24 Nisan 2013 Çarşamba

BURSA DA İKİ GÜN


BURSADA İKİ GÜN

Çocukluk arkadaşımın oğlunun düğünü için Bursa’ya gittim. Bursa ya daha öncede iki kez gitmeme rağmen, şehri tanımadığımdan bilinçli olarak gezememiş tanıyamamıştım. 

Bu kez Bursalı arkadaşım ile gezerek, tanıdığım Bursa’nın üç temel özelliği olduğunu gördüm.

Bursa’dan 25 km. uzaklıkta, deniz kenarındaki Mudanya ya ulaşabiliyorsunuz. Burada denizden yararlandığınız gibi kolayca İstanbul’a gidebiliyorsunuz. İstanbul’un Bursa’ya bu kadar yakın olması, sayısız avantajları sağlamaktadır.  

Bursa Osmanlının baş şehri olmuş, daha sonra da şehzade kenti olmuştur. Bu özellikleri ile İstanbul’dan sonra gelen örnek bir şehir olmuştur. Bursa’ya gelen Evliya Celebi şöyle demektedir:
 
Keşiş Dağı’nın eteklerinden güneşin parıltısı şehre düşer, gök renkli kurşunlar ile süslenmiş hanlarını, hamamlarını, mescitlerini, selâtin camilerini, kurşun örtülü kat kat çarşılarını görenler seyretmeye doyamazlar. Filadar Ovası’ndan şehrin görünüşü çok ihtişamlıdır. Gördüğüm şehirlerin hiç birisine benzemez. Üzerinde nur dolaşan “Ruhaniyetli bir şehirdir.” Zira burada olan büyük evliyalar, tefsirciler, hadisçiler başka yerde yoktur.  

Diğer özelliği de 2543 metre rakımı ile Uludağ’ın eteklerinde kurulmuş olmasıdır.  Uludağ’da kayak yapılır, kış her şeyi ile yaşanır. Şehre güzellik katar. Kışın yağan karlar, eriyerek su olur tüm şehre hayat verir. Çeşmeden akan suyun içildiği,  ender şehirlerden biridir Bursa. Akan sular dere olup, nehir olup tarım alanları sular. Böylece birçok ürün yetiştirilir. Dut ağaçlarının dutu yenilir. Yapraklarından ipek böceği yetiştirilir. Dünyanın en güzel ipeklerinin üretildiği yerlerden biridir Bursa. Yazın sıcağı, kışın Uludağ’ının kışı ile bulunmaz bir yerdir Bursa.  

Ulu camiye gittiğimizde, orada kalabalık ziyaretçileri bulduk. Malezya’dan, İngiltere’den gelen turist kafileleri de vardı camide. Anadolu’nun çeşitli yerlerin den gelen genç öğrenciler de vardı. Turist rehberleri camiyi anlatıyordu. Yerli insanlarımız cami hakkında ne kadar bilgi öğreniyordu bilmiyorum. Orada gönüllü rehberlerin gelenlere bilgi vermelerinin sağlanması iyi olurdu. Cami hakkında anlatılacak o kadar çok bilgi varki.  

Ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin ifadesiyle, Ulu Camii Bursa'nın Ayasofya'sıdır. Ulu Cami’yi ziyaret etme imkânı bulanlar, bu tarihi camiinin 3 tane kapısı olduğunu bilirler. Bir rivayete göre, büyük zatlardan Somuncu Baba caminin yapıldığı sıra buraya gelir ve işçilere hayrına, kendi fırınında pişirdiği somunları dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene; camii kapılarının önünde ekmek dağıtırken, daha önceki kapılarda ekmek verdiği bir kişinin başka bir kapı önünde ekmek almak için beklediğini fark etmiş. Somuncu Baba bir kapıdan diğer kapıya, bu kadar büyük bir hızda ve kalabalık bir izdihamın yaşandığı bir ortamda hızır gibi hareket edebilenin, sadece Hızır Aleyhisselam olabileceğini düşünmüş ve bu kişinin kolundan tutup “ sen Hızırsın anladım” demiş. Buraya gelip her gün namaz kılacağına dair söz vermezsen, buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim demiş. Hızır A.S. Hızır olduğunu doğrulamış ve bunun üzerine: “Somuncu Baba'ya her gün namaz kılmak için camiye geleceğine dair söz vermiş.” ama Hızır A.S.da Somuncu Baba'dan bir istekte bulunmuş. “Hangi vakit geleceğim bana kalsın demiş. Bunun üzerine Hızır A.S. o gün bu gündür, Ulu Cami’deki VAV harfinin önünde her gün gelip namaz kılarmış.”  Beni Ulu Camiye getiren arkadaşım” Bu camiye gidip, VAV harfinin bulunduğu yerde namaz kıldığında, ettiği duaların kabul olduğunu.“ söyledi.

Konya Mevlana müzesinde ancak bu kadar yoğunluk vardır. Oraya müze olarak girildiğinden, cami cezbesi ortadan kalkmaktadır. Bu yanlıştan dönülerek, Konya Mevlana müzesine ziyaret için girilmeli, para ile ziyaret kaldırılmalıdır. 

Güzelim Bursa’da şehircilik açısından bazı mahsurları gördüm. Ankara Bulvarı üzerinde yapılan raylı tren yolu, bu bulvarı çok olumsuz bir şekilde bölmüş ve boğmuş. Keşke buraya metro yapılsaydı. Metronun üzerinden geçecek olan yol ulaşımına çözüm aransaydı. Alternatif yol üretip, mevcut yoldaki yoğunluğun bir kısmı buraya verilebilseydi. 

Eski Bursa evleri yoğun olarak yenilemeye alınarak, bakımlı ve düzenli hale getirilebilir. TOKİ evleri Bursa’nın siluetini bozmuştur. Bundan sonra böyle bir hataya düşülmemeli, diğer tarihi kentlerimizde bu hatadan ders çıkarmalıdır. 

Tarihimize, tarihi kentlerimize karşı hepimizin sorumluluğu var. Tarihi dokuları kirletmeye, tahrip etmeye kimsenin hakkı yoktur.  

Mustafa Yolcu

 

8 Nisan 2013 Pazartesi

BÜLBÜL HASAN




1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 5 
 

BÜLBÜL HASAN 

Kış ortasıydı. Öğle yemeğine eve gidiyordum. Yolumun üstünde kulağıma bülbül sesi geldi. Öylesine yanık, öylesine içli şakıyordu ki, şaştım. Gözlerim etrafta bir kafes aradı. Sonra sesin geldiği yönü buldum. Yerli, birkaç kişinin çevrelediği topluluktan geliyordu ses. Ama içlerinde ne kafes, ne bülbül vardı. 

Daha sonra bunu Mahmut paşada düdük satan satıcılardan birinin mucipliği sandım. Gerçekten halka içinde temiz giyinmiş biri vardı. Sesi veren oydu. Ama ağzında düdük yoktu. Üstü başı temiz, kravatlı, düzgün giyimli, tıraşlı, çevresindekilerden çok farklıydı. Kumral saçlarını yandan ayırmış, sağdan sola taramış, genç, yakışıklı delikanlının arada sırada yüzünde beliren tikleri olmasa, eski kalem efendisi sanılırdı.  

Bülbül taklidi ötüşü bitince kendisini “ yaşşşa” diye alkışladılar. Ötenin ağzından düdük veya herhangi bir şey çıkarmasını bekledim. Yolumdan kalmış, merakla işin sonucunu gözledim. Delikanlı sağ elini dizine vurdu. Sonra işaret parmağını ısırarak boşluğa baktı.  

Beni görenler, bir solukta Bülbül Hasan’ın hikâyesini orada ayaküstü anlatıverdiler. Sonraları Hasanı her gördüğümde bu hikâyeyi tekrar tekrar dinledim. Aslında Hasanı görüpte hikâyesini birdenbire anlatmayan kimseyi bulamazsınız kasaba da. Önce Hasan bülbül gibi öter. Sonra çevresindekiler, onun hayatını dilden dile anlatıverirler. İhtimal aşıkların manileri de böyle tekrarlana tekrarlana günümüze kalmıştır.  

Bülbül Hasan yakın zamana kadar, kasaba köylerinden birinin çocuğu imiş. Sığır güden garip kişiymiş. İr gün yine kırlarda hayvanlarının peşinde dolaşır, çilesini doldururken bir bülbül sesi duymuş! Allahtan bülbül gibi ötmesi için dua etmiş. Allah ta ona vermiş. 

Bülbül Hasan, yanında kendi hayatını kim bilir kaç yüzüncü tekrarını boşluğa bakarak dinler sonra yine söz kesiminde gözlerini boşluktan ayırmadan:

-      Ya der, Allah verir. Allah büyüktür, verir. 

Hasan gerçekten hiç zorlanmadan bülbül gibi ötmektedir. Onun dilini ağzında kıvırması ile şakıması bir olur. Ötüşünü gerçekten bülbül sesinden kolay kolay ayıramazsınız.  Uzun uzun öter. Ötüşü sırasında yüzünde derin bir melankoli sezilir. Gözleri buğulanır. Nereye baktığını, neyi görüp görmediğini sezemezsiniz. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme birikir. O öterken çevresindekiler de hiç kımıldamadan bu sesi içerek dinlerler. Ötüş bitince Hasan, hikayesinin anlatılmasını bekler! 

Birinci ötüş sonunda çoğu zaman hikaye anlatılır. Sonra, Hasan:

-      Ya der, Allah verir, Allah büyüktür, verir.

İkinci ötüşün sonunda Hasan sorgu yağmuruna tutulur. Ona:

-      Lan hasanderler, Allah bize niye vermiyo ya?

Hasan yine tekrarlar:

-      Allah verir. Allah büyüktür. Verir, bana verdi, der.

İşaret parmağını ısırarak, hafifçe başını öne eğerek birden dikilir Hasan. Bakışları uzaklardan kendisini arayan birisini arar. Ben Hasanı kasabada kaç defa gördümse, hep böyle oldu. 

Hasanın kasabada kaldığı günler sayılıdır. Bir bakarsınız ortalıkta görünmez. Sonra değişik bir elbise, değişik bir kravat, yeni bir kıyafetle ortaya çıkar. Her gelişinde çevresindekilere gösterecek, yeni bir şeyi bulunur Bir altın yüzük, gümüş hacı yüzüğü, kehribar tesbih, allı morlu kravat, bazen ördekbaşı yeşil bir pardösü, montgomeri. 

Hâsılı Hasan, kasabadan daha şehirlidir. Onu tıraşsız hiç görmedim. Ayakkabıları daima boyalıdır. Beyaz gömleğinin yakası az kirli de olsa ütülüdür. Kravatı, bir şehirlinin titizliliği ile sıkı ve biçimli bağlanmıştır. Ceketinin mendil cebinden ipekli mendil sarkar. Her ahbabına hacı yağı ikram eder. Saat cebinden çıkardığı küçük şişesinden bir damlayı alnınıza zorla sürer. “ Allah verir, der. Allah büyüktür, verir.”

-      Lan Hasan derler, sen bu parayı nerden buluyon? Yerini bize de göster.

Hasan kasabadakilerin pek seyrek çayını içer. Yalnız bülbül gibi öter. Sonra boyunbağını düzelterek yanlarından kalkar. Halkadan ayrılmasıyla ikinci hikâyesi anlatılmaya başlanır.

Bülbül Hasan bu derler. Geçenlerde Ankara’da Daşhan da bi bülbül gibi ötmüş. Tevatür ötmüş emme. Otobüsler kamyonlar durmuşla. Yolcular, polislerde durup dinlemişle. Sona Hasana :- Lan bidaha öt demişle. Hasan bi daha ötmüş. Sonracıma şapkasını çıkarınca, paralar su gibi akmış. Hasan köşede bi saymış, 25 kayme. Hasan’da para çoook.    

-      Geçenlerde Samsuna neyi bi uzandıydı. Banana bi altun yüzük taktı’da geldi.

-      - Bannandaki Hacı yüzü essahtır. Geçen yıl …. Kadın hacca gidemeyince, Hasanı yerine gönderdi Hasan hacıdır haaa..

-      Tevekkel oğlan, essahtan tevekkeldir. “ Allah verir diyi. Allah ta veriyi.

-      Bi de oğlana deli neyi diyola. Neresi deli lan, bizden ahıllı.

-      Şunun şurasın da bey gibi geciniyi. Oğlanın yün döşeği, yün yorganı va. Bi de garyola uydurmuş. 

Bir Pazar günü arkadaşlarla kulüpte oturmuş konuşuyorduk. Uzaktan Hasanın geçtiğini gören bir arkadaş koştu, tutup getirdi. Hasan sanırım kulübe ilk defa giriyordu. Böylece memurlar arasında da ayrı bir önem kazanışından sevinmişe benziyordu. Bütün ısrarlara rağmen ötmedi. Çayını içti. Sorulanlara kısa kısa cevaplar verdi. “ Allah verir” sözünü sık sık tekrarladı. Onun şık, temiz hali, kendisini aramıza getiren arkadaşın nedense gücüne gitmişti. Bir aralık Hasana:

-      Biz boşuna okumuşuk ağanın, senin bülbülün kadar da etmiyok, diyecek oldu.

Hasan kendi diliyle konuşan bu arkadaşı işaret parmağını ısırarak süzdü sonra:

-      Sen okumuş değilsin! Dedi.

-      Nerden anladın ağanın ? dedi öteki.

Hasan birden ciddileşti. Sonra arkadaşın kıyafetini işaret ederek:

-      Okumuşun pantolon, gomlee böyle olmaz. Bi kravatın bile yok. Tıraş bile olmamışsın dedi, yürüdü gitti.

 

   

2 Nisan 2013 Salı

1956 YILI İSKİLİP TEN NOTLAR


1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 4

 

KAVURMA  

Eylül ayında, kasaba sokaklarını bir kavurma kokusu kaplar. Kış hazırlıklarının başında, küpe kavurma basmak gelir. Kasabalı için bu iş, odun tedariki kadar önemlidir. Harmanını kaldıran köylüler, önlerine kattıkları kavurmalık keçilerini; Salı günü hayvan pazarına indirirler. Bağ- bahçelerin toplandığı, erişte, mantı, tarhana, bulgur, turşuların yapıldığı bu mevsimde, en zevkli iş küplere kavurma basmaktır.

Eskiden kış aylarında kasaba’da hiç et kesilmezmiş. Kesilse bile pek seyrek, buda memurlar için kesim yapılırmış. Ama simdi sık sık hayvan kesimi yapılıyor. Oysaki kasabalılar kışın et almasını sevmiyor. Onun için et dediğin, küpe basılmış olmalı.

Anadolu’nun hiçbir yerinde kış, kasabamızdaki kadar heyecanla karşılanmaz. Kış hazırlıkları diye ilkokul hayat bilgisi dersinde işlenen konuların, kasabamızda hiç noksansız yerine getirildiği gözle görülür.

Daha eylül girmeden evlerde kış hazırlığı başlar. Sokak aralarında dibekler durmadan, tak tak tok sesleriyle bulgur döver. Bahçelerde bulgur kazanları kaynar. Sokaklara kilimler serilir, üzerinde bulgur kurutulur. Pencerelerden ceviz sucukları, pestil örtüleri, kuru sebzeler sarkar. Tavalarda pekmez kaynatılır. Kabak, ayva reçelleri hazırlanır. Turşular kurulur. Mahalle aralarını ekşi tarhana kokuları sarar. Tamamlanmamış evlerin üst katlarına, hevenk hevenk soğanlar, mısırlar çıkarılır. Sarı sarı kabaklar asılır. Merdiven altlarına, yüzlerce eşek yükü Yavu meşesi istif edilir. Erişte, mantı kesilir. Yufka açılır. Keşkeklik buğday hiçbir evde unutulmaz.

Ama bütün bu çalışmaların yanında, kavurma yine de en önemlisidir. Eylül ayında Salı günü kurulan hayvan pazarı, görülmeye değer.  Koyunlar, keçiler ve taze danalar, en makbulü tekelerdir. Hayvan pazarına işini gücünü bırakıp, pazarlıkları seyre gelenler bile görülür. Bunlar alıcılarla satıcıların arasını bulurlar. Tekeyi gözüne kestiren İskilipli, hayvanı boynuzlarından yakaladı mı, sürü sahibi ile aracıyı bulur. Pazarlık başlar:

-      Ne istiyon?

-      Sen ne veriyon?

-      Allah Allah, mal senin deelmi, iste bi bahalım.

-      Ben doksan diyom.

-      Bek çok deelmi?

-      Sen ne veriyon?

-      Ben de atmış veriyom.

-      Az deelmi?

Tam bu sırada aracı her ikisinin de elini yakalayarak birleştirir, bütün gücü ile ellerini sallayarak pazarlığa girişir.

     -Ne senin dedon, ne senin dedon. 75 lira yapalım bu iş bitsin.

Böylece pazarlık tatlıya bağlanarak teke sürüden çekilir. Tekeyi alanın genç oğlu, tekeyi arka bacaklarından yakaladığı gibi evin yolunu tutar. Keçi acı acı bağırırken, keçiyi alanlar keyfinden güler. Aldığı hayvanı önüne katmış evine götüren kasabalıyı, yolda kavurmalık almaya gidenler karşılar. Hayvanı götüren yolda hiç durmaz. Ama baba, her yeni gelene, rastladığı dostuna uzun uzun durumu açıklar.

-      Kaça aldın kardaş?

-      90 dedi emme 75 e sulf olduk.

-      Nasıl yağlımı bari?

-      Eh tavlı herhal.

-      Bi tekemi kesiyon?

-      Yoo, geçen hafta bi dene daha kestüydük.

Kasabalı için fazla sayıda kavurmalık kesmek, zenginlik işaretidir. Ona göre kavurma, evin direğidir. Eylül ayında evin üst katında iki, üç teke derisi tuzlanıp gerilmeli, kurusun diye rüzgâra karşı serilmelidir. Evde kavurma olunca, yemek derdi ortadan kalkar.

-      “İki gaşuk gavurmayı tavaya goyup, üstüne de iki yumurta kırdın mı, deme gitsin keyfine.”

Gerçekten kasabalı sabah kahvaltısında kıymalı yumurta yemeye bayılır.

MEZARLIK

Kasabanın Mezarlığı, kasabaya giriş caddesinin üstündedir. Akşam üzeri bu cadde insanla dolar. Kasabaya dönen sürü, bu cadde üzerinde karşılanır. Kasabanın spor meydanı da mezarlık yanındadır. Bu yüzden buraları çocukların oyun yeridir. İşini bitiren memurlar, seyrekte olsa bu caddede akşam gezisine çıkarlar.

Boş zamanlarda kır havasını, ekseri bende bu cadde de alırım. Bazen de yolumu mezarlığa kadar uzatırım. Her uğradığımda yeni toprak yığınları bulurum. Bunların çoğu, küçük çocuk mezarlarıdır.

Ne kadar çok çocuk ölür kasaba da? Yan yana, diz dize, kucak kucağıdırlar. Kasabalı çocuk ölümlerini- “ Niydek, Allah verdi, Allah aldı.” Diye karşılar. Hasta çocuklarını doktora gösterenler çok az. Gösterseler bile, bu işe en son çare olarak başvuruyorlar. Önce ev ilaçları, sonra muska yazdırmak, hocaya götürüp okutmak. İyi olmazsa doktora götürmek.  O zamanda iş işten geçmiş oluyor. Mezarlığın bu kadar çocuk ölüsü ile dulu olmasının nedeni, bundan kaynaklanıyor.

 

   

 

29 Mart 2013 Cuma

CUMHURİYET DÖNEMİNİN EN BÜYÜK KRİZİNİ YAŞIYORUZ


CUMHURİYET DÖNEMİNİN EN BÜYÜK KRİZİNİ YAŞIYORUZ  

Tarihi bazı konuları dile getirirken, insanların olaylara tepkisiz kalışına, figüran olarak kullanılmasına üzülür, bu sebeplerle başlarına kötü şeyler geldiğine kanaat getiririz.
 
Osmanlının son devrindeki: Balkan harplerindeki yenilgisi, Sarıkamış ve Enver Paşa olayı, Jön Türklerin icraatları, İttihat Terakki olayı, ülkemizde her on yılda bir olan darbeler;  ordunun siyasete karışması nedeni ile meydana gelmiş olaylardır. 

Siyaset adına ülkemizde işleyen mekanizma ve particilik adına dönen dolaplar, liderlik sultası, loca sultası, tarikat sultası, takım hizipçiliği ve buna benzer olaylar ile İnsanların akılları başlarından alınır, insanlar “ Büyükler bilir, biz bilmeyiz.” Diyen kişiler haline gelirler.  

Bir parti düşünün; önce senaryo gereği mazlum rolünü oynar. Mazlumların savunucusu kesilirler. Bir tarafdan’da bu parti,  koltuklarının altına verilen ajandanın gereklerini yerine getirir. 

Oyun kurucular hangi olayın, hangi parti döneminde nasıl gerçekleşeceğini tespit etmiştir. Herkes görevini yapar. Piyasaya kasetler çıkar, partinin başkanı yerinden olur. Partinin başına gelen ile kendilerine verilen görev değişir. Artık ülke sorunlarına, başka şekilde yaklaşılır. İktidar partisi ile görüşler, hedefler birleşir.  

Mevcut iktidarın 10 yıldır sürdürdüğü açılım politikaları sonunda; Kürtçülük hareketi geri dönülmez bir döneme gelmiş, bunun için şartlar hazırlanmıştır.

Dün darbe yaptırılan, laiklikten başka bir şey düşünmeyen bazı paşalar hapishaneye atılmış, böylece kalanlara gerekli gözdağı verilmiştir.  

Dolayısı ile bölücülüğe karşı çıkabilecek güçler etkisiz hale getirilmiş, bölücü hainlerin hareketleri, sadece seyredilir hale gelmiştir. Karşılarında ne yapıyorsunuz diye soracak güç, engel kalmamıştır. Pasifize edilmiştir.  

Bir şey daha yapılır. “ Cambaza bak cambaza denilerek, yurdumuz insanı cambaza bakarken,  dünyanın en pahalı elektriğini, akaryakıtını kullanarak, ceplerindeki parası aşırılır, ülke elden gider, cambazı seyrettiği için olanların farkına varmaz. 

Dün 12 Mart darbesinden sonra Diyarbakır cezaevinde, Kürtçülük hareketinin gelecekteki liderleri, elitleri yetiştirilir. Bu hapishanede başta Kürt dili olmak üzere, gazetecilik, hukuk, sosyoloji eğitimden geçerler. Hapisten çıktıklarında bu insanların her biri, Kürtçülük hareketini yöneten, taşıyan insan olurlar. 12 Eylül hareketi ile aynı ceza evine, PKK’nın militanları olacak kişiler doldurulur. Burada yatan kişilere onca işkence ve eziyet yapılarak, cezaevinden çıkanlar, PKK’nın yeminli militanı olurlar. Kimin sayesinde?  Bu hapishanelerin yöneticisi olan askerlerin, ajanda sahiplerinin sayesinde.

Dün askerlere darbe yaptıran ajanda sahipleri, bu gün askerleri hapse attırmıştır. Bundan sonra yaptıklarına, icraatlarına engel olacak güç kalmamıştır.  

 Paraya yön veren patronlar yerlerini korumuş, paralarının sıfırları çoğalmıştır. Devlete ait iktisadi teşebbüsler özelleştirme adına satılarak, yerli yabancı sermayenin eline geçmiştir. Zarar eden işletme tabi’i elden çıkarılır. Ama kâr eden köklü kuruluşlarda yok pahasına satılarak elden çıkarılmış, devlet küçülmüştür. Özelleştirme adına bu işlemlere maalesef devam edilmektedir.  

Kamu kurumlarının ihtiyacını karşılamak için, şehirlerin en lüks binaları kiralanmış, kamuya ait binalarda atıl durumda beklemektedir. Ankara’nın göbeğinde bulunan, statik açıdan kullanılmasında mahsur olmayan kamuya ait binalar yıkılarak, yerine yeni bina yapımına başlanılmış, milli servet boşu boşuna carcur edilmiştir. İngiltere ve Almanya’da 100 yıllık binalar halen ayakta olup, kullanılmaktadır. 

Bütün denenmişliğe rağmen,  kamuya yeni binek araçları alınıp savurganlığa devam edilmiş, her yıl alınan araçlara ve bunların bakımına yüklü paralar ödenmiştir. Tüm bu savurganlıklar nereye kadar devam edecek belli değil. 

Ülkemiz Cumhuriyet döneminin en büyük krizini yaşamaktadır. Bin yıllık geçmişi olan topraklarımız, ajanda sahiplerine peşkeş çekilmekte, geri dönülmez bir yola girilmektedir. Taviz vermenin de sonu yoktur. Arkasından başka talepler gelecektir. Bunlardan biriside, Azerbaycan’ın tekrar Rusya’nın tesir alanına girmesi söz konusudur. Bundan sonrada Ermenistan topraklarının büyümesi talebi gelecektir. 

Ajanda sahipleri bunları istemekte, mevcut iktidarda bunlara yeşil ışık yakmaktadır. Ermenilerin işgal ettikleri Karabağ da; camiler ahır haline getirilirken, Yunanlılar batı Trakya da camileri yıkıp yerine yenisinin yapılmasına izin vermezken, biz topraklarımızda Ermeni kiliselerini onararak hizmete açıyoruz. Ankara’da bulunan Sinagog’un, Büyükşehir Belediyesince tamiratına başlanacağı basında yer almaktadır. 

Cumhuriyet tarihinin en büyük bunalımını, inşallah kayıpsız atlatır, düşmanların ekmeğine yağ sürmeyiz. Bunun içinde milletçe uyanmamız, olanları görmemiz gerekmektedir. 

Mustafa Yolcu

20 Mart 2013 Çarşamba

ALİ İHSAN SEÇKİN ( KOCABAŞ)



















ALİ İHSAN SEÇKİN ( KOCABAŞ )- 12.2.2013

 

MY- Bize kendinizi tanıtır mısınız?

AİS- Ben 1943 yılında zemheri ayında, İskilip’te doğmuşum. Evimiz Hacipiri mahallesinde, Müftü camisinin karşısında idi. Üç kardeşiz. İki kız kardeşim, Ankara da oturuyor. 1949 Yılında ilkokula başladım. Küçükken hikaye dinlemeyi çok severdim. Bu durum beni, hikâye  kitaplarını okumaya sevk etti. Bu okuma tutkum ile kısa sürede okumayı söktüm. Matematikten de biraz geri kaldım.

Hocanın Mustafa Verimli, Yaşar Yolcu, Hotunlu Çavuşun oğlu Recep benim, mahallemizden çocukluk arkadaşlarımdı.

İlkokula Azmi milli ilkokulunda başladım. Hadi Pahalı, Reha Açar öğretmenlerimizdi. Beşinci sınıfta Ulaş ilkokuluna gittim. Ulaş ilkokulu yeni açılmıştı, Oradan mezun oldum. 

MY- Sizin küçükken yönlendiren oldu mu?

AİS- Vardı tabi. Pazarda da satılan küçük Battal Gazi, Hz. Ali’nin cenkleri, Ferhat ile Şirin diye hikaye kitapları vardı. Evlerde hikâye anlatılırdı. Bunları okumak, dinlemek çok hoşuma giderdi.  Yine çarşıda Hüsnünün kahvesinde aşçı Mori, ramazan gecelerinde,  Seyfi Zülyezen in kitabında yazılı olan, hikâyeleri anlatırdı. Kahvedekilerin tamamı onu can kulağı ile dinler, arada bir çay içme molası verirdi. O arada kendisi çayını, kahvesini içer, sonra kaldığı yerden hikâyesine devam ederdi.

Babama devamlı kitap aldırırdım. Mahallemizde benden on yaş büyük ablamız ile karşılıklı kitap alıp verişi yapardık. Abdul Haluk Çay ile kitap alış verişi yapardık.

Ortaokula gittiğim sırada, Osman Yalçın diye bir resim ve Türkçe hocamız vardı. Türkçede bizi çok güzel yetiştirdi. Beni okumaya ve yazmaya teşvik ederdi. Son sınıfta okuldan ayrıldı. Bu sefer dersimize Sadık Koçhisarlı girdi. O Türkçe dersine önem vermezdi. Bu sefer ben sıradan bir talebe oldum.  

İskilip kütüphanesinde: yaşlı bir İrfan Özer Bey vardı. İlkokulda bizi kütüphaneye almazlardı.  Ortaokul’da sık sık kütüphaneye giderdim. Kitapları getiren memur, kitap istememizden rahatsız olurdu. Buna rağmen; buranın müdavimi olup birçok kitabı İskilip kütüphanesinde okudum. 

MY- Babanızla, Çorum’a ayakkabı satmaya gitmek konunuz vardı. Onu anlatırmısınız. 

AİS- Galiba ortaokul 2. Sınıf yaz tatilinde idi. Babam ile ayakkabı satmak için, Çorum’a gittik. Babam, Çorum, Yozgat, Kırıkkale pazarlarına ayakkabı satmaya giderdi. O zamanlar malı üreten, ürettiği malı kendisi pazarlardı. He’lere ( küfe) koyduğumuz ayakkabıları, kamyona yükleyip götürürdük. Kendimizde şoför mahallinde yer bulursak orada, bulamazsak kamyonun kasasında yolculuk ederek götürür, pazarda sergileyip satardık.

Çoruma gittiğimiz de babam, pazarda yanımdan ayrılarak- “ Ben dolaşıp geliyim.” Dedi. Bir süre sonra bir eşekle yanıma geldi. –“ Baba bu eşek ne?” diye sorduğumda - “ Oğlum ben bunu altı liraya aldım. İskilip’te olsaydı 15 liradan aşağı vermezlerdi.” Dedi. Eşeği bir kamyonla İskilip’e götürmek istemiş, altı lira bunun için nakliye parası isteyince, kamyondan vazgeçmiş. Babam bunu anlatınca, yanımızda bulunan birisi- “ delikanlı eşeğin üzerine binsin, İskilip’e götürsün.” Dedi. Babam buna itiraz ederek, “Ali İhsan eşeği binerek götüremez .” Dedi.  Benim bu arada delikanlılık damarlarım kabardı “ Ben eşeği götürürüm.” Dedim.  

Babam bana yol hakkında bilgi verip, gece Tozlu burun köyünde yatmamı, yolun geri kalanını ertesi gün devam ederek İskilip’e gitmemi tembihledi. Merkebin üzerine tehliz atıp, beni üzerine bindirdiler. Saat 10 da Çorumdan yola çıktım. İkindiye doğru yolda bir harmana uğradım. Bana ekmek, yoğurt verdiler. Karnımı doyurdum. Oradan ayrılırken bana İskilip’e giden kestirme yolu tarif ettiler. Salur köyünden, Kızılırmak köprüsüne geldim. Köprünün üzerinden geçerken, köprü sallanırdı. Akşam camiden çıkarlarken, Karaburun köyüne geldim. Babamın arkadaşının evini buldum. O evde gece, ambarın konsolunda uyudum. Sabah kalktığımda gün tepeme inmişti. Yorgun olduğumdan erken uyanamadım. Kahvaltımı yapıp, yola çıktım. Öyle vakti İskilip’e geldim. Anam beni, dört gözle bekliyormuş. Mahallede komşularda ben gelince sevindiler. Ben bu arada, bir işi başarmanın zevkini yaşadım. İnsan isterse, Çorum’dan İskilip’e eşekle de gelebiliyormuş. Bu arada bacak aralarım, eşeğe bindiğimden yara oldu.

 Ortaokulu bitirince, ziraat okuluna girmek için İskilip’ten üç arkadaşla birlikte Bursa’ya gittik. Kayıt yaptırabilmek için Okula gittiğimizde, elimizde bulunan hükümet tabipliğinden alınan sağlık raporunu kabul etmeyip, hastaneden heyet raporu getirecektiniz dediler. Bizde küçük ve saf olduğumuzdan, müdüre çıkıp ” kaydımızı yapında raporu da alıp gelelim.” demeyi akıl erdiremedik. Gerisin geri Ankara’ya geldik. 

Ankara’da babamın teyzesinin oğlu, Mustafa Serin vardı. Bunun yanına gittiğimde          “ Oğlum memurlukta ne yapacaksın. Memur Ankara’da aç. Bir sanata gir sanat öğren .” dedi. Beni Moda çantaya çıraklığa verdi. Ben orda çalışma’ya başladım. Bu ara da İskilip’e mektup yazarak, çantacıda çalıştığımı bildirdim. Annem babam, benim memur olmamı isteyerek, çantacıdan ayrılmamı istediler. Bu sefer Ankara’dan ayrılarak, İskilip’e döndüm. Babamın dükkânında, ayakkabıcılıkta çalışmaya başladım. Hem dikiş makinesinde çalışıyor, hem de deri kesiyordum. Ama Ankara’daki akrabamızın dediği hiç aklımdan çıkmadı. 

Tekrar Ankara’ya geldim. Ağabeyimin yanın da kalıyordum. Derinin sıcaklığını seviyor, başka iş bana soğuk geliyordu. Bir çantacının yanına girdim. Usta kısa boylu idi ama öyle çalışkandı ki, arkasından yetişmek mümkün olmuyordu. Ustam bana sanatı ve çalışmayı öğretti. Parayı kazanan ustadır derdi. Ben bu fikre katılmıyorum. Sanat icra edilir, para ondan sonra gelir. 

Askere gidip geldikten sonra, aynı yerde işe başladım. Evlendim çocuğum olduktan sonra, ustadan ayrılıp 1967 yılında kendi işyerimi açtım.  Çocuk çantası, bayan çantası yaptım. Sanayi caddesi, sanayi iş hanında bir dükkân aldım. İki sene içinde dükkânımı, oturduğum evimi almıştım. Gece gündüz çalışıyor, işyerimde çalışan altı kişiyle bile aldığım siparişleri yetiştiremiyordum. Yorulmak nedir bilmiyor, işimden zevk alıyordum.

1975 Yılında Ulus iş hanı alt katta bulunan, çantacı dükkânını devir aldım. Böylece imalat ve dükkân birlikte gidiyordu. İstanbul’dan getirdiğim malzemeleri bir kaç atölyeye veriyor, orada da kendime fason imalat yaptırıyordum. İstanbul’a mal almaya gittiğimde, alış veriş yaptığım dükkânın sahibi bana, bont çantalardan almamı tavsiye etti. “Ben bunları satamam.” Dediysem de bana 6 tane çanta verdi. Bu çantaları vitrinime koydum ama altı ayda iki çanta satabildim. Stat otelinin altında bulunan çantacıya mal veriyordum. Bir gün oraya gittiğimde, bont çantasına ihtiyacı olduğunu söyledi. Bendeki dört çantayı ona verdim. O dükkânda, iki ayda dört çanta satıldı. Parasını da bana ödedi. Bu olay üzerine, babamın dediği “ Saman pazarında, cevahir satılmaz .” lafı aklıma geldi. Kızılay da bir dükkân alıp, kendime orada dükkan açmayı düşündüm. Karanfil sokaktan bir dükkân aldım. 1984 Yılında oradaki dükkânımı açtım. Hedefim bakanlıklara hitap etmekti. Atatürk Bulvarında Vakko, Beymen, Togo’nun mağazaları vardı. Bunun bir ucu da bizim sokağa ulaşır diye düşündüm. Kendim bizzat imalat işi ile uğraşmıyordum. Dükkânda sattığım malı, İstanbul’dan alıyor, bir kısmını Ankara da anlaşmalı olduğum atölyelerde imal ettiriyordum. 

MY- Deri size neyi hatırlatıyor.

AİS- Ben küçüklüğümden bu tarafa, babamın ayakkabıcı olması nedeni ile deri ile birlikteyim. Deri yazın serin tutar, kışın sıcak tutar. Hatta bir söz vardır. Soğuk hava dermiş ki -“ Bir deri ben geri, bin keçe ben geçe.” Gençken deriyi o kadar severdim ki, “vasiyet edeyim de; ölürsem beni deriye sarıp gömsünler.”  Diye düşünürdüm. Daha sonra bunun uygun olmayacağına kanaat getirdim. Deriye bu kadar düşkünlüğüm vardı. 

MY- Deri ile sanatı birleştirirsek, ortaya ne çıkar?

AİS- Deri imajdır. Görünüştür. Önceden erkekler şalvar giyerlerdi. Şalvarın derin cepleri olurdu. Erkekler günlük hayatta kullanacaklarını, rahatlıkla şalvarın ceplerine koyarlardı. Talebelerin nadiren okul çantası olur, defter kitaplarını beze sarıp, okula götürürlerdi. Askere tahtadan yapılan bavul ile gidilirdi. Bayanların cepleri de yok. Ama yanlarında taşımaları gereken birçok aksesuarları var. Günümüzde erkekler ve bayanlar, yanlarında çantaları olmadan, evden çıkmıyorlar. Her talebenin çantası, yolcunun elinde bavulu mevcuttur. Çanta ve bavullar, suni ve gerçek deriden imal edilmektedir. Tabiî ki gerçek derinin görünüşü de, imajı da bambaşkadır.

Kızılay’daki işyerimde çanta pazarlama işi ile uğraşıyordum. İmalatım yoktu. Ben sanatımın aşığıyım. Çantayı imal edip, karşısına geçip bakmak bana doyumsuz bir zevk veriyor. Bu sebeple Kızılay’daki işyerimi kiraya verip, Balgat ta yeniden çanta imalat atölyesi açtım. Yaptığımız imalatı, İstanbul’da bulunan bir mağazaya veriyorum. Orada pazarlanıyor.  

MY- Başarılarınızı neye borçlusunuz?

AİS- Ustamdan sanatı, çalışmayı öğrendim. Bu arada başka ustaları da takip ettim. Esnaf olarak, yaptığın iş sağlam olacak. Yaptığın işin hakkını vereceksin. Evin olacak, işin olacak, eşin olacak. Her yolu bileceksin, doğru yoldan gideceksin. Her yolu bilmezsen kötülerin, yanlış yapanların oyuncağı olursun. Beni de hataya düşürdükleri oldu. Sendeledim ama yıkılmadım. Yaptığın işi sevip, sebat edeceksin. Yaptığın işi seversen, işin güzel çıkar. Bir deriyi ele aldığımızda, bunun her yerinin ayrı yerde kullanılması, en ufak zayiat verilmemesi gerekir. Mesela derinin karın kısmı incedir. Burayı çantanın körük kısmında, yük taşımayan kısmında kullanacaksın. Sırt kısmı kalındır. Güneşin karşısında, kamcı, sopa darbesi ile kalınlaşmıştır. Burayı çantanın ön kısmında, yağmura güneşe karşı gelecek kısmında kullanacaksın.
Ben alış veriş yaptığım mağazalarda, birinci sınıf müşteri olmaya çalışırım. Bunun içinde verdiğin sözü tutup, borcunu vaktinde ödemen gerekmektedir. Bir zamanlar Kazlı Çeşmede işçiler grev yaptılar. Piyasa da deri bulunmaz oldu. Ama birinci sınıf müşteriler hiçbir yokluk çekmeyip, istediği malı bulup, işine devam etti.

MY- Gençlere, sizden sonra bu mesleği devam ettireceklere neler dersiniz.

AİS-  Bizim mesleğimiz tamamen emeğe dayalı, sabır işidir. Emeğe dayalılık şimdi teşvik görmüyor. Ben çırak, usta bulamıyorum. Diyorlar ki bu sanatın okulunu kuralım. Okulla bu iş olmaz. Bizzat işin içinde, bu işyerlerinde çocukların yetişmesi, toplumun da  sanatkara gereken önemi vermesi gerekiyor.  

18 Mart 2013 Pazartesi


















ÇANAKKALE HARBİ
 

Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi.
-Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya-
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde-gösterdiği vahşetle 'bu: bir Avrupalı'
 

Bazı savaşlar, milletlerin hayatında önemli yere sahiptir. Türk Milleti açısından 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, 1453 İstanbul’un fethi, Viyana kuşatması, Çanakkale harbi, Kurtuluş Savaşı bu öneme sahip savaşlarımızdır. 

İlk kez Çanakkale’ye 1994 yılında, ikinci 0larak 2012 yılı temmuz ayında gittim. İlk gittiğimde, Çanakkale’yi görüp manasını anladığım da, “ bu zamana kadar,  burayı niye gelip görmedim” diye kendimden utandım. Ayrıca hacca, askere, Üniversiteye gidecek her vatandaşımızın, önce Çanakkale ye giderek bu savaşın manasını anlamalarını, ondan sonra gitmelerini tavsiye ederim. 

Abdülhamit han hazretleri, 1900 yıllarında çağın en gelişmiş topu olan Krupp toplarından, Almanya ya sipariş veriyor. Çanakkale boğazında da tabya inşasına başlıyor. İngiliz ve Fransız elçileri, Abdülhamit’in huzuruna çıktıklarında tabyalar konusunu gündeme getirerek “Siz niye Çanakkale Boğazına tabya yaptırıyorsunuz. İstanbul Boğazına niye yaptırmıyorsunuz? Bu bizim ülkelerimize karşı hasma ne bir tutum mu ”  diye sorduklarında Abdülhamit- “ Burası benim evim. Evimin istediğim penceresini açar, istediğimi kaparım. Bunun için kimseden izin almam.” Demiştir. Tarih Abdülhamit i haklı çıkarmış, yaptırdığı tabyalar da, Krupp topları da Çanakkale harbinde çok işe yaramıştır.  

İlkokul Müdürümüz Mehmet Kaymaz, ilkokul yıllarımızda bize Çanakkale’yi  anlatmıştı. Babası Çanakkale savaşına katılıp, gazi olmuş. Babasının amcaoğlu şehit olmuş. Gazi olan babası şunları anlatmış:
 
- “ Siperde beklerken, üzerime uyuklama geldi. Rüyamda amcaoğlu gelip, bir aileye bir şehit yeter, cephe gerisine git dedi. Hemen uyandım. Sigara içimi süresi kadar, cephe gerisinde durulan üzeri kapalı mevziiye gittim. O anda mevziimize bomba düşüp patladı. Mevzide olanlar şehit oldular.  

-Yürüyüş kolu halinde, Sığın dere sahra hastanesine gidiyorduk. Yakınımıza bomba düştü. Benim sağ kolum isabet almış, derisi tamamen sıyrılmış kemiklerim gözüküyordu. Yürüyüş kolunda bulunan, tüm arkadaşlarım şehit oldu. Tek ben kalmıştım. Yaralı şekilde hastaneye gittim. Hastane’de bombalanmış, ölen yüzlerce askerimizin kanı, dere gibi akıyordu. Sağ kalan sağlık ekibi koluma ilk müdahaleyi yapıp diktiler. Beni İstanbul’a havale ettiler.”  

Sığın dere sargı yeri hastanesi cephenin en büyük hastanesidir. Burada bizim askerlerimizin dışında, yaralı gelen düşman askerleri de tedavi edilmektedir.  Düşmanın elinde, burasının hastane olarak koordinatları da bulunmasına rağmen; 28 Haziran 1915 gecesi, Sargı Yeri Hastanesini hedef alınarak, çoğu parmağını bile kıpırdatamayacak kadar ağır yaralı olan 18.000 askerimizi şehit ettiler. Mehmetçiğimiz onların hastane gemilerinin hiçbirini bombalamazken,  İngilizler Ortaçağdan kalma vahşiliklerini pervasızca sergiliyorlardı. Savaş ve insanlık suçu işleyerek 18.000 savunmasız  yaralı askerimizi katlediyorlardı.  

Çanakkale İngiltere, Fransa önderliğinde yapılan haçlı çıkarmasıdır. Osmanlı Çanakkale’de yenilmiş olsaydı, İngiltere ve Fransa İstanbul’u işgal edecekler, Türkü Anadolu’dan kovacaklar, şark meselesini halletmiş olacaklardı. Allah onlara bu fırsatı vermedi. Balkanlar da ittihat terakkinin yanlışları ile yenilen ordumuz, Çanakkale’de aslan kesilmişti.  

Çanakkale Savaşı: Deniz harekâtı ve Kara harekâtı şeklinde iki dönemde cereyan etmiştir. Çanakkale cephesi, I. Dünya Savaşı’nda, tarihin en kanlı savaşlarının yapıldığı ve metrekareye 6000 mermi düştüğü, doktoru, mühendisi, ekonomisti, öğretmeni, öğrencisi, esnafı ve çiftçisiyle topyekûn istiklâl mücadelesine giren bir milletin yaklaşık 250.000 şehit ve kayıp vererek, sonuçta büyük bir zaferin kazanıldığı yerdir. 

I. Dünya Savaşı’nda, Çanakkale Cephesi’nde yapılan savaşlar, 19 Şubat’tan başlayarak 18 Mart 1915 günü Türk zaferi ile sona eren deniz savaşı ile 2. dönem 25 Nisan 1915’te başlayıp, yaklaşık bir yıl kara savaşlarının sürdürüldüğü ve ikinci büyük Türk zaferi ile sonuçlanan dönem olmak üzere iki aşamada cereyan etmiştir. Bu savaşlarda iki taraf da tüm gücünü ortaya koyarak, mücadele etmek zorundaydı. Çünkü Çanakkale Cephesi, Savaş’ın kaderini değiştirecek önemli bir cephe idi. 

2. Dünya harbinde Ruslar, Almanlara karşı Stalingratı savunurken, üç askerinden birine silah verebilmiştir. Osmanlı ise onca savaştan ve Balkan savaşından sonra bile, tüm askerinin eline tüfeğini, süngüsünü, mermisini, top mermisini verebilmiştir. Bu savaşlar aynı zamanda, istihkâm ve levazım savaşıdır. Harp sırasında askerin karnı doyurulmuş, mektubu gelmiş, sigarasını bulmuştur. Bu iş başlı başına organizasyondur. İstanbul’da bulunup kullanılmayan savaş gemilerinin topları, bir kısım makineleri sökülerek Çanakkale de tabyalarda, gözlem merkezlerinde, istihkâm bölüklerinde kullanılmıştır. Yüzlerce süvari atının yemi, samanı da karşılanmıştır.

Çanakkale öyle bir savaş alanı olmuştur ki, burada olanları metafizik ile değerlendirme imkânı yoktur. 

Alman Komutan Liman Von Sanders, Çanakkale harbinde birçok hatalar yapmıştır. Düşman donanmasının, Saroz Körfezine çıkarma yapacağı tezi üzerinde durmuş, askeri yığınağın o tarafa kaydırılmasını istemiştir. Başta Atatürk olmak üzere, bu fikre karşı çıkılmış, Von Sanders’in emrine rağmen, Anzak Koyu tarafına’da yığınak yapılmıştır. Bu durum kuvvetlerin ikiye ayrılmasına neden olmuş, Saros körfezinden saldırı yapılmayıp, Anzak koyuna saldırı yapılınca, birliklerin Anzak koyuna ulaşması zaman almıştır. Bütün bunlar savaşın uzamasına, zayiatın büyümesine yol açmıştır. Almanlar söz verdikleri miktarda, lojistik destekte de bulunmamışlardır. 

Çanakkale hatıraları adlı kitapta şunlar anlatılıyor:

Gözetleme yerinden cephede savaşan askerlerimizi izliyoruz. Çıkartma yapılmadan önce İngiliz gemileri cephemizi uzun süre bombalıyor. Bomba yere düşünce beş, altı metre yüksekliğe kadar toprak yükseliyor, bulut gibi tekrar yere iniyor. Eyvah dedik, buradan bir askerimiz bile sağ çıkamaz. Düşmanda bu kanaate sahip olunca, gemilerden çıkarmaya başlıyor. Bir müddet sonra bombalanan mevzilerden askerlerimiz ok gibi fırlayıp, düşmana hücum ediyor. Çıkarma birlikleri geldikleri gibi geri dönüyorlar. 

Düşmana hücum eden birliğimiz, Anzakları kovalıyor. Biz kovalıyoruz, Anzak birlikleri kaçıyorlar. Birliğin komutanı geriye dönüp baktığında, arka tepelerden kendilerini çevirme yapıldığını görüyor. Geri dönse, birliği yerine götürme imkânı yok. Askerlerine bu durumu açıklamadan “ son askerim kalıncaya kadar, düşmanı kovalamaya devam edeceğim.” Diyor. Bir süre sonra tekrar geri döndüğünde, etrafını kuşatan düşman askerlerinin bozguna uğratıldığını görüyor. Savaş bittikten sonra, bizim hangi birliğimizin, bu bozgunu gerçekleştirdiğini öğrenemedim diyor. 

İki tarafça kazılan hendeklerin birbirine uzaklığı, 10 metrenin altında olan yerler vardır. Akşam olduğunda dinlenmeye geçilen cephelerde, başka şeylerde olur. Düşman askerleri keman, mızıka çalarak eğlenmeye çalışırlar. Keman çalma sona erince, bizim cepheden de alkış sesi gelir. Bu sefer yiğit askerim, sıla özlemi ile uzun hava türküsü söylemeye başlar. Türkü bitince, düşman cephesinden alkış sesi gelir. Ertesi gün akşam, düşman cephesinden bizimkilere seslenilerek yine türkü söylenilmesini anlatmaya çalışırlar. Bizimkilerde gündüz ki çatışmada o askerimizin öldüğü bilgisini aktarırlar.
 
İngilizler Çanakkale için, sömürgeleri altında olan Müslüman ülkelerden asker topluyorlardı. Müslümanları, “Sizin halifenizi Almanlar kaçırdı. Biz, sizin halifenizi kurtarmak için Almanlarla savaşıyoruz.” diyerek kandıran İngilizler, bu yalana kanmayan Müslümanları, ailelerini öldürmekle tehdit ederek zorla cepheye getirdiler. Gelmek istemeyenleri ise öldürdüler. İngiliz’in oyununa gelen Müslüman askerler Çanakkale’de, Türklerle savaştıklarından habersiz harp ediyorlardı.

Bir bayram sabahı, ilahî bir lütuf olarak, Türk siperlerinin üzerini bulutlar kapamıştı. Düşmanın, siperlerimizi gözetleme imkânı ortadan kalkmış, askerlerimiz çok sevinmişti. Zira bayram namazı kılmayı çok arzu ediyorlar, fakat komutanları, toplu halde namaz kılmanın düşman için bulunmaz bir fırsat olacağını söyleyerek, müsaade etmiyordu. Siperlerimiz bulutlarla kapandığına göre artık namaz kılınabilirdi. Komutanından erine hep beraber saf tuttular ve vecd içinde namaza durdular. Bayram namazını kıldıktan sonra hep bir ağızdan şevkle tekbir getirmeye başladılar. Bu sırada düşman siperlerinden gürültü, arkasından da silah sesleri gelmeye başladı. Meğer kendileri gibi Müslümanlarla savaştıklarını anlayan kandırılmış askerler, düşman siperlerinde karışıklık çıkarmışlardı. İngilizler de onların bir kısmını kurşuna dizmiş, bir kısmını da cephe gerisine çekmişti. Bu Müslüman askerlerin bir kısmı, saf değiştirerek bizim tarafa geçtiler. Büyük kısmı, kahramanca çarpışarak şehit oldular. 

Müslüman askerleri kandırarak cepheye süren İngilizler, Müslüman olmayan Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkeleri de propaganda yolu ile kandırıyordu. Hıristiyan devletlerine “ dünyayı barbar Türklerden kurtarmanın zamanı gelmiştir.” Diyorlar, bu savaşın aynı zamanda bir haçlı savaşı olduğunu ifade ediyorlardı. Avustralya ve Yeni Zelanda’dan gelen Anzak askerleri de, İngilizler tarafından kandırılmıştı. Çanakkale savaşında, Türklerin kahramanlığı gibi insanlığına da hayran kalan Anzak askerleri, İngilizlerin gerçek yüzünü görüyordu. Nitekim İngilizler onlara “Türkler yamyamdır. İnsan eti yerler. Dünyayı bu yamyamlardan kurtarmak için savaşıyoruz” şeklinde propaganda yapmışlardır. Fakat onlar cephede gördüler ki Mehmetçik, kendi hayatını tehlikeye atarak, yaralı düşman askerini kurtaran, kendi yaralı iken düşman askerinin yarasını sarabilecek kadar, kendi bayat ekmek yerken düşman esirine taze ekmek yedirebilecek kadar insanlığın zirvesindedir. Çanakkale’ye gelirken Türklerden nefret eden Anzaklar, Türklere hayran kalarak memleketlerine dönmüşlerdir.  

İngilizlerin Çanakkale’de yaptıkları âdiliklerden birisi de kimyasal gaz kullanma teşebbüsleridir. Bu insanlık cinayeti, Lordlar Kamarasında Çörçil tarafından gündeme getirilmişti. Bunun bir insanlık suçu olduğu vurgulanınca Çörçil, “Türkler insan değildir. Bu yüzden gaz kullanmamızda bir sakınca yoktur” diyerek, oradakileri ikna etmişti. Varillerle kimyasal gazlar gemilere yüklenip, Çanakkale’ye sevk edildi. Rüzgâr, mevsimin özelliğinden dolayı denizden karaya doğru esiyordu. Varillerin kapaklarını açacaklar, rüzgârın etkisiyle karaya doğru esen gazlar Türkleri zehirleyecekti. Kendi askerlerine de gaz maskesi dağıttılar. Fakat Müslüman Türk’e olan ilahî yardım, İngilizlerin hesabını bozmuştu. Variller Çanakkale’ye ulaşınca rüzgâr yön değiştirmiş, karadan denize doğru esmeye başlamıştı. Gemilerinde panik yaşadılar. Rüzgarın bu durumu, savaş boyunca devam etti.

Zehirli gaz kullanmaya muvaffak olamayan İngilizler, başka bir kalleşliğe, başka bir insanlık suçuna imza atmayı başardılar.

Çanakkale’de İngilizler ve müttefikleri mağlup oldular. Savaş bitti, fakat İngiliz hilesi bitmedi. Savaştan sonra İngilizler Londra’nın iki önemli caddesine, Oxford ve Cambridge caddelerine birer heykel dikmişler. Hâlen mevcut olan bu heykellerde, Osmanlı askerinin süngüsünün ucunda bir İngiliz askeri tasvir edilmekte ve altında şu ifadeler yazmaktadır: “Türkler, Çanakkale’de babanı böyle öldürdüler”  

İkiyüzlü İngilizler, aldatmacaları ile yetmiş iki milleti peşlerine takıp, dev zırhlılarla dünyanın bir ucundan gelip, ülkemizi işgal etmeye çalışıyorlar. Her türlü imkânsızlığa rağmen, göğüslerindeki imanla savaşan Mehmetçiğe ölüm kusuyorlar. “Bütün bunlara rağmen, vatanını savunan Türkler hunhar, saldırgan İngilizler mazlum oluyor. “ 

Medeniyetin timsali olarak gösterilen İngiliz ve batı hayranlığımız ile ülkemizde İngilizce ders görülen okullar açıyoruz, onların yaşam tarzlarını kendimize örnek alıyoruz.

Bize düşen “Çanakkale savaşından, halen süren Haçlı seferinden gerekli dersleri alarak, uyanık olmamızdır.”
 

Mustafa Yolcu