HÜSEYİN GÖKCAN - 3.6.2014-
Değerli büyüğümüz, rahmetlik Hüseyin Gökcan
ağabey ile ilgili bazı bilgileri, oğlu Mustafa Gökcan ile size aktarmaya
çalışacağız:
“-R- Bu
röportaj Hüseyin Gökcan ağabey Nevşehir’de görevli iken, Hüseyin Necati Bey
tarafından yapılarak, bağımsız haberler sitesinde yayınlanmıştır.”
R- Bize kendinizi tanıtırmısınız?
H.G.-
1936 Yılında İskilip, Hacı piri Mahallesinde doğdum. 1951 senesinden itibaren
İslâmi ilimlerle meşgul olmaya başladım. İskilip’te Osman Kalfa hocada, Mürsel
Şahinbaş, Faik Şahinbaş, Hamdi Ertekin, Hüseyin Namlı, Arif Çetinkale ile
birlikte Molla camiye kadar okuduk.
R-
Süleyman Hilmi Tunahan Hazretleri (K.S.) nasıl tanıdınız?
H.G.- 1955 Yılı idi. ilim öğrenmek ateşiyle
tutuşuyor, beni okutacak ve bu aşkımı söndürecek birisini arıyor, karşılaştığım
hocaları yeterli bulmuyordum. Bu amaçla Halep’e, Şam’a veya Mısır’a gitmek için
bir takım teşebbüslerde bulundum. Dini ilimleri oralarda bulacağımı sanıyordum.
Bu teşebbüslerimde netice alamayınca, hoca aramak gayesiyle İstanbul’a gittim.
Kitapçı Muzaffer Azak’ın dükkânın da Necati Tosun Efendi ile tanıştım,
kendiside üstazın talebeymiş. Bana hoca aramamı, kendi hocasını tanımamı
istedi. O tarihlerde din ilimlerini okuyan ve okutanlar sıkı takibat altında
oldukları için, hocasının ismini vermekten çekindi ve Camcı Hacı Refik Bürüngüz
ile görüşmemi tavsiye etti. Refik Bey vasıtasıyla Hazreti Üstaz (K.S.) Kısıklıdaki misafirhanesine gittik.
Merhum Ali Dayımız, Efendi Hazretleri (K.S.)’ne
geldiğimizi haber verdi. Bir müddet sonra Hazreti Üstaz (K.S.), bahçe
merdivenlerinden aşağı elindeki bastonu vura vura indiler. Tatlı ve şefkatli
bir sesle “Esselamü Aleyküm” diyerek misafirhaneden içeri girip, yerine
oturdular. Orada bulunan birkaç talebe kardeşimizle beraber, ben de elini öpme
şerefine nail oldum. Elini öptüğüm zat, daha önceleri görmüş olduğum hocalara
hiç benzemiyordu. Yüzünün nuraniliği, lisanının içten ve samimiliği başka bir
mahiyet arz ediyordu.
İlk
sözü şu oldu: “Evladım, terliydim, o yüzden geciktim. Özür dilerim” ileride kim
olduğunu öğreneceğim büyük zat, talebe olarak kapısına gelmiş olan bir acizden
özür diliyor, acizi mahcup ediyordu. “Allah’ım! O ne büyük tevazu, o ne büyük
hassasiyet.”
Memleketimi
sormak lütfunda bulundular. “İskilipliyim Efendim” dedim. İskilipli Atıf
hocadan bahsettiler. Mübarek gözleri yaşararak, onun hakkında şöyle buyurdular:
“O ne halim-selim insandı, beni ne kadar çok severdi.” daha sonra Atıf Hoca’ya
nasıl idam cezası verildiğini ve İstiklal mahkemesinde Hâkime sordurulan bir
suale, Atıf Hocanın verdiği cevabı kendilerinden dinledim. Bana- “ Atıf Hocanın
ilmini sana öğreteceğim.”dedi.
R- Hazreti
Üstazın huzurlarında bulunduğunuz zamanlarda, daha çok nelerden bahsederlerdi?
H.G- En
çok rabıtadan, Nur-u İlâhiden, Feyzi Muhammedi’den bahsederlerdi. Üstaz
rabıtayı şöyle anlatırdı. “Evladım rabıtayı terk ederseniz, dışarıdaki
insanlara dönersiniz. Her şey rabıta ile kaimdir. Dünya, ay ve diğer peykler
Güneşe rabıta yapıyorlar. Güneş Arş-ı Âlâya, Arş-ı Âlâ, Sıfatı İlâhi’nin
Nuruna, Sıfatı İlâhinin Nuru da, Zat-ı İlahi’nin nuruna rabıta halindedir.”
Üstadımız-
“-İlmi kısa zamanda elde etmek ancak rabıta ile olur” buyururlardı ve şöyle
izah ederdi. (İlim önce Feyyaz-ı mutlaktan ruha gelir. Ruhtan kalbe geçer, kafa
tercüme eder) Bir gün İman mevzu’unda da şöyle buyurmuşlardı “kalp ile olan
İman, fakirlerin İmanı ve sırla olan İman zenginlerin İmanı” derdi
R- Merkez
vaizliği görevine ne zaman başladınız?
H.G.-
1957’de Diyanet işleri başkanlığında açılan vaizlik imtihanına girdim ve
muvaffak oldum. 1965 senesine kadar resmi vazife almadım.
1965
senesinde ilk defa Giresun merkez vaizliğine tayin oldum. Daha sonra sırasıyla;
Samsun, Adıyaman, Bursa, Nevşehir, Çorum’da merkez vaizliği yaptım. 1980
Yılında, Çorum’dan başka bir ile tayinim çıkması üzerine görevimden istifa
ederek, Ankara’ya yerleştim.
Bu kısımda ise Mustafa Gökcan’ın aktardığı ve
bana ait anekdotları bulacaksınız:
Bazen dükkânda otururken babam- “Oğlum benim
yerim rahle başı. Bu dükkânda oturup, ticaretle uğraşmak gücüme gidiyor. Kader
beni vaaz kürsüsünden, buraya getirdi.” Derdi.
Ankara'da
yayın yapan bir FM radyosunda, düzenli olarak sohbet programı yapması için
Hüseyin ağabeye teklif götürmüştüm. Kendisi hemen cevap veremeyeceğini, sorup
izin verilirse bu programı yapabileceğini bildirmişti. Ama bu izin çıkmadı.
Sohbet program’da yapılamadı. Bu program yapılabilseydi, tüm Ankaralılar sohbetten
istifade edecekti.
Ankara’da, ramazan ayında müftülüğün gösterdiği
camide vaaz verirdi. Bir ramazan da,
Keçiören- Kuşcağızda küçük bir mescit de vaaz vermeye görevlendirmişler.
Vaazını verip eve dönerken” Ben Bursa’da, yetmiş ayrı camiye dağılan megafon
sistemi ile kırk bin kişiye vaaz veriyordum. Şimdi buradaki mescitte, kırk
kişiye vaaz veriyorum. Bu hayatın iniş çıkışıdır. İnsan hayatın da bu iniş
çıkışlar hep olur. Hayatta temiz yaşayın, kirli işiniz olmasın.” Demişti.
Sarf ilminde babamın üstüne yok diyorlar. Babam
çok zeki imiş. Bir gördüğünü bir daha unutmazmış. Vaaz verirken, kuranı kerimin
ilgili sahifesini açar, başka nota gerek kalmadan saatlerce vaaz verirdi.
Babam çok kibar ve temiz birisi idi. Birde babamı
tanıyan birçok kişi- “ Hüseyin hocam
beni çok sever, benimle ayrı ilgilenirdi.” Diyorlar. O kadar çok kişiye kendisini
sevdirmiş ki, onu tanıyanlar halen bu duygu ile babamı anıyorlar.
Tek
başına vakıf gibiydi. Bir zarfın içine, kendisi ve arkadaşlarından topladığı
parayı koyar, bu parayı ihtiyacı olanlara, evlenecek, ev yaptıracak olanlara
verirdi. Kurs camiasında, Talebe Yurdu temel atma, açılış törenleri için
çağrıldığı her yere gider, elinden gelen katkıda bulunur, sohbet ederdi.
Kendisinin, Süleyman Hilmi Tunahan efendinin talebesi olmuş olması da, ayrı bir
ağırlık katıyordu.
Her gece kalkar, gece namazını kılar, elinde
kitap eksik olmaz kitap okurdu. Her akşam meyve yerdi. Gezmeyi çok severdi.
Avrupa’da, Türkî devletler de gitmediği ülke kalmadı. Sıra Afrika ülkelerinde
idi, ömrü vefa etmedi. Babaannem, gezip görmeyi çok sevdiği için babama, Es
Hüseyin lakabını takmış.
Hüseyin Gökcan ağabey, İskilip’ten komşumuz Hacı
Faik Şiranlı hakkında - " Faik Efendinin ziyaretine giden birisi, Faik
Efendide velilik alameti bulunduğunu söyleyince Faik Efendi-“ Bende bir şey
yok, babamda mevcuttu." Dediğini anlatmıştı. Faik Efendinin alçak
gönüllülüğü ile kendisinde keramet gören insanların içinde bulunduğu durumu
anlamak açısından bu anekdot, ibrete şayandır.
Bana şu
hatırasını anlatmıştı: "Askerde, acemi birliğinden sonra dağıtımım
Ankara’ya çıkmıştı. Ben İstanbul’u istiyordum. Hafta sonu çarşı iznine çıkınca,
burada büyük bir zat var mı? Diye düşünerek yürürken, yolumun üzerine Hacı
Bayram cami başta olmak üzere, üç ayrı zatın türbesi çıktı. O zaman düşüncemden
utandım ve dedim ki: “ Ankara’nın da sahipleri varmış. Daha sonra çarşı iznine
çıkınca, buraları ziyaret ettim."
Bir
ramazan günü rahatsızlanarak, ayakta duramayacak hale geldi. Akşam olup, vaaza
gitme zamanı yaklaşınca evde bulunan damadı-“ Baba, rahatsızsın bu akşam vaaza gitme.”
Demiş. Bunun üzerine sinirlenen Hüseyin ağabey-“ Biz bu vazifeyi yapmak için
yetiştirildik. Ben öleceksem, kürsüde vaaz ederken öleyim. Bir daha bana vaaz
vermeye gitme demeyin.” Demiş. Ve hasta haliyle camisine gidip, vaazını vermiş.
Trafik
kazası –“ Hüseyin ağabey, kendisinin kullandığı arabası ile yaralamalı trafik
kazası yapmış, bu nedenle bir süre tutuklu kalmıştı. O hassas insan için,
tutuklanmak zor bir hadise olmalı idi. Tutukluluk süresinde, hapishanede
bulunanlara vaaz ve nasihatte bulunmuş, onların dertlerini dinleyerek,
rehabilite etmişti.
Tutukluluk
süresi sonunda, işyerine geçmiş olsuna gittiğimde, hapishane hakkındaki
kanaatini sordum.- “ İnsanların ders alması gereken yerlerden birisi. O hayatı
yaşamadan, orasının ne olduğunu anlamak zor. İnsanların bir gün bile olsa orayı
görüp, elini kolunu sallayarak serbestçe gezmesinin, şükredilmesi gereken büyük
bir nimet olduğunu bilmesi gerekiyor.” Demişti.
Düzgün
ve kaliteli giyimi- Hüseyin ağabey, düzgün ve kaliteli giyinirdi. Bilhassa gömleğine
çok özen gösterir, Ankara’da terzisi de hemşerimiz Kamil Köstekçi idi.
Elbiselerini ona diktirmeye gider, oda Hüseyin ağabeyin sohbetini dinleyebilmek
için, onu dört gözle beklerdi. Hüseyin ağabey, dört dörtlük bir beyefendi idi.
Büyükle büyük olur, küçükle çocuk olurdu. Herkese kendisini sevdirirdi. Yeri
gelir, oğlu Mustafa ile kol kola dolaşırdı.
Alçak
sesle yumuşak konuşması- Alçak sesle tane tane konuşurdu. Bilgili idi. Çok
kitap okur, kitap hastası idi. Gittiği her ilden el yazması kitap toplar,
onları okuyup, değerlendirirdi. Kendisine İslami bir konuda görüş sorduğunuzda,
en kesin cevabı alır, kafanızda acabanız kalmazdı. Sorunuza cevap bulmak,
insana huzur verirdi.
Bir
arkadaşım -“ Ailemin ortak olduğu içkili bir lokanta var. Ben bu lokantadan
evime beş kuruş sokmadım. Şimdi bu lokantanın, başkasına devredilmesi söz
konusu. Devir yapılırsa, biz buradan payımıza düşen parayı alabilir miyiz? ”
diye sorduğunda, alabilirsiniz cevabını verdi.
Ben,
bir arsamı birisine satmak üzere, alıcı ile aramızda satış sözleşmesi yaparak,
sözleşme gereği alıcıdan kaparo almıştım. Arsayı almak isteyen kişi, tapuya
gitmemiz gereken gün bana telefon ederek, arsayı alamayacağını, paranın geri
kalanını temin edemediğini bildirdi. Bende tamam dedim. Daha sonra Hüseyin
ağabeyi arayarak, aldığım kaparonun helal olup olmadığını sordum. Hüseyin
ağabey, aldığım kaparoyu iade etmem gerektiğini bildirdi. Bende iade ettim.
Biraz
da olsa anlatmaya çalıştığım, herkesin Hüseyin ağabeyi böyle biriydi. Onunla
birlikte olmak, insana huzur verirdi. Aydınlatıcı idi. Soruna çözüm bulucu idi.
Kendisi kırılsa da, o kimseyi kırmazdı. Bir gün nefes bitti. Hüseyin ağabeyde
sevdiklerine kavuştu. Mekânı cennet olsun. Nur ile dolsun.
Mustafa
Yolcu
myolcu@ttmail.com