11 Mayıs 2013 Cumartesi

SESSİZ ÇIĞLIK: ÖLÜM


 

Sessiz çığlık: ÖLÜM  

Bazı yazılar vardır ki, onu siz yazmasanız bile önünüze konulduğunda altına imzanızı atarsınız. O yazıda sizin hislerine tercüman olunmuştur. Sizin düşünüp yazmadığınız konular yazılmış dile getirilmiştir. 

Yaşar DEĞİRMENCİ beyin yazdığı Sessiz Çığlık: Ölüm yazısı da karşıma böyle bir yazı olarak çıktı. Baştan sona her kelimesinde mutabık kaldığım yazıyı, sizlerle de paylaşmak istedim. 

Yaşar beyi arayarak; yazıyı yayınlamama müsaade istediğimde.” Hay hay yayınlayabilirsin.” Dedi. Kendisinin bu güzel yazısını sizlerle paylaşırken, kendisine bu anlayışından dolayı teşekkür ediyor, sizleri bu güzel yazı ile baş başa bırakıyorum. 

Yaşar Değirmenci- sessiz Çığlık: Ölüm  

 Ölümün bizi nerede, ne zaman bekleyeceği belli değil, en iyisi biz onu her an, her yerde bekleyelim.” Ne güzel sözdür. Ölüm yokmuş gibi yaşayanların halini gördükçe insan ayrıca hüzünleniyor. 

Cenaze namazı değil de “cenaze töreni!” Namaza kabul edilmeyip, camiden içeri giremeyip dışarıda bekleyenlerin hali içler acısı. Ya o çelenkler, yakalara iliştirilen fotoğraflar, alkışlar, (sanki faydası varmış gibi) tabutu görev yapılan mekânlarda dolaştırmalar… Üstad asıl hüneri ne güzel söylemiş:

O dem ki perdeler kalkar, perdeler iner

Azrail’e hoş geldin, diyebilmekte hüner 

Eskiden mezarlıklar şehirlerin en ücra ve en uzak köşelerine değil, mücavir alanlara, mutena yerlere ve hatta şehrin merkezine kondurulurdu. İnsanların ölümle savaş halinde olduğu değil barış halinde olduğu İslam medeniyetinde, insanlar ölüleriyle yüz yüze, kapı komşusu gibi yaşarlardı. Aslında bu, kendi ölümleriyle yüz yüze yaşamak anlamına gelirdi. 

Sabah perdelerini açtıklarında mezar taşlarını görmek, onlara modern insana verdiği gibi ürküntü değil, muhasebe ve sorumluluk hissi verir, kabirleri kendilerine devamlı nasihat eden bir "nasihatçi" gibi değerlendirirlerdi.  

Ölümü öldürmek istediği halde bir türlü bunu beceremeyen modernite ise, çareyi ölümü hatırlatan her şeyi insandan uzaklaştırmakta, yani insana bu en yakın ve en yalın gerçeği unutturmakta buldu. 

Hâlbuki biz ölülerini bile yaşatan bir kültürden geliyorduk. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Yahya Kemal’in Madrid büyükelçisi olduğu bir dönemde, kendisine Türkiye’nin nüfusu sorulduğunda Üstat, tereddütsüz “80 milyon” der.

 “Ne diyorsun ekselans? Biz 10-15 milyon biliyorduk” dediklerinde,

Şair yine tereddütsüz cevap verir: “Biz ölülerimizle birlikte yaşarız, mezardakiler de nüfusumuza dâhildir.” Ne kadar güzel! Bu güzelliği, nezaheti, nezaketi, hassasiyeti unuttuk.

Mekanikleştik! O kadar ki tespihat bile tespihle değil, ‘zikirmatik’ ile yapılıyor.

Son günlerde meşhurlar da dâhil her seviyeden ölümler, malum tarzda konuşmaları tekrar gündeme getirdi.“Ölüm yakışmadı. Hiç beklemiyorduk. Erken kaybettik, vs.”  

Her yirmi dört saat, bir ölüm provasıdır insan için. Gündüzü dünya, gecesi kabir, sabahı "ba'su ba'de'l-mevt" (ölümden sonra diriliş) olan bir prova. Bu ölüm provasını vicdanında hissedenler, gündüzün muhasebesini, kabre girer gibi girdikleri yataklarına girince vicdanlarında yapar, yargılanmadan önce kendilerini yargılarlar. Asıl uyanış değil midir ölüm.  

Modern toplumun hiç işitmek istemediği kelimedir ölüm! “Her nefis ölümü tadacaktır!” ilahi ikazını bile ‘moral bozucu’ bulmuştu günümüz insanı. Ölüm konuşunca herkes susmaz mı? Ölümün sesi, bütün seslerin üstünde değil mi?  

Ölüm hayatın diğer yüzüdür. Ölüm, ‘sessiz çığlık’ Ârifler, ölümle hayat arasındaki mesafeyi sadece bir ‘nefes’ olarak görmüşler. Kur’an-ı Kerim, “Ne ölü zannettiklerimiz var ki diridirler, ne diri zannettiklerimiz var ki ölüdürler.” Hitab-ı ilahi ile ikaz eder bizleri. 

Bir yere toplanmış bir kalabalığa:

“–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyen ayağa kalksın!” diye ilân edilse, bir tek kişi ayağa kalkmaz. Şaşılacak şeydir ki, bu hakikate rağmen, bütün halka:

“–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise, ayağa kalksın!” diye ilân edilse, yine bir tek kişi yerinden kalkamaz!” İnsan, hiç düşünmez mi ki; ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir.  

Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler, meydana gelen felâketler, hayatta

her an mevcut olan, fakat insanın gaflet ve aczi sebebiyle çok defa habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan arasında ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?

Almanya’da bir klinikte “Öleceğini hatırla!” diye yazılı levhaya rastlamış Türk’lerden biri.

Bizde mezarlıkta bile ölümü hatırlatan âyete tahammül edilmez. Batı’da hekimler haddini bilir. Ameliyatıyla sağlığına kavuşan hastasına o anda bile sağlığına kavuşturanın ‘Allah’ olduğunu, bugün iyileşirsiniz ama yarın yine de “öleceksiniz!” ikazını yapar. 

Biz de ise ölümü kabullenemediği için doktorlara saldırıyorlar, sanki onlar öldürmüş gibi.

Ecel, takdir, kader, ‘emri hak’ bu kavramlarla tekrar düşünmeye ihtiyacımız var.

Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak!’ sıkıntı burada. Belki de onun için ‘her an ölecekmişiz gibi ahrete hazırlık’ gerektiğini vurgulamış inanan insanlar, hayatlarının hesabını vermek için ölüme hazırlanır ve giderken "er-Rafiku'l-a'lâ" (Yüce Dost'a!...) diyerek giderler. 

Ahrete inanmayanlar için ölüm bir kaçış, müminler için ise ölüm bir kavuşmadır.

Peygamberimiz:“Her derdin, her hastalığın çaresi, şifası vardır, ölüm müstesna. Lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlayınız. Dünyada tıpkı bir gurbetçi veya yolcu gibi ol. Kendini kabre girmiş say! Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl dirilirseniz öyle mahşere çıkarsınız.“ Buyuruyor. İnsan bedeninde ölüm ve hayat her an yan yana, iç içe ve yüz yüze; insan hücre hücre, her an ölmekte ve her an dirilmekte. Her nefes verişte ölmekte ve her nefes verişte dirilmektedir.  

Hz. Ebubekir'in "Ölüm'ü nasıl bilirsin?"

Sorusuna verdiği cevap, adeta bu gerçeği hatırlatıyor: "Ölümü; Nefes aldığım zaman veremeyecekmiş, verdiğim zaman alamayacakmış kadar kendime yakın bilirim." 

Ölümle ilgili okuduğum dede-torun arasındaki şu manidar konuşma ile bitireyim.  

Dedeme: ‘Hayat nedir dedeciğim?’ diye sormuştum. “Ezanla namaz arasıdır” dedi. “Bu da ne demek! Ömür o kadar kısa mı dedeciğim?” Tebessüm ederek: “Ne zannettin ya… Evet o kadar kısa!..” dedi.

“Ama bu ezanla, bu namaz nedir bilir misin?” diye sordu. Bilemedim. “Nedir ki?” dedim.

“O namaz: ezansız namaz, o ezan ise; namazsız ezandır.” “Onlar da nedir dedeciğim?”

Dediğim de, başımı okşayıp: “Hani geçen gece Talip amcanın bebeğinin kulağına o gün ezan okumuştuk ya… “Namazsız ezan” değil miydi o ezan?” dedi.

 “Ya ezansız namaz?” diye sordum. Yüzüme baktı, baktı, baktı ve: “Bir gün deden öldüğünde onu da öğrenirsin!” dedi.

 

4 Mayıs 2013 Cumartesi

İYİ BİLİNEN SÜREÇ


İYİ BİLİNEN SÜREÇ  

Doğru bildiğinde yanılmak, Dost bildiğinden düşmanlık bulmak, içinde bulunduğumuz günlerin haleti ruhiyesi bu işte.Birisine inan, onu destekle, savun; sonrada inandığın en kötü işleri yapar olsun!                                                                                                                                                                                                                                                                       

Hani derler ya: “ Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.” İşte bunu yaşıyoruz. Buna inandığın kişiyi tanıyamamak mı denilir, oyuna gelmek mi denilir! İşte bunu ayıramıyoruz. 

Bunun için inançları kullanıyorlar, kutsallarını kullanıyorlar, mazlum rolüne giriyorlar, sonrada hiç aklımıza gelmeyen şeyler oluyor.  

Kırmızıçizgiler yok oldu. Asılacak gözü ile bakılan insan, kahraman oldu. Şehit ve gazi anaları, oğlunun bu günler için mi şehit - gazi olduğunu anlayamaz oldu. 

Hafızayı beşer nisyan ile maluldür. Bundan dolayı İnsanlar, olaylar karşısında şaşırır oldu. Ölçüyorsun, tartıyorsun bu sıklet bu vücudu taşımıyor. Bu olaylarda bir yanlışlık var ama ben mi yanılıyorum; el mi yanılıyor. Olaylar karşısın da kararsız kalıyoruz.
 
Söylenen: Yapılacak başka şey yok. Daha fazla kan dökülmesin. Yeni fırsatlar doğuralım. Hani derler ya: Cambaza bak, cambaza. Sen elindeki deveni kaybet, sonra da deve ara. Bir oyun vardı, nakarat halinde şöyle söylenirdi: civciv çıkacak, kuş çıkacak. Bu işin sonu ne olacak. 

Dimağlar tutulmuş, gözler görmüyor. Sanki insanlar büyülenmiş, çoğu aynı şeyi söylüyor. “İyi olacak.” Nasıl iyi olacak? Bütün olaylar aleyhimize gelişiyor. Ajanda sahipleri 100 yıldır aynı planını oynuyor. Bizim burada da halen, civciv çıkacak kuş çıkacak oyunu oynanıyor.  Bazen düşünüyorum: “Ben mi yanlış düşünüyorum, başkaları mı yanlış düşünüyor. Ortaya atılan fikirlerin çoğunu kabul edemiyorum. Atılan fikirlerin doğruluğunu göremiyorum. Düşünüyorum: ben mi yanlış görüyorum, başkalarımı? 

Dünya ya Türkçe öğretmeye kalkan harekete soruyorlar. “ Okullarınız Kürt’çe eğitime hazır mı?”  Cevap veriliyor- “ Biz gerekli hazırlığı yaptık. Çoktan hazırız.”

Soruyorlar:- “ Tüm okullarınız da Türkçe öğretiliyor mu?” Cevap veriliyor- “ Tüm okullarda Türkçe öğretmek gibi bir kararımız yok.”  Ama tüm okullarda İngilizce öğretiliyor. Bir yanlışlık var ama nerede?

Bir taraf savaş açtıklarını, bu savaştan zaferle çıktıklarını söylüyorlar. Biz onların zaferini pekiştirmek için anayasa değişikliği yapıp, bölgesel yönetime gitmeyi, Başkanlık sistemine geçilmeyi düşünüyoruz. Zaferlerine taç giydirme merasimi yapıyoruz. 
 
Büyükşehir Belediyesi Kanunun da değişiklik yapılarak, Büyükşehir Belediyeleri yetki sınırını   , il sınırı olarak değiştirildi. Yani Diyarbakır belediyesinin yetki sınırı, il sınırı olarak yürürlüğe girdi. İl merkezinde yasaların gereğini yerine getirip, sağlıklı planlar, nazım planları yapıp uygulayamayan belediyelere bu az, daha çoğu senin olsun diyoruz. 

Lazın biri şehirde gezerken, minareye çıkıp oradan aşağı inemeyen birini; minareden indirilmeye çalıştıklarını görmüş.
Yanlarına yaklaşıp-“ Durun da pen oni indurum oradan.” Demiş.
Sonrada- “ Bana bir urgan bulun da.” Demiş. Urganı getirmişler. Aşağıdan urganı atarak- “Dud buni.” Demiş. Neticede minaredeki adam, urganı yakalamış. Aşağıdan bağırmış- “Bağla belüne.” Adam çaresiz beline urganı bağlamış.
Aşağıdan tekrar bağırmış- “Çık şerefenun uzerune. “ Adamcağız şerefenin üzerine çıkınca, bizim laz urganı aşağı çekmiş.  Adamcağız gümmm yere düşmüş. Başına gitmişler ki adam cansız yerde yatıyor.
Laza sormuşlar-“ Ne yaptın, adamı öldürdün.”
Laz cevap vermiş- Da pen birinu urganla çekip kurtarmıştım ama oni kuyudan mi çekmişdum? Yüksekden mu çekmisdum? 

Bir sıkıntılı dönemdeyiz. Bizi kurtaracaklar mı, batıracaklar mı? Bunu zaman gösterecek. 
 
MUSTAFA yOLCU

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

26 Nisan 2013 Cuma

1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 6


1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 6

ESKİ- YENİ

Boş zamanlarımda, gezmek isteği duyarım kasaba’da. Oysaki bu çok sıkıntılı olur. İnsan, gezi sırasında işine gider gibi yürümüyor. Etrafına bakına bakına, salına salına geziyor.

Kasabanın içinden geçen Uludere(Meydan çayı) kenarı boyunca, gezilmesine doyum olmaz özellikle. Hele içerlere doğru uzandıkça, yıllar yılı değişmemiş kasabayı bulursunuz. Evleri, insanları, tabiatı, bitki ve hayvanlar ile bu bölüm sanki taş devrinden beri donmuş kalmıştır. Gezdikçe seversin buraları.

Adım başında, durmadan akan çeşmeler görürsünüz. Başlarında kadınlar buğday yıkarlar, işlerini bırakır, arkalarını döner, geçmenizi beklerler. Üzülürsünüz.

Karşıdan eşeğine binmiş, bahçesine giden bir kadın gelir. Sizi görünce hayvanını duvar dibine dehler, geçmez yanınızdan. Sıkılırsınız. Dört yol ağzında sizi çaprazlamasına geçmek isteyen kadının, çok uzaktan geçmenizi bekleyişini görünce, yavaş adımlarınızı çabuklaştırırsınız. Bu anda çeşmelerin gürül gürül akan su sesi kulaklarınızdan silinir. Çevrenizi saran güzellikler kaybolur birden.

Pencerelere hevenk hevenk soğanlar, sarı sarı mısırlar asılır. Beyaz çarşaflara sürülmüş erik pestilleri sarkar. Üst katları hiçbir zaman tamamlanmamış binaların, karanlık bırakılmışlığını bunlar hafifletir. İki kenarda, bir duvar gibi yükselen dağların siluetine yemyeşil kavaklar düşer.

Mahalleleri birbirine bağlayan asma köprüler, kasabaya eski çağ özelliği verir. Ziftle karartılmış bu köprülerden, tokur tokur arabalar geçer. ( Köprülerin yerine şimdi beton olanları yapıldı. Hiçbir özelliği olmayan basit, sevimsiz şeyler bunlar. Kasabaya hiç yakışmıyor.)

Az yürürsünüz, karşınıza bir mescidin kanarya sarısı badanalı minaresi çıkar. Çıplak tepelerin, yeşil kavakların arasında uzanan bu sarı renk sizi öylesine çeker ki, oturup bir kenarda renk cümbüşünü duyularınıza tattırmak istersiniz. Olmaz. Çevrenizdekilerin bütün bakışları üzerinizdedir.

Dere boyunda konak misali büyük evler görürsünüz. Pencerelerini sardunyalar, fesleğen saksıları, hevenk hevenk kırmızıbiber demetleri süsler. İsten dumandan kararmış, üst katları yarım evlerin karanlıkları arasında birden aşı boyalı bir ev size tanıdık çıkar. Durup bakmak istersiniz. Bakamazsınız ki.

Kasabanın bu köşesi motor sesinden de öksüzdür. Otobüs ve kamyonlar buraya hiç gelmez. Yalnız o gencin sürdüğü bir traktör girer bu sokaklara. Düdüğünü öttüre öttüre. Sesi size Suadiye taraflarını hatırlatır. Çevrenizden geçen tren, pencerelerde el sallayan insan ararsınız. Ses yakın tepelerde yankılanır. Renkleri, sesleri, biçimleri seversiniz hep.

Ama rahat göremez, duyamaz, tutamazsınız. Yolunuz üstündeki çocuklar oyunlarını siz geçerken keserler. Kapı önünde oturan kadınlar, hemen evlerine girerler. Daha ilerde, kapı önünde oturmuş oynayan iki yaşındaki çocuğu, annesi bir koşuda evden çıkarak kapıp içeri alır. Ardına kadar açılmış kapıların kapanıverdiği olur. Naçar geri dönersiniz.

Kasaba şimdi çarşı tarafında yenileniyor. Kasabayı vilayete bağlayan parke caddenin iki yanı, hastane tarafındaki yamaçlar, bu günün anlayışına yakınlıkta binalarla süsleniyor.

Çarşıda öyle. Eski çarşıda şimdi yalnız sallilerle ( salıncakçılar) keçeciler kaldı. İzbe, dar sokaklar, yıkık pencereler, eğri büğrü kaldırımlar, küf kokan hava var burada. Bakırcılarla, demirciler çarşısı yeni. Pazar yeri yenidir. Hele belediye meydanın da vitrinleri İstanbul işi düzenli dükkânlar, sizi kasabanın eski havasından kolaylıkla ayırıyor.

Yeni yapılan hal binası, birçok çöp yığını dükkânların canına kıydı. Evlere elektrik, su girdi. Memur kadınları çarşı pazara alıştı. Uludere’nin iki yanı rıhtım oldu. Dışla ilişkisi olanlar eskiyi yıkıp yerine yenisini koyuyor. Yeni yavaş yavaş, alıştıra alıştıra kenar sokaklara doğru gidiyor.

SALLİ

Kasabaya yeni geldiğim günlerdeydi. Satranç takımımın piyadelerini çektirecek bir tornacı arıyordum. Yerli arkadaşlar sallileri salık verdiler. Önce dediklerinden bir şey anlamadım. O zaman arkadaşlar:
- Belediyenin arkasındaki sokağa gir. Sağlı sollu dükkânlara bak dediler. Aradığını orada bulacaksın.
Akşamüstü dedikleri sokağa girdim. Dar, basık, pencereleri kirden, isten kararmış, kaldırımları eğri büğrü bu sokak meğer bir hazine saklarmış! İstanbul’un Tahta kalesindeki hamur tahtası, oklava, havan, tahta tabak yapan el tezgâhlı tornacılarıydı bunlar. Farklı tarafları renkli oluşlarıydı. İsli pencerelerin ardında acı morlar, gök yeşiller, ateş kırmızılar, çivit maviler, kanarya sarılar görülüyordu. Şaştım.

Dükkânlardan birine girdim. Beşik takımları çekiyordu. Kırmızı, sarı, yeşil, mor ve mavili beşiklerden. Duvarlarda bitmiş, büyüklü küçüklü beşikler müşteri bekliyordu. İçlerinde oyuncak olanlarda vardı. İpinden çekince dönen iki tekerlek, dingile bağlı dişliyi çeviriyor, bu dişlilerde araba üstünde sıralanmış dibek tokmaklarını sıra ile kaldırıp indiriyor. Araba yürüdükçe tik- tak- tok diye sesler çıkarıyor.

Daha sonraları bu sallici ile ahbap oldum. Ona bacakları uzun hasır iskemleler çektirdim. Ağaç kısmı süslü iskemleler. Ama iskemlenin bacaklarını masaya uygun yükseltinceye kadar akla karayı seçtim. Adam bir türlü eski geleneklerini bozup, sandalyeyi yükseltmiyordu. Fiyat umurumda değildi. Her ısrarımda:
- “Napıcan, bu leylek yuvasını böyle. Dingil üstünde oturulumu?” diyordu.
Ona bir türlü, masada yemek yerken alçak iskemlede oturulamayacağını anlatamadım. Sonunda:
- “Etme usta. Benim canım böyle dingil üstünde oturmak istiyor, daha diyeceğin varmı?” dedim.İskemleler oldu. Ama verdiğim ölçüden 10 santim noksandılar!
Çarşambaları vaktim oldukça bu dükkâna uğrar, köylülerin beşik siparişlerini dinlerim. Buğdayını satanlar, karı- koca, korka korka sallilere gelirler. Kadının iki eli belindeki kuşağına sokuludur. Adam önden gider. Sallicinin kapısına dikilirler. Konuşmazlar. Sallici onları görmemezlikten gelir. Sonunda erkek içeri girer. Selamlaşırlar. Kadın kapıda kalır. Adam yere çömelir. Eline aldığı talaşları karıştırır. Dudaklarında bir gülümseme birikir. Göstermemek için başını yana çevirir.

Aslında çarşıda hazır beşik satan yerde vardır. Ama hazır beşiklerin pek müşterisi olmaz.
Adam sonunda konuşur:
- Bi beşik istiyok hemşerim.
- Yapalım, nahal bişiy olsun?
Pazarlıkta çabuk uyuşurlar. Aslında sallicilerdeki hazır beşiklerden istedikleri fark, sadece boncuk ve süsleridir.
- Şorasına bi gat daha çık. Veya- Şoruya boncuk çok goy. Özellini de unutma olumu.
Anlaşma bitince erkek tekrar sorar:
- Ne vahıt gelelim usta?
- Öndeki Pazar deel, gelicek bazara.
- Geç deelmi ustam?
Erkek böyle derken kapıda dikilen karısına bakar. Sonra ustaya döner:
- Zabı beklemiyi! Der. Böyle derken gülümser. Artık kadınında
yabanlığı kalkmıştır üstünden. Yavaşca dükkâna oda girer. Hazır beşiklerden birini hafif hafif okşar. Parmakları ile mavi buncukları çevirir. Beşiği bir iki iteler. Şimdi sallanan beşikte, Mehmedi veya Ayşe’si vardır sanki.
Bazen bitmiş bir beşiği almaya gelenleri rastlarım. Beşiğin her tarafını bir bir yoklarlar. Evirip çevirirler. Her rengin halkasını parmakları, ya da gözleri ile dolanırlar. Sonra kuşaklarından çıkardıkları keselerinden, beşiğin bedelini öderler. Erkek beşiği koltuğunun altına aldığında, bir köşk satın almış kadar keyiflidir. Yavaşça dükkândan çıkarlar.
Pazar dönüşü atların, eşeklerin üstünde köy yolunu tutmuş beşiklerin kervanını görürsünüz. Hele baharda! Kadın atın üstünde, kucağında beşiği, geleceğe ümitle bağlı geçer giderler.




 

24 Nisan 2013 Çarşamba

BURSA DA İKİ GÜN


BURSADA İKİ GÜN

Çocukluk arkadaşımın oğlunun düğünü için Bursa’ya gittim. Bursa ya daha öncede iki kez gitmeme rağmen, şehri tanımadığımdan bilinçli olarak gezememiş tanıyamamıştım. 

Bu kez Bursalı arkadaşım ile gezerek, tanıdığım Bursa’nın üç temel özelliği olduğunu gördüm.

Bursa’dan 25 km. uzaklıkta, deniz kenarındaki Mudanya ya ulaşabiliyorsunuz. Burada denizden yararlandığınız gibi kolayca İstanbul’a gidebiliyorsunuz. İstanbul’un Bursa’ya bu kadar yakın olması, sayısız avantajları sağlamaktadır.  

Bursa Osmanlının baş şehri olmuş, daha sonra da şehzade kenti olmuştur. Bu özellikleri ile İstanbul’dan sonra gelen örnek bir şehir olmuştur. Bursa’ya gelen Evliya Celebi şöyle demektedir:
 
Keşiş Dağı’nın eteklerinden güneşin parıltısı şehre düşer, gök renkli kurşunlar ile süslenmiş hanlarını, hamamlarını, mescitlerini, selâtin camilerini, kurşun örtülü kat kat çarşılarını görenler seyretmeye doyamazlar. Filadar Ovası’ndan şehrin görünüşü çok ihtişamlıdır. Gördüğüm şehirlerin hiç birisine benzemez. Üzerinde nur dolaşan “Ruhaniyetli bir şehirdir.” Zira burada olan büyük evliyalar, tefsirciler, hadisçiler başka yerde yoktur.  

Diğer özelliği de 2543 metre rakımı ile Uludağ’ın eteklerinde kurulmuş olmasıdır.  Uludağ’da kayak yapılır, kış her şeyi ile yaşanır. Şehre güzellik katar. Kışın yağan karlar, eriyerek su olur tüm şehre hayat verir. Çeşmeden akan suyun içildiği,  ender şehirlerden biridir Bursa. Akan sular dere olup, nehir olup tarım alanları sular. Böylece birçok ürün yetiştirilir. Dut ağaçlarının dutu yenilir. Yapraklarından ipek böceği yetiştirilir. Dünyanın en güzel ipeklerinin üretildiği yerlerden biridir Bursa. Yazın sıcağı, kışın Uludağ’ının kışı ile bulunmaz bir yerdir Bursa.  

Ulu camiye gittiğimizde, orada kalabalık ziyaretçileri bulduk. Malezya’dan, İngiltere’den gelen turist kafileleri de vardı camide. Anadolu’nun çeşitli yerlerin den gelen genç öğrenciler de vardı. Turist rehberleri camiyi anlatıyordu. Yerli insanlarımız cami hakkında ne kadar bilgi öğreniyordu bilmiyorum. Orada gönüllü rehberlerin gelenlere bilgi vermelerinin sağlanması iyi olurdu. Cami hakkında anlatılacak o kadar çok bilgi varki.  

Ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin ifadesiyle, Ulu Camii Bursa'nın Ayasofya'sıdır. Ulu Cami’yi ziyaret etme imkânı bulanlar, bu tarihi camiinin 3 tane kapısı olduğunu bilirler. Bir rivayete göre, büyük zatlardan Somuncu Baba caminin yapıldığı sıra buraya gelir ve işçilere hayrına, kendi fırınında pişirdiği somunları dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene; camii kapılarının önünde ekmek dağıtırken, daha önceki kapılarda ekmek verdiği bir kişinin başka bir kapı önünde ekmek almak için beklediğini fark etmiş. Somuncu Baba bir kapıdan diğer kapıya, bu kadar büyük bir hızda ve kalabalık bir izdihamın yaşandığı bir ortamda hızır gibi hareket edebilenin, sadece Hızır Aleyhisselam olabileceğini düşünmüş ve bu kişinin kolundan tutup “ sen Hızırsın anladım” demiş. Buraya gelip her gün namaz kılacağına dair söz vermezsen, buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim demiş. Hızır A.S. Hızır olduğunu doğrulamış ve bunun üzerine: “Somuncu Baba'ya her gün namaz kılmak için camiye geleceğine dair söz vermiş.” ama Hızır A.S.da Somuncu Baba'dan bir istekte bulunmuş. “Hangi vakit geleceğim bana kalsın demiş. Bunun üzerine Hızır A.S. o gün bu gündür, Ulu Cami’deki VAV harfinin önünde her gün gelip namaz kılarmış.”  Beni Ulu Camiye getiren arkadaşım” Bu camiye gidip, VAV harfinin bulunduğu yerde namaz kıldığında, ettiği duaların kabul olduğunu.“ söyledi.

Konya Mevlana müzesinde ancak bu kadar yoğunluk vardır. Oraya müze olarak girildiğinden, cami cezbesi ortadan kalkmaktadır. Bu yanlıştan dönülerek, Konya Mevlana müzesine ziyaret için girilmeli, para ile ziyaret kaldırılmalıdır. 

Güzelim Bursa’da şehircilik açısından bazı mahsurları gördüm. Ankara Bulvarı üzerinde yapılan raylı tren yolu, bu bulvarı çok olumsuz bir şekilde bölmüş ve boğmuş. Keşke buraya metro yapılsaydı. Metronun üzerinden geçecek olan yol ulaşımına çözüm aransaydı. Alternatif yol üretip, mevcut yoldaki yoğunluğun bir kısmı buraya verilebilseydi. 

Eski Bursa evleri yoğun olarak yenilemeye alınarak, bakımlı ve düzenli hale getirilebilir. TOKİ evleri Bursa’nın siluetini bozmuştur. Bundan sonra böyle bir hataya düşülmemeli, diğer tarihi kentlerimizde bu hatadan ders çıkarmalıdır. 

Tarihimize, tarihi kentlerimize karşı hepimizin sorumluluğu var. Tarihi dokuları kirletmeye, tahrip etmeye kimsenin hakkı yoktur.  

Mustafa Yolcu

 

8 Nisan 2013 Pazartesi

BÜLBÜL HASAN




1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 5 
 

BÜLBÜL HASAN 

Kış ortasıydı. Öğle yemeğine eve gidiyordum. Yolumun üstünde kulağıma bülbül sesi geldi. Öylesine yanık, öylesine içli şakıyordu ki, şaştım. Gözlerim etrafta bir kafes aradı. Sonra sesin geldiği yönü buldum. Yerli, birkaç kişinin çevrelediği topluluktan geliyordu ses. Ama içlerinde ne kafes, ne bülbül vardı. 

Daha sonra bunu Mahmut paşada düdük satan satıcılardan birinin mucipliği sandım. Gerçekten halka içinde temiz giyinmiş biri vardı. Sesi veren oydu. Ama ağzında düdük yoktu. Üstü başı temiz, kravatlı, düzgün giyimli, tıraşlı, çevresindekilerden çok farklıydı. Kumral saçlarını yandan ayırmış, sağdan sola taramış, genç, yakışıklı delikanlının arada sırada yüzünde beliren tikleri olmasa, eski kalem efendisi sanılırdı.  

Bülbül taklidi ötüşü bitince kendisini “ yaşşşa” diye alkışladılar. Ötenin ağzından düdük veya herhangi bir şey çıkarmasını bekledim. Yolumdan kalmış, merakla işin sonucunu gözledim. Delikanlı sağ elini dizine vurdu. Sonra işaret parmağını ısırarak boşluğa baktı.  

Beni görenler, bir solukta Bülbül Hasan’ın hikâyesini orada ayaküstü anlatıverdiler. Sonraları Hasanı her gördüğümde bu hikâyeyi tekrar tekrar dinledim. Aslında Hasanı görüpte hikâyesini birdenbire anlatmayan kimseyi bulamazsınız kasaba da. Önce Hasan bülbül gibi öter. Sonra çevresindekiler, onun hayatını dilden dile anlatıverirler. İhtimal aşıkların manileri de böyle tekrarlana tekrarlana günümüze kalmıştır.  

Bülbül Hasan yakın zamana kadar, kasaba köylerinden birinin çocuğu imiş. Sığır güden garip kişiymiş. İr gün yine kırlarda hayvanlarının peşinde dolaşır, çilesini doldururken bir bülbül sesi duymuş! Allahtan bülbül gibi ötmesi için dua etmiş. Allah ta ona vermiş. 

Bülbül Hasan, yanında kendi hayatını kim bilir kaç yüzüncü tekrarını boşluğa bakarak dinler sonra yine söz kesiminde gözlerini boşluktan ayırmadan:

-      Ya der, Allah verir. Allah büyüktür, verir. 

Hasan gerçekten hiç zorlanmadan bülbül gibi ötmektedir. Onun dilini ağzında kıvırması ile şakıması bir olur. Ötüşünü gerçekten bülbül sesinden kolay kolay ayıramazsınız.  Uzun uzun öter. Ötüşü sırasında yüzünde derin bir melankoli sezilir. Gözleri buğulanır. Nereye baktığını, neyi görüp görmediğini sezemezsiniz. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme birikir. O öterken çevresindekiler de hiç kımıldamadan bu sesi içerek dinlerler. Ötüş bitince Hasan, hikayesinin anlatılmasını bekler! 

Birinci ötüş sonunda çoğu zaman hikaye anlatılır. Sonra, Hasan:

-      Ya der, Allah verir, Allah büyüktür, verir.

İkinci ötüşün sonunda Hasan sorgu yağmuruna tutulur. Ona:

-      Lan hasanderler, Allah bize niye vermiyo ya?

Hasan yine tekrarlar:

-      Allah verir. Allah büyüktür. Verir, bana verdi, der.

İşaret parmağını ısırarak, hafifçe başını öne eğerek birden dikilir Hasan. Bakışları uzaklardan kendisini arayan birisini arar. Ben Hasanı kasabada kaç defa gördümse, hep böyle oldu. 

Hasanın kasabada kaldığı günler sayılıdır. Bir bakarsınız ortalıkta görünmez. Sonra değişik bir elbise, değişik bir kravat, yeni bir kıyafetle ortaya çıkar. Her gelişinde çevresindekilere gösterecek, yeni bir şeyi bulunur Bir altın yüzük, gümüş hacı yüzüğü, kehribar tesbih, allı morlu kravat, bazen ördekbaşı yeşil bir pardösü, montgomeri. 

Hâsılı Hasan, kasabadan daha şehirlidir. Onu tıraşsız hiç görmedim. Ayakkabıları daima boyalıdır. Beyaz gömleğinin yakası az kirli de olsa ütülüdür. Kravatı, bir şehirlinin titizliliği ile sıkı ve biçimli bağlanmıştır. Ceketinin mendil cebinden ipekli mendil sarkar. Her ahbabına hacı yağı ikram eder. Saat cebinden çıkardığı küçük şişesinden bir damlayı alnınıza zorla sürer. “ Allah verir, der. Allah büyüktür, verir.”

-      Lan Hasan derler, sen bu parayı nerden buluyon? Yerini bize de göster.

Hasan kasabadakilerin pek seyrek çayını içer. Yalnız bülbül gibi öter. Sonra boyunbağını düzelterek yanlarından kalkar. Halkadan ayrılmasıyla ikinci hikâyesi anlatılmaya başlanır.

Bülbül Hasan bu derler. Geçenlerde Ankara’da Daşhan da bi bülbül gibi ötmüş. Tevatür ötmüş emme. Otobüsler kamyonlar durmuşla. Yolcular, polislerde durup dinlemişle. Sona Hasana :- Lan bidaha öt demişle. Hasan bi daha ötmüş. Sonracıma şapkasını çıkarınca, paralar su gibi akmış. Hasan köşede bi saymış, 25 kayme. Hasan’da para çoook.    

-      Geçenlerde Samsuna neyi bi uzandıydı. Banana bi altun yüzük taktı’da geldi.

-      - Bannandaki Hacı yüzü essahtır. Geçen yıl …. Kadın hacca gidemeyince, Hasanı yerine gönderdi Hasan hacıdır haaa..

-      Tevekkel oğlan, essahtan tevekkeldir. “ Allah verir diyi. Allah ta veriyi.

-      Bi de oğlana deli neyi diyola. Neresi deli lan, bizden ahıllı.

-      Şunun şurasın da bey gibi geciniyi. Oğlanın yün döşeği, yün yorganı va. Bi de garyola uydurmuş. 

Bir Pazar günü arkadaşlarla kulüpte oturmuş konuşuyorduk. Uzaktan Hasanın geçtiğini gören bir arkadaş koştu, tutup getirdi. Hasan sanırım kulübe ilk defa giriyordu. Böylece memurlar arasında da ayrı bir önem kazanışından sevinmişe benziyordu. Bütün ısrarlara rağmen ötmedi. Çayını içti. Sorulanlara kısa kısa cevaplar verdi. “ Allah verir” sözünü sık sık tekrarladı. Onun şık, temiz hali, kendisini aramıza getiren arkadaşın nedense gücüne gitmişti. Bir aralık Hasana:

-      Biz boşuna okumuşuk ağanın, senin bülbülün kadar da etmiyok, diyecek oldu.

Hasan kendi diliyle konuşan bu arkadaşı işaret parmağını ısırarak süzdü sonra:

-      Sen okumuş değilsin! Dedi.

-      Nerden anladın ağanın ? dedi öteki.

Hasan birden ciddileşti. Sonra arkadaşın kıyafetini işaret ederek:

-      Okumuşun pantolon, gomlee böyle olmaz. Bi kravatın bile yok. Tıraş bile olmamışsın dedi, yürüdü gitti.

 

   

2 Nisan 2013 Salı

1956 YILI İSKİLİP TEN NOTLAR


1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 4

 

KAVURMA  

Eylül ayında, kasaba sokaklarını bir kavurma kokusu kaplar. Kış hazırlıklarının başında, küpe kavurma basmak gelir. Kasabalı için bu iş, odun tedariki kadar önemlidir. Harmanını kaldıran köylüler, önlerine kattıkları kavurmalık keçilerini; Salı günü hayvan pazarına indirirler. Bağ- bahçelerin toplandığı, erişte, mantı, tarhana, bulgur, turşuların yapıldığı bu mevsimde, en zevkli iş küplere kavurma basmaktır.

Eskiden kış aylarında kasaba’da hiç et kesilmezmiş. Kesilse bile pek seyrek, buda memurlar için kesim yapılırmış. Ama simdi sık sık hayvan kesimi yapılıyor. Oysaki kasabalılar kışın et almasını sevmiyor. Onun için et dediğin, küpe basılmış olmalı.

Anadolu’nun hiçbir yerinde kış, kasabamızdaki kadar heyecanla karşılanmaz. Kış hazırlıkları diye ilkokul hayat bilgisi dersinde işlenen konuların, kasabamızda hiç noksansız yerine getirildiği gözle görülür.

Daha eylül girmeden evlerde kış hazırlığı başlar. Sokak aralarında dibekler durmadan, tak tak tok sesleriyle bulgur döver. Bahçelerde bulgur kazanları kaynar. Sokaklara kilimler serilir, üzerinde bulgur kurutulur. Pencerelerden ceviz sucukları, pestil örtüleri, kuru sebzeler sarkar. Tavalarda pekmez kaynatılır. Kabak, ayva reçelleri hazırlanır. Turşular kurulur. Mahalle aralarını ekşi tarhana kokuları sarar. Tamamlanmamış evlerin üst katlarına, hevenk hevenk soğanlar, mısırlar çıkarılır. Sarı sarı kabaklar asılır. Merdiven altlarına, yüzlerce eşek yükü Yavu meşesi istif edilir. Erişte, mantı kesilir. Yufka açılır. Keşkeklik buğday hiçbir evde unutulmaz.

Ama bütün bu çalışmaların yanında, kavurma yine de en önemlisidir. Eylül ayında Salı günü kurulan hayvan pazarı, görülmeye değer.  Koyunlar, keçiler ve taze danalar, en makbulü tekelerdir. Hayvan pazarına işini gücünü bırakıp, pazarlıkları seyre gelenler bile görülür. Bunlar alıcılarla satıcıların arasını bulurlar. Tekeyi gözüne kestiren İskilipli, hayvanı boynuzlarından yakaladı mı, sürü sahibi ile aracıyı bulur. Pazarlık başlar:

-      Ne istiyon?

-      Sen ne veriyon?

-      Allah Allah, mal senin deelmi, iste bi bahalım.

-      Ben doksan diyom.

-      Bek çok deelmi?

-      Sen ne veriyon?

-      Ben de atmış veriyom.

-      Az deelmi?

Tam bu sırada aracı her ikisinin de elini yakalayarak birleştirir, bütün gücü ile ellerini sallayarak pazarlığa girişir.

     -Ne senin dedon, ne senin dedon. 75 lira yapalım bu iş bitsin.

Böylece pazarlık tatlıya bağlanarak teke sürüden çekilir. Tekeyi alanın genç oğlu, tekeyi arka bacaklarından yakaladığı gibi evin yolunu tutar. Keçi acı acı bağırırken, keçiyi alanlar keyfinden güler. Aldığı hayvanı önüne katmış evine götüren kasabalıyı, yolda kavurmalık almaya gidenler karşılar. Hayvanı götüren yolda hiç durmaz. Ama baba, her yeni gelene, rastladığı dostuna uzun uzun durumu açıklar.

-      Kaça aldın kardaş?

-      90 dedi emme 75 e sulf olduk.

-      Nasıl yağlımı bari?

-      Eh tavlı herhal.

-      Bi tekemi kesiyon?

-      Yoo, geçen hafta bi dene daha kestüydük.

Kasabalı için fazla sayıda kavurmalık kesmek, zenginlik işaretidir. Ona göre kavurma, evin direğidir. Eylül ayında evin üst katında iki, üç teke derisi tuzlanıp gerilmeli, kurusun diye rüzgâra karşı serilmelidir. Evde kavurma olunca, yemek derdi ortadan kalkar.

-      “İki gaşuk gavurmayı tavaya goyup, üstüne de iki yumurta kırdın mı, deme gitsin keyfine.”

Gerçekten kasabalı sabah kahvaltısında kıymalı yumurta yemeye bayılır.

MEZARLIK

Kasabanın Mezarlığı, kasabaya giriş caddesinin üstündedir. Akşam üzeri bu cadde insanla dolar. Kasabaya dönen sürü, bu cadde üzerinde karşılanır. Kasabanın spor meydanı da mezarlık yanındadır. Bu yüzden buraları çocukların oyun yeridir. İşini bitiren memurlar, seyrekte olsa bu caddede akşam gezisine çıkarlar.

Boş zamanlarda kır havasını, ekseri bende bu cadde de alırım. Bazen de yolumu mezarlığa kadar uzatırım. Her uğradığımda yeni toprak yığınları bulurum. Bunların çoğu, küçük çocuk mezarlarıdır.

Ne kadar çok çocuk ölür kasaba da? Yan yana, diz dize, kucak kucağıdırlar. Kasabalı çocuk ölümlerini- “ Niydek, Allah verdi, Allah aldı.” Diye karşılar. Hasta çocuklarını doktora gösterenler çok az. Gösterseler bile, bu işe en son çare olarak başvuruyorlar. Önce ev ilaçları, sonra muska yazdırmak, hocaya götürüp okutmak. İyi olmazsa doktora götürmek.  O zamanda iş işten geçmiş oluyor. Mezarlığın bu kadar çocuk ölüsü ile dulu olmasının nedeni, bundan kaynaklanıyor.

 

   

 

29 Mart 2013 Cuma

CUMHURİYET DÖNEMİNİN EN BÜYÜK KRİZİNİ YAŞIYORUZ


CUMHURİYET DÖNEMİNİN EN BÜYÜK KRİZİNİ YAŞIYORUZ  

Tarihi bazı konuları dile getirirken, insanların olaylara tepkisiz kalışına, figüran olarak kullanılmasına üzülür, bu sebeplerle başlarına kötü şeyler geldiğine kanaat getiririz.
 
Osmanlının son devrindeki: Balkan harplerindeki yenilgisi, Sarıkamış ve Enver Paşa olayı, Jön Türklerin icraatları, İttihat Terakki olayı, ülkemizde her on yılda bir olan darbeler;  ordunun siyasete karışması nedeni ile meydana gelmiş olaylardır. 

Siyaset adına ülkemizde işleyen mekanizma ve particilik adına dönen dolaplar, liderlik sultası, loca sultası, tarikat sultası, takım hizipçiliği ve buna benzer olaylar ile İnsanların akılları başlarından alınır, insanlar “ Büyükler bilir, biz bilmeyiz.” Diyen kişiler haline gelirler.  

Bir parti düşünün; önce senaryo gereği mazlum rolünü oynar. Mazlumların savunucusu kesilirler. Bir tarafdan’da bu parti,  koltuklarının altına verilen ajandanın gereklerini yerine getirir. 

Oyun kurucular hangi olayın, hangi parti döneminde nasıl gerçekleşeceğini tespit etmiştir. Herkes görevini yapar. Piyasaya kasetler çıkar, partinin başkanı yerinden olur. Partinin başına gelen ile kendilerine verilen görev değişir. Artık ülke sorunlarına, başka şekilde yaklaşılır. İktidar partisi ile görüşler, hedefler birleşir.  

Mevcut iktidarın 10 yıldır sürdürdüğü açılım politikaları sonunda; Kürtçülük hareketi geri dönülmez bir döneme gelmiş, bunun için şartlar hazırlanmıştır.

Dün darbe yaptırılan, laiklikten başka bir şey düşünmeyen bazı paşalar hapishaneye atılmış, böylece kalanlara gerekli gözdağı verilmiştir.  

Dolayısı ile bölücülüğe karşı çıkabilecek güçler etkisiz hale getirilmiş, bölücü hainlerin hareketleri, sadece seyredilir hale gelmiştir. Karşılarında ne yapıyorsunuz diye soracak güç, engel kalmamıştır. Pasifize edilmiştir.  

Bir şey daha yapılır. “ Cambaza bak cambaza denilerek, yurdumuz insanı cambaza bakarken,  dünyanın en pahalı elektriğini, akaryakıtını kullanarak, ceplerindeki parası aşırılır, ülke elden gider, cambazı seyrettiği için olanların farkına varmaz. 

Dün 12 Mart darbesinden sonra Diyarbakır cezaevinde, Kürtçülük hareketinin gelecekteki liderleri, elitleri yetiştirilir. Bu hapishanede başta Kürt dili olmak üzere, gazetecilik, hukuk, sosyoloji eğitimden geçerler. Hapisten çıktıklarında bu insanların her biri, Kürtçülük hareketini yöneten, taşıyan insan olurlar. 12 Eylül hareketi ile aynı ceza evine, PKK’nın militanları olacak kişiler doldurulur. Burada yatan kişilere onca işkence ve eziyet yapılarak, cezaevinden çıkanlar, PKK’nın yeminli militanı olurlar. Kimin sayesinde?  Bu hapishanelerin yöneticisi olan askerlerin, ajanda sahiplerinin sayesinde.

Dün askerlere darbe yaptıran ajanda sahipleri, bu gün askerleri hapse attırmıştır. Bundan sonra yaptıklarına, icraatlarına engel olacak güç kalmamıştır.  

 Paraya yön veren patronlar yerlerini korumuş, paralarının sıfırları çoğalmıştır. Devlete ait iktisadi teşebbüsler özelleştirme adına satılarak, yerli yabancı sermayenin eline geçmiştir. Zarar eden işletme tabi’i elden çıkarılır. Ama kâr eden köklü kuruluşlarda yok pahasına satılarak elden çıkarılmış, devlet küçülmüştür. Özelleştirme adına bu işlemlere maalesef devam edilmektedir.  

Kamu kurumlarının ihtiyacını karşılamak için, şehirlerin en lüks binaları kiralanmış, kamuya ait binalarda atıl durumda beklemektedir. Ankara’nın göbeğinde bulunan, statik açıdan kullanılmasında mahsur olmayan kamuya ait binalar yıkılarak, yerine yeni bina yapımına başlanılmış, milli servet boşu boşuna carcur edilmiştir. İngiltere ve Almanya’da 100 yıllık binalar halen ayakta olup, kullanılmaktadır. 

Bütün denenmişliğe rağmen,  kamuya yeni binek araçları alınıp savurganlığa devam edilmiş, her yıl alınan araçlara ve bunların bakımına yüklü paralar ödenmiştir. Tüm bu savurganlıklar nereye kadar devam edecek belli değil. 

Ülkemiz Cumhuriyet döneminin en büyük krizini yaşamaktadır. Bin yıllık geçmişi olan topraklarımız, ajanda sahiplerine peşkeş çekilmekte, geri dönülmez bir yola girilmektedir. Taviz vermenin de sonu yoktur. Arkasından başka talepler gelecektir. Bunlardan biriside, Azerbaycan’ın tekrar Rusya’nın tesir alanına girmesi söz konusudur. Bundan sonrada Ermenistan topraklarının büyümesi talebi gelecektir. 

Ajanda sahipleri bunları istemekte, mevcut iktidarda bunlara yeşil ışık yakmaktadır. Ermenilerin işgal ettikleri Karabağ da; camiler ahır haline getirilirken, Yunanlılar batı Trakya da camileri yıkıp yerine yenisinin yapılmasına izin vermezken, biz topraklarımızda Ermeni kiliselerini onararak hizmete açıyoruz. Ankara’da bulunan Sinagog’un, Büyükşehir Belediyesince tamiratına başlanacağı basında yer almaktadır. 

Cumhuriyet tarihinin en büyük bunalımını, inşallah kayıpsız atlatır, düşmanların ekmeğine yağ sürmeyiz. Bunun içinde milletçe uyanmamız, olanları görmemiz gerekmektedir. 

Mustafa Yolcu