerine bu rahatsızlığı yaşamış, hiç unutmamıştı.
İsmet Öğretmen aynı zamanda Atatürk hayranı idi. Yukarıdaki dizeleri okuduktan sonra Atatürk’ün, yurdumuzu nasıl kurtardığını, askerlerimizin kahramanlıklarını anlatırdı.
Bir gün okul bahçesinde oynarken, İsmet Öğretmenin büyük bir çerçeve paketini okula getirdiğini gördüm. Hemen önüne giderek” Öğretmenim elindekini ben taşıyayım.” Demem üzerine - “ Ben Atatürkümü taşıyamıyor muyum? Sana kim taşı dedi? Git buradan.” Diye azarı işittim. Bende geldiğim gibi, kös-kös oradan ayrılmak zorunda kalmıştım.
İlkokul 3. sınıfa kadar bizi, Hilmi Okutan okutmuştu. Bu öğretmenimiz dersinde bize “ Ankara’ya giderde; Anıtkabire gidip Atatürk’ü ziyaret etmezseniz, size hakkımı helal etmem.” demişti. Öğretmenimizin bu sözünü hiç unutmadım.
1966 Yılında ilk defa Ankara’ya gittiğimde, Ankara da yolları öğrenir öğrenmez Anıtkabir’e gittim. Atatürk’ün mozolesine gelince ellerimi açıp, dua etmeye başladım. Yanıma gelen diğer ziyaretçiler dua etmiyor, bir süre sessiz durup, başları ile selam verip ayrılıyorlardı. Bende dua etmenin yanlış olduğu hissine kapıldım. Yavaşça ellerimi aşağı indirerek, bir süre bekleyip mozoleden ayrıldım.
Sonraki yıllarda, benim yaptığımın doğru olduğu, mevtaya yapılacak iyiliğin, onun ruhuna dua okumak olduğunu karar verdim.
Hilmi öğretmenimin istediği “ Ülkemizin önderini, Anıtkabir’de ziyaret etmek.” vazifemi yerine getirmiştim. Yurdumuzun İsmet öğretmenlere, Hilmi öğretmenlere ihtiyacı var. Öğretmenler; ülkesini seven, ülkesine yararlı nesillerin yetiştiricisi olmalıdır.
Mustafa yolcu
4 Temmuz 2011 Pazartesi
26 Haziran 2011 Pazar
HASAN ABUHAN USTA
SANATKÂR TERZİ
HASAN ABUHAN USTA
İskilip’te geçmiş yıllarda, 83 tane terzi vardı. Bu terziler, vatandaşın her türlü terzilik ihtiyacına cevap veriyordu. Şimdiki gibi terziler ceket, pantolon, gömlek dikmiyor; İngiliz kotu, şalvar, işlik, manto, palto dikiyorlardı. Konfeksiyon yaygın değildi. Her türlü elbise talebini terziler karşılıyordu. Bilhassa bayramlar yaklaşırken, talep arttığından geceleri de çalışarak işlerini bitirmeye çalışıyorlardı.
Önceden çocukların bir kısmı, memur olmak için okuyorlardı. Bir kısmı da kolayca hayata atılmak için sanata başlıyor, çıraklık kalfalık derken usta olup, işini kuruyor, bunun yanı sıra çocuk okusun, okumasın mutlaka bir sanat öğrenmesi isteniyordu.
83 terzi vardı ama bunlardan gerçekten sanatkâr olanı çok az bir kısmı idi. Diğerleri sıradan terzi idi. Şu an İskilip’te takım elbise diken 2–3 terzi ancak var. Konfeksiyonun yaygınlaşması, çırak bulunamaması bu sanatı bitme noktasına getirmiştir.
İskilip’te terzilik sanatının zirvesine çıkmış, adı İskilip dışında da duyulan Abuhan kardeşler vardı. Bunların en büyüğü Hasan Abuhan olup, terziliği Fahrinin Abdurrahman denilen ustadan öğrenmiş. Daha sonra Ankara’ya giderek, bir terzinin yanında üç sene çalışıp, bay- bayan terziliğini birlikte geliştirmiş.
Diğer kardeşleri Mustafa ve Hüseyin’de terzi olmuşlar. Hep birlikte çarşı camisinin önündeki dükkânda çalışmaya başlamışlar. Orhan Mehmet Mustafa diye üç çocukları kendi dükkânlarında çalışmaya başlamış. Daha sonra Mustafa Abuhan, oğlu Mehmet ile kendi işyerini açmışlar.
Ben Abuhanları, Ziraat bankasının karşısında bulunan dükkânlarında tanıdım. Abuhan kardeşlerle İskilip’te karşılaştığımda selamlaşır, hal ve hatırlarını sorardım. Hasan Abuhanı en son; 2005 yılında dükkânında görmüş, Çorum da Bayındırlık İl müdürü ve Çorum Belediye Başkanlığı görevinde bulunan oğlu, Ömer ile birlikte oturmuştuk.
18 Haziran 2011 tarihinde İskilip’e gittiğimde, dükkânlarına uğradım. Abuhan ustaları ziyaret edip, bilgilerine başvurmak istiyordum. Büyük Abuhan kardeşlerin üçü de vefat etmiş, geriye çocukları kalmıştı. Dükkânlarında Orhan Abuhan ile birlikte oturduk. Ben konuşmamıza İskilip’te 83 terziden, geriye kalan 2–3 takım elbise dikebilen terzi ile başladım. Onlardan sanatlarını devam ettirme, en az kendileri ayarında çırak yetiştirmeleri ricasında bulundum.
Orhan usta yeri doldurulamaz sanat hayatlarını şöyle anlattı:
“ Babam Hasan Usta, bir süre Ankara’da çalıştıktan sonra, İskilip’teki dükkânı kardeşleri ile birlikte açmışlar. Yanlarında on adet çırak ve kalfa çalıştığı zamanlar oldu. Yetiştirdikleri ustalar arasında; Ulaştepe’li uzun Ahmet usta, Mustafa Yıldırım (Ankara da vefat etti), Hasan Demircan, Kamil Köstekçi, Salim Elmalı bulunmaktadır. Bunların toplamı 50 civarındadır. Halen sanatı sürdüren Ankara da Kamil Köstekçidir. Birçoğu vefat etmiştir.
Babamgilin disiplinli bir meslek hayatı vardı. Onların yanında sesli konuşulmaz, bir şey yenilip içilmezdi. Bu disiplin; verimli bir sanat hayatının sürmesini sağladı.
Babam bazı akşamlar sinemaya giderdi. İskilip’ten bazıları babamın sinemaya gitmesini yadırgardı. Hatta bunu yüzüne söyledikleri olurdu. Babam onlara-“ Ben sinemaya; modanın en son ürünü olan elbiseleri giyen artistlerin, üzerlerindeki elbiseleri görmek için gidiyorum, gördüğüm modelleri başka şeye ihtiyaç kalmadan, dükkânım da uyguluyorum.” Derdi. Bu az bulunur bir kabiliyetti.
Ziraat bankasının bir müdürü vardı. Giyime çok düşkündü. Dükkânımıza gelerek, takım elbise siparişi verdi. Ama istekleri, aradığı özellikler çok fazlaydı. Bizzat babam, elbiseyi keserek dikmeye başladı. Provalar bitmiş, takım elbise dikilerek teslime yaklaşmıştı. Dükkânda çalışırken babamın burnuna yanık kokusu gelmiş. Hemen ütü bölümüne gittiğinde, müdürün ceketinin üzerine, ütüden düşen ateşin ceketi yakarak, delik oluştuğunu görmüş. Hemen müdahale ederek, düşen ateşi almış. Bu hatayı yapanda cezasını gördü. Benimde bu arada olaydan haberim oldu. Ceketi görünce ben umudu kesmiş, ne yapacağız diye düşünüyordum. Ceketi Mustafa emmim aldı. Ceketin parça kumaşlarından iplik çıkararak, cif iğne ile enine boyuna deliği tırnaklayarak ördü. Güzelce ütüledi. Artık orası kumaşın parçası olmuştu. Fark edilmesi imkânsızdı. Banka müdürü takımı giydiğinde, çok memnun kalmıştı. Bizim devamlı müşterimiz oldu.
Semerci Mehmet usta olarak bilinen, şişman bir hemşerimiz vardı. Arkadaşı ile -” Terzi Abuhan, ustayım diye öğünüp duruyor. Bir takımı üç kere prova etmeden dikemiyorlar. Ben hiç prova etmeden elbise dikiyorum. “ diye şaka varı konuşmuş. Bu konuşma benim kulağıma da geldi. Mehmet usta kumaşını alarak, bize takım elbise diktirmeye geldi. Elbise ölçüsünü aldık ve dükkândan ayrıldı. Provaya çağırmamız gecikince, dükkâna gelerek -“ beni provaya çağırmadınız.” Dedi. Bende –“ Mehmet usta biz provasız elbise dikiyoruz.” Dedim. Bunu söyleyince önce şaşırdı. Sonra kahkahayı basıp” Siz beni eşeğe mi benzettiniz. Provasız ben eşeğe semer yaparım.” Dedi. Beni kucakladı.
Orhan Abuhan ile bunları konuşurken, İskilip’te ayakkabıcılığın değerli ustası, Celal Demirel aklıma geldi. Oda model kitabından belirlenen ayakkabıyı, çok güzel bir şekilde diker, teslim ederdi. Nesli tükenmiş olan bu ustaların, hayatta iken yan yana gelip, fikir mütalaası yapıp yapmadıklarını sordum. – “Onların ayda bir sohbet günleri oluyordu. Her ay birinin evinde toplanarak, bu tür sohbetler yapıyorlardı.” Dedi.
İskilip dışından da telefonla elbise siparişi verenler olurdu. Bazı müşterilerimiz, daha önce diktiğimiz elbise ölçüleri değişmediğini bildirerek, aynı ölçülerde bizden elbise isterdi. Bizde diktiğimiz elbiseyi, otobüse vererek gönderirdik. Böyle yıllarca siparişi süren müşterimiz oldu.
Elbisesini dikip teslim ettiğimiz kişilerden, bilahare elbise üzerinde düzeltme talebinde bulunanların, makul istekleri hemen kabul edilerek; istedikleri düzeltme yapılırdı. Ayrıca ceketinin astarı çeken kişiyi babam çarşıda gördüğünde, onu dükkâna gönderir, çeken astarını düzeltip ceketini giydirirdik.”
Bütün bunlar; yeri doldurulamaz terzi ustasının (sanatkâr) kısacık ömründe yaşadığı örnek hatıralardır. Bunlar tüm sanat erbabı için örnek olabilecek davranışlardır. Bu ustalar gerçek dünya ya gittiler. Elleri tabutun dışında kaldı. (İskilip’te sanatkâr için söylenen deyimdir.)
Mustafa Yolcu
HASAN ABUHAN USTA
İskilip’te geçmiş yıllarda, 83 tane terzi vardı. Bu terziler, vatandaşın her türlü terzilik ihtiyacına cevap veriyordu. Şimdiki gibi terziler ceket, pantolon, gömlek dikmiyor; İngiliz kotu, şalvar, işlik, manto, palto dikiyorlardı. Konfeksiyon yaygın değildi. Her türlü elbise talebini terziler karşılıyordu. Bilhassa bayramlar yaklaşırken, talep arttığından geceleri de çalışarak işlerini bitirmeye çalışıyorlardı.
Önceden çocukların bir kısmı, memur olmak için okuyorlardı. Bir kısmı da kolayca hayata atılmak için sanata başlıyor, çıraklık kalfalık derken usta olup, işini kuruyor, bunun yanı sıra çocuk okusun, okumasın mutlaka bir sanat öğrenmesi isteniyordu.
83 terzi vardı ama bunlardan gerçekten sanatkâr olanı çok az bir kısmı idi. Diğerleri sıradan terzi idi. Şu an İskilip’te takım elbise diken 2–3 terzi ancak var. Konfeksiyonun yaygınlaşması, çırak bulunamaması bu sanatı bitme noktasına getirmiştir.
İskilip’te terzilik sanatının zirvesine çıkmış, adı İskilip dışında da duyulan Abuhan kardeşler vardı. Bunların en büyüğü Hasan Abuhan olup, terziliği Fahrinin Abdurrahman denilen ustadan öğrenmiş. Daha sonra Ankara’ya giderek, bir terzinin yanında üç sene çalışıp, bay- bayan terziliğini birlikte geliştirmiş.
Diğer kardeşleri Mustafa ve Hüseyin’de terzi olmuşlar. Hep birlikte çarşı camisinin önündeki dükkânda çalışmaya başlamışlar. Orhan Mehmet Mustafa diye üç çocukları kendi dükkânlarında çalışmaya başlamış. Daha sonra Mustafa Abuhan, oğlu Mehmet ile kendi işyerini açmışlar.
Ben Abuhanları, Ziraat bankasının karşısında bulunan dükkânlarında tanıdım. Abuhan kardeşlerle İskilip’te karşılaştığımda selamlaşır, hal ve hatırlarını sorardım. Hasan Abuhanı en son; 2005 yılında dükkânında görmüş, Çorum da Bayındırlık İl müdürü ve Çorum Belediye Başkanlığı görevinde bulunan oğlu, Ömer ile birlikte oturmuştuk.
18 Haziran 2011 tarihinde İskilip’e gittiğimde, dükkânlarına uğradım. Abuhan ustaları ziyaret edip, bilgilerine başvurmak istiyordum. Büyük Abuhan kardeşlerin üçü de vefat etmiş, geriye çocukları kalmıştı. Dükkânlarında Orhan Abuhan ile birlikte oturduk. Ben konuşmamıza İskilip’te 83 terziden, geriye kalan 2–3 takım elbise dikebilen terzi ile başladım. Onlardan sanatlarını devam ettirme, en az kendileri ayarında çırak yetiştirmeleri ricasında bulundum.
Orhan usta yeri doldurulamaz sanat hayatlarını şöyle anlattı:
“ Babam Hasan Usta, bir süre Ankara’da çalıştıktan sonra, İskilip’teki dükkânı kardeşleri ile birlikte açmışlar. Yanlarında on adet çırak ve kalfa çalıştığı zamanlar oldu. Yetiştirdikleri ustalar arasında; Ulaştepe’li uzun Ahmet usta, Mustafa Yıldırım (Ankara da vefat etti), Hasan Demircan, Kamil Köstekçi, Salim Elmalı bulunmaktadır. Bunların toplamı 50 civarındadır. Halen sanatı sürdüren Ankara da Kamil Köstekçidir. Birçoğu vefat etmiştir.
Babamgilin disiplinli bir meslek hayatı vardı. Onların yanında sesli konuşulmaz, bir şey yenilip içilmezdi. Bu disiplin; verimli bir sanat hayatının sürmesini sağladı.
Babam bazı akşamlar sinemaya giderdi. İskilip’ten bazıları babamın sinemaya gitmesini yadırgardı. Hatta bunu yüzüne söyledikleri olurdu. Babam onlara-“ Ben sinemaya; modanın en son ürünü olan elbiseleri giyen artistlerin, üzerlerindeki elbiseleri görmek için gidiyorum, gördüğüm modelleri başka şeye ihtiyaç kalmadan, dükkânım da uyguluyorum.” Derdi. Bu az bulunur bir kabiliyetti.
Ziraat bankasının bir müdürü vardı. Giyime çok düşkündü. Dükkânımıza gelerek, takım elbise siparişi verdi. Ama istekleri, aradığı özellikler çok fazlaydı. Bizzat babam, elbiseyi keserek dikmeye başladı. Provalar bitmiş, takım elbise dikilerek teslime yaklaşmıştı. Dükkânda çalışırken babamın burnuna yanık kokusu gelmiş. Hemen ütü bölümüne gittiğinde, müdürün ceketinin üzerine, ütüden düşen ateşin ceketi yakarak, delik oluştuğunu görmüş. Hemen müdahale ederek, düşen ateşi almış. Bu hatayı yapanda cezasını gördü. Benimde bu arada olaydan haberim oldu. Ceketi görünce ben umudu kesmiş, ne yapacağız diye düşünüyordum. Ceketi Mustafa emmim aldı. Ceketin parça kumaşlarından iplik çıkararak, cif iğne ile enine boyuna deliği tırnaklayarak ördü. Güzelce ütüledi. Artık orası kumaşın parçası olmuştu. Fark edilmesi imkânsızdı. Banka müdürü takımı giydiğinde, çok memnun kalmıştı. Bizim devamlı müşterimiz oldu.
Semerci Mehmet usta olarak bilinen, şişman bir hemşerimiz vardı. Arkadaşı ile -” Terzi Abuhan, ustayım diye öğünüp duruyor. Bir takımı üç kere prova etmeden dikemiyorlar. Ben hiç prova etmeden elbise dikiyorum. “ diye şaka varı konuşmuş. Bu konuşma benim kulağıma da geldi. Mehmet usta kumaşını alarak, bize takım elbise diktirmeye geldi. Elbise ölçüsünü aldık ve dükkândan ayrıldı. Provaya çağırmamız gecikince, dükkâna gelerek -“ beni provaya çağırmadınız.” Dedi. Bende –“ Mehmet usta biz provasız elbise dikiyoruz.” Dedim. Bunu söyleyince önce şaşırdı. Sonra kahkahayı basıp” Siz beni eşeğe mi benzettiniz. Provasız ben eşeğe semer yaparım.” Dedi. Beni kucakladı.
Orhan Abuhan ile bunları konuşurken, İskilip’te ayakkabıcılığın değerli ustası, Celal Demirel aklıma geldi. Oda model kitabından belirlenen ayakkabıyı, çok güzel bir şekilde diker, teslim ederdi. Nesli tükenmiş olan bu ustaların, hayatta iken yan yana gelip, fikir mütalaası yapıp yapmadıklarını sordum. – “Onların ayda bir sohbet günleri oluyordu. Her ay birinin evinde toplanarak, bu tür sohbetler yapıyorlardı.” Dedi.
İskilip dışından da telefonla elbise siparişi verenler olurdu. Bazı müşterilerimiz, daha önce diktiğimiz elbise ölçüleri değişmediğini bildirerek, aynı ölçülerde bizden elbise isterdi. Bizde diktiğimiz elbiseyi, otobüse vererek gönderirdik. Böyle yıllarca siparişi süren müşterimiz oldu.
Elbisesini dikip teslim ettiğimiz kişilerden, bilahare elbise üzerinde düzeltme talebinde bulunanların, makul istekleri hemen kabul edilerek; istedikleri düzeltme yapılırdı. Ayrıca ceketinin astarı çeken kişiyi babam çarşıda gördüğünde, onu dükkâna gönderir, çeken astarını düzeltip ceketini giydirirdik.”
Bütün bunlar; yeri doldurulamaz terzi ustasının (sanatkâr) kısacık ömründe yaşadığı örnek hatıralardır. Bunlar tüm sanat erbabı için örnek olabilecek davranışlardır. Bu ustalar gerçek dünya ya gittiler. Elleri tabutun dışında kaldı. (İskilip’te sanatkâr için söylenen deyimdir.)
Mustafa Yolcu
18 Haziran 2011 Cumartesi
ÖMER DİLER
ÖMER DİLER
Ankara da mobilyacılıkla uğraşan, Anadolu Mobilya’nın sahibi hemşerimizdi. Saman pazarı, Konya sokak’taki dükkânına senede 2–3 defa uğrar, sohbet ederdik. Güngörmüş, geçirmiş birisiydi. Gençliğinde İskilip’te berberlik yaparken, 1957 yılında üç kardeş Ankara’ya gelerek, mobilyacılık işine girmişler. Daha sonraki yıllarda işlerini ayırarak, herkesin kendi işyeri olmuş. Ayrı çalışmışlar.
Kendisini ziyarete gittiğim bir gün, şunları anlatmıştı:
- “ İskilip’te berberlik yapıyordum. Dükkânda mangalımız vardı. Mangalın içindeki közle hem dükkânı ısıtır, hem de üzerinde kahve yapardık. Ayrıca sıcak suyumda eksik olmazdı. Kahveyi herkese yapmazdım. Kahve yaptığımız insanlardan biride Uludereli İsmail İpekçi Hoca idi.
Arkadaşlar tıraş olmanın dışında da dükkâna gelir, sohbet eder vakit geçirirdik. Böyle bir sohbet sırasında bana – “ Sen ağa damadısın. Bu tıraş işi ile ne diye uğraşıyorsun. Kayın pederinin tarlalarını ekip biçtir, hayatını yaşasana.” Dediler. Bende kayınpederimin malının beni ilgilendirmediğini, tıraşımı yapar, karnımı doyururum diye cevap vermiştim.
Biz bunları konuşurken, dükkâna Uludereli İsmail hoca geldi. Herkes ayağa kalkarak ona yer gösterdi. Mangalın közünü çıkarıp, üzerine kahve fincanını koydum. Kahveyi hazırlayıp, hocamıza ikram ettim. İsmail hoca kahvesini içerken şunları söyledi. “Ömer oğlum, kadının malı hamam kapısının tokmağına benzer. Gelir gider başına vurur. Sakın ola ki, karı malına meyletme.” Dedi. Dükkânın içi bir anda buz gibi oldu. Biraz öncede arkadaşlar, bu konuyu açmışlar konuşmuştuk. Hocamızın, bizim konuşmamız sanki kalbine doğmuştu. “ dedi.
Üç erkek kardeşten, en küçükleri Arif Diler ile ilgili şunları anlattı:
— Arif ile birlikte bir odada yatıyorduk. Arif Cuma namazına gider, diğer öğünleri devamlı kılmazdı. Uykuya daldığım sırada, birinin Kuran okuduğunu duydum. Kendime geldiğimde baktım ki, bizim Arif Kurandan uzun sureler okuyarak namaz kılıyor. Bende kalkıp, abdest alıp arkasında namaza durdum. Namazımız bitince dua ettik. Arif tekrar yatağına girip uyumaya başladı, bende yattım. Sabahleyin sabah namazına kalkınca, arifi de namaza kaldırdım. Sabah namazını kılıp, biraz daha uzandık. Sabah olup kalktığımızda Arife” Sen Kurandan ayetler ezberlemişsin. Ben bunu bilmiyordum. Gece sen namaz kılıyordun. Bende senin arkana durup, seninle namaz kıldım.” Dedim. Arif- “ Hayır ben namaz sureleri dışında sureyi ezbere bilmiyorum, namaz kıldığımızı da hatırlamıyorum.” Dedi. Oda şaşırmıştı. Ezbere nasıl sureleri okumuştu.
Ömer emmi, oğlu ile ilgili ailevi bir sıkıntı yaşamıştı. Bu devrede bende kendisini ziyarete gittim. Morali son derece bozuktu. Durup dururken iç geçiriyordu. Kendisine moral vermeye çalıştım. Ama o diyordu ki- “ Mustafa hayatta çok badireler atlattım. Artık kaldıramıyorum.”
Bir gün duydum ki Ömer emmi vefat etmiş. Artık badire atlatmaktan kurtulmuştu. Sanki gideceği yeri hedeflemiş, oraya gitmişti.
Mustafa Yolcu
Ankara da mobilyacılıkla uğraşan, Anadolu Mobilya’nın sahibi hemşerimizdi. Saman pazarı, Konya sokak’taki dükkânına senede 2–3 defa uğrar, sohbet ederdik. Güngörmüş, geçirmiş birisiydi. Gençliğinde İskilip’te berberlik yaparken, 1957 yılında üç kardeş Ankara’ya gelerek, mobilyacılık işine girmişler. Daha sonraki yıllarda işlerini ayırarak, herkesin kendi işyeri olmuş. Ayrı çalışmışlar.
Kendisini ziyarete gittiğim bir gün, şunları anlatmıştı:
- “ İskilip’te berberlik yapıyordum. Dükkânda mangalımız vardı. Mangalın içindeki közle hem dükkânı ısıtır, hem de üzerinde kahve yapardık. Ayrıca sıcak suyumda eksik olmazdı. Kahveyi herkese yapmazdım. Kahve yaptığımız insanlardan biride Uludereli İsmail İpekçi Hoca idi.
Arkadaşlar tıraş olmanın dışında da dükkâna gelir, sohbet eder vakit geçirirdik. Böyle bir sohbet sırasında bana – “ Sen ağa damadısın. Bu tıraş işi ile ne diye uğraşıyorsun. Kayın pederinin tarlalarını ekip biçtir, hayatını yaşasana.” Dediler. Bende kayınpederimin malının beni ilgilendirmediğini, tıraşımı yapar, karnımı doyururum diye cevap vermiştim.
Biz bunları konuşurken, dükkâna Uludereli İsmail hoca geldi. Herkes ayağa kalkarak ona yer gösterdi. Mangalın közünü çıkarıp, üzerine kahve fincanını koydum. Kahveyi hazırlayıp, hocamıza ikram ettim. İsmail hoca kahvesini içerken şunları söyledi. “Ömer oğlum, kadının malı hamam kapısının tokmağına benzer. Gelir gider başına vurur. Sakın ola ki, karı malına meyletme.” Dedi. Dükkânın içi bir anda buz gibi oldu. Biraz öncede arkadaşlar, bu konuyu açmışlar konuşmuştuk. Hocamızın, bizim konuşmamız sanki kalbine doğmuştu. “ dedi.
Üç erkek kardeşten, en küçükleri Arif Diler ile ilgili şunları anlattı:
— Arif ile birlikte bir odada yatıyorduk. Arif Cuma namazına gider, diğer öğünleri devamlı kılmazdı. Uykuya daldığım sırada, birinin Kuran okuduğunu duydum. Kendime geldiğimde baktım ki, bizim Arif Kurandan uzun sureler okuyarak namaz kılıyor. Bende kalkıp, abdest alıp arkasında namaza durdum. Namazımız bitince dua ettik. Arif tekrar yatağına girip uyumaya başladı, bende yattım. Sabahleyin sabah namazına kalkınca, arifi de namaza kaldırdım. Sabah namazını kılıp, biraz daha uzandık. Sabah olup kalktığımızda Arife” Sen Kurandan ayetler ezberlemişsin. Ben bunu bilmiyordum. Gece sen namaz kılıyordun. Bende senin arkana durup, seninle namaz kıldım.” Dedim. Arif- “ Hayır ben namaz sureleri dışında sureyi ezbere bilmiyorum, namaz kıldığımızı da hatırlamıyorum.” Dedi. Oda şaşırmıştı. Ezbere nasıl sureleri okumuştu.
Ömer emmi, oğlu ile ilgili ailevi bir sıkıntı yaşamıştı. Bu devrede bende kendisini ziyarete gittim. Morali son derece bozuktu. Durup dururken iç geçiriyordu. Kendisine moral vermeye çalıştım. Ama o diyordu ki- “ Mustafa hayatta çok badireler atlattım. Artık kaldıramıyorum.”
Bir gün duydum ki Ömer emmi vefat etmiş. Artık badire atlatmaktan kurtulmuştu. Sanki gideceği yeri hedeflemiş, oraya gitmişti.
Mustafa Yolcu
4 Haziran 2011 Cumartesi
ŞİRANLI MUSTAFA EFENDİ
ŞİRANLI MUSTAFA EFENDİ
Asırların Emsalini Nadiren Yetiştirdiği Büyük Velî
H A Z I R L A Y A N
Ahmet Hamdi Ertekin
Emekli Vaiz
GİRİŞ
Asırların emsalini nadiren yetiştirdiği büyük velilerdendir. Zülcenahayn alimlerden, kâmil mürşitlerdendir. Engin ilmi, zengin feyzi, örnek takvası ile çok kimseleri irşat etmiştir. Kerameti açıktır. Yakın tarihimizin ünlü şeyhlerindendir. Orta Anadolu'yu kapsayan geniş irşat hizmetleri vardır.
Fakat ne acıdır ki, hayatı hakkında henüz yazılmamış, kulaktan kulağa gelen bilgiler de unutulma safhasına girmiştir. Bilinenler yazılmazsa bu büyük zatın hayatı, hizmetleri, irşat ve kerametleri unutulup gidecektir.
İşte bu yazı dizisi, bu kâmil mürşidi tarihe kazandırmak maksadı ile yazılmıştır. Yazdıklarımız büyüklerimiz arasında tevatür haline gelen bilgilerden kaynaklanmaktadır. Yanlış veya eksiklerimiz varsa bilenler tarafından düzeltilmesini hassaten rica ediyorum.
DOĞUMU ÇOCUKLUĞU VE TAHSİL HAYATI
Şeyh Efendi, takriben H.1254 (1839) tarihinde Şiran'ın Sarıcalar köyünde doğmuştur. Hamile olan annesinin, aile efradıyla birlikte yaylaya çıkarken bir dere içerisinde doğum yaptığı ve o derenin nurla dolduğu rivayet edilir.
Çocukluğunda kendi davarlarını güdermiş. Akşam davarları eve getirdiğinde hemen abdest alır, kendi odasına çekilir, namazla, niyazla meşgul olurmuş. Babası dindar bir kişi olduğu için oğlunun bu haline çok sevinir, onu teşvik ve takdir edermiş.
4 yaşında iken okumaya başlamış, 14 yıl kadar köyünde tahsilini devam ettirmiştir. 18 yaşında iken kendi köyünden Güllü adında bir kızla nişanlamak istemişler, "Bunu ilim tahsilinden sonra düşünürüz" tarzında bir ifade ile babasını kırmadan bu işi reddetmiştir. Uzun gençlik yıllarını alan ilim tahsilinden sonra aynı kızla evlenmiştir.
Tokat'ta tahsiline devam etmek için babasından izin almış, orada tuvaletin bitişiğinde bir odada tahsile başlamak zorunda kalmıştır. Kısa zamanda derslerindeki başarısı dikkati çekmiş, diğer talebeler müzakere için kendi odalarına davet etmeye başlamışlardır. İlim ayağa gitmez diyerek talebeleri kendi odasına çağırır, müzakere orada yapılırmış. Sonradan kendisine en uygun odayı tahsis etmişlerdir.
Tokat'taki tahsili 4 yıl devam etmiş, sonra hocasının tensibiyle Uşak'a gönderilmiş, iki yıl kadar da Uşak'ta tahsil yapmıştır. Zahiri ilimleri ikmal edip icazet aldıktan sonra "Heybenin bir gözünü doldurduk, öbür gözü boş kaldı" diyerek tasavvufa olan meylini ortaya koymuştur.
Uşak'taki hocasının isteği üzerine Mekke'de ikamet eden Dağıstanlı Şeyh Yahya hazretlerine intisap etmek üzere Mekke'ye gitmiştir.
Mekke-i Mükerreme'de konaklayacak bir yer bulamadığı için Mualla Kabristanı'nda iki mezar arasında yatmaya mecbur kalmış, yorgunlukla derin bir uykuyu daldığı sırada birisi, kendisini uyandırarak, Şeyh Yahya Efendi'nin tekkesine götürmüştür.
Tekkede müritlerin çokluğu yüzünden kimse kendisiyle ilgilenmemiş, kim olduğu, nereden, niçin geldiği sorulmamıştır. Böylece aradan aylar geçmiş, Efendi tam bir sabır ve teslimiyetle neticeye intizar eder olmuştur.
Müritlerin dağıldığı bir sırada Şeyh Yahya Efendi, Yemenli arkadaşı ile birlikte Hacı Mustafa Efendi'yi huzura kabul edip "Artık zamanı geldi, kuru kalabalık dağıldı" diyerek, bu sadakatli müritlerine feyiz kanallarını açıvermiştir.
Nakşî tarikatının yetiştirme metotlarından olan sülûk ve riyâzât usulleri tatbik edilmiş, bu ihlâslı ve kabiliyetli müritler tasavvuf yolunda büyük merhaleler katetmişlerdir.
Tekkede kaldıkları bu süre içinde yemeklerde haram şüphesi olabilir düşüncesiyle Mekke dağlarında ot yemek suretiyle takvânın zirvesine ulaşmışlardır. 7 yıl devam eden böyle mükemmel bir tahsil ve terbiye neticesinde kalp gözleri açılmış, kâmil mürşit olabilecek olgunluğa ulaşmışlardır.
Şeyh Mustafa Efendi'nin Yemenli arkadaşının adı da Mustafa imiş. Mürşit mertebesine ulaşmış üçüncü bir arkadaşlarının bulunduğu, Pakistanlı sanılan bu zatın adının da Mustafa olduğu bilinmektedir.
Şeyh Yahya Efendi, yetiştirdiği bu 3 Mustafa'nın irşat yerlerini tayinde müşkülatla karşılaşmış, sonunda şöyle bir çare bulmuş: "Üçünüz birlikte Medine'ye gideceksiniz, Ravza-i Mutahhara üzerine 3 boş kâğıt koyacaksınız, kağıtlara ne yazılırsa ona göre hareket edeceksiniz"
Şeyh Mustafa Efendi'nin kağıdına Anadolu, Çorum; Pakistanlı Mustafa Efendi'nin kâğıdına Hindistan, Yemenli'nin kâğıdına da Medine yazılmış. Böylece Peygamber Efendimizin manevi işaretleriyle görev yerleri tespit edilmiştir.
Şeyh Mustafa Efendi, çok sevdiği Medine-i Münevvere'den pek ayrılmak istemiyor, verilen görevi de yerine getirmek zorunda kaldığı için, Peygamber Efendimizden huzuruna tekrar kabul edilme dileğinde bulunuyor. Buna dair mânevî işaret aldıktan sonra vapurla İstanbul'a dönmek üzere Cidde'ye hareket ediyor.
Bir fakir derviş kılığında gemiye biletsiz olarak biniyor. Bilet kontrolü esnasında, biletsiz olduğu görülerek gemiden indiriliyor. Hareket saati geldiğinde geminin hareket edemediği hayretle görülüyor. Herhangi bir arıza olup olmadığı araştırılıyor. Arıza bulunamıyor. Sonunda gemiden indirilen derviş akla geliyor. Sıkı bir aramadan sonra bir mescitte derviş bulunuyor. Hürmetle gemiye alınıyor. Böylece Efendi'nin kerameti ortaya çıkıyor, kendisine "Gemiyi Durduran Kara Şeyh" lakabı veriliyor.
Gemi tehirli kalkmasına rağmen normal zamanından daha önce İstanbul'a varmış oluyor. Geminin kaptanı, Şeyh Efendi'nin büyüklüğünü anlıyor, bunu Sultan Abdulhamid'e bildiriyor. Padişah, Efendi Hazretleri'ni huzura kabul ediyor. Şeyhülislâm'ın başkanlığında toplanan ünlü alimler arasında 26 mesele üzerinde münazara yapılıyor. Sigaranın haramlığı da dahil, Efendi'nin görüşleri takdirle karşılanıyor.
Padişah, Şeyh Efendi'ye huzurda kalmasını ısrarla teklif ettiği halde, Efendi bunu nezaketle reddediyor. Sultan'ın verdiği altınları kabul ettiğini, fakat Hazine'ye iade ettiğini söylüyor.
İstanbul'dan hareketle Çorum'a geliyor. Mekke'de iken tanıştığı zengin bir zat tarafından Çorum'da ilgi görüyor. Tekke açmak suretiyle irşat görevine başlamış bulunuyor.
Orta Anadolu'yu kapsayan geniş bir irşat faaliyetine girişmiş oluyor. Zahiri ilimlerin yanında, Nakşî tarikatını da yaymaya çalışıyor.
İlmi, irfanı, ihlâsı sayesinde çok başarılı bir irşat hizmeti veriyor. Tekkesi ziyaretçilerle dolup taşıyor. Müritlerinin sayısı bilinmiyor.
Tekkede yenen ekmeklerin daha helal olmasını sağlamak için özel bir yel değirmeni yaptırdığı, ekinlerin burada öğütüldüğü söyleniyor.
Böyle sıkı bir çalışma neticesinde 366 tane halife yetiştirdiği, her birini ayrı ayrı yerlerde görevlendirmek suretiyle hizmet sahasını genişlettiği bilinmektedir. Bu halifelerden en sonraya kalan Niksarlı Hacı Ahmet Efendi 1334 (1919) tarihinde vefat etmiştir.
İskilip'teki halifeleri de meşhur Hacı Ömer Efendi'dir. Hacı Ömer Efendi, Köprübaşı Camii yanında açtığı medreselerde zahiri ilimlerin yanında Kıraat ilmi de okutmuş, İskilip'te kıraat ilminin yerleşmesini sağlamıştır. Ayrıca Nakşî tarikatı üzerinde çok verimli çalışmalarda bulunmuştur. Bu tarikatın halkımız üzerindeki müspet neticeleri ve çok faydalı tesirleri hâlâ görülmektedir.
EVLİLİK HAYATI VE ÇOCUKLARI
Efendi Hazretleri Mekke-i Mükerreme'den dönünce Şiran'a uğramış, babasının nişanlamak istediği Güllü Hanım'la evlenmiştir. Bu evlilikten Hacı Abdullah Efendi ile Hafız Mehmet Nuri Efendi olmuştur. Bu iki zaatın çok kıymetli menkıbeleri anlatılır. Hele Hafız Efendi'nin ilmi ve kerametleri hakkında çok şeyler söylenmiştir.
İskilipli Emine Hanım'la olan evliliğinden Hacı Hilmi Efendi ile Hacı Faik Efendi dünyaya gelmiştir. Hacı Faik Efendi, babasının ilim, ahlak ve tarikatını Çorum ve İskilip'te uzun zaman yaşatmış, hayırlı bir evlat olduğunu ispat etmiştir.
Hacı Mustafa Efendi'nin Çorum'daki ikameti esnasında Tokat ve Afyon'la da sıkı ilişkisi olduğu anlaşılmaktadır. Tokatlı Valide ile evlenmesi bu tezi doğrulamaktadır.
Tokatlı Valide, merhum bir paşa hanımıdır. Oldukça zengin ve itibarlıdır. Tokat'ın zenginlerinden aldığı bütün evlenme tekliflerini reddetmiştir. Önce Efendi Hazretleri'nin teklifini de kabul etmemiş, sonradan kendisi talip olmuştur.
Zifaf gecesi lüks bir yatak hazırlanmış, fakat Efendi Hazretleri bu yatağı katlayarak, başını yatağa koymak suretiyle kuru yerde yatmıştır. Bunu gören ferasetli Valide Hanım da Şeyh Efendi'nin ayaklarına başını koymak suretiyle yerde yatmayı tercih etmiştir.
Valide Hanım, sabahleyin ne kadar altın ve ziynet eşyası varsa hepsini Efendi'nin önüne koymak suretiyle bunları kendisine bağışladığını söylemiştir. Şeyh Efendi bu altınların bir kısmı ile o civarda çok lüzumlu olan bir yere oldukça sağlam bir köprü yaptırmıştır.
Afyon'da da başka bir hanımla evlendiği bilinmektedir. Fakat bu konuda fazla bilgimiz yoktur.
Şeyh Efendi'nin Çorum ve çevresinde ikamet ettiği sırada 6 defa hacca gidip geldiği rivayet edilmektedir.
Bu seferlerden birinde İstanbul'da Padişah Abdulhamid tarafından saraya davet edilmiş, yanında bulunan 15 müridiyle birlikte davete icabet etmiştir.
Abdulhamid, müritlerin isim listesini istediğinde 15 kişilik listeyi vermiş, kendi ismini yazmamıştır. Abdulhamid, müritlerden her birine 15 şer altın bağışlamış, kendisine de 600 altın vermek istemiştir. Efendi Hazretleri "Bunları aldım, kabul ettim, geri hazineye bağışlıyorum" buyurmuşlardır.
Çorum'daki ikametlerinin son günlerinde dili tutulmuş, ancak Kur' anı Kerim okurken açılırmış. Bu esnada yedinci defa hacca gitmeyi düşünmüş. Tokatlı Valide ile Afyonlu Valideyi ve 4 oğlunu yanına alarak yola çıkmışlardır. Tokatlı Validenin bağışladığı altınlardan 60 altını 4 oğlu arasında eşit şekilde paylaştırmıştır.
Hac vazifesini ifa ettikten sonra Medine-i Münevvere'ye dönmüşler, çok sevdiği bu mübarek beldede ikamete başlamışlardır. Bu arada Efendi Hazretleri hastalanmış, çok arzuladığı Peygamber Şehrinde vefat etmiştir. Cennetül-Bakîa'da yeni yetişen bir ağacın dibine gömülmüştür. Vefat tarihi H.1317(1902)'dir.
3 gün sonra da Tokatlı Valide vefat ediyor, çok sevdiği Efendisinin yanında kalma bahtiyarlığına eriyor. Geriye kalan aile fertleri üzüntü içinde Türkiye'ye dönüyorlar
----------------------- Aşkınla inşa eyledim,
Dostun kûyüne hanemi
Esmâü hüsna çevresi
Taştan cidarı neylerem.
Yandım tecelli nûruna
Mûsâ gibi hayretteyim
Cûru dilim sadpâredir
Artık şerân neylerem.
Göçtüm diyarı dilbere
Dönmem dahi ben Şiran'a
Uçtum özel sahrasına
Yerde karan neylerem
Şiirde geçen bazı kelimelerin açıklaması:
GÜLZAR: Gül bahçesi, LÂHUT İLİ: Cenabı Hakka mahsus yüce makam, HÂK: Toprak, KEŞTÜ-GÜZAR: Geçiş gemisi, ŞEB: Gece, LEYL: Gece, NEHAR: Gündüz, AĞYAR : Yabancılar, BİGÂNE: Yabancı, CÂNAN : Sevgili, VAHDET: bir KESRET : Çokluk, DİL: Gönül, MUTMAİN: Huzurlu, HAVF: Korku, RECA: Ümit, GUBAR: Toz, ZAHİD: Dünyadan yüz çeviren, BEHİŞT: Cennet, ŞİKÂR: Av, NİGÂR: Güzel sevgili, KÛY: Köy, ESMÂÜ-HÜSNA: Cenabı Hakkın güzel isimleri, CİDAR: Duvar, CÛRİ-DİLİM: Dolu gönlüm, SAD PARE: Yüz Parça, ŞİRAR: Kıvılcım.
Münacâtlarından şu iki kıtayı da teberruken alıyorum. Bu da şiirdeki maharetinin bir başka örneğidir:
Seherde kölendir bu dertli ârif,
Halleri sana malum, istemez tarif,
Dertlere dermandır İhlası Şerif,
Hürmetine bizi affeyle Allahım.
Günahım çoktur eyleme tâzir.
Şiranlı hacıyım, cevherim hâzır.
Gam dükkânım açtım, pirimdir Hızır.
Hürmetine bizi affeyle Allah'ım.
KERAMETLERİ
18 yaşlarında iken, kendinden iki yaş küçük kız kardeşi ile ormana odun getirmeye gitmişler. Kağnı ve öküzleri ayrı ayrı yerlerde bırakarak, kendileri başka tarafa gitmişler.
Kız kardeşinin bir an önce odunları hazırlayalım diye ısrar etmesine aldırmadan, ormanda bir hayli dolaşmışlar. Sonunda kağnının odunla yüklü vaziyette sefere hazır olduğunu hayretle görmüşlerdir. Mustafa Efendi, kız kardeşine, "Bu sırrı ifşa edersen bir daha beni göremezsin" diye çok sıkı bir tembihle kerametinin gizli kalmasını istemiştir.
Odun getirme işi böyle devam ederken, babaları da bunda bir başkalık olduğunu fark etmiş, "Sizin getirdiğiniz odunlar başkalarının getirdiğine benzemiyor, siz bunları hangi ormandan getiriyorsunuz?"diye soruşturmaya başlamış, kız kardeşi kerameti açıklamak zorunda kalmıştır. Bunun üzerine Mustafa Efendi, tahsilini ikmal etmek bahanesiyle köyünden ayrılmıştır.
Mekke'deki 7 yıllık tahsil ve irşat dönemi sonunda görev yerinin Ravza-ı Mutahhare'ye bırakılan boş kâğıda yazılması, Cidde'de, gemiden indirildiği zaman geminin hareket edemeyişi de ilk kerametlerindendir.
Gemi ile İstanbul'a geldiği zaman, karaya çıkmak üzere iken denize düşüyor, suya batmadan denizin yüzünde durduğu gözleniyor. Türkiye'deki ilk kerameti böyle başlıyor. Bu durum Sultan Abdulhamid'e arz ediliyor.
Çorum'da irşat görevine başlayınca sigara içen birisi izin almak istiyor. Sigarayı bırakmak şartı ile izin veriliyor. Ormana odun kesmeye giden tiryaki mürit, bir ağacın oyuğunda sigarasını yakıyor, şeyhim beni nereden görecek diyerek bu işin gizli kalacağını sanıyor. Şeyh Efendi'nin huzuruna geldiğinde "Sen kör Şeyhe mi hizmet ediyorsun, niçin sözünde durmadın, ağacın kovuğunda sigara içtin?" diye azarlanarak müritlikten kovuluyor. Adam köyüne giderken yolda ölüyor. Cenazesi tekkeye getirilmeden önce Efendi, suyunu ısıtıp cenazenin getirilmesini bekliyor.
Halifelerinden birini, Koyulhisar'dan Şiran'a kadar olan mıntıkadaki müritlerini kontrol için görevlendirir. Halife'nin yolu Şiran civarında 300 haneli bir Alevî köyüne uğrar. Köy odasında misafirken oraya Dede gelir, Halife'yi görünce kızar, yakılmasını ister. Şeyh Efendi bu sırada Çorum'da tekkede müritleriyle akşam yemeği yemektedir. Murakabe esnasında Halife'nin durumuna vakıf olur, yemek sahanının kapağını siniye vurur. Halifeye kötülük etmek isteyen Dedenin başının yarıldığı, kanların aktığı görülür. Bu kargaşadan yararlanan Halife köyden kaçar.
Şeyh Efendi yemekten sonra siniyi tersine çevirir. Bu esnada köyün üzerindeki dağ kayarak köyü yerle bir eder. Bu manzaraya o akşam köyden ayrılan bir adam da şahit olur. Sonunda tövbe ederek itikadını düzeltir.
Halife Çorum'a döndüğünde Şeyh Efendi, kendisinden bilgi almak ister. Halife olup bitenleri anlatır. Şeyh Efendi, "Bir daha dikkatli ol da beni bir sahan kapağına minnet ettirme" der.
İskilip'e geldiğinde Hindoğlu Emin Efendi düğün yemeğine davet eder. Şeyh Efendi, pirinç, yağ gibi yemek malzemesini kendi yanından vermek suretiyle kendisine özel yemek yapılmasını ister. Ancak bu şartlar altında davete icabet edebileceğini söyler. Yemek pişirenler, Şeyh nereden görecek diye gelen malzemeyi diğerlerine karıştırarak yemeği hazırlarlar. Şeyh Efendi davete geldiğinde önüne getirilen yemeği görünce, ev sahibinin yüzüne hışımla bakar, adam çarpılmış gibi olur, son derece utanır. Şeyh Efendi bir şey yemeden evi terk eder.
İskilip'in Ulaştepe mahallesinden Koca Osman adında bir zat Çorum'la İskilip arasında postacılık yaparmış. Bazı seferlerde İskilip'ten Şeyh Efendi'ye gönderilen hediyeleri de götürürmüş. Şeyh Efendi, Koca Osman'ı sefer kıyafetiyle kabul eder, çok iyi karşılarmış. Sen tiryakisin, sigara içmeden yapamazsın diyerek huzurunda sigara içmesine bile izin verirmiş. Böylece sigarayı terk etmesini sağlamış.
Tokatlı Mustafa Hâki Efendi ile Niksarlı Hacı Ahmet Efendiler yaylı araba ile sülûk için Çorum'a kadar gelmişler. Arabadan inmeden tekke içine girmişler. Efendi hazretleri bu saygısızlığa gücenmiş, onlarla görüşmeden Tokada geri dönmelerini istemiştir.
Büyük bir üzüntü içinde geri dönen ziyaretçiler, daha sonra çarıkları giyip yaya olarak tekrar Çorum'a gelmişler. Şeyh Efendi huzura kabul ettiği Niksarlı Hacı Ahmet Efendi'ye nasıl geldiklerini sormuş. O da Şeyhimizin himmetiyle cevabını vermiştir. Şeyh Efendi, böyle gelen misafiri böyle kabul ederler diye maddi, manevi büyük ikramlarda bulunmuştur.
Suşehri'ne gidişi esnasında şehrin yakınında bir köyden geçerlerken, köylüler yollarına çıkıp köye davet etmişler. Efendi Hazretleri dönmek istemeyince, köylüler "Hiç olmazsa yeni vefat eden hocamızın kabrini ziyaret ederek mezarı başında okuyuverin" diye ısrarda bulunmuşlar. Efendi Hazretlerinin cevabı şöyle olmuş: "Sigara içerek vefat eden hocanızın kabrinden hâlâ dumanlar çıkıyor. Benim ziyaretimin ona bir faydası dokunmaz."
Suşehri'ne vardıklarında şehir eşrafından Hatip Efendi, Şeyh Efendi'yi evinde misafir etmek istemiş. Şeyh Efendi, Hatip'in hanımının namaz kılmadığını söyleyerek bu daveti kabul etmemiş, hana inmiştir.
Merhum dedem Emin Hafız Efendi, vefat eden ağabeyi Yakup Efendi'nin dul eşi Ayşe Hanım'la evlenmek istememiş. Bütün ısrarlara rağmen bu teklifi kabul etmemiş. Durum Şeyh Efendiye arz edilmiş. Efendi Hazretleri, Emin Hafız Efendi'ye, Levh-i Mahfuz'u göstererek, "Senin bundan başka nasibin yoktur" diye ikna etmiştir.Şiranlı Şeyh Efendi'nin Hacc için Hicaz'a gittiğini, Medine'de hastalandığını, hastalık ağırlaşınca Osmanlı Birlikleri komutanına, kendisini Baki' Mezarlığı'na defnetmesini vasiyet ettiğini anlatırdı. Vefat ettikten sonra yıkanıp kefenlenen bu mübarek zatın Baki'a mezarlığına defnedileceğini öğrenen Araplar itiraz ederler, iş ciddi boyutlara ulaşır. Netice olarak komutan: - Ben bu zatın vasıyyetini silah zoruyla da olsa yerine getiririm. Fakat gelin bir anlaşma yapalım. Ben vasiyet gereği onu istediği yere kadar götüreyim, siz de oradan alın, canınızın istediği bir yere defnedin, der. Araplar bu teklifi kabul ederler. Komutan, tabutu Baki'ye kadar getirir ve tabut yere indirilir. O zaman komutan, - Ben vasiyyetini yerine getirdim. Sen de eğer gerçekten Allah dostu bir kişi isen kendi yerini seç, der ve askerlerin geri çekilmesini emreder. Bu defa Araplar devreye girerler, tabuta sarılırlar ama bütün zorlamalar sonuçsuz kalır. - Bu adamın yeri gerçekten burası olmalı demeğe mecbur kalırlar. Baki Mezarlığı'na girdikten sonra sola doğru dönen yolda on beş, yirmi adım ilerlendiğinde Şiranlı Şeyh Efendi'nin kabrine gelinmiş olacaktır. Mezarı yolun solundadır."*
Şeyh Efendi'nin kerametlerinden biz ancak bu kadarını tespit edebildik. Başka kerametlerini bilenlerin bize anlatmalarını rica ediyoruz.
Merhum Dedem Emin Hafız Efendi'nin "Hatemül Evliya" dediği ve son derece bağlı kaldığı Şeyh Hacı Mustafa Efendi'ye Yüce Mevla'dan rahmet niyaz eder. Cenabı Hakkın bizleri, şefaatlerine nail kılmasını dileriz.
ARŞİV İSKİLİP'İN SESİ
YIL:2 SAYI:27-28-29-30-31-32 06.11.1988-09.02.1989
31 Mayıs 2011 Salı
HAYAT DERSİ
HAYAT DERSİ
İskilip’te Pirinç Pazarında dükkânımız vardı. Babam hasta olduğu için, dükkânı açamıyordu. Okuldan fırsat buldukça, tatilde dükkâna ben bakıyordum.
Dükkânın önünde, hasır iskemlede otururken; babamın arkadaşı Osman emmi dükkâna geldi. Kendisine iskemle verdim oturdu. Kendisi ile sohbet ediyorduk.
Osman emmi; kendisi ile aynı mahalleden olan, iflas ettiği için sinirsel rahatsızlık geçirmiş, Ahmet emminin geldiğini gördü. Ahmet emmi dükkânın önünden geçerken-“ Lan Ahmet, sana verdiğim çuvallar nerde? Bana lazım. Onları hemen gönder.” Dedi. Ahmet emmi cevaben- “ Veririm lan çuvallarını, yemedim ya.” Dedi. Osman emmiye hiç bakmadan yoluna devam etti.
Ahmet emmi dükkânın önünden uzaklaştıktan sonra, Osman emmiye-“ Bu ne çuvalı?” diye sorduğumda- “Kendisine ceviz satmıştım. Cevizin çuvalları.” Dedi. “Cevizin parasını aldın mı” diye sordum. Aldığını bildirdi.
—“ Osman emmi, cevizin parasını almışsın. İflas ettiğinden dolayı Ahmet emmi, zaten rahatsızlanmış. Yolda zor yürüyor. Keşke çuval için böyle kırıcı konuşmasaydın.” Dediğimde; olsun çuvallarımı getirsin dedi.
Aradan zaman geçti. Ahmet emmi tekrar ticaretine başladı. Para kazandı. Sermayesi tekrar eski duruma geldi. Sağlığı da düzeldi. Osman emmi ise vefat etmişti. Ahmet emmiye, yıllar önce bizim dükkânın önünde olanları anlatmış ve benimde söylediklerimi aktarmıştım.
Ahmet emmi dedi ki- “ Osman hastalandığında, çalışamaz hale gelmişti. Evinin zaruri ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Elimden geldiği kadar, evinin ihtiyaçlarını ben karşıladım.”
Hayat dersi bu işte. Mal el kiri. Bir gün yok oluyor. İnsanlık ise baki kalıyor. Düşenin dostu olmuyor. Bir tekme de görenler vuruyor. Sağlıkta gidiyor, parada bitiyor. Ama gün ola devran döne. Herkes yaptığı ile kalıyor. İyi yaptı ise, onun ile anılıyor. Kötülük yaptı ise, kötüden kurtulduk deniliyor.
İyiliğe iyilik her kişinin işi.
Kötülüğe iyilik, er kişinin işi.
Hepimiz er kişi olalım inşallah.
Mustafa Yolcu
İskilip’te Pirinç Pazarında dükkânımız vardı. Babam hasta olduğu için, dükkânı açamıyordu. Okuldan fırsat buldukça, tatilde dükkâna ben bakıyordum.
Dükkânın önünde, hasır iskemlede otururken; babamın arkadaşı Osman emmi dükkâna geldi. Kendisine iskemle verdim oturdu. Kendisi ile sohbet ediyorduk.
Osman emmi; kendisi ile aynı mahalleden olan, iflas ettiği için sinirsel rahatsızlık geçirmiş, Ahmet emminin geldiğini gördü. Ahmet emmi dükkânın önünden geçerken-“ Lan Ahmet, sana verdiğim çuvallar nerde? Bana lazım. Onları hemen gönder.” Dedi. Ahmet emmi cevaben- “ Veririm lan çuvallarını, yemedim ya.” Dedi. Osman emmiye hiç bakmadan yoluna devam etti.
Ahmet emmi dükkânın önünden uzaklaştıktan sonra, Osman emmiye-“ Bu ne çuvalı?” diye sorduğumda- “Kendisine ceviz satmıştım. Cevizin çuvalları.” Dedi. “Cevizin parasını aldın mı” diye sordum. Aldığını bildirdi.
—“ Osman emmi, cevizin parasını almışsın. İflas ettiğinden dolayı Ahmet emmi, zaten rahatsızlanmış. Yolda zor yürüyor. Keşke çuval için böyle kırıcı konuşmasaydın.” Dediğimde; olsun çuvallarımı getirsin dedi.
Aradan zaman geçti. Ahmet emmi tekrar ticaretine başladı. Para kazandı. Sermayesi tekrar eski duruma geldi. Sağlığı da düzeldi. Osman emmi ise vefat etmişti. Ahmet emmiye, yıllar önce bizim dükkânın önünde olanları anlatmış ve benimde söylediklerimi aktarmıştım.
Ahmet emmi dedi ki- “ Osman hastalandığında, çalışamaz hale gelmişti. Evinin zaruri ihtiyaçlarını bile karşılayamıyordu. Elimden geldiği kadar, evinin ihtiyaçlarını ben karşıladım.”
Hayat dersi bu işte. Mal el kiri. Bir gün yok oluyor. İnsanlık ise baki kalıyor. Düşenin dostu olmuyor. Bir tekme de görenler vuruyor. Sağlıkta gidiyor, parada bitiyor. Ama gün ola devran döne. Herkes yaptığı ile kalıyor. İyi yaptı ise, onun ile anılıyor. Kötülük yaptı ise, kötüden kurtulduk deniliyor.
İyiliğe iyilik her kişinin işi.
Kötülüğe iyilik, er kişinin işi.
Hepimiz er kişi olalım inşallah.
Mustafa Yolcu
24 Mayıs 2011 Salı
HACI FAİK EFENDİ
HACI FAİK EFENDİ
Şiranlı Mustafa Efendi; İskilip’in sesi internet sitesinde, hayatı Hamdi Ertekin hocamızca kaleme alınan, İskilipli büyük âlimlerden dir. Yurt çapında kendisine bağlı tarikat ehli insanlar bulunmaktadır.
Hacı Faik Efendi, Şiranlı Mustafa Efendinin oğlu, Abidin Şiranlının babasıdır. Evleri Hanönü camisinin yanında, Bizim evin bitişiğinde idi.
Hacı Faik Efendi, gayet mütevazı bir hayatı olan, sorulana cevap veren, İskilip ve Çorumda evi bulunan büyüğümüzdür. Evine gelen misafirleri ile sohbet eder, nasihat ta bulunurmuş. Evine gelen hanımlar da bulunduğu odanın yanındaki odada oturur, sohbeti dinlerlermiş. Evlerinde semaver takımı vardı. Gelen misafir sayısına göre büyüklükteki semaverle çay yapılır, misafirlere ikram edilirmiş.
Mahallemizde bulunan Süleyman emmi, oğlunu küçükken hafızlığa göndererek, hafız olarak yetiştirmiş. Gün gelmiş, Süleyman emminin oğlu saçlarını uzatıp, namazını kılmaz, kuran okumaz biri olmuş.
Süleyman emmi bu duruma çok üzülüyormuş. Hacı Faik Efendiye giderek- “ Faik Efendi, bizim bu çocuğun hali ne olacak.” Demiş. Faik Efendide “ Süleyman efendi su mecrasına akar. Sabredin, o kendi yerini bulacaktır.” Demiş.
Bunun üzerine Süleyman emmi oğlunun, normal bir yaşantı içine girmesini sabırsızlıkla beklemiş. Hacı Faik Efendi beş vakit namazını da Hanönü camiin de kılarmış. Süleyman emmi ikindi namazını kılıp camiden çıkarken, Faik Efendiyi görünce içinden “ Faik efendi de bizim oğlanın durumunu bilemedi. “ diye geçirmiş.
Camiden çıkıp köprüye doğru yürürken; cami duvarındaki çeşmeden, oğluna benzeyen birinin abdest aldığını görmüş. Hem yürüyor, hem de ona bakıyormuş. Başı ile takip etme mesafesi bitince, geri dönüp dikkatlice yine bakmış. Abdest alan oğlu Ömer Hafız’mış.
Doğruca Hacı Faik Efendinin evine gitmiş. Bir taraftan da; Faik Efendi hakkında içinden geçirdiği düşünceden, mahcubiyet duyuyormuş. Faik efendiye; oğlunun abdest aldığını, saclarını kestirdiğini, namaza gitmeye hazırlık yaptığını söyleyecekmiş.
Eve gidince Faik Efendi, Süleyman emmiyi ayakta karşılamış. Daha o bir şey söylemeden “ Süleyman efendi önemli olan, suyun mecrasına akmasıydı. Gözün aydın olsun. Oğlun eski haline döndü.” Demiş.Karşıdaki âlim olunca, ona söze ne gerek var. Rabbim sevdiği kullarının kalbine, ilham veriyor.
Süleyman emmi; yetiştirdiği oğlunun güzel günlerini gördü. Oğlu müftü oldu. Müftülük yaptığı yerlerde, çok güzel hizmetler yaptı.
Bu hatırayı; yaşadığımız toplumda, çocukları hakkında endişe duyan insanlara anlatırım. Önemli olan çocuklarımızı, helal lokma ile büyütmemiz, onlara inancını, Allah ve Peygamber sevgisini verebilmemizdir. Sonra da söylediklerimizi kendimizin yaşamasıdır.
Bizim çocuklarımızda, anne babasının gösterdiği yolda yürüyecek, onların istediği gibi insan olacaktır.
“ TARLAYA NE EKERSEK, GÜZ GELİNCE ONU BİÇECEĞİMİZİ UNUTMAYALIM.”
Mustafa yolcu