20 Mart 2013 Çarşamba

ALİ İHSAN SEÇKİN ( KOCABAŞ)



















ALİ İHSAN SEÇKİN ( KOCABAŞ )- 12.2.2013

 

MY- Bize kendinizi tanıtır mısınız?

AİS- Ben 1943 yılında zemheri ayında, İskilip’te doğmuşum. Evimiz Hacipiri mahallesinde, Müftü camisinin karşısında idi. Üç kardeşiz. İki kız kardeşim, Ankara da oturuyor. 1949 Yılında ilkokula başladım. Küçükken hikaye dinlemeyi çok severdim. Bu durum beni, hikâye  kitaplarını okumaya sevk etti. Bu okuma tutkum ile kısa sürede okumayı söktüm. Matematikten de biraz geri kaldım.

Hocanın Mustafa Verimli, Yaşar Yolcu, Hotunlu Çavuşun oğlu Recep benim, mahallemizden çocukluk arkadaşlarımdı.

İlkokula Azmi milli ilkokulunda başladım. Hadi Pahalı, Reha Açar öğretmenlerimizdi. Beşinci sınıfta Ulaş ilkokuluna gittim. Ulaş ilkokulu yeni açılmıştı, Oradan mezun oldum. 

MY- Sizin küçükken yönlendiren oldu mu?

AİS- Vardı tabi. Pazarda da satılan küçük Battal Gazi, Hz. Ali’nin cenkleri, Ferhat ile Şirin diye hikaye kitapları vardı. Evlerde hikâye anlatılırdı. Bunları okumak, dinlemek çok hoşuma giderdi.  Yine çarşıda Hüsnünün kahvesinde aşçı Mori, ramazan gecelerinde,  Seyfi Zülyezen in kitabında yazılı olan, hikâyeleri anlatırdı. Kahvedekilerin tamamı onu can kulağı ile dinler, arada bir çay içme molası verirdi. O arada kendisi çayını, kahvesini içer, sonra kaldığı yerden hikâyesine devam ederdi.

Babama devamlı kitap aldırırdım. Mahallemizde benden on yaş büyük ablamız ile karşılıklı kitap alıp verişi yapardık. Abdul Haluk Çay ile kitap alış verişi yapardık.

Ortaokula gittiğim sırada, Osman Yalçın diye bir resim ve Türkçe hocamız vardı. Türkçede bizi çok güzel yetiştirdi. Beni okumaya ve yazmaya teşvik ederdi. Son sınıfta okuldan ayrıldı. Bu sefer dersimize Sadık Koçhisarlı girdi. O Türkçe dersine önem vermezdi. Bu sefer ben sıradan bir talebe oldum.  

İskilip kütüphanesinde: yaşlı bir İrfan Özer Bey vardı. İlkokulda bizi kütüphaneye almazlardı.  Ortaokul’da sık sık kütüphaneye giderdim. Kitapları getiren memur, kitap istememizden rahatsız olurdu. Buna rağmen; buranın müdavimi olup birçok kitabı İskilip kütüphanesinde okudum. 

MY- Babanızla, Çorum’a ayakkabı satmaya gitmek konunuz vardı. Onu anlatırmısınız. 

AİS- Galiba ortaokul 2. Sınıf yaz tatilinde idi. Babam ile ayakkabı satmak için, Çorum’a gittik. Babam, Çorum, Yozgat, Kırıkkale pazarlarına ayakkabı satmaya giderdi. O zamanlar malı üreten, ürettiği malı kendisi pazarlardı. He’lere ( küfe) koyduğumuz ayakkabıları, kamyona yükleyip götürürdük. Kendimizde şoför mahallinde yer bulursak orada, bulamazsak kamyonun kasasında yolculuk ederek götürür, pazarda sergileyip satardık.

Çoruma gittiğimiz de babam, pazarda yanımdan ayrılarak- “ Ben dolaşıp geliyim.” Dedi. Bir süre sonra bir eşekle yanıma geldi. –“ Baba bu eşek ne?” diye sorduğumda - “ Oğlum ben bunu altı liraya aldım. İskilip’te olsaydı 15 liradan aşağı vermezlerdi.” Dedi. Eşeği bir kamyonla İskilip’e götürmek istemiş, altı lira bunun için nakliye parası isteyince, kamyondan vazgeçmiş. Babam bunu anlatınca, yanımızda bulunan birisi- “ delikanlı eşeğin üzerine binsin, İskilip’e götürsün.” Dedi. Babam buna itiraz ederek, “Ali İhsan eşeği binerek götüremez .” Dedi.  Benim bu arada delikanlılık damarlarım kabardı “ Ben eşeği götürürüm.” Dedim.  

Babam bana yol hakkında bilgi verip, gece Tozlu burun köyünde yatmamı, yolun geri kalanını ertesi gün devam ederek İskilip’e gitmemi tembihledi. Merkebin üzerine tehliz atıp, beni üzerine bindirdiler. Saat 10 da Çorumdan yola çıktım. İkindiye doğru yolda bir harmana uğradım. Bana ekmek, yoğurt verdiler. Karnımı doyurdum. Oradan ayrılırken bana İskilip’e giden kestirme yolu tarif ettiler. Salur köyünden, Kızılırmak köprüsüne geldim. Köprünün üzerinden geçerken, köprü sallanırdı. Akşam camiden çıkarlarken, Karaburun köyüne geldim. Babamın arkadaşının evini buldum. O evde gece, ambarın konsolunda uyudum. Sabah kalktığımda gün tepeme inmişti. Yorgun olduğumdan erken uyanamadım. Kahvaltımı yapıp, yola çıktım. Öyle vakti İskilip’e geldim. Anam beni, dört gözle bekliyormuş. Mahallede komşularda ben gelince sevindiler. Ben bu arada, bir işi başarmanın zevkini yaşadım. İnsan isterse, Çorum’dan İskilip’e eşekle de gelebiliyormuş. Bu arada bacak aralarım, eşeğe bindiğimden yara oldu.

 Ortaokulu bitirince, ziraat okuluna girmek için İskilip’ten üç arkadaşla birlikte Bursa’ya gittik. Kayıt yaptırabilmek için Okula gittiğimizde, elimizde bulunan hükümet tabipliğinden alınan sağlık raporunu kabul etmeyip, hastaneden heyet raporu getirecektiniz dediler. Bizde küçük ve saf olduğumuzdan, müdüre çıkıp ” kaydımızı yapında raporu da alıp gelelim.” demeyi akıl erdiremedik. Gerisin geri Ankara’ya geldik. 

Ankara’da babamın teyzesinin oğlu, Mustafa Serin vardı. Bunun yanına gittiğimde          “ Oğlum memurlukta ne yapacaksın. Memur Ankara’da aç. Bir sanata gir sanat öğren .” dedi. Beni Moda çantaya çıraklığa verdi. Ben orda çalışma’ya başladım. Bu ara da İskilip’e mektup yazarak, çantacıda çalıştığımı bildirdim. Annem babam, benim memur olmamı isteyerek, çantacıdan ayrılmamı istediler. Bu sefer Ankara’dan ayrılarak, İskilip’e döndüm. Babamın dükkânında, ayakkabıcılıkta çalışmaya başladım. Hem dikiş makinesinde çalışıyor, hem de deri kesiyordum. Ama Ankara’daki akrabamızın dediği hiç aklımdan çıkmadı. 

Tekrar Ankara’ya geldim. Ağabeyimin yanın da kalıyordum. Derinin sıcaklığını seviyor, başka iş bana soğuk geliyordu. Bir çantacının yanına girdim. Usta kısa boylu idi ama öyle çalışkandı ki, arkasından yetişmek mümkün olmuyordu. Ustam bana sanatı ve çalışmayı öğretti. Parayı kazanan ustadır derdi. Ben bu fikre katılmıyorum. Sanat icra edilir, para ondan sonra gelir. 

Askere gidip geldikten sonra, aynı yerde işe başladım. Evlendim çocuğum olduktan sonra, ustadan ayrılıp 1967 yılında kendi işyerimi açtım.  Çocuk çantası, bayan çantası yaptım. Sanayi caddesi, sanayi iş hanında bir dükkân aldım. İki sene içinde dükkânımı, oturduğum evimi almıştım. Gece gündüz çalışıyor, işyerimde çalışan altı kişiyle bile aldığım siparişleri yetiştiremiyordum. Yorulmak nedir bilmiyor, işimden zevk alıyordum.

1975 Yılında Ulus iş hanı alt katta bulunan, çantacı dükkânını devir aldım. Böylece imalat ve dükkân birlikte gidiyordu. İstanbul’dan getirdiğim malzemeleri bir kaç atölyeye veriyor, orada da kendime fason imalat yaptırıyordum. İstanbul’a mal almaya gittiğimde, alış veriş yaptığım dükkânın sahibi bana, bont çantalardan almamı tavsiye etti. “Ben bunları satamam.” Dediysem de bana 6 tane çanta verdi. Bu çantaları vitrinime koydum ama altı ayda iki çanta satabildim. Stat otelinin altında bulunan çantacıya mal veriyordum. Bir gün oraya gittiğimde, bont çantasına ihtiyacı olduğunu söyledi. Bendeki dört çantayı ona verdim. O dükkânda, iki ayda dört çanta satıldı. Parasını da bana ödedi. Bu olay üzerine, babamın dediği “ Saman pazarında, cevahir satılmaz .” lafı aklıma geldi. Kızılay da bir dükkân alıp, kendime orada dükkan açmayı düşündüm. Karanfil sokaktan bir dükkân aldım. 1984 Yılında oradaki dükkânımı açtım. Hedefim bakanlıklara hitap etmekti. Atatürk Bulvarında Vakko, Beymen, Togo’nun mağazaları vardı. Bunun bir ucu da bizim sokağa ulaşır diye düşündüm. Kendim bizzat imalat işi ile uğraşmıyordum. Dükkânda sattığım malı, İstanbul’dan alıyor, bir kısmını Ankara da anlaşmalı olduğum atölyelerde imal ettiriyordum. 

MY- Deri size neyi hatırlatıyor.

AİS- Ben küçüklüğümden bu tarafa, babamın ayakkabıcı olması nedeni ile deri ile birlikteyim. Deri yazın serin tutar, kışın sıcak tutar. Hatta bir söz vardır. Soğuk hava dermiş ki -“ Bir deri ben geri, bin keçe ben geçe.” Gençken deriyi o kadar severdim ki, “vasiyet edeyim de; ölürsem beni deriye sarıp gömsünler.”  Diye düşünürdüm. Daha sonra bunun uygun olmayacağına kanaat getirdim. Deriye bu kadar düşkünlüğüm vardı. 

MY- Deri ile sanatı birleştirirsek, ortaya ne çıkar?

AİS- Deri imajdır. Görünüştür. Önceden erkekler şalvar giyerlerdi. Şalvarın derin cepleri olurdu. Erkekler günlük hayatta kullanacaklarını, rahatlıkla şalvarın ceplerine koyarlardı. Talebelerin nadiren okul çantası olur, defter kitaplarını beze sarıp, okula götürürlerdi. Askere tahtadan yapılan bavul ile gidilirdi. Bayanların cepleri de yok. Ama yanlarında taşımaları gereken birçok aksesuarları var. Günümüzde erkekler ve bayanlar, yanlarında çantaları olmadan, evden çıkmıyorlar. Her talebenin çantası, yolcunun elinde bavulu mevcuttur. Çanta ve bavullar, suni ve gerçek deriden imal edilmektedir. Tabiî ki gerçek derinin görünüşü de, imajı da bambaşkadır.

Kızılay’daki işyerimde çanta pazarlama işi ile uğraşıyordum. İmalatım yoktu. Ben sanatımın aşığıyım. Çantayı imal edip, karşısına geçip bakmak bana doyumsuz bir zevk veriyor. Bu sebeple Kızılay’daki işyerimi kiraya verip, Balgat ta yeniden çanta imalat atölyesi açtım. Yaptığımız imalatı, İstanbul’da bulunan bir mağazaya veriyorum. Orada pazarlanıyor.  

MY- Başarılarınızı neye borçlusunuz?

AİS- Ustamdan sanatı, çalışmayı öğrendim. Bu arada başka ustaları da takip ettim. Esnaf olarak, yaptığın iş sağlam olacak. Yaptığın işin hakkını vereceksin. Evin olacak, işin olacak, eşin olacak. Her yolu bileceksin, doğru yoldan gideceksin. Her yolu bilmezsen kötülerin, yanlış yapanların oyuncağı olursun. Beni de hataya düşürdükleri oldu. Sendeledim ama yıkılmadım. Yaptığın işi sevip, sebat edeceksin. Yaptığın işi seversen, işin güzel çıkar. Bir deriyi ele aldığımızda, bunun her yerinin ayrı yerde kullanılması, en ufak zayiat verilmemesi gerekir. Mesela derinin karın kısmı incedir. Burayı çantanın körük kısmında, yük taşımayan kısmında kullanacaksın. Sırt kısmı kalındır. Güneşin karşısında, kamcı, sopa darbesi ile kalınlaşmıştır. Burayı çantanın ön kısmında, yağmura güneşe karşı gelecek kısmında kullanacaksın.
Ben alış veriş yaptığım mağazalarda, birinci sınıf müşteri olmaya çalışırım. Bunun içinde verdiğin sözü tutup, borcunu vaktinde ödemen gerekmektedir. Bir zamanlar Kazlı Çeşmede işçiler grev yaptılar. Piyasa da deri bulunmaz oldu. Ama birinci sınıf müşteriler hiçbir yokluk çekmeyip, istediği malı bulup, işine devam etti.

MY- Gençlere, sizden sonra bu mesleği devam ettireceklere neler dersiniz.

AİS-  Bizim mesleğimiz tamamen emeğe dayalı, sabır işidir. Emeğe dayalılık şimdi teşvik görmüyor. Ben çırak, usta bulamıyorum. Diyorlar ki bu sanatın okulunu kuralım. Okulla bu iş olmaz. Bizzat işin içinde, bu işyerlerinde çocukların yetişmesi, toplumun da  sanatkara gereken önemi vermesi gerekiyor.  

18 Mart 2013 Pazartesi


















ÇANAKKALE HARBİ
 

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
 

Bazı savaşlar, milletlerin hayatında önemli yere sahiptir. Türk Milleti açısından 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, 1453 İstanbul’un fethi, Viyana kuşatması, Çanakkale harbi, Kurtuluş Savaşı bu öneme sahip savaşlarımızdır. 

İlk kez Çanakkale’ye 1994 yılında, ikinci 0larak 2012 yılı temmuz ayında gittim. İlk gittiğimde, Çanakkale’yi görüp manasını anladığım da, “ bu zamana kadar,  burayı niye gelip görmedim” diye kendimden utandım. Ayrıca hacca, askere, Üniversiteye gidecek her vatandaşımızın, önce Çanakkale ye giderek bu savaşın manasını anlamalarını, ondan sonra gitmelerini tavsiye ederim. 

Abdülhamit han hazretleri, 1900 yıllarında çağın en gelişmiş topu olan Krupp toplarından, Almanya ya sipariş veriyor. Çanakkale boğazında da tabya inşasına başlıyor. İngiliz ve Fransız elçileri, Abdülhamit’in huzuruna çıktıklarında tabyalar konusunu gündeme getirerek “Siz niye Çanakkale Boğazına tabya yaptırıyorsunuz. İstanbul Boğazına niye yaptırmıyorsunuz? Bu bizim ülkelerimize karşı hasma ne bir tutum mu ”  diye sorduklarında Abdülhamit- “ Burası benim evim. Evimin istediğim penceresini açar, istediğimi kaparım. Bunun için kimseden izin almam.” Demiştir. Tarih Abdülhamit i haklı çıkarmış, yaptırdığı tabyalar da, Krupp topları da Çanakkale harbinde çok işe yaramıştır.  

İlkokul Müdürümüz Mehmet Kaymaz, ilkokul yıllarımızda bize Çanakkale’yi  anlatmıştı. Babası Çanakkale savaşına katılıp, gazi olmuş. Babasının amcaoğlu şehit olmuş. Gazi olan babası şunları anlatmış:
 
- “ Siperde beklerken, üzerime uyuklama geldi. Rüyamda amcaoğlu gelip, bir aileye bir şehit yeter, cephe gerisine git dedi. Hemen uyandım. Sigara içimi süresi kadar, cephe gerisinde durulan üzeri kapalı mevziiye gittim. O anda mevziimize bomba düşüp patladı. Mevzide olanlar şehit oldular.  

-Yürüyüş kolu halinde, Sığın dere sahra hastanesine gidiyorduk. Yakınımıza bomba düştü. Benim sağ kolum isabet almış, derisi tamamen sıyrılmış kemiklerim gözüküyordu. Yürüyüş kolunda bulunan, tüm arkadaşlarım şehit oldu. Tek ben kalmıştım. Yaralı şekilde hastaneye gittim. Hastane’de bombalanmış, ölen yüzlerce askerimizin kanı, dere gibi akıyordu. Sağ kalan sağlık ekibi koluma ilk müdahaleyi yapıp diktiler. Beni İstanbul’a havale ettiler.”  

Sığın dere sargı yeri hastanesi cephenin en büyük hastanesidir. Burada bizim askerlerimizin dışında, yaralı gelen düşman askerleri de tedavi edilmektedir.  Düşmanın elinde, burasının hastane olarak koordinatları da bulunmasına rağmen; 28 Haziran 1915 gecesi, Sargı Yeri Hastanesini hedef alınarak, çoğu parmağını bile kıpırdatamayacak kadar ağır yaralı olan 18.000 askerimizi şehit ettiler. Mehmetçiğimiz onların hastane gemilerinin hiçbirini bombalamazken,  İngilizler Ortaçağdan kalma vahşiliklerini pervasızca sergiliyorlardı. Savaş ve insanlık suçu işleyerek 18.000 savunmasız  yaralı askerimizi katlediyorlardı.  

Çanakkale İngiltere, Fransa önderliğinde yapılan haçlı çıkarmasıdır. Osmanlı Çanakkale’de yenilmiş olsaydı, İngiltere ve Fransa İstanbul’u işgal edecekler, Türkü Anadolu’dan kovacaklar, şark meselesini halletmiş olacaklardı. Allah onlara bu fırsatı vermedi. Balkanlar da ittihat terakkinin yanlışları ile yenilen ordumuz, Çanakkale’de aslan kesilmişti.  

Çanakkale Savaşı: Deniz harekâtı ve Kara harekâtı şeklinde iki dönemde cereyan etmiştir. Çanakkale cephesi, I. Dünya Savaşı’nda, tarihin en kanlı savaşlarının yapıldığı ve metrekareye 6000 mermi düştüğü, doktoru, mühendisi, ekonomisti, öğretmeni, öğrencisi, esnafı ve çiftçisiyle topyekûn istiklâl mücadelesine giren bir milletin yaklaşık 250.000 şehit ve kayıp vererek, sonuçta büyük bir zaferin kazanıldığı yerdir. 

I. Dünya Savaşı’nda, Çanakkale Cephesi’nde yapılan savaşlar, 19 Şubat’tan başlayarak 18 Mart 1915 günü Türk zaferi ile sona eren deniz savaşı ile 2. dönem 25 Nisan 1915’te başlayıp, yaklaşık bir yıl kara savaşlarının sürdürüldüğü ve ikinci büyük Türk zaferi ile sonuçlanan dönem olmak üzere iki aşamada cereyan etmiştir. Bu savaşlarda iki taraf da tüm gücünü ortaya koyarak, mücadele etmek zorundaydı. Çünkü Çanakkale Cephesi, Savaş’ın kaderini değiştirecek önemli bir cephe idi. 

2. Dünya harbinde Ruslar, Almanlara karşı Stalingratı savunurken, üç askerinden birine silah verebilmiştir. Osmanlı ise onca savaştan ve Balkan savaşından sonra bile, tüm askerinin eline tüfeğini, süngüsünü, mermisini, top mermisini verebilmiştir. Bu savaşlar aynı zamanda, istihkâm ve levazım savaşıdır. Harp sırasında askerin karnı doyurulmuş, mektubu gelmiş, sigarasını bulmuştur. Bu iş başlı başına organizasyondur. İstanbul’da bulunup kullanılmayan savaş gemilerinin topları, bir kısım makineleri sökülerek Çanakkale de tabyalarda, gözlem merkezlerinde, istihkâm bölüklerinde kullanılmıştır. Yüzlerce süvari atının yemi, samanı da karşılanmıştır.

Çanakkale öyle bir savaş alanı olmuştur ki, burada olanları metafizik ile değerlendirme imkânı yoktur. 

Alman Komutan Liman Von Sanders, Çanakkale harbinde birçok hatalar yapmıştır. Düşman donanmasının, Saroz Körfezine çıkarma yapacağı tezi üzerinde durmuş, askeri yığınağın o tarafa kaydırılmasını istemiştir. Başta Atatürk olmak üzere, bu fikre karşı çıkılmış, Von Sanders’in emrine rağmen, Anzak Koyu tarafına’da yığınak yapılmıştır. Bu durum kuvvetlerin ikiye ayrılmasına neden olmuş, Saros körfezinden saldırı yapılmayıp, Anzak koyuna saldırı yapılınca, birliklerin Anzak koyuna ulaşması zaman almıştır. Bütün bunlar savaşın uzamasına, zayiatın büyümesine yol açmıştır. Almanlar söz verdikleri miktarda, lojistik destekte de bulunmamışlardır. 

Çanakkale hatıraları adlı kitapta şunlar anlatılıyor:

Gözetleme yerinden cephede savaşan askerlerimizi izliyoruz. Çıkartma yapılmadan önce İngiliz gemileri cephemizi uzun süre bombalıyor. Bomba yere düşünce beş, altı metre yüksekliğe kadar toprak yükseliyor, bulut gibi tekrar yere iniyor. Eyvah dedik, buradan bir askerimiz bile sağ çıkamaz. Düşmanda bu kanaate sahip olunca, gemilerden çıkarmaya başlıyor. Bir müddet sonra bombalanan mevzilerden askerlerimiz ok gibi fırlayıp, düşmana hücum ediyor. Çıkarma birlikleri geldikleri gibi geri dönüyorlar. 

Düşmana hücum eden birliğimiz, Anzakları kovalıyor. Biz kovalıyoruz, Anzak birlikleri kaçıyorlar. Birliğin komutanı geriye dönüp baktığında, arka tepelerden kendilerini çevirme yapıldığını görüyor. Geri dönse, birliği yerine götürme imkânı yok. Askerlerine bu durumu açıklamadan “ son askerim kalıncaya kadar, düşmanı kovalamaya devam edeceğim.” Diyor. Bir süre sonra tekrar geri döndüğünde, etrafını kuşatan düşman askerlerinin bozguna uğratıldığını görüyor. Savaş bittikten sonra, bizim hangi birliğimizin, bu bozgunu gerçekleştirdiğini öğrenemedim diyor. 

İki tarafça kazılan hendeklerin birbirine uzaklığı, 10 metrenin altında olan yerler vardır. Akşam olduğunda dinlenmeye geçilen cephelerde, başka şeylerde olur. Düşman askerleri keman, mızıka çalarak eğlenmeye çalışırlar. Keman çalma sona erince, bizim cepheden de alkış sesi gelir. Bu sefer yiğit askerim, sıla özlemi ile uzun hava türküsü söylemeye başlar. Türkü bitince, düşman cephesinden alkış sesi gelir. Ertesi gün akşam, düşman cephesinden bizimkilere seslenilerek yine türkü söylenilmesini anlatmaya çalışırlar. Bizimkilerde gündüz ki çatışmada o askerimizin öldüğü bilgisini aktarırlar.
 
İngilizler Çanakkale için, sömürgeleri altında olan Müslüman ülkelerden asker topluyorlardı. Müslümanları, “Sizin halifenizi Almanlar kaçırdı. Biz, sizin halifenizi kurtarmak için Almanlarla savaşıyoruz.” diyerek kandıran İngilizler, bu yalana kanmayan Müslümanları, ailelerini öldürmekle tehdit ederek zorla cepheye getirdiler. Gelmek istemeyenleri ise öldürdüler. İngiliz’in oyununa gelen Müslüman askerler Çanakkale’de, Türklerle savaştıklarından habersiz harp ediyorlardı.

Bir bayram sabahı, ilahî bir lütuf olarak, Türk siperlerinin üzerini bulutlar kapamıştı. Düşmanın, siperlerimizi gözetleme imkânı ortadan kalkmış, askerlerimiz çok sevinmişti. Zira bayram namazı kılmayı çok arzu ediyorlar, fakat komutanları, toplu halde namaz kılmanın düşman için bulunmaz bir fırsat olacağını söyleyerek, müsaade etmiyordu. Siperlerimiz bulutlarla kapandığına göre artık namaz kılınabilirdi. Komutanından erine hep beraber saf tuttular ve vecd içinde namaza durdular. Bayram namazını kıldıktan sonra hep bir ağızdan şevkle tekbir getirmeye başladılar. Bu sırada düşman siperlerinden gürültü, arkasından da silah sesleri gelmeye başladı. Meğer kendileri gibi Müslümanlarla savaştıklarını anlayan kandırılmış askerler, düşman siperlerinde karışıklık çıkarmışlardı. İngilizler de onların bir kısmını kurşuna dizmiş, bir kısmını da cephe gerisine çekmişti. Bu Müslüman askerlerin bir kısmı, saf değiştirerek bizim tarafa geçtiler. Büyük kısmı, kahramanca çarpışarak şehit oldular. 

Müslüman askerleri kandırarak cepheye süren İngilizler, Müslüman olmayan Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeleri de propaganda yolu ile kandırıyordu. Hıristiyan devletlerine “ dünyayı barbar Türklerden kurtarmanın zamanı gelmiştir.” Diyorlar, bu savaşın aynı zamanda bir haçlı savaşı olduğunu ifade ediyorlardı. Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen Anzak askerleri de, İngilizler tarafından kandırılmıştı. Çanakkale savaşında, Türklerin kahramanlığı gibi insanlığına da hayran kalan Anzak askerleri, İngilizlerin gerçek yüzünü görüyordu. Nitekim İngilizler onlara “Türkler yamyamdır. İnsan eti yerler. Dünyayı bu yamyamlardan kurtarmak için savaşıyoruz” şeklinde propaganda yapmışlardır. Fakat onlar cephede gördüler ki Mehmetçik, kendi hayatını tehlikeye atarak, yaralı düşman askerini kurtaran, kendi yaralı iken düşman askerinin yarasını sarabilecek kadar, kendi bayat ekmek yerken düşman esirine taze ekmek yedirebilecek kadar insanlığın zirvesindedir. Çanakkale’ye gelirken Türklerden nefret eden Anzaklar, Türklere hayran kalarak memleketlerine dönmüşlerdir.  

İngilizlerin Çanakkale’de yaptıkları âdiliklerden birisi de kimyasal gaz kullanma teşebbüsleridir. Bu insanlık cinayeti, Lordlar Kamarasında Çörçil tarafından gündeme getirilmişti. Bunun bir insanlık suçu olduğu vurgulanınca Çörçil, “Türkler insan değildir. Bu yüzden gaz kullanmamızda bir sakınca yoktur” diyerek, oradakileri ikna etmişti. Varillerle kimyasal gazlar gemilere yüklenip, Çanakkale’ye sevk edildi. Rüzgâr, mevsimin özelliğinden dolayı denizden karaya doğru esiyordu. Varillerin kapaklarını açacaklar, rüzgârın etkisiyle karaya doğru esen gazlar Türkleri zehirleyecekti. Kendi askerlerine de gaz maskesi dağıttılar. Fakat Müslüman Türk’e olan ilahî yardım, İngilizlerin hesabını bozmuştu. Variller Çanakkale’ye ulaşınca rüzgâr yön değiştirmiş, karadan denize doğru esmeye başlamıştı. Gemilerinde panik yaşadılar. Rüzgarın bu durumu, savaş boyunca devam etti.

Zehirli gaz kullanmaya muvaffak olamayan İngilizler, başka bir kalleşliğe, başka bir insanlık suçuna imza atmayı başardılar.

Çanakkale’de İngilizler ve müttefikleri mağlup oldular. Savaş bitti, fakat İngiliz hilesi bitmedi. Savaştan sonra İngilizler Londra’nın iki önemli caddesine, Oxford ve Cambridge caddelerine birer heykel dikmişler. Hâlen mevcut olan bu heykellerde, Osmanlı askerinin süngüsünün ucunda bir İngiliz askeri tasvir edilmekte ve altında şu ifadeler yazmaktadır: “Türkler, Çanakkale’de babanı böyle öldürdüler”  

İkiyüzlü İngilizler, aldatmacaları ile yetmiş iki milleti peşlerine takıp, dev zırhlılarla dünyanın bir ucundan gelip, ülkemizi işgal etmeye çalışıyorlar. Her türlü imkânsızlığa rağmen, göğüslerindeki imanla savaşan Mehmetçiğe ölüm kusuyorlar. “Bütün bunlara rağmen, vatanını savunan Türkler hunhar, saldırgan İngilizler mazlum oluyor. “ 

Medeniyetin timsali olarak gösterilen İngiliz ve batı hayranlığımız ile ülkemizde İngilizce ders görülen okullar açıyoruz, onların yaşam tarzlarını kendimize örnek alıyoruz.

Bize düşen “Çanakkale savaşından, halen süren Haçlı seferinden gerekli dersleri alarak, uyanık olmamızdır.”
 

Mustafa Yolcu

 

5 Mart 2013 Salı


1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 3

DİL DERDİ 

Kasabanın, yurdun hiçbir yerine benzemeyen bir özelliği var. Dilini yabancı memurlara aşılamaktır. Kasabaya yerleşen memur, ister yerli, ister yabancı olsun, kısa zamanda oranın dilini benimsiyor. Yerli gelenekler sarıveriyor insanları. Hani kasabaya gelip’te dayanan, her çeşit tepkiye göğüs geren görülmemiş.

Gelenler önceleri yerli dili yadırgıyorlar. Fakat kısa zamanda pek çokları şaka olsun diye başladıkları işi, sonradan bırakamıyorlar. Şehir kulübü bu türlü yerli dil şakalarının gerçek kaynağı. Tavla oynarken yapılan şakalar hep yerlice. Her masadan gelen konuşmalara kulak verseniz, siz de yadırgarsız. Neredeyim diye sorarsınız kendinize. İşittikleriniz bir başka dildir.

Memurların kendi aralarında şaka olsun diye konuştukları yerli dil, bir bakıma o kadar önemli değil. Etkisi konuşanın kendinde kalıyor. Ama öğretmenlerin vazife başında da böyle konuşmaları hiç de iyi olmuyor.

Yerli bazı öğretmen arkadaşlar bu dil konusunda gereği kadar ciddi değil. Kendini yerli geleneklerin etkisine öyle kaptırmış, rahat yaşıyorlar ki sormayın. Kasabadan hiç çıkmamışlar sanırsınız. Geçenlerde biri dersinin konusu gereğince sınıfta topraktan söz açmış:

-      Çiftçiler, toprağa gücünü artırsın diye mayıs dökerler, demiş.

Yerli çocuklar, öğretmenlerinin dediklerin harfi harfine anlamışlar. Anlamışlar anlamasına ama, sınıfta sadece yerli çocuklar yok tabi, yabancı çocuklar da var. Bir afacan, mayıc sözünden bir şey anlamamış olacak ki, parmak kaldırmış, sormuş:

-      Öğretmenim ben bir şey anlamadım? Demiş.

-      Nasıl bir şey anlamadın?

-      Ay toprağa nasıl dökülür, onu anlamadım?

-      Ne ayı oğul?

-      Toprağa mayıs dökerler dediniz öğretmenim?

-      Heya.. mayıs dökerler.

-      Hımm. Şo mesele. Sen Lundurada mı doğdun, büyüdün ne? Anladın anlamasına ya, kibarlık taslıyon.

Bu konuşmadan sonra çocuk yine bir şey anlamadan, öğretmende çocuğun kasten sorduğuna inanarak, konuyu daha fazla açıklamadan kapar. Konu sınıfta kapanır ama, sonra dışarıda genişler. Arkadaşları afacanın adını mayıs takarlar. Gel mayıs, git mayıs. Bu bir zaman böyle gider.

Sonunda çocuk yerli arkadaşlarından adının ne olduğunu öğrenir. İki gözü iki çeşme, soluğu evde alır.

-      Anne çocuklar bana mayıs diyorlar.

-      Desinler oğlum, bundan ne çıkar?

-      Ama mayıs kötü bir şeymiş.

-      Nasıl kötü bir şey?

-      Mayıs, şey anne, şey..

Ve işte böylece, çocuklar ilkokuldan hemen hiçbir dil gelişmesi kazanmadan ortaokula geliyorlar. Ortaokul da bu alışkanlıkları gideremiyor. Çocuk, çoğu zaman evinden geldiği dille, evine dönüyor.

TELÂŞE MÜDÜRÜ:

Kasabanın en hareketli adamıdır. Gerçek adını hala bilmiyorum. Onu herkes telaşe müdürü olarak tanıyor. Asıl mesleğinin berberlik olduğunu duydum. Kendisini hiç berberlik yaparken görmedim. O herkesin can dostu, can yardımcısıdır.Bütün işi gücü başkalarının yarım işlerini takip etmek, onları tamamlamaktır.

Uzaktan size doğru geliyor görürsünüz. Acele içindedir. Sağına soluna bakmadan da olamaz. Yaptığı işlerin bir tasvibini toplar gibi, bakar, selam verir, gülümser, yürür. Bir yere dolmaya davet edilirsiniz, gidersiniz, bakarsınız ki oradadır. Gelen misafirleri ağırlar. Ev sahibine yardım eder. Size hatır sorar. Gönül alır, gülümser.

Bir dernek kurulsa başkandır. Kasabaya hayırlı bir iş yapmak gerekse, içindedir. Vilayete okumaya gidecek öğrencileri o götürür. Hastaları hastaneye o yatırır. Ölüleri son durağına o bırakır.

Bazen ona takılırlar:

-      Ne var yine arkadaş derler. Daha çekemiyenleri alaylı söylerler

-      Ne var yine müdür beğ.

O hepsine aynı tatlı gülüşle karşılık verir:.

-      Hiç, bir iş varda.

Hani insanın bu adamcağız olmasa kasabanın bütün hayatının duracağına inanacağı gelir. Çünkü her hareketli işin başında onu görürsünüz. Kasabadan ayrılan bir memur şerefine verilen ziyafetin başında, yine onu bulursunuz. Üşenmez, şahıs şahıs dolaşır, arkadaş toplar. Gidenleri uğurlar. Gelenleri karşılar. Kasabaya gelen yabancı ile ilk o tanışır. 

 Onun birçok iyi ve başarılı işlerine şahit oldum. Hiç birinde de kendinden söz ettiğini duymadım. Bu alçak gönüllü insanın kasabalılara karşı yardım severliğine her zaman hayran oldum. Etrafındaki çekemeyenlerin belli alaylarını dahi hiçbir tepki göstermeden işine koyuluşu, her işe koşoşu gerçekten güzel bir şey. Kasaba telâşe müdürsüz olamaz sanırım. Olsa bile enteresanlığından çok şey kaybeder. 

KASABA DEĞİŞİYOR 

Kasabanın kötü diyebileceğim bir coğrafi yapısı var. Yol üstünde değil. Bu yüzden kabuğuna çekilmiş bir böcek gibi, yalnız kendi hayatını yaşıyor.  Geleneklerin köklü oluşu da buradan geliyor. Dışta yetişip gelmiş yabancı memurlar, kısa zamanda bu geleneklere kendini kaptırıp oralı oluyorlar. Böylece kasaba da hayat hiç değişmiyor sanılır, ama değil. Kasaba her gün biraz değişiyor.

Eskiden kasabaya bir araba ya uğrar, ya uğramazdı. Kasabadan da iki arabanın çıktığı pek az olurdu. Ama şimdi, kasabadan her saat başı bir otobüsün kasabadan ayrıldığını görürsünüz. Kamyonlar gider gelir. Vilayete ne zaman inmek isterseniz taşıt vardır. Bu gidiş geliş bolluğu kasabanın hayatında değişikliğe yol açacağa benziyor. Kasabaya çok sayıda yabancı giriyor artık. Geçen gün evde oturuyordum. Birden kendimi İstanbul da sandım. Bir” eskiler alurum” sesi beni yerimden sıçrattı. Pencereden baktım. Tabak, çanak satan bir gezginci sokakta dolaşıyor. Evlerden kadınlar çıktı. Satıcı ile karşılıklı pazarlıklar başladı.  

 

1 Mart 2013 Cuma

MİLLİYETCİLİK AYAKLARIN ALTINDAMI ?


 

MİLLİYETCİLİK AYAKLARIN ALTINDAMI?
 

“Son dönem Türkiye tarihi, bir millet yaratamayacak kadar kısadır. Eğer Türkiye’de Türk diye bir millet varsa, bu en az bin yıllık bir tarihin sonucudur; üstelik bu sonuç, Misak-ı Millî sınırlarına sığmayacak kadar geniş bir gönül ve kültür coğrafyasına yayılmıştır. Yirminci asrın ilk yarısında çizilen bir harita ve 75 yıllık tarih, bin küsur yıllık bir oluşumdan koparak, nasıl yeni bir millet yaratabilir? 

Türk Milleti: “kültürlerin, dillerin, duyguların birbirine karışıp yoğrulduğu, Türkistan’a, Kırım’a, Bosna’ya, Kosova’ya, Musul’a, Kerkük’e, Şam’a, Halep’e vb. aynı ölçüde bağlı, dalları dört bir yana uzanan, kökleri ise çok derinlerde bir ulu çınardır.”

Milletimin bütün etnik aidiyetleriyle birliğini, refahını, huzurunu ve kalkınmasını istiyorum. Beş bin yıllık tarihimizden getirdiğimiz hasletlerin, geleneklerin ve değerlerin, inancımızdan gelerek kazandığımız güzelliklerin, bütün dünyaya tanıtılmasını, insanlık ailesine sunulmasını istiyorum 

Türk Milleti, millî bir kavramdır. Millet etnik bir temeli olsa dahi, ancak bu etnikliğin aşıldığı, farklı etnikliklerin bir şemsiye altında toplandığı devrede ortaya çıkar.” Millet kavramı, Osmanlı’da dinî kimliğe dayanmaktadır. İslam milleti, Türkleri, Kürtleri, Lazları, Arapları ve diğer (“ırk” ya da “kavim” olarak anılan) tüm Müslüman etnik grupları içine alıyordu. Milli Mücadele Bağımsızlık savaşı, Anadolu ve Rumeli Müslümanları adına yapıldı. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde “Türk milleti” kavramı, Müslümanlardan oluşan topluluk anlamında kullanıldı. 

Ben bir Türk milliyetçisiyim. Canımı, gözümü kırpmadan feda edeceğim kutsal değerler arasında, mensubu olduğum Türk milleti de vardır. Gurur duyduğum tarihim bizim kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturuyor. Bugünleri borçlu olduğumuz atalarımızı, onların çektiği çileleri, katlandıkları fedakârlıkları her an minnet ve şükranla anıyoruz. 

Eğer milleti, etnik kimliklerin üzerinde bir örtü olarak kabul ediyorsanız, o zaman her etnik grubun bu örtü altında, adıyla ve sanıyla özgür ve onurlu yaşayacakları bir gölgelik alan bulunmalıdır. 

Balkanlar ve Kafkaslardan gelenlere bu ülke sizin değil " diyen, siyasi parti ve sivil toplum örgütleri vasıtasıyla “Türk ve Kürt ırkçılığı ” yapanların peşinden giden Müslümanlara, durdukları yeri bir kez daha gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum

Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde yaşayan bütün vatandaşlarımızın, ortak millet adı “Türk Milleti”dir. Bu Türk milleti bütünlüğü içinde, elbette Kürt kavmi de var, Arap kavmi de var, Çerkez kavmi de, diğer kavimler de. “Kavmiyet” ya da “etnik aidiyet”, doğuştan getirilen kimliktir. Kimse, kendi kavmini seçme özgürlüğüne ve tercihine sahip değildir. Gayr-i iradî olarak Allah’ın insanlara verdiği bir hususiyettir. Bu kavimlerden birine mensup olarak doğmak, suç ya da övünç kaynağı olamaz. O bakımdan etnik aidiyet ya da kavmiyet, diğer kavimler karşısında üstünlük vesilesi sayılarak hüküm konulamaz.

“Millet” ise sosyolojik, hukukî ve kültürel bir birliktir. İsteğe bağlı kazanılmış bir kimliktir. İnsan, bir kavme istese de giremez, ama millete isteyerek dâhil olabilir. Nitekim ülkemizdeki değişik kavimden olan insanlar, Türk milletine dâhildirler.  Türk milliyeti, bir üst kimliktir. Türk milleti, kişilerin hangi kavme mensup olursa olsun sosyolojik, hukukî ve kültürel birliğinin adıdır. 
 

Ama milletimizi bölüp parçalamak isteyenler, kavimlerin isimlerini de tek tek sayarak, bunları ayrı birer millet olarak sunmaktadır. Türklüğü de bu kavimler sırasına sokarak, yani milleti kavme indirerek, sosyal dokuyu paramparça etmektedirler.
Millet, kavim ya da etnik grup demek değildir. Millet, ya saf bir etnik gruptan oluşur, ya da kurucu unsurun hâkim olduğu ve diğer etnik grupların da içinde yer aldığı bir yapıdır.

Mesela Fransa vb, siyasi ve coğrafi sınırları belli, bağımsız bir devlettir. Fransız milleti ise kurucu ve hâkim unsur olan ve oran olarak da üçte bir miktara sahip bulunan Frank milletin adı “Fransa vatandaşı” ya da “Fransalılar” değil, ”Fransız Milleti’dir. Türkiye de böyledir. Türkiye’de de yaşayan insanların tamamının adı “Türk milleti” dir.

Türk milleti, 10. Asırdan bu yana Selçukluların, Türk boylarının, Yesevî dervişlerinin, Hacı Bektaş Velilerin, Yunus Emrelerin ve diğer Horasan erenlerinin, bu vatan topraklarını İslam ve Türkçe ile İslamlaştırma ve Türkleştirme çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan tarihî, kültürel, sosyolojik bir vakıadır. Sözünü ettiğimiz bu İslamlaştırma ve Türkleştirme çalışmaları zorla, baskıyla, kılıçla değil; tamamen gönül rızasıyla olmuş iradî bir süreçtir. Asimilasyon değil, bütünleşmedir. Hatta Kürdün, Arabın dışında, Ermeni, Rum, Keldanî ve diğer bazı topluluklar, kendi istekleriyle Müslüman ve Türk olmuşlardır. İşte bu tarihin sürükleyip getirdiği, yoğurup pişirdiği toplumsal yapının hukukî adı “Türk milleti”dir.
Haçlı-Siyon emperyalizmi, bu millet birliğinden rahatsız olduğu için içerideki temsilcileri vasıtasıyla parçalamaya çalışıyorlar.

İnsanlar kendi seçimleri olmaksızın, Allah’ın takdiri ile Türk, Arap, Fars, Kürt, Alman, İngiliz vs olarak doğarlar. Bu, insanların kavmi ve biyolojik kimlikleridir.  Kişiler, içinde yer aldıkları milletin ortak özellik ve değerleriyle donanırlar. Bu da sosyolojik kimliktir ve bunun modern anlamdaki karşılığı, millî kişiliktir. Simdi Türkiye’de insanlar, biyolojik olarak ya Türk ya Kürt ya Arap ya Çerkez vs olarak doğuyorlar. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı bir vatandaş oldukları, bu vatanda yasadıkları için, bu ülkenin ve bu milletin ortak değerleriyle sosyalleşip, kültürleniyorlar. Yüzyıllar boyunca bu insanlar ortak değerlerde kaynaşarak, sosyolojik anlamda bir millet olmuşlardır.
 

Bu milleti parçalamayı amaçlayan şer güçler, milliyetçiliği tartışma konusu yapıp,  milliyetçilik anlayışıyla ulusalcı anlayışı örtüştürmek için, çaba göstermektedir. Milliyetçiliğin dine bakışıyla, Ulusalcılığın dine bakışı farklıdır. Milliyetçilikte din milletle birliktedir. Ancak Ulusalcılık dini ötekileştirmektedir.  

Mayınlarla döşeli geçtiğimiz yolda, Türkiye son yüzyılımızın en önemli, aynı zamanda en tehlikeli seçimlerinden biriyle karşı karşıya. Vatanımızı bölmek, milletimizi birbirine düşman haline getirmek isteyen iç ve dış düşmanlarımız, kendi aralarında yarış halindedirler. Doğu ve Batı dünyası, 1071 Malazgirt zaferinin intikamını almak için didinip duruyor. 

Ülkemizde, yeni bir anayasa yapılması için çalışmalar mevcuttur. Bu anayasanın özellikleri ne olacak? Bu anayasa, üniter devlet yapımızı bozacak mı, bozmayacak mı? Birtakım kişiler, kuruluşlar, partiler, devletler… Irak, Suriye, Türkiye ve İran üzerinde müstakil bir Kürdistan kurulmasını istiyorlar.”

Ama hiç kimse, böyle bir bölünmeden sonra, Kürtlerin ve Türklerin nasıl büyük belâlarla, felâketlerle karşı karşıya geleceklerini açıklamıyor. Kürtler, Doğu Anadolu’da bir devlet kurmayı, turşu kurmak gibi kolay bir iş sanıyorlar. 

Bazı Türkler de sanıyorlar ki, Doğu Anadolu’muzu vatanımızdan ayırıp Kürtlere bıraktık mı, terör belasından kurtulup, rahata kavuşacağız. Her iki görüşün temelinde, cehalet ve büyük bir ihanet var. Çünkü PKK terörünün altında, Batı dünyasının, yani Hıristiyan âleminin “ŞARK MESELESİ” pusu kurmuş bekliyor. ŞARK MESELESİ’NİN esası, Anadolu toprakları üzerinde bir tek Türk, bir tek Kürt bırakmamaktır. Bizi, geldiğimiz Asya içlerine sürmektir. Biz 1590 yılında,  23 milyon km2 üzerinde hüküm süren, bir büyük devlettik. Hıristiyan batı, ŞARK MESELESİ zihniyetiyle bizi önce, Avrupa içlerinden Balkanlara kadar geriletti. Sonra 1912 Balkan savaşlarıyla, bizi Balkanlardan Anadolu’ya itekledi. Şimdi de Anadolu’yu ANATOLİA haline getirmek için çırpınıyorlar.Kürtlerimiz, BÜYÜK ERMENİSTAN davasından, İsrail’in ARZ-I MEV’UT davasından, ABD’nin BOP plânından haberdar değiller… 

Bütün bunlardan sonra, milliyetçiliği ayaklar altına alacak mıyız?

-   Devletten milli olan ne varsa ayıklayacak mıyız?

-   TBMM değişerek,  Anadolu Büyük Halk Meclisi mi olacak?

-   Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu Cumhuriyeti mi olacak?

-   Milli Eğitim Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı mı olacak?

-   TC Ziraat Bankası, Ziraat Bankası mı olacak? 

Ülkemizin nüfusu 74 Milyon kişidir. Kürtlerin nüfusunun da 10 milyon kişi olduğu söyleniyor. Bu 10 Milyon kişiyi memnun etmek için mi Milliyetçiliği ayaklar altına alıp, Türk’e ait ne varsa ortadan kaldıracakmısınız?

Bütün bunları bir bilen varsa açıklasın? 

Mustafa Yolcu

 

 

25 Şubat 2013 Pazartesi

1956 YILI İSKİİPTEN NOTLAR- 2


 

1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 2

 

NARE

Yamaca abanmış, üst üste binmiş evler düşünün. Eğri büğrü kaldırımlar, dar sokaklar düşünün. Masal dağları düşünün. Eski kaleler, bu kalelere dolana dolana çıkan yollar düşünün.

Sonra tellalların “ vakti salaaa eyyy müslimiiin” diye seslendirdiği dar sokaklardan geçin. Kaleye dolana dolana çıkan yolda yürüyün. Yorulup nefes almak için durduğunuzda, kendinizi kasabamızın kale yolunda bulursunuz.

Solunuzda, üstünüze yıkılacakmış gibi Yivlik yükselir. Arkanızda Uludere, yemyeşil bir ağaç denizidir. Bir yanda Çağıl uzanır. Önünüzde Kızıl ırmağa kadar buğulu, sisli bir ağaç denizi yatar. Siz her adımda kasabadan uzaklaşırken, ona yaklaştığınızı anlarsınız.

An gelir, yarın altında yamaca abanmış evlerin, damlarına düşeceğinizi sanırsınız. Aşağıda pazar yerinde kaynaşan insanları görürsünüz. Karınca kadardırlar. Yer yer yükselen minareler, sıra sıra kavaklar, halı benzeri bahçeler, küme küme evler altınızdadır. Hele kalenin düzüne çıkınca kasabada her şey küçülür, sesler büyür yalnız.

Büyük şehirlerimizin birinde bu kale, akıllı bir işletmeciye milyonlar getirir. Ama kalenin düzünde baharda, yeşil otları geveleyen başıboş birkaç danacık, ya da tavuklar eğleşir. Bu düz ramazan aylarında şenlenir.   

Kimlerden kaldığını araştırmadığım kalenin, son duvarları yer yer ayaktadır. Kaleye yine eski kale kapısı kalıntısından girilir. Bu duvarlar gölgelerini, arkada yükselen, mavi gökyüzüne düşürürler. Ramazanda duvarlar üzerindeki nareciler , uzaktan kaleyi bekleyen silahşorları hatırlatırlar. Ramazan gibi diğer mutlu günlerimizi de müjdeleyen kasabanın topu, yine bu duvarların dibinde gümbürder. Arife günü toplar atılınca, ardından nareciler kale duvarlarına çıkar kurulurlar.

Kasabayı o anda davul- zurna sesi sarar. Perde perde yaklaşan, uzaklaşan, alçalan, yükselen, adım adım peşinizden gelen yanık bir sestir bu. Kasabanın neresine gitseniz yanınızda kulağınızın dibindedir. Kurtulamazsınız. Davulcu her tokmağı indirişte, sanki başınıza vurur gibidir. İlk günleri nareyi çok yadırgarsınız. Alışınca da ararsınız.

Hele zurna.. Size düğün alaylarını, halayları, horonları hatırlatır. Yemenlere cephelere giden, Mehmetçikleri hatırlatır bize. Eski türküler gelir kulaklarınıza. Güreş meydanları görürsünüz. Naralar,hey heyler duyarsınız içinizden. Garipsersiniz. Yolunuzdan olur, kale duvarlarında zurnacıyı arar gözleriniz.

Oysa zurnacı hiç durmadan üfler. Gelen zurna sesi, bir daha kesilmez. Bir sağ bir sol yanağını şişire şişire, tükenmez bir nefesle yorulmadan üfler. Zurnasını havaya kaldırarak çalar. Sağa döner, ulaş tepe mahallesine seslenir. Sola döner, Uludere ye üfler. Eğilir kasabaya üfler. Onun için ses, perde perde yaklaşır, uzaklaşır, fakat dinmez. Sanırsınız biri radyonun düğmesi ile oynuyor. Değildir, zurnacının maharetidir bu. Ama davul biteviye gümler. Güm güm de güm güm. Bu sırada kaledeyseniz, karıncaların buğday döküntüsünden paylarına düşeni alıp, yuvalarını dönüşlerini hatırlarsınız. Tıpkı karıncalar gibi, çocuklar çıkar evlerden. Doğru keşkek fırınına gidip, güveçlerini alıp dönerler. Narenin bir ödevi de keşkeğin piştiğini, evlere hatırlatmaktır. Nare, akşam topuna en az bir saat kala başlar.

Kale kapısının üzerinde, göklere çekilmiş bir bıçak gibi, bayrak direği yükselir. Ramazanda üzerindeki düzlükte, çocuklar oynar. Akşam topunu beklerler. Top atılınca, nara atarak evlerine koşarlar. Sonra nare susar, insanlar susar. Sesler donar kasaba da. Köpekler bile havlamaz olur. Sokaklar birden cansızlaşır, açık kapılardan birinden diğerine insanlar koşuşur. Kahveler boşalır. Akşam pidesi elinde, eve geç kalanların koştuğu görülür. Bu saatte kasaba insanları tarafından bırakılmış, bir masal şehridir.

KIR

İşim bana, yurdumun çok yerini görme imkânını bağışladı. Güzel köşeler gördüm, ama kasabamız kadar değişik dekorlu yer görmedim. Kıyılarda denizgüzelliğini, ormanda ormanı bulursunuz. Değişmeyen bir güzelliktir bu. Kısa zamanda alışır kanıksarsınız. Örneğin bir gün yolunuz Uludere’ye uzanır. Yeşilin tadını çıkarırsınız. Koyu, dalgalı, açık benekli yollarda yürür, iplik iplik sarkan patikalar dan geçersiniz. Dallarda bülbüller şakır. Değirmen oluklarından sular dökülür. Yaz ortasında nemli bir serinlik sizi sarar. Kırmızı elmalar, sarı sarı ayvalar güler dallarda. Cevizlerin serin loş gölgesinde, bahçelerde çalışanlar dinlenir. Çalı dipleri mor menekşe doludur.

Bir başka gün yivlik yamaçlarında, yükselmenin tadını çıkarırsınız. Kasaba ayaklarınızın altında serilir. Siz, bir gülüver olursunuz. Elinizi uzatsanız, masal şehrinizi darma dağın edecek kanısına varırsınız. Uçsuz bucaksız bir ağaç denizi, daha uzaklarda, bozkırda ekin tarlalarının halı yeşili uzanır. Bakmaktan ayrılamazsınız.

Kasaba her yönünden bir başka görünüştedir. Artık çıplaklaşmış, ormandan yoksun kalmış tepelerde bile, bademler çiçek açar. Hele baharda kasabayı bir çiçek, koku, renk, ses cümbüşü sarar.

Oysaki biz kasabalılar ne bu güzellikleri görür, ne bu sesleri duyarız. Bir koza gibi,çevremize sardığımız gelenek çemberimiz içinde, bütün tabiat güzelliklerinden yoksun yaşarız. Ne Yivliğe, ne kaleye, ne Çağıl’a çıkarız. Uludere’ye yalnız bahçesi olanlar çalışmaya gider. Evlerimizin ardından başlayan yamaçlarda taze danalar, kuzular otlar. Dere boyunca sıralı değirmenlerin çağıldamalarını, buğday öğütmeye gelenler dinler. Ne kaynak başları, ne çınar dipleri, ne dere boyu tabiatı sevenlerin uğrağı olur.

Neden böyledir bu? Milletçe tabiatı sevmiyor muyuz? Türkülerimiz, manilerimiz, efsane- masallarımız, çevrelerimiz- nakışlarımız tabiatla örülmüş değimli? Vaktimiz mi yok? Değil elbet, Kahvelerimiz adam almıyor.

Kasabaya geldiğimizde topluca gezmenin, bu tabiat güzelliklerinin tadını çıkaralım dedik. Eşi dostu kandırıp bir iki gezdikte, sonunda bıkıverdik. Sonraki gezilerde her birimizin bir işi çıktı. Kimimiz hastalandı, kimimiz yeri, kimimiz havayı beğenmedi. Kır gezileri unutuldu.

Okulca da yapamadık bu işi. Tıpkısı engeller dikildi karşımıza. Ne yivliğe çıkabildik, ne kasabanın içindeki kaya mezarları gezebildik. Ne baharda yamaçlardan çiğdem toplayabildik.

 

Daha önce Bozkır da kaldığım yıllar da arkadaşların: - gezecek bir yerimiz yok ki, dediğini hatırlarım. Burada gezecek çok yer var ama gezenler nerde?

Günün birinde İskilip e bir kaymakam gelmiş. Kasabanın en güzel yerlerini seçip, buralara çardaklar kurdurmuş. Kaynak başlarına kır kahveleri açtırmış. Çocuk bahçesi, park yaptırmış. Kaleyi şenlendirmek istemiş. Ondan kalan bugün yalnız parktır. Kaymakam gidince çardakların her ağacını alan götürmüş. Çocuk bahçesinden geriye kalan beton kazıklar. Çağıl sadece yazın su almaya gelenler ile şenleniyor.

Ama okullarda gezi kolu, izcilik kolu, kültür ve edebiyat kolu vb. hep çalışıyor. Çocuklar bu konulardan not alıyor. Ve bizler akşamları saat 16 da okulu kapayınca soluğu kulüpte alıyoruz. Bu her yerde böyle. Sırtına yol çantasını sırtlamış, yollara düşen, kaynak başlarında ateşini yakıp eyle şen izcileri görmek istiyor gözlerimiz. Bu yurt gezilmeye değer.