26 Nisan 2013 Cuma

1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 6


1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 6

ESKİ- YENİ

Boş zamanlarımda, gezmek isteği duyarım kasaba’da. Oysaki bu çok sıkıntılı olur. İnsan, gezi sırasında işine gider gibi yürümüyor. Etrafına bakına bakına, salına salına geziyor.

Kasabanın içinden geçen Uludere(Meydan çayı) kenarı boyunca, gezilmesine doyum olmaz özellikle. Hele içerlere doğru uzandıkça, yıllar yılı değişmemiş kasabayı bulursunuz. Evleri, insanları, tabiatı, bitki ve hayvanlar ile bu bölüm sanki taş devrinden beri donmuş kalmıştır. Gezdikçe seversin buraları.

Adım başında, durmadan akan çeşmeler görürsünüz. Başlarında kadınlar buğday yıkarlar, işlerini bırakır, arkalarını döner, geçmenizi beklerler. Üzülürsünüz.

Karşıdan eşeğine binmiş, bahçesine giden bir kadın gelir. Sizi görünce hayvanını duvar dibine dehler, geçmez yanınızdan. Sıkılırsınız. Dört yol ağzında sizi çaprazlamasına geçmek isteyen kadının, çok uzaktan geçmenizi bekleyişini görünce, yavaş adımlarınızı çabuklaştırırsınız. Bu anda çeşmelerin gürül gürül akan su sesi kulaklarınızdan silinir. Çevrenizi saran güzellikler kaybolur birden.

Pencerelere hevenk hevenk soğanlar, sarı sarı mısırlar asılır. Beyaz çarşaflara sürülmüş erik pestilleri sarkar. Üst katları hiçbir zaman tamamlanmamış binaların, karanlık bırakılmışlığını bunlar hafifletir. İki kenarda, bir duvar gibi yükselen dağların siluetine yemyeşil kavaklar düşer.

Mahalleleri birbirine bağlayan asma köprüler, kasabaya eski çağ özelliği verir. Ziftle karartılmış bu köprülerden, tokur tokur arabalar geçer. ( Köprülerin yerine şimdi beton olanları yapıldı. Hiçbir özelliği olmayan basit, sevimsiz şeyler bunlar. Kasabaya hiç yakışmıyor.)

Az yürürsünüz, karşınıza bir mescidin kanarya sarısı badanalı minaresi çıkar. Çıplak tepelerin, yeşil kavakların arasında uzanan bu sarı renk sizi öylesine çeker ki, oturup bir kenarda renk cümbüşünü duyularınıza tattırmak istersiniz. Olmaz. Çevrenizdekilerin bütün bakışları üzerinizdedir.

Dere boyunda konak misali büyük evler görürsünüz. Pencerelerini sardunyalar, fesleğen saksıları, hevenk hevenk kırmızıbiber demetleri süsler. İsten dumandan kararmış, üst katları yarım evlerin karanlıkları arasında birden aşı boyalı bir ev size tanıdık çıkar. Durup bakmak istersiniz. Bakamazsınız ki.

Kasabanın bu köşesi motor sesinden de öksüzdür. Otobüs ve kamyonlar buraya hiç gelmez. Yalnız o gencin sürdüğü bir traktör girer bu sokaklara. Düdüğünü öttüre öttüre. Sesi size Suadiye taraflarını hatırlatır. Çevrenizden geçen tren, pencerelerde el sallayan insan ararsınız. Ses yakın tepelerde yankılanır. Renkleri, sesleri, biçimleri seversiniz hep.

Ama rahat göremez, duyamaz, tutamazsınız. Yolunuz üstündeki çocuklar oyunlarını siz geçerken keserler. Kapı önünde oturan kadınlar, hemen evlerine girerler. Daha ilerde, kapı önünde oturmuş oynayan iki yaşındaki çocuğu, annesi bir koşuda evden çıkarak kapıp içeri alır. Ardına kadar açılmış kapıların kapanıverdiği olur. Naçar geri dönersiniz.

Kasaba şimdi çarşı tarafında yenileniyor. Kasabayı vilayete bağlayan parke caddenin iki yanı, hastane tarafındaki yamaçlar, bu günün anlayışına yakınlıkta binalarla süsleniyor.

Çarşıda öyle. Eski çarşıda şimdi yalnız sallilerle ( salıncakçılar) keçeciler kaldı. İzbe, dar sokaklar, yıkık pencereler, eğri büğrü kaldırımlar, küf kokan hava var burada. Bakırcılarla, demirciler çarşısı yeni. Pazar yeri yenidir. Hele belediye meydanın da vitrinleri İstanbul işi düzenli dükkânlar, sizi kasabanın eski havasından kolaylıkla ayırıyor.

Yeni yapılan hal binası, birçok çöp yığını dükkânların canına kıydı. Evlere elektrik, su girdi. Memur kadınları çarşı pazara alıştı. Uludere’nin iki yanı rıhtım oldu. Dışla ilişkisi olanlar eskiyi yıkıp yerine yenisini koyuyor. Yeni yavaş yavaş, alıştıra alıştıra kenar sokaklara doğru gidiyor.

SALLİ

Kasabaya yeni geldiğim günlerdeydi. Satranç takımımın piyadelerini çektirecek bir tornacı arıyordum. Yerli arkadaşlar sallileri salık verdiler. Önce dediklerinden bir şey anlamadım. O zaman arkadaşlar:
- Belediyenin arkasındaki sokağa gir. Sağlı sollu dükkânlara bak dediler. Aradığını orada bulacaksın.
Akşamüstü dedikleri sokağa girdim. Dar, basık, pencereleri kirden, isten kararmış, kaldırımları eğri büğrü bu sokak meğer bir hazine saklarmış! İstanbul’un Tahta kalesindeki hamur tahtası, oklava, havan, tahta tabak yapan el tezgâhlı tornacılarıydı bunlar. Farklı tarafları renkli oluşlarıydı. İsli pencerelerin ardında acı morlar, gök yeşiller, ateş kırmızılar, çivit maviler, kanarya sarılar görülüyordu. Şaştım.

Dükkânlardan birine girdim. Beşik takımları çekiyordu. Kırmızı, sarı, yeşil, mor ve mavili beşiklerden. Duvarlarda bitmiş, büyüklü küçüklü beşikler müşteri bekliyordu. İçlerinde oyuncak olanlarda vardı. İpinden çekince dönen iki tekerlek, dingile bağlı dişliyi çeviriyor, bu dişlilerde araba üstünde sıralanmış dibek tokmaklarını sıra ile kaldırıp indiriyor. Araba yürüdükçe tik- tak- tok diye sesler çıkarıyor.

Daha sonraları bu sallici ile ahbap oldum. Ona bacakları uzun hasır iskemleler çektirdim. Ağaç kısmı süslü iskemleler. Ama iskemlenin bacaklarını masaya uygun yükseltinceye kadar akla karayı seçtim. Adam bir türlü eski geleneklerini bozup, sandalyeyi yükseltmiyordu. Fiyat umurumda değildi. Her ısrarımda:
- “Napıcan, bu leylek yuvasını böyle. Dingil üstünde oturulumu?” diyordu.
Ona bir türlü, masada yemek yerken alçak iskemlede oturulamayacağını anlatamadım. Sonunda:
- “Etme usta. Benim canım böyle dingil üstünde oturmak istiyor, daha diyeceğin varmı?” dedim.İskemleler oldu. Ama verdiğim ölçüden 10 santim noksandılar!
Çarşambaları vaktim oldukça bu dükkâna uğrar, köylülerin beşik siparişlerini dinlerim. Buğdayını satanlar, karı- koca, korka korka sallilere gelirler. Kadının iki eli belindeki kuşağına sokuludur. Adam önden gider. Sallicinin kapısına dikilirler. Konuşmazlar. Sallici onları görmemezlikten gelir. Sonunda erkek içeri girer. Selamlaşırlar. Kadın kapıda kalır. Adam yere çömelir. Eline aldığı talaşları karıştırır. Dudaklarında bir gülümseme birikir. Göstermemek için başını yana çevirir.

Aslında çarşıda hazır beşik satan yerde vardır. Ama hazır beşiklerin pek müşterisi olmaz.
Adam sonunda konuşur:
- Bi beşik istiyok hemşerim.
- Yapalım, nahal bişiy olsun?
Pazarlıkta çabuk uyuşurlar. Aslında sallicilerdeki hazır beşiklerden istedikleri fark, sadece boncuk ve süsleridir.
- Şorasına bi gat daha çık. Veya- Şoruya boncuk çok goy. Özellini de unutma olumu.
Anlaşma bitince erkek tekrar sorar:
- Ne vahıt gelelim usta?
- Öndeki Pazar deel, gelicek bazara.
- Geç deelmi ustam?
Erkek böyle derken kapıda dikilen karısına bakar. Sonra ustaya döner:
- Zabı beklemiyi! Der. Böyle derken gülümser. Artık kadınında
yabanlığı kalkmıştır üstünden. Yavaşca dükkâna oda girer. Hazır beşiklerden birini hafif hafif okşar. Parmakları ile mavi buncukları çevirir. Beşiği bir iki iteler. Şimdi sallanan beşikte, Mehmedi veya Ayşe’si vardır sanki.
Bazen bitmiş bir beşiği almaya gelenleri rastlarım. Beşiğin her tarafını bir bir yoklarlar. Evirip çevirirler. Her rengin halkasını parmakları, ya da gözleri ile dolanırlar. Sonra kuşaklarından çıkardıkları keselerinden, beşiğin bedelini öderler. Erkek beşiği koltuğunun altına aldığında, bir köşk satın almış kadar keyiflidir. Yavaşça dükkândan çıkarlar.
Pazar dönüşü atların, eşeklerin üstünde köy yolunu tutmuş beşiklerin kervanını görürsünüz. Hele baharda! Kadın atın üstünde, kucağında beşiği, geleceğe ümitle bağlı geçer giderler.




 

Hiç yorum yok: