5 Mart 2013 Salı


1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 3

DİL DERDİ 

Kasabanın, yurdun hiçbir yerine benzemeyen bir özelliği var. Dilini yabancı memurlara aşılamaktır. Kasabaya yerleşen memur, ister yerli, ister yabancı olsun, kısa zamanda oranın dilini benimsiyor. Yerli gelenekler sarıveriyor insanları. Hani kasabaya gelip’te dayanan, her çeşit tepkiye göğüs geren görülmemiş.

Gelenler önceleri yerli dili yadırgıyorlar. Fakat kısa zamanda pek çokları şaka olsun diye başladıkları işi, sonradan bırakamıyorlar. Şehir kulübü bu türlü yerli dil şakalarının gerçek kaynağı. Tavla oynarken yapılan şakalar hep yerlice. Her masadan gelen konuşmalara kulak verseniz, siz de yadırgarsız. Neredeyim diye sorarsınız kendinize. İşittikleriniz bir başka dildir.

Memurların kendi aralarında şaka olsun diye konuştukları yerli dil, bir bakıma o kadar önemli değil. Etkisi konuşanın kendinde kalıyor. Ama öğretmenlerin vazife başında da böyle konuşmaları hiç de iyi olmuyor.

Yerli bazı öğretmen arkadaşlar bu dil konusunda gereği kadar ciddi değil. Kendini yerli geleneklerin etkisine öyle kaptırmış, rahat yaşıyorlar ki sormayın. Kasabadan hiç çıkmamışlar sanırsınız. Geçenlerde biri dersinin konusu gereğince sınıfta topraktan söz açmış:

-      Çiftçiler, toprağa gücünü artırsın diye mayıs dökerler, demiş.

Yerli çocuklar, öğretmenlerinin dediklerin harfi harfine anlamışlar. Anlamışlar anlamasına ama, sınıfta sadece yerli çocuklar yok tabi, yabancı çocuklar da var. Bir afacan, mayıc sözünden bir şey anlamamış olacak ki, parmak kaldırmış, sormuş:

-      Öğretmenim ben bir şey anlamadım? Demiş.

-      Nasıl bir şey anlamadın?

-      Ay toprağa nasıl dökülür, onu anlamadım?

-      Ne ayı oğul?

-      Toprağa mayıs dökerler dediniz öğretmenim?

-      Heya.. mayıs dökerler.

-      Hımm. Şo mesele. Sen Lundurada mı doğdun, büyüdün ne? Anladın anlamasına ya, kibarlık taslıyon.

Bu konuşmadan sonra çocuk yine bir şey anlamadan, öğretmende çocuğun kasten sorduğuna inanarak, konuyu daha fazla açıklamadan kapar. Konu sınıfta kapanır ama, sonra dışarıda genişler. Arkadaşları afacanın adını mayıs takarlar. Gel mayıs, git mayıs. Bu bir zaman böyle gider.

Sonunda çocuk yerli arkadaşlarından adının ne olduğunu öğrenir. İki gözü iki çeşme, soluğu evde alır.

-      Anne çocuklar bana mayıs diyorlar.

-      Desinler oğlum, bundan ne çıkar?

-      Ama mayıs kötü bir şeymiş.

-      Nasıl kötü bir şey?

-      Mayıs, şey anne, şey..

Ve işte böylece, çocuklar ilkokuldan hemen hiçbir dil gelişmesi kazanmadan ortaokula geliyorlar. Ortaokul da bu alışkanlıkları gideremiyor. Çocuk, çoğu zaman evinden geldiği dille, evine dönüyor.

TELÂŞE MÜDÜRÜ:

Kasabanın en hareketli adamıdır. Gerçek adını hala bilmiyorum. Onu herkes telaşe müdürü olarak tanıyor. Asıl mesleğinin berberlik olduğunu duydum. Kendisini hiç berberlik yaparken görmedim. O herkesin can dostu, can yardımcısıdır.Bütün işi gücü başkalarının yarım işlerini takip etmek, onları tamamlamaktır.

Uzaktan size doğru geliyor görürsünüz. Acele içindedir. Sağına soluna bakmadan da olamaz. Yaptığı işlerin bir tasvibini toplar gibi, bakar, selam verir, gülümser, yürür. Bir yere dolmaya davet edilirsiniz, gidersiniz, bakarsınız ki oradadır. Gelen misafirleri ağırlar. Ev sahibine yardım eder. Size hatır sorar. Gönül alır, gülümser.

Bir dernek kurulsa başkandır. Kasabaya hayırlı bir iş yapmak gerekse, içindedir. Vilayete okumaya gidecek öğrencileri o götürür. Hastaları hastaneye o yatırır. Ölüleri son durağına o bırakır.

Bazen ona takılırlar:

-      Ne var yine arkadaş derler. Daha çekemiyenleri alaylı söylerler

-      Ne var yine müdür beğ.

O hepsine aynı tatlı gülüşle karşılık verir:.

-      Hiç, bir iş varda.

Hani insanın bu adamcağız olmasa kasabanın bütün hayatının duracağına inanacağı gelir. Çünkü her hareketli işin başında onu görürsünüz. Kasabadan ayrılan bir memur şerefine verilen ziyafetin başında, yine onu bulursunuz. Üşenmez, şahıs şahıs dolaşır, arkadaş toplar. Gidenleri uğurlar. Gelenleri karşılar. Kasabaya gelen yabancı ile ilk o tanışır. 

 Onun birçok iyi ve başarılı işlerine şahit oldum. Hiç birinde de kendinden söz ettiğini duymadım. Bu alçak gönüllü insanın kasabalılara karşı yardım severliğine her zaman hayran oldum. Etrafındaki çekemeyenlerin belli alaylarını dahi hiçbir tepki göstermeden işine koyuluşu, her işe koşoşu gerçekten güzel bir şey. Kasaba telâşe müdürsüz olamaz sanırım. Olsa bile enteresanlığından çok şey kaybeder. 

KASABA DEĞİŞİYOR 

Kasabanın kötü diyebileceğim bir coğrafi yapısı var. Yol üstünde değil. Bu yüzden kabuğuna çekilmiş bir böcek gibi, yalnız kendi hayatını yaşıyor.  Geleneklerin köklü oluşu da buradan geliyor. Dışta yetişip gelmiş yabancı memurlar, kısa zamanda bu geleneklere kendini kaptırıp oralı oluyorlar. Böylece kasaba da hayat hiç değişmiyor sanılır, ama değil. Kasaba her gün biraz değişiyor.

Eskiden kasabaya bir araba ya uğrar, ya uğramazdı. Kasabadan da iki arabanın çıktığı pek az olurdu. Ama şimdi, kasabadan her saat başı bir otobüsün kasabadan ayrıldığını görürsünüz. Kamyonlar gider gelir. Vilayete ne zaman inmek isterseniz taşıt vardır. Bu gidiş geliş bolluğu kasabanın hayatında değişikliğe yol açacağa benziyor. Kasabaya çok sayıda yabancı giriyor artık. Geçen gün evde oturuyordum. Birden kendimi İstanbul da sandım. Bir” eskiler alurum” sesi beni yerimden sıçrattı. Pencereden baktım. Tabak, çanak satan bir gezginci sokakta dolaşıyor. Evlerden kadınlar çıktı. Satıcı ile karşılıklı pazarlıklar başladı.  

 

1 Mart 2013 Cuma

MİLLİYETCİLİK AYAKLARIN ALTINDAMI ?


 

MİLLİYETCİLİK AYAKLARIN ALTINDAMI?
 

“Son dönem Türkiye tarihi, bir millet yaratamayacak kadar kısadır. Eğer Türkiye’de Türk diye bir millet varsa, bu en az bin yıllık bir tarihin sonucudur; üstelik bu sonuç, Misak-ı Millî sınırlarına sığmayacak kadar geniş bir gönül ve kültür coğrafyasına yayılmıştır. Yirminci asrın ilk yarısında çizilen bir harita ve 75 yıllık tarih, bin küsur yıllık bir oluşumdan koparak, nasıl yeni bir millet yaratabilir? 

Türk Milleti: “kültürlerin, dillerin, duyguların birbirine karışıp yoğrulduğu, Türkistan’a, Kırım’a, Bosna’ya, Kosova’ya, Musul’a, Kerkük’e, Şam’a, Halep’e vb. aynı ölçüde bağlı, dalları dört bir yana uzanan, kökleri ise çok derinlerde bir ulu çınardır.”

Milletimin bütün etnik aidiyetleriyle birliğini, refahını, huzurunu ve kalkınmasını istiyorum. Beş bin yıllık tarihimizden getirdiğimiz hasletlerin, geleneklerin ve değerlerin, inancımızdan gelerek kazandığımız güzelliklerin, bütün dünyaya tanıtılmasını, insanlık ailesine sunulmasını istiyorum 

Türk Milleti, millî bir kavramdır. Millet etnik bir temeli olsa dahi, ancak bu etnikliğin aşıldığı, farklı etnikliklerin bir şemsiye altında toplandığı devrede ortaya çıkar.” Millet kavramı, Osmanlı’da dinî kimliğe dayanmaktadır. İslam milleti, Türkleri, Kürtleri, Lazları, Arapları ve diğer (“ırk” ya da “kavim” olarak anılan) tüm Müslüman etnik grupları içine alıyordu. Milli Mücadele Bağımsızlık savaşı, Anadolu ve Rumeli Müslümanları adına yapıldı. Cumhuriyet’in kuruluş döneminde “Türk milleti” kavramı, Müslümanlardan oluşan topluluk anlamında kullanıldı. 

Ben bir Türk milliyetçisiyim. Canımı, gözümü kırpmadan feda edeceğim kutsal değerler arasında, mensubu olduğum Türk milleti de vardır. Gurur duyduğum tarihim bizim kimliğimizi, kişiliğimizi oluşturuyor. Bugünleri borçlu olduğumuz atalarımızı, onların çektiği çileleri, katlandıkları fedakârlıkları her an minnet ve şükranla anıyoruz. 

Eğer milleti, etnik kimliklerin üzerinde bir örtü olarak kabul ediyorsanız, o zaman her etnik grubun bu örtü altında, adıyla ve sanıyla özgür ve onurlu yaşayacakları bir gölgelik alan bulunmalıdır. 

Balkanlar ve Kafkaslardan gelenlere bu ülke sizin değil " diyen, siyasi parti ve sivil toplum örgütleri vasıtasıyla “Türk ve Kürt ırkçılığı ” yapanların peşinden giden Müslümanlara, durdukları yeri bir kez daha gözden geçirmelerini tavsiye ediyorum

Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içinde yaşayan bütün vatandaşlarımızın, ortak millet adı “Türk Milleti”dir. Bu Türk milleti bütünlüğü içinde, elbette Kürt kavmi de var, Arap kavmi de var, Çerkez kavmi de, diğer kavimler de. “Kavmiyet” ya da “etnik aidiyet”, doğuştan getirilen kimliktir. Kimse, kendi kavmini seçme özgürlüğüne ve tercihine sahip değildir. Gayr-i iradî olarak Allah’ın insanlara verdiği bir hususiyettir. Bu kavimlerden birine mensup olarak doğmak, suç ya da övünç kaynağı olamaz. O bakımdan etnik aidiyet ya da kavmiyet, diğer kavimler karşısında üstünlük vesilesi sayılarak hüküm konulamaz.

“Millet” ise sosyolojik, hukukî ve kültürel bir birliktir. İsteğe bağlı kazanılmış bir kimliktir. İnsan, bir kavme istese de giremez, ama millete isteyerek dâhil olabilir. Nitekim ülkemizdeki değişik kavimden olan insanlar, Türk milletine dâhildirler.  Türk milliyeti, bir üst kimliktir. Türk milleti, kişilerin hangi kavme mensup olursa olsun sosyolojik, hukukî ve kültürel birliğinin adıdır. 
 

Ama milletimizi bölüp parçalamak isteyenler, kavimlerin isimlerini de tek tek sayarak, bunları ayrı birer millet olarak sunmaktadır. Türklüğü de bu kavimler sırasına sokarak, yani milleti kavme indirerek, sosyal dokuyu paramparça etmektedirler.
Millet, kavim ya da etnik grup demek değildir. Millet, ya saf bir etnik gruptan oluşur, ya da kurucu unsurun hâkim olduğu ve diğer etnik grupların da içinde yer aldığı bir yapıdır.

Mesela Fransa vb, siyasi ve coğrafi sınırları belli, bağımsız bir devlettir. Fransız milleti ise kurucu ve hâkim unsur olan ve oran olarak da üçte bir miktara sahip bulunan Frank milletin adı “Fransa vatandaşı” ya da “Fransalılar” değil, ”Fransız Milleti’dir. Türkiye de böyledir. Türkiye’de de yaşayan insanların tamamının adı “Türk milleti” dir.

Türk milleti, 10. Asırdan bu yana Selçukluların, Türk boylarının, Yesevî dervişlerinin, Hacı Bektaş Velilerin, Yunus Emrelerin ve diğer Horasan erenlerinin, bu vatan topraklarını İslam ve Türkçe ile İslamlaştırma ve Türkleştirme çalışmalarının sonucunda ortaya çıkan tarihî, kültürel, sosyolojik bir vakıadır. Sözünü ettiğimiz bu İslamlaştırma ve Türkleştirme çalışmaları zorla, baskıyla, kılıçla değil; tamamen gönül rızasıyla olmuş iradî bir süreçtir. Asimilasyon değil, bütünleşmedir. Hatta Kürdün, Arabın dışında, Ermeni, Rum, Keldanî ve diğer bazı topluluklar, kendi istekleriyle Müslüman ve Türk olmuşlardır. İşte bu tarihin sürükleyip getirdiği, yoğurup pişirdiği toplumsal yapının hukukî adı “Türk milleti”dir.
Haçlı-Siyon emperyalizmi, bu millet birliğinden rahatsız olduğu için içerideki temsilcileri vasıtasıyla parçalamaya çalışıyorlar.

İnsanlar kendi seçimleri olmaksızın, Allah’ın takdiri ile Türk, Arap, Fars, Kürt, Alman, İngiliz vs olarak doğarlar. Bu, insanların kavmi ve biyolojik kimlikleridir.  Kişiler, içinde yer aldıkları milletin ortak özellik ve değerleriyle donanırlar. Bu da sosyolojik kimliktir ve bunun modern anlamdaki karşılığı, millî kişiliktir. Simdi Türkiye’de insanlar, biyolojik olarak ya Türk ya Kürt ya Arap ya Çerkez vs olarak doğuyorlar. Ancak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bağlı bir vatandaş oldukları, bu vatanda yasadıkları için, bu ülkenin ve bu milletin ortak değerleriyle sosyalleşip, kültürleniyorlar. Yüzyıllar boyunca bu insanlar ortak değerlerde kaynaşarak, sosyolojik anlamda bir millet olmuşlardır.
 

Bu milleti parçalamayı amaçlayan şer güçler, milliyetçiliği tartışma konusu yapıp,  milliyetçilik anlayışıyla ulusalcı anlayışı örtüştürmek için, çaba göstermektedir. Milliyetçiliğin dine bakışıyla, Ulusalcılığın dine bakışı farklıdır. Milliyetçilikte din milletle birliktedir. Ancak Ulusalcılık dini ötekileştirmektedir.  

Mayınlarla döşeli geçtiğimiz yolda, Türkiye son yüzyılımızın en önemli, aynı zamanda en tehlikeli seçimlerinden biriyle karşı karşıya. Vatanımızı bölmek, milletimizi birbirine düşman haline getirmek isteyen iç ve dış düşmanlarımız, kendi aralarında yarış halindedirler. Doğu ve Batı dünyası, 1071 Malazgirt zaferinin intikamını almak için didinip duruyor. 

Ülkemizde, yeni bir anayasa yapılması için çalışmalar mevcuttur. Bu anayasanın özellikleri ne olacak? Bu anayasa, üniter devlet yapımızı bozacak mı, bozmayacak mı? Birtakım kişiler, kuruluşlar, partiler, devletler… Irak, Suriye, Türkiye ve İran üzerinde müstakil bir Kürdistan kurulmasını istiyorlar.”

Ama hiç kimse, böyle bir bölünmeden sonra, Kürtlerin ve Türklerin nasıl büyük belâlarla, felâketlerle karşı karşıya geleceklerini açıklamıyor. Kürtler, Doğu Anadolu’da bir devlet kurmayı, turşu kurmak gibi kolay bir iş sanıyorlar. 

Bazı Türkler de sanıyorlar ki, Doğu Anadolu’muzu vatanımızdan ayırıp Kürtlere bıraktık mı, terör belasından kurtulup, rahata kavuşacağız. Her iki görüşün temelinde, cehalet ve büyük bir ihanet var. Çünkü PKK terörünün altında, Batı dünyasının, yani Hıristiyan âleminin “ŞARK MESELESİ” pusu kurmuş bekliyor. ŞARK MESELESİ’NİN esası, Anadolu toprakları üzerinde bir tek Türk, bir tek Kürt bırakmamaktır. Bizi, geldiğimiz Asya içlerine sürmektir. Biz 1590 yılında,  23 milyon km2 üzerinde hüküm süren, bir büyük devlettik. Hıristiyan batı, ŞARK MESELESİ zihniyetiyle bizi önce, Avrupa içlerinden Balkanlara kadar geriletti. Sonra 1912 Balkan savaşlarıyla, bizi Balkanlardan Anadolu’ya itekledi. Şimdi de Anadolu’yu ANATOLİA haline getirmek için çırpınıyorlar.Kürtlerimiz, BÜYÜK ERMENİSTAN davasından, İsrail’in ARZ-I MEV’UT davasından, ABD’nin BOP plânından haberdar değiller… 

Bütün bunlardan sonra, milliyetçiliği ayaklar altına alacak mıyız?

-   Devletten milli olan ne varsa ayıklayacak mıyız?

-   TBMM değişerek,  Anadolu Büyük Halk Meclisi mi olacak?

-   Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu Cumhuriyeti mi olacak?

-   Milli Eğitim Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı mı olacak?

-   TC Ziraat Bankası, Ziraat Bankası mı olacak? 

Ülkemizin nüfusu 74 Milyon kişidir. Kürtlerin nüfusunun da 10 milyon kişi olduğu söyleniyor. Bu 10 Milyon kişiyi memnun etmek için mi Milliyetçiliği ayaklar altına alıp, Türk’e ait ne varsa ortadan kaldıracakmısınız?

Bütün bunları bir bilen varsa açıklasın? 

Mustafa Yolcu

 

 

25 Şubat 2013 Pazartesi

1956 YILI İSKİİPTEN NOTLAR- 2


 

1956 YILI İSKİLİP’TEN NOTLAR- 2

 

NARE

Yamaca abanmış, üst üste binmiş evler düşünün. Eğri büğrü kaldırımlar, dar sokaklar düşünün. Masal dağları düşünün. Eski kaleler, bu kalelere dolana dolana çıkan yollar düşünün.

Sonra tellalların “ vakti salaaa eyyy müslimiiin” diye seslendirdiği dar sokaklardan geçin. Kaleye dolana dolana çıkan yolda yürüyün. Yorulup nefes almak için durduğunuzda, kendinizi kasabamızın kale yolunda bulursunuz.

Solunuzda, üstünüze yıkılacakmış gibi Yivlik yükselir. Arkanızda Uludere, yemyeşil bir ağaç denizidir. Bir yanda Çağıl uzanır. Önünüzde Kızıl ırmağa kadar buğulu, sisli bir ağaç denizi yatar. Siz her adımda kasabadan uzaklaşırken, ona yaklaştığınızı anlarsınız.

An gelir, yarın altında yamaca abanmış evlerin, damlarına düşeceğinizi sanırsınız. Aşağıda pazar yerinde kaynaşan insanları görürsünüz. Karınca kadardırlar. Yer yer yükselen minareler, sıra sıra kavaklar, halı benzeri bahçeler, küme küme evler altınızdadır. Hele kalenin düzüne çıkınca kasabada her şey küçülür, sesler büyür yalnız.

Büyük şehirlerimizin birinde bu kale, akıllı bir işletmeciye milyonlar getirir. Ama kalenin düzünde baharda, yeşil otları geveleyen başıboş birkaç danacık, ya da tavuklar eğleşir. Bu düz ramazan aylarında şenlenir.   

Kimlerden kaldığını araştırmadığım kalenin, son duvarları yer yer ayaktadır. Kaleye yine eski kale kapısı kalıntısından girilir. Bu duvarlar gölgelerini, arkada yükselen, mavi gökyüzüne düşürürler. Ramazanda duvarlar üzerindeki nareciler , uzaktan kaleyi bekleyen silahşorları hatırlatırlar. Ramazan gibi diğer mutlu günlerimizi de müjdeleyen kasabanın topu, yine bu duvarların dibinde gümbürder. Arife günü toplar atılınca, ardından nareciler kale duvarlarına çıkar kurulurlar.

Kasabayı o anda davul- zurna sesi sarar. Perde perde yaklaşan, uzaklaşan, alçalan, yükselen, adım adım peşinizden gelen yanık bir sestir bu. Kasabanın neresine gitseniz yanınızda kulağınızın dibindedir. Kurtulamazsınız. Davulcu her tokmağı indirişte, sanki başınıza vurur gibidir. İlk günleri nareyi çok yadırgarsınız. Alışınca da ararsınız.

Hele zurna.. Size düğün alaylarını, halayları, horonları hatırlatır. Yemenlere cephelere giden, Mehmetçikleri hatırlatır bize. Eski türküler gelir kulaklarınıza. Güreş meydanları görürsünüz. Naralar,hey heyler duyarsınız içinizden. Garipsersiniz. Yolunuzdan olur, kale duvarlarında zurnacıyı arar gözleriniz.

Oysa zurnacı hiç durmadan üfler. Gelen zurna sesi, bir daha kesilmez. Bir sağ bir sol yanağını şişire şişire, tükenmez bir nefesle yorulmadan üfler. Zurnasını havaya kaldırarak çalar. Sağa döner, ulaş tepe mahallesine seslenir. Sola döner, Uludere ye üfler. Eğilir kasabaya üfler. Onun için ses, perde perde yaklaşır, uzaklaşır, fakat dinmez. Sanırsınız biri radyonun düğmesi ile oynuyor. Değildir, zurnacının maharetidir bu. Ama davul biteviye gümler. Güm güm de güm güm. Bu sırada kaledeyseniz, karıncaların buğday döküntüsünden paylarına düşeni alıp, yuvalarını dönüşlerini hatırlarsınız. Tıpkı karıncalar gibi, çocuklar çıkar evlerden. Doğru keşkek fırınına gidip, güveçlerini alıp dönerler. Narenin bir ödevi de keşkeğin piştiğini, evlere hatırlatmaktır. Nare, akşam topuna en az bir saat kala başlar.

Kale kapısının üzerinde, göklere çekilmiş bir bıçak gibi, bayrak direği yükselir. Ramazanda üzerindeki düzlükte, çocuklar oynar. Akşam topunu beklerler. Top atılınca, nara atarak evlerine koşarlar. Sonra nare susar, insanlar susar. Sesler donar kasaba da. Köpekler bile havlamaz olur. Sokaklar birden cansızlaşır, açık kapılardan birinden diğerine insanlar koşuşur. Kahveler boşalır. Akşam pidesi elinde, eve geç kalanların koştuğu görülür. Bu saatte kasaba insanları tarafından bırakılmış, bir masal şehridir.

KIR

İşim bana, yurdumun çok yerini görme imkânını bağışladı. Güzel köşeler gördüm, ama kasabamız kadar değişik dekorlu yer görmedim. Kıyılarda denizgüzelliğini, ormanda ormanı bulursunuz. Değişmeyen bir güzelliktir bu. Kısa zamanda alışır kanıksarsınız. Örneğin bir gün yolunuz Uludere’ye uzanır. Yeşilin tadını çıkarırsınız. Koyu, dalgalı, açık benekli yollarda yürür, iplik iplik sarkan patikalar dan geçersiniz. Dallarda bülbüller şakır. Değirmen oluklarından sular dökülür. Yaz ortasında nemli bir serinlik sizi sarar. Kırmızı elmalar, sarı sarı ayvalar güler dallarda. Cevizlerin serin loş gölgesinde, bahçelerde çalışanlar dinlenir. Çalı dipleri mor menekşe doludur.

Bir başka gün yivlik yamaçlarında, yükselmenin tadını çıkarırsınız. Kasaba ayaklarınızın altında serilir. Siz, bir gülüver olursunuz. Elinizi uzatsanız, masal şehrinizi darma dağın edecek kanısına varırsınız. Uçsuz bucaksız bir ağaç denizi, daha uzaklarda, bozkırda ekin tarlalarının halı yeşili uzanır. Bakmaktan ayrılamazsınız.

Kasaba her yönünden bir başka görünüştedir. Artık çıplaklaşmış, ormandan yoksun kalmış tepelerde bile, bademler çiçek açar. Hele baharda kasabayı bir çiçek, koku, renk, ses cümbüşü sarar.

Oysaki biz kasabalılar ne bu güzellikleri görür, ne bu sesleri duyarız. Bir koza gibi,çevremize sardığımız gelenek çemberimiz içinde, bütün tabiat güzelliklerinden yoksun yaşarız. Ne Yivliğe, ne kaleye, ne Çağıl’a çıkarız. Uludere’ye yalnız bahçesi olanlar çalışmaya gider. Evlerimizin ardından başlayan yamaçlarda taze danalar, kuzular otlar. Dere boyunca sıralı değirmenlerin çağıldamalarını, buğday öğütmeye gelenler dinler. Ne kaynak başları, ne çınar dipleri, ne dere boyu tabiatı sevenlerin uğrağı olur.

Neden böyledir bu? Milletçe tabiatı sevmiyor muyuz? Türkülerimiz, manilerimiz, efsane- masallarımız, çevrelerimiz- nakışlarımız tabiatla örülmüş değimli? Vaktimiz mi yok? Değil elbet, Kahvelerimiz adam almıyor.

Kasabaya geldiğimizde topluca gezmenin, bu tabiat güzelliklerinin tadını çıkaralım dedik. Eşi dostu kandırıp bir iki gezdikte, sonunda bıkıverdik. Sonraki gezilerde her birimizin bir işi çıktı. Kimimiz hastalandı, kimimiz yeri, kimimiz havayı beğenmedi. Kır gezileri unutuldu.

Okulca da yapamadık bu işi. Tıpkısı engeller dikildi karşımıza. Ne yivliğe çıkabildik, ne kasabanın içindeki kaya mezarları gezebildik. Ne baharda yamaçlardan çiğdem toplayabildik.

 

Daha önce Bozkır da kaldığım yıllar da arkadaşların: - gezecek bir yerimiz yok ki, dediğini hatırlarım. Burada gezecek çok yer var ama gezenler nerde?

Günün birinde İskilip e bir kaymakam gelmiş. Kasabanın en güzel yerlerini seçip, buralara çardaklar kurdurmuş. Kaynak başlarına kır kahveleri açtırmış. Çocuk bahçesi, park yaptırmış. Kaleyi şenlendirmek istemiş. Ondan kalan bugün yalnız parktır. Kaymakam gidince çardakların her ağacını alan götürmüş. Çocuk bahçesinden geriye kalan beton kazıklar. Çağıl sadece yazın su almaya gelenler ile şenleniyor.

Ama okullarda gezi kolu, izcilik kolu, kültür ve edebiyat kolu vb. hep çalışıyor. Çocuklar bu konulardan not alıyor. Ve bizler akşamları saat 16 da okulu kapayınca soluğu kulüpte alıyoruz. Bu her yerde böyle. Sırtına yol çantasını sırtlamış, yollara düşen, kaynak başlarında ateşini yakıp eyle şen izcileri görmek istiyor gözlerimiz. Bu yurt gezilmeye değer.

 

21 Şubat 2013 Perşembe

9. HAÇLI SEFERİ İLE KARŞI KARŞIYAYIZ


 

9. HAÇLI SEFERİ İLE KARŞI KARŞIYAYIZ 

Öyle bir dönemden geçiyoruz ki, akıl havsala almıyor. Bizim dediğimiz, bizden dediğimiz iktidar döneminde, 9. Haçlı seferi devam ediyor. 

Bu dönemde tarihimiz, milletimiz, bayrağımız, vatanımız yargılanmaktadır. Dün Sevr anlaşmasını bize imzalatmak isteyenler, bu gün bunun hükümlerini yerine getirmek çabası içindeler. Bölünme haritaları düzenleyip, basına servis ediyorlar. Dünün sol ve TKP’lileri bu gün, PKK- BDP ile kol kolalar. Adı malum köşe yazarları, bölücülerin destekçisi olmuşlar. Onları destekleyen, kollayan yazılar yazıyorlar.  

BDP önderliğinde sözde barış ( kışkırtma ) turu düzenleniyor. Bayram değil seyran değil, bunca olaylardan, PKK militanları ile dağda kucaklaşmadan sonra; bu barış turu neyin nesi? Her mezarlığında PKK’nın pusuya düşürüp öldürdüğü şehitlerin olduğu ülkemizde, milletin sabrını basiret inimi ölçüyorlar? Bunun altında ne yatıyor? 2012 yılında Karadeniz bölgesinde yakalanan PKK militanları vardı. Planladıkları Karadeniz hareketinin alt yapısını oluşturmak için mi bu geziyi düzenlediler? Ertuğrul Kürkçü 12 Mart döneminde, Niksar Kızıltepe’de yakalanmıştı. Sebahat Tuncel Çorumda yaptığı konuşmada-“ “Biz sadece Kürt halkının değil, Alevilerinde, Ermenilerin de hakkını savunuyoruz.” Diyerek,  Türklüğü hiç ağzına almamıştır.  

Sinop ve samsun da meydana gelen olaylardan sonra, televizyonlarda milletin tepkisini karalayan sözde aydın konuşmacılar, yaşanan olaylara -“ bu bir provokasyondur.” Damgasını vuruyorlar. Bu milleti sokağa döktüren de, BDP’lileri buraya gönderen de aynı güç.  Ajanda aynı yerin ajandası.

Aslında sadece yakasında TBMM rozeti taşıyan milletvekilleri değil, dileyen her kesin, ülkenin her köşesine güven içerisinde gidebilmesi gerekir. Gel görelim öyle kötü oyunlar oynadılar ki, Kürdü- Türk ü birbiri ile çatıştırmak için, karşı karşıya getirmek için, her şey i yaptılar.

 Onca devlet ihalesi yapılan Diyarbakır’da, Ankara’dan giden bir Türk’ün ihale alabildiğini duydunuz mu?  Şayet alırsa bu işi sağ salim bitirebileceğini, düşünebiliyor musunuz?

Ankara’da bir kamu kurumundan, Siirt’e görevli olarak gidiyorlar. Ekib’den birisi Kürtçe biliyor. Lokanta ya gidip yemek siparişimizi verdiklerinde, Kürtçe bilen garsona Kürtçe bir şeyler söylüyor. Garson siparişi alıp, yanlarından ayrılıyor. Daha sonra içlerinden birisi, bu garsonun yanına gidiyor –“ bizim arkadaş sana ne dedi.” Diye soruyor. Garson biraz tereddüt ettikten sonra- Arkadaşınız bu Türklerin yemek fiyatlarını kazıklayabildiğin kadar kazıkla dedi. Bende olmaz öyle, fiyat ne ise onu uygularım dedim.” Diyor. Görevleri bitip Ankara’ya döndüklerinde; Kürtçe bilen arkadaşlarına yaptığı hareketin nedenini sorduklarında, söylediğini pişkinlikle inkâr ediyor. Onlarda, bir daha o arkadaşları ile göreve gitmeme kararı alıyorlar.

Bunu genele şamil etmek mümkün değil ama bir şeylerin doğru gitmediği ortada. Bunlardan ders alınmadığı da orta dadır.

Uğur Mumcu bir notunda "Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa, ne işi var CIA ve MOSSAD'ın Kürtler arasında?" "Yoksa CIA ve MOSSAD, anti-emperyalist savaş veriyorlar da; dünya bu savaşın farkında değil mi?" demektedir. Aslında CIA ve Mossad’ın yanına AB. ve Almanya, Fransa’yı da eklemek gerekir. Ülkemize karşı 9. Haçlı seferi bu ülkelerce icra edilmektedir.
En hazin olanı da, devlet erki bu duruma engel olmamakta veya olamamaktadır. AKP iktidarı bu oyunun tarafı durumunda olup, görevini Kürt ve Ermeni açılımı ile devam ettirmektedir. Biz vatandaşlarda sahnelenen oyunu seyrediyor, oyunun sonunu bekliyoruz.
Yarın seçim olsa sonuç ne olur. Kamuoyu yoklamalarında olduğu gibi AKP % 56 oyumu alır, tepe taklak mı giderler? onu zaman gösterecek.
Her şeye rağmen ben, milletimizin sağduyusuna güveniyorum. İnşallah gazasız belasız sandık, bu milletin önüne konulur. O zaman görürüz, ağ mı yaman, bey mi yaman. 

Mustafa Yolcu

 

 

18 Şubat 2013 Pazartesi

YIL 1956 İSKİLİPTEN NOTLAR


 

YIL 1956 İSKİLİP’TEN NOTLAR- 1

ORUÇ

İskilip’e 1938 yılında bir ramazan ayında gelmiştim. İki üç gün kalıp ayrılmıştım. Aradan bu kadar zaman geçti. 1953 Yılında bir ramazan ayında, İskilip e yeniden gelmek kısmetmiş.  İşe başlayıp kendime yer edinince, eski hatıralarımı yoklamak ilk işim oldu.

O zamanki İskilip’i ziyaretim çok ayrı bir sebeptendi. Ayrıca o gün ki ben ile bu gün ki ben arasında, bir hayli fark ve zaman var. Bu bakımdan 1938 yılının İskilip’ini hatırlamak benim için çok müşkül oldu. Ama yinede o gezinin içimde silinmez bir iki hatırası var ki, onları bu defada aynen bulunca geçmişi bu gün gibi hatırladım.

1938 de geldiğim İskilip’te, üç gün aç kalmıştım. Ay ramazana rastladığı için bütün lokantalar kapalı idi. Gündüzleri oturacak bir yer bulamamış, otelin tahtakurulu karyolasında, yaz sıcağında günümü öldürmüştüm. Çünkü kahveler de kapalı idi. Tanıdık biri bize bir lokanta gösterdi. Yemeğe lokantanın arka kapısından girmiştik. Ayrıca caddeye bakan pencereler, perdeler ile örtülmüştü. Akşamları kaleden patlayan topla sokaklar birden boşalıyor, sonra yirmi dakika ortalıkta yalnız köpekler dolaşıyor, birden sokaklar yine insan almıyordu. Yemeğini yiyen dışarıda idi. Gece bütün kahveler 12 kadar açıktı. Hiç birisi boş değildi. İşte kasabadan bende kalan en derin izler bunlardı.

1953 Yılı bir ramazan ayında, tekrar buraya geldim. Akşamın geç saatinde kasabaya girişimle, olanların farkına varmadım. Ama ertesi gün sokağa çıkınca, hatıralar birden canlandı. Sanki kasaba bunca yıl donmuş kalmış, şimdi buzlar çözülmüş, her şey tekrar aynı yerden başlamıştı. Tespihleri ellerinde elleri arkalarında ihtiyarcıklar, dualar mırıldanarak dolaşıyor, gölge arıyorlardı. Belli ki oruç keyfi içindeler. İşte yine lokantalar kapılarını kilitlemiş, pencerelerini perdelemişler, kahvelerde kimseler yok, yine kaleden top atılıyor. Yine kalede nare çalıyor, yine geceleri kahveler saat 12 lere kadar işliyor. Her şey yine aynı. Ben yine lokantaya arka kapıdan giriyorum. 

İlk yorgunluğum geçti. Etrafı daha iyi görebiliyorum. Sabahları da eski alışkanlığımla, vaktinde uyanmam mümkün oluyor. İşte saat altı. Güzel bir gün başlıyor. Etrafta bahar havası, kuşlar cıvıl cıvıl. Bütün ağaçlar çiçek içinde. Toprak buğulu. Yağmur çiselemiş az önce. Fakat o ne? Etrafta öylesine bir uğultu bir gürültü var ki. Hatıramı yokluyorum bu ne ola. Acaba bu gün Pazar mı? Günümü arıyorum. Pazar yeri bomboş. Geri dönüyor odamın penceresine koşuyorum. Sesler çoğalıyor. Pencereyi açıp bakıyorum.

Baktığım pencerenin altı bir kahvenin arka bahçesine karşıdır. Gürültü işte bu bahçeden gelmektedir. Geniş bahçenin her bir köşesine, dut ağaçlarının altına birçok masalar konmuş, gurup gurup insanlar bu masaların etrafına oturmuşlar,  hem konuşuyor, hem kahvaltı ediyorlar. Masaların üzerinde peynir ekmekleri, zeytinleri çayları pideleri var. Önce bir şey anlamıyorum. İşte şu dün elinde tespih, oruç keyfi gölge arayan falan şu filan, hım iş anlaşıldı.

Bu bütün bir ramazan, böyle devam etti. Yağmurlu sabahlar hariç, ben her sabah otelin penceresinden, bu bahçede oruç bozanları seyrettim. Sonra onları ellerinin tersi ile ağızlarını silip, dışarıda tespih ellerinde oruç keyifli gölge arayıp, dolaştıklarını gördüm. Şimdi asıl merakım, acaba 1938 dede bu bahçe bu kadar işliyor muydu?

ORMAN VE EV

Kasabanın bulunduğu yerler vakti ile ormanmış.  Bunun en yakın delili evleri. Burada evler orman bölgesinin evleri gibi hep iki katlı ve ahşap. Tek ev gösteremezsiniz ki bir katlı olsun. Bütün evler aynı tip. Yeni yapılanlarda da ufak tefek değişiklikler başlamış ama hep aynı genişlik ve ısınması imkânsız büyüklükte.

Orman yakın olduğu için, yazdan araba araba odunu getirir, bahçeye yığarlarmış. Kışın kütükleri ocaklara dayar, yakar ısınırlarmış. En küçük evin bir kışta yaktığı, 160 at yükü odun imiş. At yükleri ormanı uzağa kaçırmış. Şimdi almış bir dert onları” bu evleri nasıl ısıtıcok” diye. Odunun yükü en ucuzundan, meşenin eşek yükü üç lira, yılda ısınmak için 150 lira odun parası ayırmak lazım.

İşte bu düşünce, şimdi evlerin yapılışında kendini gösteriyor. Yeni yapılanlarda biraz küçüklük, daha mazbutluk göze çarpıyor. Burada alçı, kireçtaşı, kerpiçlik iyi toprak var, eh kerestede var. İnsanlar en azından daha rahat evlerde yaşayacaklar. Anlatmak istediğimiz, asıl bu evlerin eksikliği ve ana sebepleri. Kasabada bana bir ev gösteremezsiniz ki her şeyi tamam, hiç noksansız olsun. Bir defa evler iki katlıdır ama üst katlar, çoğunlukta oturulur durumda değildir. Daha tamamlanmamıştır. Pencereleri takılmamış, sıvası noksandır.( editörün notu- bu evler çoluk çocuğun evi hazır olsun diye büyük yapılırdı.)

OKUMA İŞİ

Havalar birden kışa çevirince, postalar aksadı. Her akşamüstü gazetelerimizi üç günlükte olsa alıyor, seviniyorduk. Şimdi çok akşamları boynumuz bükülü, postaneden geri dönüyoruz. Asıl anlatmak istediğimiz, bilhassa yerli memur arkadaşların, posta ile ilgilerini büsbütün kesmiş olmalarıdır. Onlar için arada sırada, kulüpteki eski gazeteleri bazen okumak, hatta okuyor görünmek kafi. Pek mühim bir olay olmalı ki, arada sırada gazete alınsın.

Bir öğretmen okumasa ne olur? Bunu düşünmekten bile korku duyup, insanı ürperiyor. Bu hal yerli öğretmen üzerinde daha bariz görünmektedir. Bu husus her yer için böylemidir? Bunu kesin olarak söylemek belki mümkün değilse de, bu kasaba için böyledir. Yerli öğretmen burada her türlü kültür faaliyetinden kendini çekmiş gibidir.

Bir gün bir arkadaş ile bu mevzu üzerinde konuşuyorduk. O fazla zamanı olmadığından onun için okuyamadığından dem vurdu. Daha sonra okumadan yaşamanın daha kolay olduğundan bahsetti. Öyle ya insan okuyunca birçok mesele ile karşılaşıyor, onları düşünmek zorunda kalıyor,uykusu kaçıyor, rahatsız oluyor vs. İyisi mi okumamak daha iyi.

Yerli öğretmen arkadaşların yıllardır buranın geleneklerine uymuş olmaları, onları buralı yapmış. Herhangi kötü atılması gerekli bir geleneği atmak değil, yapmamak da değil, aksine bizzat tatbik etmekle muhite uyuyorlar. Geçenlerde aydın fikirli birkaç yerli halk bu konu üzerinde düşünmüş olacaklar ki toplanıp üst makamlara bir dilekçe sunmuşlar. Yerli öğretmenler en azından 15- 20 yıldır burada eskidiler. Bunları değiştirin demişler.

Yabancı (dışarıdan gelen) memurların hiç olmazsa posta günleri ana, baba, arkadaşlarından mektup olsun beklemeleri, onları postaya, dolayısı ile yurt haberlerine bağlıyor. Gazete olsun okuyorlar. Radyo dinliyorlar. Ama bu çok önemli bir fark değil. Netice yine dönüp dolaşıp, bilhassa öğretmen kitlesinin okumadığı neticesine varıyor. Yalnız öğretmen kitlesi mi? Hâkimi, doktoru, avukatı hepsi. Bu mesele üzerinde önemle durulacak, konuların başında geliyor bence. Ne yapmalı, nasıl etmeli de okutmalı herkesi.  Hiç olmazsa okuma yazma bilenleri.

 

 

3 Şubat 2013 Pazar

ANADİLDE SAVUNMA HAKKI


Anadilde Savunma Hakkı

“Ana dilde savunma"  imkanı tanıyan tasarı, TBMM Genel Kurulu'nda kabul edilerek yasalaştı. Yapılan değişikliğe göre sanık; iddianamenin okunması ve esas hakkında mütalaanın verilmesi üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilecek.

"Türkçe bilmeyenlerin başka dilde savunma yapma imkânı zaten kanunlarımızda mevcuttu. Türkçe bilmeyenler tercüman aracılığıyla mahkemede savunma yapıyorlardı. Yeni düzenlemede ise herkes kendini, hangi dilde savunabileceğini düşünüyorsa, o dilde savunma yapacak. Bir sınırlama söz konusu değil. Kişi anadili olsun veya olmasın hangi dilde kendini daha iyi savunacağını düşünüyorsa o dilde savunma yapabilecek"  

Türkçe bilmeyen insanların böyle bir hakkı olmasına rağmen, böyle bir yasa niye gündeme geldi? Yasayla ekstradan verilen nedir? 

Buradaki amaç kişinin Türkçe bilip bilmemesi değil PKK'nın, BDP'nin, KCK'nın isteği üzerine Kürtçenin yargı dili yapılması, dil birliğinin bozulması, resmi diller yaratılma girişimidir. Bu yasa ile bölücü unsurlar, yeni bir hak elde etmenin, mevzi kazanmanın hazzını yaşıyorlardır. 

Tabi ki insanlar mahkemelerde kendini en iyi şekilde savunmanın, hak aramanın yollarını arayacaklardır. Maksat üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek olunca iş değişiyor. 

Devlete ve kanunlarına baş kaldıracaksın, devlete karşı adı konulmamış savaş ilan edeceksin, TBMM bulunan 25 milletvekili ile mecliste ve dışında birilerini suç işlemeye teşvik edip; bunu baş kaldırı hareketine dönüştüreceksin, bunun adına da hak arama diyeceksin. Bu millet bunu yutmuyor. Bu ajandanın arkasında ABD, İsrail, İngiltere, sözüm ona Avrupalı dostlarımızın olduğunu biliyor. 

Sokullu Mehmet Paşa, İnebahtı deniz savaşından sonra Venedik elçisi Barbaro’ya “ Biz sizden Kıbrıs’ı almakla kolunuzu kestik. Siz donanmamızı yakmakla sakalımızı tıraş etmiş oldunuz. Kesilen kol yerine gelmez ama tıraş edilen sakal eskisinden daha gür gelir.” Demiştir.

Dilerim kolumuz kesilmez. Osmanlı Ortadoğu coğrafyasından çekildi çekileli, bu coğrafyanın sancısı bitmedi. Kan ve gözyaşı dinmedi. Şu an sahnede oynayan piyonlar veya çocukları eyvah diyecekler ama iş işten geçmiş olacak.

Kral Hüseyin'in büyük dedesinin ismi ‘‘Hüseyin bin Aliydi” biz ona ‘‘Şerif Hüseyin’’ derdik. ‘‘Şerif’’ unvanını taşırdı, zira Peygamber soyundan geldiğine inanılırdı. 1856'da Mekke'de doğdu. Sultan Abdülhamid'in iktidar senelerinde ‘‘Bağımsız bir Arap devleti kurup bütün Arapları tek bir bayrak altında toplamak’’ hevesine kapıldığı ve bu iş için İngilizlerle temasa geçtiği anlaşılınca İstanbul'a getirilip göz hapsine alındı. İstanbul’dan ayrılması, hatta evinden dışarıya adım atması bile yasaktı. Yıllarca böyle yaşadı ama Abdülhamid'i devirip iktidara gelen İttihatçılar, akıl almaz bir iş yaptılar: Hüseyin ‘‘Emir’’ unvanıyla Mekke'ye yollandı, yani kurda kuzu emanet edildi.

Derken imparatorluk Birinci Dünya Savaşı'na girdi ve Hüseyin'in hayalleri de ‘‘Arap isyanı’’ şeklinde yavaş yavaş hakikate dönmeye başladı. Bunda Londra'dan yollanan ve meşhur Lawrence'nin dağıttığı altınların etkisi büyük oldu; Hüseyin 1916'nın 9 Eylül'ünde kendisini ‘‘Hicaz Kralı’’ ilân etti, bir ‘‘isyan’’ ve ‘‘cihad’’ bildirisi yayınladı. Bu bildiride ‘‘Türkler dinden çıktılar. Arapların Türklere karşı cihadı farzdır.’’ demişti.

Bildirinin neticesi, binlerce Mehmetçik Arap çöllerinde arkadan hançerlenerek can verdi. Hüseyin krallıkla yetinmedi, hemen arkasından hilâfetini de ilân etti ama halifeliğini kendisine bağlı birkaç kabileden başka kimse tanımadı. Talihi artık yavaş yavaş ondan yüz çeviriyordu. Tahtını 1924'te Suudi Arabistan'ın şimdiki hâkimi olan Suudi hanedanının kurucusu İbn-i Suud'a terk etti. Önce Kıbrıs'a kaçtı, oradan Amman'a geçti ve 1931'de orada can verdi. Ölüm döşeğinde sayıklarken ‘‘Osmanlı'ya kılıç çekmemeliydim’’ dediği ve lânete uğrama endişesi içerisinde olduğu rivayet edildi. Aradan geçen seneler bu rivayetleri de, endişeleri de haklı çıkardı. Kendisinden sonra tahta geçen çocuklarıyla torunlarının hiçbiri yataklarında can veremedi...

Bundan sonra hangi talepler gelecek, ne istenecek hep birlikte göreceğiz.

Gündemde artık anayasa değişikliği var. Bununla en büyük hamle yapılarak, bölünmenin önünde ayak bağı olan unsurlar ortadan kaldırılacak. Böyle hesap yapıyorlar. “ Mevla’m görelim neyler. Neylerse güzel eyler. 

Mustafa Yolcu

                                                                                                                                                                             

16 Ocak 2013 Çarşamba

PKK VE OSLO SÜRECİ


PKK VE OSLO SÜRECİ 

Ülkemiz yeni bir süreç yaşıyor. İmralı’da Abdullah Öcalan ile görüşmelerden sonra, deşifre olan Oslo süreci ile yeni bir süreç başlatılıyor. 

Görünen oki, MHP dışında mecliste bulunan partiler, bu sürece destek veriyorlar. MHP’nin ortaya koyduğu itirazlar doğru. İktidarın savunması kendine göre haklı. CHP bu süreçten nemalanmak peşinde.
Kamuoyunun bu konulara ilişkin, cevaplanmasını istediği sorular var. 

PKK’nın silah bırakıp, ülkeyi terk ettiğini varsayalım. İmralı’da bulun Apo’nun muhatap alınıp, BDP’nin nötralize olduğunu düşünelim. Oyun kurucuların düşündüğü manada, Kuzey Irak’ın Türkiye ye bağlandığını, Kürtlere bu bölgede otonomi verildiğini, Kerkük ve Musul’un da bu bölgede kaldığını varsayalım. Bu topraklar da sıkıntı bitecek mi? Talepler bitecek mi? Coğrafi talepler sona erecek mi?

İran, Suriye de bulunan Kürtlerin durumu ne olacak?

Bütün bu olaylar Amerikan ajandası neticesi meydana gelmektedir. Bizim devletimiz bu olaylar sonucu daha mı güçlü olacak? Daha mı sorunlu kalacak? 

Bir bölgeye otonomi verildiğini düşünelim, Ankara da, İstanbul da, diğer illerde bulunan Kürtlerin durumu ne olacak. Bu nüfus artış hızı ile bütün Türkiye’yi mi talep edecekler? 
Şimdiye kadar üretime katılmamış, devlete vergi vermemiş, elektrik su parası ödememiş bu insanlar, bu bölgeyi nasıl yönetecekler? Bunların eroin ve diğer kaçakçılıklarına yine göz yumulacak mı? Türkiye’nin her tarafından milletvekili çıkaracaklar mı? Devlet ihalelerinde aslan payı, yine bunların mı olacak? 

Anayasa da değişiklik yapılarak, bütün bu oluşumlara yeşil ışık yakılacak. Sonra da biz ülkemizde Türküm diyemeyeceğiz. Şimdi olduğu gibi biz Türküm dediğimizde bize faşist diyecekler, onlar Kürdüm dediklerinde kahraman olacaklar. 

Binlerce kişinin katili Apo serbest kalacak, belki de Kürt bölgesinin kahraman yöneticisi olacak. Bu şartları bu gün hazırlamakta olanlar, yarın bundan gurur mu duyacaklar, pişman mı olacaklar! Bunu tarih gösterecek. Bu günün tarihini yazanların çocukları, babaları ile küçülen zayıflayan Türkiye ile gurur duyacaklarını sanmıyorum. Bu gün başka ülkelerde okul açıp, Türkçe öğrettiklerini söyleyenler,” yarın bu topraklarda Kürtçe den başka eğitimi olmayan okullar açıldığında” bunun mantığını nasıl açıklayacaklar.

Bu bölünme burada bitmeyip, başka talepleri de peşinden getirecek. 

Yahudilerin Yüzyılların hayali olan, Nil den Fırat a kadar olan topraklar hayali, böylece gerçekleşmiş olacak. Bu necip millete kılıç çeken, ihanet eden kavimler hiçbir zaman rahat ve huzur yüzü görmeyecekler.  

Yöneticiler, baştakiler gelin bu hataya düşmeyelim. Kanla alınan bu topraklar, kanla verilir. Göz göre göre bu ülkeyi bölücülere teslim etmeyelim.Bu günün yarını da var. Yarın bu saydığımız yanlışların hesabını nasıl vereceğiz bunu iyi hesaplayalım.

Mustafa Yolcu