28 Kasım 2017 Salı

İSKİLİP Lİ ŞEYH MUHAMMED MUHYİDDİN YAVSİ

İSKİLİPLİ ŞEYH MUHAMMED MUHYİDDİN YAVSİ 
(Ö. 920 1524)'dir. Bir Risalesi ve Risalede Geçen Hadislerin Tahric ve Değerlendirmesi Ahmet YILDIRIM Yrd. Doç. Dr. Süleyman Demirel Ü. İlahiyat Fakültesi 


Milletleri n geleceğine güvenle bakabilmesi, ilmi ve fikri yönden gelişmesi ve ilerlemesi, geçmişteki kültür mirasını çok iyi bilmesine ve ondan istifade etmesine bağlıdır. Kültür mirasını tanıyamayan milletlerin egemen kültürlerin etkisin ‘de kaldığı bilinen sosyolojik bir gerçektir. Bu bağlamda bizlere düşen, kendi kültür mirasımızı olduğu gibi ortaya koyup yeni nesillerin bundan istifadesini sağlamaktır. Bu kültür mirasının en önemli unsurlarından biri ’de o kültürün yetiştirdiği büyük şahsiyetlerdir. 
Osmanlı Devletinin yükselme döneminin en meşhur ilim, fikir ve tasavvuf şahsiyetleri arasında yer alan İskilipli Şeyh Muhammed Muhyiddin Yavsi bunlardan biridir.' İskilipli Şeyh Yavsi'nin birçok eseriyle birlikte, daha önce yapılan iki çalışmada işaret edilen bir risalesi bulunmaktadır. Bu Risale kısa olmakla birlikte üç noktayı ortaya koyması bakımından dikkatimizi çekmiştir.
1.Tasavvufi seyr-u süluk’ da ilgili kısa ve özlü bilgiler vermesi. 2. Kısmen de olsa tasavvufla ilgili öz eleştiri yapması. 3. Risalede geçen hadislerin kaynak değeri. Biz de bu çalışmamızda önce bu zat hakkında bilgi vermeye, Arapça olarak kaleme aldığı risalesini tanıtmaya ve risalede geçen hadislerin tahric ve değerlendirmesini ortaya koymaya çalışacağız.
 İskilipli Şeyh Muhammed Muhyiddin Yavsi, meşhur müfessir ve Osmanlının en büyük Şeyhülislamlarından Ebusuud Efendi'nin babasıdır. Nis besinden de anlaşılacağı üzere Yavsi'nin İskilip te doğduğu kabul edilir. Yavsi'nin doğum tarihi kesin olarak bilinmemekte ve hiçbir kaynakta konuyla ilgili bir bilgi de bulunmamaktadır. Ancak Yavsi'nin en erken 859/1454, en geç 864/ 1459 tarihleri arasında doğmuş olması muhtemel görülmektedir.' Soy kütüğünde babasının adı Mustafa, dedesinin ise Muhammed'dir.
Kaynaklar dedesinin Semerkant'ta Mavera Ün nehir Genel Valiliği yaptığı sırada Uluğ Bey'e (Ö.853/1449) hizmet ettiği ve onun Doğancı başı lığı görevini üstlendiği. Amcası Ali Kuşçu'nun (Ö.879/1474) da astronomi tahsilini Semerkant'ta yaptığı kaydetmektedir." Bu bilgilerden hareketle Yavsi'nin dedesi ve babasının Anadolu'ya, Mavera ün nehir bölgesinden geldiğini söylemek mümkündür. Yaşadığı dönem Osmanlı Devletinin hem siyasi ve coğrafi yönden hem de ilmi ve fikri yönden zirvede olduğu bir dönemdir. 
Yavsi üç Osmanlı Sultanının hüküm sürdüğü bir devrede yaşamıştır. Bu Osmanlı Sultanların saltanat süreleri sırayla şöyledir: Fatih Sultan Mehmet (1451-1481), II. Bayezid (1481/1512), 1 Selim 0512-1520). Bu dönemin siyasi ve coğrafi yönden en büyük olayı, İstanbul 'un fethidir. İlim ve fikir hayatına büyük katkısı olan Sahn-ı Seman Medreseleri de bu dönemde açılmıştır Bu medreseler o dönemin ilmi ve fikri hayatının canlı kalmasında önemli rol üstlenmişler ve etkinliklerini, dini ilimlerin yanında müspet ilimlere ait dersleri de okutarak sürdürmüşlerdir. Dini hayat da bu dönemde canlı ve hareketlidir. Ülkede mevcut olan fikri' müsamaha sonucu ilmîye sınıfı hemen hemen her türlü fikri rahatlıkla tartışırken, bu arada tasavvufi cereyanlar da yayılma fırsatını bulmuştur. Ayrıca bu dönem Osmanlı toplumunun tasavvufla haşir neşir olduğu bir dönemdir. Bay ramiye Tarikatı bu dönemde en parlak devrini yaşamış, Yavsi de bundan nasibini alarak bu tarikata girmiştir. 
Anılan bu hususlar Yavsi'nin ilmi, fikri ve tasavvufi yönden yetişmesine etki etmiş, yaşadığı topluma bu yönleriyle hizmette bulunmuştur. İlmi yönden amcası Ali Kuşçu'dan istifade etmiş, hatta kaynaklarda hadis rivayetiyle ilgili icazetini, amcası Ali Kuşçu'dan aldığı şeklinde bir kayda da rastlanılmaktadır. Ayrıca Ali Kuşçu ile birlikte II. Murad dönemi âlimlerinden Alâeddin Ali Tusi'den de ders aldığı zikredilmekte’ dir. Yavsi amcası Ali Kuşçu vefat ettikten sonra, tasavvufa yöneldi ve ilk olarak Alaaddin Ali Tusi ve Şeyh Muslihid’din Koçevi’nin yanında tasavvuf eğitimi aldı. Sonra Şeyh İbrahim Kayseri'ye (Ö.887/ 1482) intisap edip, kendisinden manevi ilimleri öğrenerek, ondan tarikat ve irşad icazetini aldı." Bu yönüyle Yavsi gerek dini ilimlerde ve gerekse tasavvufta kendini iyi yetiştirmiş, dönemin en meşhur mutasavvıfları arasına girmiştir. Bursalı Mehmet Tahir onun ilmi yönünü belirtmek maksadıyla "zü'l-cena heyn ulemadandır ifadesini kullanmıştır. Taşköprü zade de onu el-Âlim el-Arif-i billah olarak vasıflandırmaktadır."
 Şeyh Yavsi 920/ 1524 yılında İskilip’te vefat etmiştir. Türbesi de kendi adına yaptırılan caminin içindedir.
l

20 Kasım 2017 Pazartesi

BURSA DA BİR İSKİLİP Lİ- AHMET NECATİ BARDAKCI

BURSA DA BİR İSKİLİP Lİ- AHMET NECATİ BARDAKCI  

1953 Yılında Bursa’ da doğan Ahmet Necati, İskilipli ailenin çocuğudur. Babası lokantacılık yaparak, geçimlerini sağlamıştır. Kiralık evde otururlar. Dört kişilik aile, babalarının geliri ile zor geçinir. Kahraman anne, babasının getirdiği kazancını yetirmeye çalışır. Fırsat buldukça iki çocuğunun elinden tutar, Bursa Ulu Camiine götürür. Gelip giderken de çocuklarına nasihat ederek, doğruluğu dürüstlüğü aşılamaya çalışır.

Ahmet, ilkokul 5. Sınıfı İskilip’te, Azmi millî ilkokulunda okur. İlkokuldan mezun olunca, tekrar Bursa ya döner. Ortaokula başlayınca hem okula devam eder, hem de çarşı da pazarda bir şeyler satarak ailesine katkıda bulunmaya çalışır.

Ortaokuldan sonra, ticaret lisesine kayıt olur. Lise’ de okurken, akşamları düğün salonun da fotoğrafçılık yapmaya başlar. Bursa’nın fotoğraflarını çeker.  Elinde halen, Bursa’nın 1970 li yıllarına ait, birçok fotoğraf bulunmaktadır. Bu arada tanıdığı marangoz dükkânında çalışarak, sanat öğrenir. Kapı pencere kasası montajına gider. Okul, marangozluk, resim çekme. Bu üçünü de aynı döneme sıkıştırmıştır.

Bütün gücü ile çalışır ama ekonomik olarak işlerini düzene sokamamıştır. Sevgili annesini rahat ettirememiştir.

Ulu camiye gider. Namazını kıldıktan sonra, caminin arka tarafında bulunan “ Hızır aleyhis selamın yazdırdığı söylenen” VAV harfinin önünde dua ederek, Cenabı Allahtan sıkıntılarının giderilmesi için dua eder.

Ertesi günü yerel bir gazete de, 240 dairelik bina inşaatının ahşap doğramasının yaptırılacağı haberini okur. Hemen görüşmek için, belirtilen inşaat firmasına gider. Birçok insan, firmanın sahibi ile görüşmek için sıra beklemektedir. Görüşmek için sıra da bekler. Diğer bekleyenlerin görüşmeleri bitmiş, sıra Ahmet’e gelmiştir. Patron içerden bağırır” Görüşmek için bekleyen var mı? Genç birisi bekliyor denilince, gelsin der. Karşısında 18 yaşlarında birisini bulur. Ha uşağum niye geldin? Diye sorunca Ahmet- “ ben ilan verdiğiniz 240 dairenin doğramasını yapmak istiyorum.” Der. İşyeri sahibi- “ Sen çok gençsin. Yanına bu işi yapabilecek, tecrübeli birini bulursan işi sana veririm.” der.

Ahmet, marangoz atölyesi de bulunan bir usta ile anlaşarak, birlikte müteahhide giderler. Müteahhit işi bunlara erir. 18 ayda bitirmek üzere anlaştıkları işi, 9 ayda bitirip teslim ederler. İşin bitiminde marangoz makinaları, kerestesi, sermayesi olur. Bundan sonra alacakları işte de bu iş referans olur. Bu dönemlerde Bursa da çekirge semti, yeni yapılanmaktadır. Yeni yapılan evlerin, çoğunun doğramasını Ahmet yapar. Yeri gelir, rampa da bulunan evlere doğramayı sırtında taşır. Bu şartlarda para kazanır, çevre edinir.

Bu işten sonra Bursa da, beyaz eşya ve mobilya satış mağazası açar. Çevresi ve tanıyanları çoğalmıştır. Mağazasına düğün alış verişi yapmaya gelirler. Toplam fiyat ortaya çıkınca, ödemeyi nasıl yaparız diye sorun çıkar. Ahmet nereli olduklarını sorup, köyleri Bursa’ya yakın ve gelişme sahasında ise, arazi karşılığında malı vereceğini söyler. Belki de Bursa’da, bartır sisteminin ilk uygulayıcısı Ahmet olur. Bu durum mal alıcılarının da kolayına gelir. Bir bir gayrimenkul alırken, Ahmet’in dönümlerce arazisi olur. Bunların çoğunluğu ’da zeytinliktir.

Ahmet inşaat işine de girer. Binaları yapıp satar. Fırsat buldukça da gayrimenkul yatırımına devam eder. Hiç bir zaman geldiği yeri unutmaz.  Har vurup harman savurmaz. Çocukları ’da kendisi gibi mütevazı bir hayat sürer. Ne oldum delisi olmamışlardır. Sabah saat 5-6 da tarlanın başına gidip, bakımını yaptırır. Akşam da 9-10 da evine ancak döner. Dostları ziyaretine geldiğinde, onlarla birlikte olacak zamanı da bulur.

Ahmet’in resim çekme alışkanlığı, dost ve akrabaları ile hatıralarını videoya çekme alışkanlığı devam ediyor.

Ahmet’in örnek alınacak çalışma azminin, okunması için bu yazıyı kaleme aldım.

Kendisine sağlık, sıhhat, afiyet diliyorum.

Mustafa Yolcu- 8.9.2017

Myolcu53@gmail.com

 

18 Kasım 2017 Cumartesi

MİSAKIMİLLİ İLKOKULU ( TAŞ MEKTEP)- 3




MİSAKIMİLLİ İLKOKULU “TAŞ MEKTEP” -3

İsmail Beşikci abiymin nostalji kokan bu yazısını da sizlerle paylaşıyorum. Birileri yazmasaydı, birileri çizmeseydi yaşananlar unutulup gidecekti. İsmail abime buradan sizler adına teşekkür ediyor, devamını bekliyoruz.
Misakımilli İlkokulu ( TAŞ MEKTEP)
Misakımilli adı fazla kullanılmazdı. Daha çok, Taş Mektep denirdi. İki katlı, duvarları kalın kesme taşlarla örülmüş bir binaydı. Tavanlar çok yüksekti. Giriş katında da, üst katta da sınıflar vardı.
Taş Mektep ’in bahçesi çok genişti. Bu bahçe, askerlik şubesinin bahçesine bitişikti. Şeyh Yavsi Cami’nin arkasından, bu bahçeye kadar olan alanlar boş, yumuşak topraktı. Çelik-çomak gibi med düş-iyi düş, oyunlar için çok elverişli bir alandı. Bugün bu geniş bahçenin bir tarafında Lise var. Şeyh Yavsi Camisi’nden bu bahçeye kadar olan alanlarda da sokaklar, apartmanlar  var.
Taş Mektebe, 1949 Sonbaharında gönderilmiştik. Dördüncü sınıfa burada başladık.  İlk haftada, asık yüzlü bir erkek öğretmen sınıfa geliyordu. Elinde cetvelle dolaşırdı. O cetveli, olur olmaz nedenlerle sık sık kullanıyordu. Ondan sonra da yine bir hafta kadar bir kadın öğretmen derse gelmeye başladı. O da asık yüzlüydü. Kanımca bu iki öğretmen de İskilipli değildi. İsimlerini hatırlamıyorum. O zaman da bilmiyorduk.  Bu öğretmenlere, geçici öğretmenler deniyordu. Esas öğretmenin yakında geleceği söyleniyordu.
Öğretmenimiz Muzaffer Güneş, kısa bir zamanda geldi. Güler yüzlü, genç bir hanımdı. Sınıftaki her öğrenciyle ilgilenmeye çalışırdı.  O zamanlar sabahçı, öğlenci’ yoktu.  Öğleden önce de öğleden sonra da ders vardı.  Öğle vakti eve yemeğe gider, sonra tekrar dönerdik.
Taş Mektebe geldiğimiz ilk günlerde, Taş Mektepte eğitim görmüş öğrencilerin bir tekerlemesiyle karşılaştık. O tekerleme şöyleydi: “Sakarya salbur saçak/Azmimilli ondan alçak/ Var mı Misakımilli’ye karşı çıkacak?”
Bu tekerleme öğrenciler arasında çok tekrarlanırdı. Bununla, Misakımilli İlkokulu’nun hem bina olarak görkemli olduğu, hem de eğitim kalitesinin birinci olduğu anlatılırdı. Aslında Sakarya İlkokulu bina olarak daha görkemliydi. Sakarya İlkokulu da iki katlıydı ve tavanlar çok yüksekti. Azmi millî İlkokulu ise, hem tak katlıydı, hem de tavanlar çok basıktı…
Taş Mektep ’de tuvalet dışarıdaydı. Kız öğrenciler için, erkek öğrenciler içi ayrı ayrı kabinler vardı. Tuvalet her zaman kirliydi. Su yoktu. Hocalar için bina içinde tuvalet vardı. Azmimili İlkokulu’nda ve Sakarya İlkokulu’nda ise tuvalet binanın içindeydi.
Misakımilli İlkokulu  son gördüğüm de restore edilmiş. Kanımca, aslına uygun bir restorasyon değil. Sakarya İlkokulu’nun önünden, Eylül 2017 Kurban Bayramı günlerinde, dostumuz Eczacı Osman Çağıl’ı ziyarete giderken geçmiştim. Biraz harap bir binaydı…
O dönem, sınıfı, öğrencileri gösteren bir fotoğraf var. Muzaffer hoca, sandalye üzerinde oturuyor.  Arkasında öğrenciler dizilmiş. Ön kısımda da öğrenciler, hocanın etrafında çömelmişler… Öğretmenin iki yanında iki öğrenci var. Onlar da çömelmiş. Öğretmen bir elini bu öğrencilerin omuzlarına atmış. Fotoğrafın bu tarafı dikkati çekiyor.  Bu öğrencilerden bir Yaşar Çizikçi, öbürü de benim…
Sabahları okula vardığımızda ilk derste, temizlik yoklaması yapılırdı. Ellerimizi sıranın üzerine uzatırdık. Tırnaklarımıza vs. bakarlardı.  O yoklamaların birinde, şöyle bir olay yaşanmıştı. Mürsel ağabey, (Mürsel Kazez) sık sık okuldan kaçardı. Bir sabah bizimle, o da sınıfa girmişti.  Ceket cebinde çok iri, elma veya ayva gibi bir şey vardı. Bu hocanın da dikkatini çekmiş olmalı ki, Mürsel ağabeye ‘cebindeki nedir?’ diye sordu. O da, yüksek bir sesle,  ‘alma’ diye cevap verdi. Hoca, ‘o senin evladım, neden alayım, almayacağım.’ Demişti.  Öğretmenimiz o günlerde, İskiliplilerin elmaya, ‘alma’ dediklerini henüz öğrenmemişti.
Okulun kalfası, Ahmet emmiydi. Ahmet kalfa, okulun temizlik işlerine, düzenine, öğrencilerin girişine-çıkışına bakardı.  Ahmet kalfanın oğlu Yılmaz da bu okulda öğrenciydi. Evleri, okuldan hastaneye doğru giderken sol tarafa ayrılan ilk sokaktaydı. Muzaffer öğretmen de bu evde kirada otururdu. Bu evin sokaktan giriş kapısı, her zaman açık olurdu. Giriş üzerinde bir kat daha vardı.  Hocanın kaldığı oda da bu kattaydı. Bu odanın kapısı da her zaman açık olurdu.
Baharda birkaç arkadaş, Hacıkarani’de Koç kayasının eteklerinde, çiçekler toplayıp hocaya götürmüştük. Hoca çok sevinmişti. Bunu bahar aylarında birkaç defa yapmıştık. Bir defasında hoca, odasında yoktu. Ama odanın kapısı yine açıktı. Çiçek demetini bırakarak gitmiştik…
Ahmet Kalfa, Muzaffer hocaya kızı gibi ilgi gösterirdi. Bir gün beden Eğitim dersinde, hoca bizi okulun bahçesine çıkarmıştı.  Askerlik şubesine yakın olan bir alanda, yürüyüş yapıyorduk. İskilipli bir ‘kopuk’ hocanın etrafında dolaşmaya, lafla taciz etmeye yeltendi.  Hemen Ahmet Kalfa göründü ve o adamı oradan uzaklaştırdı.
Hoca bir gün bize, Coğrafya dersi için, ‘Hindistan’ı çalışarak gelin’ diye ödev vermişti. Ben de o Hindistan konusunu, kitaptan evde iyice çalışmış, öğrenmiştim. O gün derste hoca, Hindistan konusuna işaret ederek, ‘kim anlatacak’  diye sormuştu. Ben de parmak kaldırmıştım. Hoca beni tahtaya kaldırdı. Ama tahtada, evde okuduğum öğrendiğim hiçbir şey aklıma gelmedi. Kendim çok zorladım ama hiçbir şey hatırlayamadım. Hiçbir şey konuşamadım.  Çok sıkıldım, utandım. ‘Evde çok çalışmıştım, öğrenmiştim ama…’ diyebildim… Muzaffer hoca, çok sıkıldığımı ve utandığımı hemen fark etti.  Yanaklarımdan okşayarak, ‘ben şimdi anlatırım, sen de hatırlarsın…’ demişti.
Sınıfımızda, şişmanca bir kız arkadaşımız vardı. Kendisine ‘yarım dünya’ deniyordu.  Hoca bir gün Coğrafya dersinde, o arkadaşımızı tahtaya kaldırdı. Japonya ilgili olarak bazı sorular sordu.  O sıralarda, Japonya’da çok zelzele olur diye konuşmalar oluyordu. Coğrafya kitabında da zelzeleden çok söz ediliyordu.  Hoca arkadaşımıza, ‘Japonya’dan ne alıyoruz, Japonya’ya ne satıyoruz?’ şeklinde sorular da sormuştu. Arkadaşımız, ‘Türkiye Japonya’dan en çok zelzele satın alıyor…’ demişti. Sınıfça gülüşmüştük.
Tarih dersinde, Etiler (Hititler) konusu işleniyordu. Tarih kitabında Etilerin Türk olduğu, Orta Asya’dan göçlerle geldikleri yazılıyordu. Hoca da öyle anlatıyordu. Hoca, arkadaşlarımızdan birini tahtaya kaldırdı. Etileri anlatmasını istedi. Arkadaşımız hiçbir şey anlatamadı. Bunun üzerine hoca, kitaptan Etilerle ilgili bölümü bizzat kitaptan okumasını istedi. Arkadaşımız okumaya başladı. O sahifede, Etilerin savaş arabasıyla ilgili bir resim de vardı.  Resmin altında da bir satır kadar küçük bir bilgi vardı.  Arkadaşımız, resmin üstündeki bölümü okudu. Alttaki bölüme geçerken, ‘Resim 5 vs. diyerek’ resmin altındaki yazıyı da okumaya çalıştı. ‘Resim 5…’ diyerek bu yazıyı da okumaya kattığı için, ana metindeki ve resmin altındaki yazılar dilbilgisi bakımından birbirleriyle uyuşmadı.  Arkadaşımız epey bocalamıştı.
Misakımilli İlkokulu ”Taş Mektep” 23 Nisan Bayramı’nda (1950) bir müsamere düzenledi. Bu gösteriler, halkevinin sinema salonunda, filmlerin gösterildiği sahnede yapılıyordu. Öğrencileri müsamereye, Muzaffer Güneş, Saide Subaşı gibi öğretmenler hazırlamıştı. Ben de Sarı Zeybek ve Çiçekler rondunda oynamıştım.
Bu yıllarda, İskilip’te Halk Kütüphanesine de giderdik. İskilip Halkevi’nin bir köşesinde de, kütüphane vardı. Hocaların verdiği bazı ödevler için, kütüphaneye gider çalışırdık. Kütüphane müdürü, arkadaşımız Sungur’un dedesiydi. Çok sert bir kişiydi. Kütüphanede, iki büyük masa vardı. Masanın üzerinde de çeşitli dergiler olurdu. Kütüphane müdürü, o dergileri kurcalamamıza izin vermezdi. Arkadaşlar arasında biraz gülüşmemize çok tepki gösterirdi. Bizleri kütüphaneden atmakla tehdit ederdi.
O yıllarda Hayat Ansiklopedisi, önemli bir bilgi kaynağıydı. Hayat Ansiklopedisi’ni istediğimiz aman, müdür hangi maddeye bakacağımızı sorardı. O maddenin yer aldığı cildi bulur, ilgili maddeyi açar önümüze koyardı. “Öteki sayfaları kurcalamak yok…” diye sıkı sıkı tembih ederdi.
Büyükçe bir defterde, harf sırasına göre kitapların adı yazılı olurdu. Her kitaba da bir numara verilmişti. Katalog böyle tutuluyordu. Müdür bazen merdivenlerle, tavana doğru tırmanarak istediğimiz kitapları indirirdi. 
Kütüphaneden, evde yararlanmak için kitap alınırdı. Kitap bir hafta, on gün kadar evde kalırdı.  Ondan sonra kitabın tertemiz iadesi gerekiyordu. Bir arkadaşımız bu şekilde bir kitap almıştı.  O kitabı, tuvalette de okuyormuş. Bu sırada, kitabı tuvalete düşürmüş. Tuvalet, kanalizasyona bağlı değil, kuyu tuvaletmiş. Kitabı artık oradan çıkarmak mümkün değil. Aile o kitabın tazmini için   çok para ödemişti.
Muzaffer hoca, İskilip’te bir yıl kadar kaldı. Beşinci sınıfta biz okutmadı. İskilip’ten ayrıldı. Beşinci sınıfta öğretmenimiz, Ali Kınak’tı.
Beşinci sınıfa geldiğimizde, öğrenciler arasında bir tekerleme daha dile getirildiğini fark ettik. Tekerleme şöyleydi: “İmtihanın şiddetinden dalgalandı Akdeniz/ Bay öğretmenler zatıâlinizden son numarayı bekleriz.”
Okulda şüphesiz, bayan öğretmenler de vardı. Ama tekerleme hep erkek öğretmenlere vurgu yapıyor. Hayret…
O yıllarda, Beşinci sınıfta yılsonunda mezuniyet sınavları yapılırdı. Bu sözlü bir sınavdı.  Her dersten ayrı ayrı sözlü sınav yapılırdı. Öbür sınıflarda böyle bir sınav yoktu. Sınıf geçmeler, karnelerle belli olurdu.
Beşinci sınıfta, Ergün Aras, Alaattin Bülter, Ömer Karakullukçu, Aytek Koçhisarlı   gibi yeni arkadaşlarımız oldu. Misakımilli İlkokulu’ndan 1951 yılında mezun olduk.
Ali Kınak hoca da o yıllarda, Sungurlu’ya tayin edilmişti. O dönemlerde, İskilip’ten Ankara’ya, Çorum-Sungurlu-,Kırıkkale üzerinden giderdik. Bayat- Çankırı üzerinden giden bugünkü yol, çok sonraları açılmıştı. İskilip-Ankara otobüsü 1958-1959 yıllarında, Sungurlu’nun içinden geçerken,  Ali Kınak hocayı, bir ilkokulun giriş kapısı önünde görürdüm.
Nereden Nereye (1)
Muzaffer Güneş öğretmenle ilgili bir olayı anlatmak istiyorum Mustafa… Bu olay şöyle gelişti. 1958’de, Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okumaya başlamıştım. Fakültenin açıldığı ilk günlerde, Ekim ayının başlarında, Niğde’den bir arkadaşla tanıştım.  Çok kısa bir zamanda arkadaş olduk. Altay Utkan. Birbirimize lise yıllarını anlatıyorduk.  Ben ona Çorum Lisesi’nden, lisedeki hocalardan vs. bahsediyordum. O da bana Niğde Lisesi’ni hocalarını vs. anlatıyordu. Bu sohbetler sırasında, Muzaffer Hocanın onların, Felsefe, Sosyoloji hocaları olduğunu anladım. Bu bilgi beni çok heyecanlandırdı.  Hocaya hemen mektup yazıp kendimi tanıttım.  Hoca hatırladı ve bana mektup gönderdi. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde eğitime devam etmemden dolayı çok sevindiğini bildirmişti. Birkaç defa yazışmıştık. Bu mektuplar, zarfıyla, pullarıyla duruyor Mustafa. Bunları değerlendirmek şüphesiz çok ilgi çekici olacak
Mezuniyetten sonra kısa bir süre, Çorum’da maiyet memuru olarak çalıştım. İçiçleri Bakanlığı’ndan burslu okuduğum için, mecburi hizmetim vardı. Sonra askerlik yaptım.   25 Aylık askerlik sonunda,  P.Yd. Teğ. olarak, 31 Ekim 1964 de terhis oldum. O zamanki Kıbrıs olaylarından dolayı, terhis bir ay gecikmişti.
Terhisten sonra, İçişleri Bakanlığı, beni Hozat’a tayin etmişti. Orada çok kısa bir süre çalıştım. 1964 sonunda, Erzurum’da Atatürk Üniversitesi’nde, Fen-Edebiyat Fakültesi’nde, Sosyoloji asistanı olarak çalışmaya başladım.
“Nereden Nereye…” başlığı altında anlatılabilecek iki olay daha var Mustafa. Bunların biri Ortaokul, bir de Lise yıllarına ilişkin. Bunları da daha sonraki yazılarda anlatmaya çalışacağım.
İSMAİL BEŞİKCİ
Yazıyı aktaran- Mustafa Yolcu
myolcu53@gmail.com

12 Kasım 2017 Pazar

1973 YILI İSKİLİP ENDÜSTRİ MESLEK LİSESİ MEZUNLARI




1973 YILI İSKİLİP ENDÜSTRİ MESLEK LİSESİ MEZUNLARI

11.11.2017 Cumartesi günü Ankara da, 1973 yılı meslek lisesi tesviye bölümü mezunları olarak, İller Bankası sosyal tesislerin de bir araya geldik.

Aradan geçen 44 yıldan sonra, bazı arkadaşlarımızla dışarda karşılaşsak belki de birbirimizi tanıyamazdık. Yıllar bizden bazı şeyleri götürmüştü. Kimimiz aradığımızı bulmuş, kimimiz ’de aramaktan yorulmuştuk.

Zahmet edip bizimle buluşmaya gelen, Bahri Balcı- Gani Turan hocalarımız ’da aramızdaydı. Bize mutluluk verdiler. Sanatı bize onlar öğretmişti.

Bahri hocamızın, hiç unutamadığım sözleri vardı. “Sağı solu bırakın ’da bu memlekete kalıp üretin. Ancak o zaman ülkeye yararlı olursunuz. Bu okulu bitirdiğiniz ’de mesleğinizi yapmasanız bile, eviniz ’de meydana gelen arızaları, kendiniz yapmaya çalışacaksınız.” Demişti. Öyle de oldu. Karşılaştığım her türlü arızaya, önce kendim müdahale etmeye çalıştım. Beceremediğim de ustasına götürdüm.

Bir araya gelerek hocalarımız, arkadaşlarımız hatıralarını anlattılar. Adeta 44 yıl öncesine döndük. Hatıralarımızı yeniledik. Bahri hoca 44 yıl öncesinde, atölye de yaptığımız işlerden,  rahmetlik olmuş Ahmet Demir isimli sınıf arkadaşımızın yaptığı 45 derece eğimli, üçgen geçmenin güzelliğinden bahsetti. Okul binasının duvarına atölyede yaptığımız, Atatürk resmini anlattı. Bahri hoca halen o kadar mesleğine meraklı ki, talebe olup tekrar onun öğrencisi olmak geldi içimden.
Sınıfta bulunan tüm arkadaşlarımızın ismini ve numarasını hatırlıyor, sayıyordu.
Sınıfımızdan dört arkadaşımız, siensi tezgâhında çalışmış, iki tanesi de halen çalışmaya devam ediyormuş.

Sınıfımızdan bir arkadaşımız, İzmir’ de vinç işi ile, bir arkadaşımız ise protez kol, bacak yapım işi ile uğraşıyor. İşyerinde çalışan, 40 işçisi varmış. Sınıfımız ’da atölye de en başarılı arkadaşımız, belediye zabıta amirliğinden emekli oldu. Bu arkadaşımızı her görüşümde, mesleğini yapmadığı için üzülür mesleğini yapmasını isterdim.

Bizim okul zamanın ’da günlük 8 saat ders olur, bunun 4 saati ders, 4 saati de atölye olurdu. Şimdi ise mesleki teknik öğretimde, atölye ’de teknik dersler ’de sembolik hale gelmiş. Öğrenciler bir şey öğrenememektedir. Biz T cetveli ile resim dersine gider, teknik resmi çok güzel öğrenirdik. Şimdi okula T cetveli bile gitmiyor. İki gönye ile  teknik resim dersi yapılıyor. Ne öğreniliyor? Bilemiyorum.

Teknik öğrenimde gördüğüm hata ve kusurları, Milli Eğitim Bak. Teknik Öğrenim genel Müdürü ne aktardığım da, “ Mevcut öğrenim programımız, AB. Öğrenim programı esas alınarak yapılmıştır.” Demişti. Bu program, meslek öğrenme esasının dışında, meslek öğrenememe esası için düzenlenmiştir. Bir an önce bu hatadan dönülmelidir.

Arkadaşlarımızla buluşmadan sonra, seneye tekrar buluşmak üzere vedalaşarak ayrıldık. Tabi kim öle kim kala. Tüm arkadaş ve hocalarımıza sağlık, sıhhat ve afiyet diliyorum.

Mustafa Yolcu

Myolcu53@gmail.com 

2 Kasım 2017 Perşembe

İSMAİL BEŞİKCİ- AZMİ MİLLİ İLKOKULU (2)


İSMAİL BEŞİKCİ- AZMİ MİLLİ İLKOKULU (2)
İsmail Beşikci ağbeyin bu güzel yazısını' da sizlere sunuyorum.
Emekleri için kendisine teşekkür ediyor, yazmasa idi bütün bunları bilen hiç kimde kalmayacaktı. Kendisinden başka yazılar da bekliyorum. MUSTAFA  YOLCU
İlkokula 1946 yılında başladım. O dönemde, Hanönü Camisi önünden ve köprüden geçerek çarşıya, caddeye ulaşan  bugünkü yol yoktu. Arada geniş bir bahçe vardı. Bu bahçeye cehrilik denirdi. Cehrinin boya yapımında, kök boya üretilmesinde kullanılan bir bitki, bir ağaç olduğu söylenirdi. Cehrinin çiçeklerinden ve tohumlarından sarı ve kırmızı renkli boyalar üretilirmiş.
Boyacıların dükkânları, Salliler başındaydı.  Boyaya batırdıkları iplikleri, bukle bukle, tezgâhlarının önüne asarlardı. Sarı, kırmızı, yeşil, mor pembe, kara iplik buklelerini böyle kuruturlardı. Renkleri çok canlı dururdu.
Hanönü Camii’ni köprüyü geçtiğimiz zaman,  Azmimilli İlkokulu’na gitmek için iki yol vardı. Birinci yol Pirinç Pazarı’ndan geçerdi. Önce Susuz Han’ın, sonra Sulu Han’ın önünden geçerek Ekin Pazarı’na, Belediye’nin önüne varırdık. Oradan da İskilip- Çorum yoluyla okula. İkinci yol da,  Akçay’ın (Boklu çay)  kıyısındaki Anaçların evinin önünden, Felekler Aralığı yoluyla Mısdaklar Konağı’na varıp oradan kıvrılarak, İskilip-Çorum yolundan okula varırdı. Bu yollar bana çok uzun gelirdi. Kanımca, bugünkü yol 1947-1948 yıllarında açıldı.
 O yıllarda, Anaçlar’ın evinin sokak kapısı her zaman açık olurdu. Bu ev okulun bahçesine bitişikti. Evin avlusundan okulun bahçesine ulaşılabiliyordu.  Bir duvarla,  ev okulun bahçesinden ayrılıyordu. Avludan okulun bahçesine açılan, genişçe bir delik te vardı.  O zamanlar, o deliğe zunnuk deniyordu. Zunnuktan geçmek… O delikten geçerken yere yatıp iyice sürünmek gerekiyordu. Ahmet Kazez ikinci, üçüncü sınıfta o yolu çok kullanıyordu. Kestirme bir yoldu.   Bazen bu geçişler sırasında evden bir kişi yakalar, “bir daha buralarda sizi görmeyeyim…” diye bağırır, azarlardı.
Felekler Aralığında,   bakımsız bir ev daha vardı. O evin avlusundan da önce Kilci Hamdi’gilin bahçesine, oradan da okulun bahçesine varılabiliyordu. O evin sokak kapısı da her zaman açık olurdu. O avludan geçişler daha rahattı.
O yıllarda Eylül ayı sonlarında,  okul yöneticileri kendi okullarına bağlı mahalleleri, sokakları dolaşarak,  yedi yaşına gelmiş çocukları okula kaydederlerdi. Aileler, çocuklarının okula kaydedilmesini engellemek için onları kaçırırlardı. Özellikle kız çocuklarını çok kaçırırlardı.  Sınıfımızda, Hüseyin Karhınlı isimle bir arkadaş vardı. Numarası bir idi.  1 Hüseyin Karhınlı. Demek ki babası oğlunun okula gitmesini, okumasını çok istemiş. Belki de bizzat kendisi okula giderek, oğlunun kaydedilmesini sağlamış. Hüseyin Karhınlı’yı orta boylu, tıknaz bir arkadaş olarak hatırlıyorum.  Bir de 9 numaralı Ali Çiçek vardı.  9 Ali Çiçek… Ali Çiçek’in siması daha açık gözümün önüne geliyor. Uzun boylu, zayıf bir arkadaştı.
Birinci sınıfa öğretmeniz Nadir Beydi. İskilipli değildi. Okulun başlamasından 8-9 gün sonra, bir hafta kadar derslere gelmedi. Derslere başka hocalar giriyordu, çoğu zaman da dersler boş geçiyordu. Son dersten sonra, okuldan eve ablam Satı ile birlikte giderdik. Akşam karanlığı başlamış olurdu. O üçüncü sınıftaydı. Öğretmeni, Mehmet Kısar hocaydı. 
Dersimizin boş geçtiği bir gün, ablamım sınıfının önünde, dersin bitmesini bekledim. Ders bitince beraber eve gidecektik. Kapının önünde beklerken, Mehmet Kısar hoca beni gördü. Neden beklediğimi sordu. Öğretmenimizin gelmediğini, dersimizin boş geçtiğini,  ablam Satı’yı beklediğimi, beraber eve gideceğimiz söyledim. Hoca benim iki koltuğumdan tutarak, sınıfa soktu. Ablamın yanına oturttu.
Ablam o zaman, Şaziye isimli bir kızla oturuyordu. Ablam onunla iyi arkadaştı. Onların evini biliyorum. Ulaştepe’ye giderken, en son köprünün başındaki, kalenin hemen eteğindeki bir ev. Ondan sonra yol yoktu.  Kale doğrudan çaya iniyordu. Şaziye’nin babasının Mutaflar Çarşısı’nda,  bakkal dükkanı vardı. Babası ve ağabeyi aynı dükkan’ da çalışıyordu. Kalenin arkasına geçmek için,  kalenin eteklerini tırmanarak yol almak gerekiyordu.
Satı ablam ve arkadaşı, pencerenin yanındaki sırada oturuyorlardı. Oradan, karakolun merdivenleri ve cezaevinin alttaki kapısı çok açık bir şekilde görülüyordu. Sınıfla bina arasında 3-4 metre kadar mesafe vardı. Azmimilli İlkokulu’na çok yakın olan bu binanın alt katının cezaevi, üst katının karakol olduğunu, İskilip Hükümet Konağı’nın tam karşısında yer aldığını daha önceki yazıda belirtmiştim.
Karakola dışarıdan merdivenle çıkılıyordu. Askerler, elleri kolları bağlı birilerini karakola çıkarıyor,  başka askerler de yine elleri- kolları bağlı birilerini karakoldan indirip, alttaki cezaevinin kapısına doğru yöneliyordu. Askerlerin, yanlarındaki adamlarla birlikte paldır-küldür inişleri, çıkışları çok dikkatimi çekiyordu. Bazen elleri-kolları bağlı bu adamlar,  zincirlerle de bağlanırdı.  Zincirlerin şangırtısı, sınıftan çok rahat bir şekilde duyuluyordu. Askerlerin süngüleri bu zincirlere çarptığı zaman, süngülerin ucunda parıltılar meydan geliyordu. Ablam sık sık beni dürterek “  kımıldama, ayaklarını sallama, pencereden dışarıya bakma tahtaya bak…” gibi şeyler fısıldıyordu.   Ama ben de dışarıya bakmaktan kendimi alamıyordum.  Ablamın bu dürtüklemelerini Mehmet Hoca fark etmiş, “baksın baksın, istediği gibi otursun. O bu sınıfın öğrencisi değil, henüz küçük, okula yeni yeni alışıyor.” Demişti.
Mustafa ben vasat bir öğrenciydim. Durumum zayıf, orta, iyi, pekiyi sıralamasında, iyiye tekabül ediyor. Ama ablam çok zeki idi. Hesap-kitaptan çok iyi anlıyordu. Çantası, çok tertipliydi. Kitapları, defterleri çok temizdi.  Kitaplarının, defterlerinin sahifelerinin hiç birinde kıvrık yoktu. 1948 yılı 23 Nisan Bayramı’nda, ‘Samsun’dan Doğan Güneş’ tablosunu, bir erkek arkadaşı ile birlikte ablam Satı’ya taşıtmışlardı. Bayram yerinden okula dönünce onlara, bir tarafı mavi, bir tarafı kırmızı olan kalemden armağan etmişlerdi. Mehmet Kısar hoca, ablamın çok iyi bir öğrenci olduğunu söylerdi.
Hacıpiri Mahallesi’nde bizim sokak’ta, bir komşumuz vardı.  Celal Emmi’yi hep, hasta yatağında hatırlıyorum. Celal Emmi’yi çarşıda-pazarda, sokakta hiç görmedim. Kapının önünde de görmedim. Hep, evlerinin giriş katından sonraki katta merdivenin karşısındaki dip odada, hasta yatağındaydı.  O eve doktor da girmezdi. Bazen kurşun dökme, tuz çevirme gibi pratikler uygulanırdı. Bunlara ‘koca karı ilaçları’ denirdi. Yoksul bir aileydi. Celal emminin tabakhanede, deri ıslahında çalışırken hastalandığı söylenirdi.
Evi, Celal Emminin eşi Hatice teyze idare ederdi. Hatiplerin Hatice. (Hatıpların Hacca) Celal Emminin ilk eşi vefat edince, Hatice teyzeyle evlenmişti. İlk eşinden, Nuriye (Noriş, o biraz uzun söylenirdi. ) ve Ganime,Hatice teyzeden de Sami isimli çocukları vardı. Nuriye ablamım sınıfındaydı. Ama okula devamında sık sık kesintiler olurdu.
İskilip’in hemen yakınında, Abdıliçi denilen bir mevki de bahçeleri vardı. Hatice teyze o bahçeyi, baharda tek başına teper, ekim yapar, fidelerin otlarını ayıklardı. Yazın  sulama işlerini yapar,  elde ettiği ürünleri toplar,  sırtında taşıdığı bohçalarla, ellerinde taşıdığı çit ve sepetlerle eve getirirdi. Ürünlerin bir kısmını da, Kadınlar Pazarı’nda satmaya çalışırdı.  Bahçeye giderken de sık sık Nuriye ablayı, yardım etmesi için yanında götürürdü.  Bu yüzden Nuriye sık sık devamsız olurdu.  Daha önceki yazımda, okula devam etmeyen öğrencilerin ebeveynlerinin cezaevine konulduğunu belirtmiştim.  Nuriye’nin devamsızlığı yüzünden Hatice teyzeyi de, birkaç defa cezaevine koymuşlardı.  Hasta olan Celal emmi’yi götüremedikleri için, Hatice teyzeyi cezaevine kapatırlardı.
Ganime ve Sami o zaman çok küçüklerdi. Onlara ve babasına Nuriye abla bakardı. Aslında o da bizlerden biraz büyük, 12-13 yaşlarındaydı. Ahmet Kazez’ le birlikte, cezaevine babasına yemek götürürdük. Hatice teyze cezaevine konulduğu zaman anam, birçok defa yemek hazırlayıp, benim cezaevine yemek götürmemi istemişti. O zaman da Ahmet Kazez’le birlikte giderdik.
Erkeklerin ve kadınların koğuşları, ayrı ayrıydı. Parmaklıklar arasından tutukluların, mahkûmların, havalandırmada nasıl dolaştıklarına bakardık. Kadınların gardiyanı, bizim mahalleden Nuriye teyzeydi. Ayakkabı boyacısı Mehmet ve İsmail ağabeyin analarıydı. Babaları da bekçiydi.  İsmail ağabey, bizlerden büyüktü ama Taş Mektep ’de bizim sınıftaydı.  Mehmet Ağabey ondan daha büyüktü. Nuriye teyzenin çok sert bir gardiyan olduğu, tutuklu kadınlara iyi muamele etmediği söylenirdi.
İkinci sınıftaki öğretmenimiz Gülay isimli kadındı. O da İskilipli değildi. Gülay öğretmenin bir kız kardeşi daha vardı, o da öğretmendi. O da Sakarya İlkokulu’nda öğretmendi. Kanımca ikiz kardeştiler. Tanayların evinde kirada oturuyorlardı.  Bugün, İskilip Hükümet Konağı’nın bulunduğu alan, Tanayların evi ve evin bahçesiydi. Gülay öğretmen ve kardeşi cadde üzerindeki bir evde oturuyorlardı.
1955’de, Çorum’da çimento fabrikası kurulmuştu. Bir ara kalenin  arka tarafı, çaydan yana olan kısmı dinamitlerle parçalanır,  elde edilen  taşlar Çorum’a götürülüyordu. Çimento için gerekiyormuş. Kalenin o kısmında, ‘Kırk badallar’ dediğimiz merdivenler vardı. Bu merdivenler kalenin zirvesine doğru tırmanıyordu…  Birkaç defa bu basamakları ben de çıkmıştım. Kalenin dinamitlenmesi sırasında bu ‘Kırk badallar ’tahrip olup,  kayboldu. Bir süre sonra, kalenin dinamitlenmesi durdu.   Kale taşları çimento üretimi için uygun değilmiş…
Üçüncü sınıfta öğretmenimiz İbrahim Kestek’ti.  İlkokul deyince hemen zihnimde,  Azmimilli İlkokulu ve İbrahim hoca canlanıyor. Sanki beş yılda da hocamız İbrahim Kestek’ti gibi bir algılama var.  Hâlbuki sadece üçüncü sınıfta öğretmenimizdi. Hoca, bir bahar günü bizim bütün sınıfı, Kireçdere’ye doğru geziye götürmüştü. Şüphesiz yürüyerek… O zaman İskilip’te, motorlu araçlar zaten çok çok az, nadirdi. Kireç Dere’ye varmadan solda, cevizlerin altında eğlenceli bir gün geçirmiştik. Hoca bize burada, çiçekler, böcekler, kuşlar…  Hakkında bilgi vermişti. Yolda, gelirken de, giderken de… doğa iyice çiçeklenmişti. Bu alan, cevizlerin altı, hala öyle duruyor.
İbrahim hoca bir gün de bizi, Hindoğlu Yokuşu tarafına götürmüştü. Bugün, kaymakamın lojmanın yer aldığı alanda, tepenin eteğinde bir çeşme vardı.  O çeşmenin suyu da, Boşça Kavak Deresi’nden geliyordu.  Hoca bize, suların yer altında süzüle süzüle temizlendiğini anlatmıştı. O gün bu çeşmenin kaynağı olan, Boşça kavak Deresi  tarafına da gitmiştik. Oraya da su Yivlik tarafından, dağlardan tepelerden  süzülerek geliyordu.
O yıllarda İskilip’te, orta halli ailelerin inekleri ve eşekleri olurdu. Bu ailelerin bağları ve bahçeleri de olurdu.  Bağa, bahçeye giderken yükleri eşekler taşırdı. Motorlu araçlar 1940’larda, 1950’lerin başlarında çok azdı. Bizim de ineğimiz ve eşeğimiz vardı. Bağımız, bahçemiz de vardı.
İnekleri sığıra katmak önemli bir olaydı. İskilip’in bazı mahallelerinin inekleri, sabahleyin Hacıkarani Köprüsü’nün başında toplanır, çoban onları yavaş yavaş, Kaçak tarafına otlatmaya götürürdü. O zamanlar,  1940’lar, 1950’lerin başları,  bugünkü sanayi sitesinin olduğu alanlar otlaktı. Bu şüphesiz bahar, yaz, sonbahar aylarında olurdu.
Sabahleyin ineği sığıra katmak, benim işimdi. Akşam sığırdan gelen inekleri, Hacıkarani Köprüsü’nün başında karşılardık. Herkes kendi ineğini bulur, evine götürürdü. Akşam sığırdan dönen ineği karşılamak ve eve getirmek de benim işimdi. İnekler dönünceye kadar bir süre, Koçkayası’nın eteklerinde arkadaşlarla birlikte bekleşirdik.  Hacıyolu bekler gibi… Çoban bizim mahalledendi. Evleri Koç Kayası’nın eteklerindeydi.  Mehmet Ağabey’in, Azize’nin babası… Mehmet Ağabeye Morfinli Mehmet  de denirdi İskilip’ de getir-götür işleri yapardı. Çok içki içen biriydi. Sık sık sarhoş olur, sokaklarda yatardı. 1970’lerde, 80’lerde biraz uslandığı söylenirdi.   Eşeği günde bir defa suya götürmek ise, ağabeyim Muhittin’in işiydi.
1949-1950 yılı eğitim devresinde, Misak-Milli İlkokulu’na gönderildik.  Gönderilen  öğrenciler arasında,  Yaşar Çizikçi, Ahmet Kazez, Mürsel Kazez, Ahmet  Namlı, Halil Ustaların Ahmet Namlı, Ahmet Kaltakçı ,Ahmet Kaymak, İsmail Yağlıcı, Yaşar Kaygusuz, Sungur, İsmail Yağlıcıların sokağından Mustafa,  Kadriye, Ayşe, Nezihe, Nahide, Zahide, Nebahat, Behiye… vardı.
Misal Milli İlkokulu’nu da bundan sonraki bir yazıda anlatayım Mustafa…




26 Ekim 2017 Perşembe

BİSİKLET MACERASI




BİSİKLET MACERASI

Küçüklüğümüz de bisiklet, çok pahalı idi. Sadece zengin aileler, çocuklarına bisiklet alabilirdi. Ben babama, bisiklet aldırmak için çok uğraştım ama aldıramamıştım.

İskilip’te Meydan Mahallesi karaağaçların orda, Hacı Karani’ de spor sahasının yanın ’da, beş dakikası 25 kuruşa bisiklet kiraya verilirdi. Bende buralarda bisiklet kiralar, bisiklet sürme zevkini tatmaya çalışırdım.

Karaağaçların orda, bisiklet kiralamıştım. Ayaklarım bisikletin pedallarına yetişmiyordu. Yarım pedal ile bisikleti sürüyordum. Daha kötü olanı, bisikletin zinciri pantolonumun paçasını kapıyordu. Böyle olunca da pedala basamıyor, bisiklet devriliyordu. Aynı tarafıma düşüyor, tekrar kalkıp bisikleti sürüyordum. Daha sonra, kalçamın üzerine düştüğüm tarafı ağrımaya başladı. Eve gidip kalçamın yan tarafına baktığımda, kara bere olduğunu gördüm. Oranın ağrısı 5-10 gün sürdü. Sonra kendiliğinden geçti. Merhem falanda kullanmamıştım.

Sanırım ilkokul 3. Sınıfta idik. Okulda sabahçı olarak okuyor, öğleden sonra boş kalıyorduk. Bir gün eve gelip, okul önlüğümü çıkarıp sokağa çıkınca, aynı sınıfta okuduğum akrabam ile karşılaştım. Çarşıya doğru gidiyordu. Nereye gittiğini sordum. “ Kaçağa annemlerin yanına gidiyorum.” Dedi. Yalnız başına gidilir mi?   Diye ikaz ederek, bende yanına katıldım. Bu akrabam, rahmetli Ahmet Dursun’un yeğeni idi. Hacıkarani köprüsüne gelmeden, Ahmet ağabeyim ile karşılaştık. Bir arkadaşının bisikletine binmiş, kaçağa gidiyordu. Bize nereye gittiğimizi sorunca, kaçağa gidiyoruz dedik. Oda binin bisiklete dedi. Ben ön tarafa, yeğeni de arka seleye oturdu.

O zamanlar yollar, stabilize kaplı idi. Yanımızdan araç geçince, bizi toza boğuyordu. Bir bisiklette üç kişi idik. Yokuşa gelince bisikletten iniyor, yokuş aşağı süratle gidiyorduk. Ahmet ağabeyim çok yoruluyordu. Sporcu yapısı ile yola dayanıyordu. İne çıka kaçağa gelince, bisikletten inip meyveliğe doğru koşmaya başladık. Bizimkiler bizi görünce şaşırdılar. Nasıl geldiniz diye sorunca “ Ahmet ağabeyim ile geldiğimizi söyledik.” Öyle yemeğini de birlikte yedik.

Çarşı da eczane de çalışan Yaşarın, siyah bir bisikleti vardı. Bazen onun bisikletini kiralıyor, Hacıkarani ye doğru gidiyordum. Yaşar bana, bisikletini Hacıkarani de kiraya vermemi söyledi. Teklifini kabul ettim. Böylece istediğim kadar bisiklete binecek, para vermeyecektim. Eczaneye geliyor, bisikleti alıp gidiyordum. Bir gün Hacıkarani’de Ahmet Çorsuz, Ali Kalın, Eczanenin sahibinin oğlu ben, hepimizin altında bisikleti ile karşılaştık. Sabah erkendi. Evden kahvaltı yapmadan çıkmıştım. Hadi biraz bisiklet sürelim dedik. Önce Hindoğlu yokuşuna, sonra kanara çeşmesine geldik. Karnımız acıkmıştı. Çeşmeden su içtik ama karnımız doymuyordu.

Bağına bahçesine gidenler, hayvanlarını sulamak için çeşmeye geliyordu. Kimseden yemek için ekmek isteyemiyorduk. Bir kişiden istedik, oda ancak kendine yetecek kadar azığının olduğunu söyledi. Geldiğimize, geleceğimize pişman olmuştuk. Dönüp gelirken, pedala basacak takatimiz kalmamıştı.



Zorlanarak çarşıya geldim. Bisikleti teslim edip, fırından pide alıp eve gittim. Rahmetlik annem, yoğurtlu dünür çorbası yapmış, sıcağı ile duruyordu. Pide ile yediğim o çorbanın tadını unutamıyorum.

Büyüyüp çocuklarım olduğunda, iki çocuğuma da yaşlarına göre binebilecekleri iki kere bisiklet aldım. Benim bisikletim olmamıştı ama çocuklarım bisiklete binme zevkini doyasıya tattılar.

Mustafa Yolcu
26. 10. 2017 







17 Ekim 2017 Salı

ÖNCE SELAM, SONRA KELAM




ÖNCE SELAM, SONRA KELAM


Arkadaşıma telefon etmiştim. Arkadaşım telefonu açınca, konuşmaya başladım. Arkadaşım bana” Önce selam, sonra kelam.” Dedi. Önce şaşırdım sonra arkadaşımın ne dediğini anlayarak, haklısın dedim. Önce selam verip, sonra konuşmaya başlamalıydım.

 Selçuklu eserlerinin hitabelerinin başında, Önce Selam, Sonra Kelam  sözü yazılıdır.  Bu tespit çok doğruydu. Birçok şeyin yanında, bir birimize selam vermeyi de unutmuştuk.

Küçükken eşeğimize biner, annemle bahçeye giderdik. Ben karşılaştığım insanlara selam verirdim. Bu durum annemin hoşuna gider,” maşallah oğluma, adam olmuşta selam da verirmiş.” Derdi.

İnsan selâm vererek karşısındaki insana, bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla, dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır. Yüzler tebessümle güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.

İnsan, yaşadığı toplumun; âdet, dil, inanç, kültür gibi değerlerini dikkate almak zorundadır. Toplum, ortak değerleri benimseyen, onları hayatlarına yansıtan insan topluluğudur.
Ortak kültürel değerler, ortak bir yaşama biçimi oluşturur. Ortak değerlere aykırı davranan insan, kendi toplumuna yabancılaşır.

Ortak değerler, yaşandıkça gelişir. Bu değerler, toplumun bütün insanlarını bir arada, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını sağlar.

Toplumda yaşayan insanların, kendi aralarında sağlam köprüler oluşturmaları ve sağlıklı bir iletişim kurmaları gerekir. Bu iletişimin ilk basamağı selâmlaşmaktır.

Selâm, insanlar arasında kurulacak iletişimde önemli bir adımdır.Okulda, çarşıda, pazarda, camide, selâmla kurulan yakınlık, dostluğa, kardeşliğe dönüşür.

Günümüz de aynı apartmanda yaşayan, aynı kurumda görev yapan insanların, birbirlerine selâm vermeden merhaba demeden yaşadığı ne yazık ki bir gerçek.

Aynı apartmanı paylaşan, bindikleri asansörde birbiriyle selâmlaşmayan asık suratlı insanlar, insanlara tebessüm etmenin, güler yüzlü davranmanın bir ibadet olduğunu bilmiyorlar.

Selâm vermek, “selâmünaleyküm” demek, güler yüzün, iyi niyetin kelimelerle bir ifadesidir. Selâmdan uzak, böyle insanlardan oluşan bir toplum, sağlıklı bir iletişim kuramayacağı gibi, birlikte yaşamanın mutluluğunu da yaşayamaz.

Sevgili Peygamberimiz, insanların birbirini sevmesinin ve birbiriyle kaynaşmasının reçetesini şöyle veriyor: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz; birbirinizi sevmedikçe, olgun bir imana sahip olamazsınız. Size, yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şeyi haber vereyim mi? Aranızda selâmı yayınız!..."

Birbirimizi sevmek, inancımızın bir gereğidir. Birbirimiz için güzel şeyler dilemek de hem dinî, hem de insanî görevimizdir. Birbirimizi sevmenin, en önemli reçetesi ise selâmlaşmadır.
Selâmı vermek sevmeye; selâmı yaymak, selâmlaşmak, sevgiyi topluma yaymaya vesile olur.

Selâmlaşan iki insan arasında; sevgi, saygı, kaynaşma canlanır ve büyür. Bir selâm, bir güler yüz, iletişimin altın anahtarı olur. Selâm, konuşmanın önünü açar: “önce selâm” verilir “sonra kelâm’a/söze geçilir. Atalarımız, “önce selâm, sonra kelâm” demiyorlar mı?
Dünyevî hiçbir kaygı gütmeden, belki hiç de tanımadığımız bir insana, “Allah’ın selâmı üzerinize olsun!” demek, ne güzel bir dilek, ne güzel bir duadır!

İnsan verdiği selâmla,  selam verilen insana bir adım daha yaklaşır. Alınan selâmla,dostluğa kardeşliğe bir adım daha atılır . Yüzler tebessümle daha bir güzelleşir. Gönüllerde sevgi çiçekleri açar.

Günümüz de yoğun bir tempo ile yaşıyor, selâma, konuşmaya, hatır sormaya, ziyarete gitmeye vakit ayıramıyoruz.

Mutlulukların paylaşıldıkça artacağını, dert ve sıkıntıların ise azalacağı gerçeğinin farkına varamıyoruz. Bu durum bizi strese, sıkıntıya sokuyor, sinirli çekilmez bir hâle geliyoruz. Kendimizle barışık olmayınca, kendimize ve ailemize, çevremize sıkıntı verir hale geliyoruz.

Bu olumsuz tabloyu sağlıklı kılacak şifre; selâmdır. Selâm, sevgi, saygı ve insanlığın anahtarıdır.

İnsanı insana yakınlaştıran, sevdiren, saydıran, anlaştıran şifreli kelime "selâm" dır. Bu şifreli kelime, ilişkilerimizi ısıtacak, dostluk, kardeşlik kapılarını açacak, bizi daha olgunlaştıracak ve mutlu bir insan kılacaktır.

Bunun için " ÖNCE SELAM, SONRA KELAM" şartını unutmayalım.

Mustafa Yolcu
17.10.2017