YIL
1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 7
NASIL
ÇÜRÜTÜYORUZ
Dar bir
vadi tasarlayın. İki yanını dik kayalıklar, çıplak tepelikler kaplasın. Uzun
15- 20 kilometre. Daha uzun. Vadi baştan sona kadar bağlık, bahçelik olsun.
Dere boyu yer yer kavaklık, koruluk. Her taraf yeşil, yeşil, yeşil. İşte
kasabamız bu vadinin tam ortasındadır.
Sizi
götüren otobüs kasaba ya girer de, geldiğinizin farkına varmazsınız. İki
yanınızı çevreleyen dik kayalıklar, çıplak tepeler ufkunuzu kapsar. Şose
kıvrıla, büküle gider. Uzar gider. Ama, orta Anadolu’nun göz alabildiğine
uzanan çorak yolları gibi değil. Her köşe başında, her kıvrımda bir yeşillik
denizi ile karşılaştırır sizi. Görünüşü hiç değişmeyen tozlu, yeşilsiz
yollardan kurtulup, bu vadiye girince tabiatı yadırgarsınız.
Birden
kasaba nın kalesi karşınıza dikilir. Üstünü ze yıkılacakmış gibi. Kalenin yıkık
duvarları, yamaçlarına abanmış eski evleri, daha geride yükselen Yivlik
tepesiyle kendinizi eski çağların dekoru içinde bulursunuz. Vakit gece ise,
elektrik ışığına rağmen, dar ufukların yarattığı kapalı karanlık, sizi
ürpertir. Artık hiçbir yerde geniş ufkunuz yoktur. Gözleriniz ya yeşillik, ya
kayalık, ya da kaleyi görür.
Bir iki
gün geçmeden kasabayı içten seversiniz. Hele geldiğiniz mevsim baharsa
KASABANIN baharı görülmeye değer!
Kayalıklar kış bulutlarını üzerlerinden attılar mı, bağlar, bahçeler
süslenir. Vadi süslenir. Kayalıklar
süslenir. Köşe bucak çicek dolar. Kavaklar giyinir, yamaçlar yeşerir. Ya
yamaçların yaban bademleri açınca!..
Her
sabah başka bir renk, başka bir koku içinde uyanırsınız. Akasyalar ardından
iğdeler açmaya görsün. Ortalığı bir koku sarar. Bahar başınıza vurur. Kırlara
çıkamazsınız. Sizi bahar kokuları sarhoş edebilir. Her gün evinize kır
çiçekleri ile dönebilirsiniz. Hem de her
defasında başka renklerle.
Yazı
nasıldır bilmiyorum. Ama Eylülde kasaba ya dönünce, bahçelerin hasadına
rastlıyorum. Yalnız ayvaların heveng heveng sarıları bile, insanı baştan
çıkarabilir. Bağlar bahçeler bu mevsimde bereket yüküdür. Allah hiçbir şeyi bu kasabadan
esirgememiştir.
Yapraklar
sararmaya başladığında, etrafı bir renk cümbüşü kaplar. Kıra çıkıp, yamaçlara
yükselirseniz, ayaklarınızın altında bin bir renkli sonbahar denizini
bulursunuz. Açık sarıdan gittikçe koyuya doğru, kiremit renginden, vişneçürüğüne
kadar, her tonda sarı, kırmızı, mor yaprak denizi vardır.
Bu
kadar renkli, bu kadar canlı ve yumuşak bir sonbaharın, dünyanın daha neresinde
olabileceğini kendi kendinize çekinmeden sorabilirsiniz. Akşamüzeri sürüler
kasabaya döner. Bağ bahçesini bozan kasabalılar evlerine döner. Yollar insan
dolar. Evlerde ocaklar tüter. Kasabanın üzerini mavi bir tül kaplar. Dumandan,
buhardan ibaret bu mavi tül, öylesine evlerin üzerine abanır ki, elinizi uzatıp
örtüyü kaldırmak istersiniz.
Bahçelerin
ortasında yer yer ateşler yanar. Dere boyundan sesler, türküler gelir.
Minarelerde bir ağızdan ezanlar başlar. Etrafa bir gariplik çöker. Son otobüs
veya kamyonun korna çalarak, tozu dumana katarak kasabaya girdiği görülür.
Kasabanın hangi tarafındaki yamacına çıksanız, etrafı kuş bakışı görmeniz
mümkündür. Kasaba, bağ bahçelerinden ibaret ağaç denizi, kıvrıla büküle
kasabayı geçen çay, hep ayaklarınızın altındadır.
Ya bu
güzel tabiat parçası içinde yaşayan bizler, biz insancıklar? Bu güzel dekora
kendimizden ne katıyoruz? Bir koza gibi etrafımıza duvar çekiyor, onları yırtıp
atamıyoruz. Yeni ve iyi gelenekler getiremiyoruz. Yabancı olanlarımız bu tabiat
ortasında bunalıp kalıyoruz. Kaçmak için çareler arıyoruz. Yerli olanlar eskiye
uyup eski oluyor. Kısacası kurtlu bir elma gibi çürüyor, etrafımızdakileri de
çürütüyoruz.
Yüksek tahsil yapmış birisini tanıyorum. Bir gün
sıcaktan şikayet ediyordu. Başındaki şapkanın ağırlığından söz açıyordu.
Şapka giymezsin olur biter dedim. Nasıl şapka
giymezmişim dedi.
Basbayağı benim gibi giymezsin, serinlersin.
Ben senin gibi yabancımıyım? Sonra beni tefe
korlar dedi.
Yüksek tahsil yapmıştı ama başındaki şapkayı
çıkarıp dolaşmaktan korkuyor, geleneğinin esiri oluyordu. Öylesine eskimiş
kasabalı olmuştu.
Kasabaya yeni kaymakam geldi mi, o gün
başlıyoruz:
-Sana bir şiy deyimmi?
-De
- Fiskos, fiskos.
Bu hep böyle. Yaşar KEMAL’in tenekesi hatırıma
geliyor hep. Çok kaymakam, bizim, kasabadan teneke ile uğurlanmış! Her yeni
gelen yabancıya, önce bu teneke hikâyesini anlatarak öğünürler. Gözlerinizin
içine bakarak gülerler, sonra:
-Ya, işte böyle ağanın gaymahamın ardından teneke
çalmış adamlaruk biz, derler. Kaymakam daha ayağının tozunu silmeden çürür
kasabada.
Bir gün kasabaya yeni gelen kaymakamın yanına bir
genç sokuldu:
-Beyefendi, dedi.Sana bi maruzatım va.
-Söyle bakalım maruzatını, dedi kaymakam.
-Efendim kenarda diycem.
-Burada söylesen olmaz mı?
-Olmaz, deyince genç; bir kenara çekilip
konuştular.Sonra kaymakam bey bize de anlattı.Gelen kasabanın kenar
mahallelerinin birinin imamıymış. Müftü kendisini sakal koyvermeye, sinemaya
gitmemeye, evindeki radyoyu satmağa zorlamış. Genç imamın kaymakam beyden
ricası; kendisini müftüye karşı korumaktan ibaret. İmam sakal uzatmak
istemiyor. Sinemaya gitmekte din bakımından bir kusur görmüyor. Radyo
dinlemekten hoşlanıyor. Eğer kaymakam bey kendisini müftüye karşı korursa, bu
haklarından vazgeçmeyecek. Yoksa ne yapsın! Sakalda koyverecek, sinemaya da
gitmeyecek, radyosunu da satacak.
Kaymakam beyi dinleyen bizler kasabanın hep kalburüstü
münevverleriydik. Hiç bir düşüncemizi açıklamadan dinledik. Sonra kendi
aramızda dedikoduya başladık:
-Kaymakam bey her işe burnunu sokarsa zor tutunur
burada.
-Müftü öyle adam değildir. Yalnız bir tarafı
dinlememeli.
-Bir bakıma müftü haklı ha. Mahalleli müftüyü
sıkıştırıyor, müftüde hocayı, falan filan. Bu dedikodu bir iki saat sonra,
bütün kasabanın malumu idi. Kasabanın en şaşılacak özelliği, havadislerin büyük
bir hızla bir anda köşe bucak yayılmasıdır.Örneğin kulüpte söylediğiniz bir
hikayeyi, eve gelince karınızdan dinlerseniz hiç şaşmayın.
Bu dedikodu yatışmadan kaymakamı, bir düğün
dolmasına davet ettiler. Davet sahibi yüksek tahsilli yerli bir memur. Tabii
dolma sofrası yere kurulmuştu ve etrafına bağdaş kurup oturmak, hep bir kaptan
yemek gerekiyordu.
Kaymakam bey dolma sofrasına otururken, ev
sahibini bu hareketinden dolayı ayıpladı.
-Ya hu, dedi, bizler bu gelenekleri yıkmak,
kasabaya örnek olmak durumundayız.
-Bir defa böyle alışılmış beyefendi.
-İşte bu alışkanlıkları bırakmalıyız.
-Dolma buranın yerli yemeği. Bunun tadı böle
çıkar siz kusura bakmayın.
Dolmayı yiyip kulübe geldiğimizde, havadisi
bizden önce gelmiş,masalara yayılmış bulduk. Gördük ve duyduklarımızı bir defa
daha görmeyenlerden dinledik. Hele birkaç gün sonra kaymakam bey memur
arkadaşlarına yazdığı bir tezkerede, Atatürk inkılâplarından bahsederek memur
bayanlarının yerli çarşaftan kurtarılmalarını, aksi halde kendileri ile
çalışamayacağını bildirince her şeyi çürüttük.
-Her iş bitti, çarşafa geldi sıra!
-O,burasını geldo yer biliyi.
-Geldo gibi gitse….Falan filan.Nasıl gittiydi?
Bilmiyon mu sen?
-Bu işin sonu hayır deel ya, dur bahalım.
Ve daha niceleri. İşte biz bu güzel tabiat
köşesinde böle yaşıyoruz. Kozamızı öre öre, içimize kapanarak. Kurtlu bir elma
gibi çürüye çürüye ve çürüterek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder