25 Haziran 2013 Salı

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 2 KIRK GAZİLER


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI - 2 

KIRK GAZİLER 

GARAF SAVAŞLARI- Birinci Dünya savaşı sırasında, Irak cephesinde Kutülamare" çevresinde Türkler ile ingilizler arasında yapılan dört savaşa verilen ad (25 ocak 1915 -3 şubat 1917)” 

16 Nisan 1332 de Kutülamare düşmüş, Irak cephesinde yepyeni bir vaziyet meydana gelmişti.  Dicle sol sahili Felâhiye’ye kadar elimizde, sağ sahilde yalnız İmamı Muhammet ve Garaf mıntıkalarıyla daha gerilerde birkaç köprübaşı, kıtalarımız tarafından tutulmuştu. 

Felâhiye de takviye edilmiş bir tümenimiz, Felâhiye ile Kutülamare arasında sahil kısmında bir tümene yakın kuvvetimizle Kutülamare Kuzey-batısında bir alaya yakın kuvvetimiz ihtiyatta bulunuyordu.  

Irak illerinin bu kahraman müdafileri, düşmanın öldürücü ateşi ve tabiatın amansız kırbacı altında; mevcudunun çoğunu kaybetmiş ve mesafelerinin uzaklığı dolayısıyla, ana vatandan ancak zayıf kuvvetlerle takviye edilebilmişlerdi. Buna rağmen askeri ve subayı her birisi birer harika olan bu kahramanlar, bir dakika olsun düşmanın ezici üstünlüğü karşısında irkilmemişlerdi. Düşman yalnız bu kuvvetlerimiz karşısında, dört piyade tümeni ile bir süvari tümeni bir çok müstakil tugaylar, topçu kuvveti, hava kuvveti ve nehir filosu bulunuyordu. 

Düşman netice almak için, devamlı saldırı istikametini değiştiriyordu. Bir gün Felahiye ye saldırıya geçiyor, yüzlerce topun desteklediği onbinlerce insanın korkunç akışı, yalın kat siperler ve diz boyunda çamur içinde savaşan Mehmetlerin imanlı göğüslerine çarpıyor, duruyor ve kırılıyordu. 

Garafa taarruz ediyor, İmamı Muhammed e saldırıyor, fakat her yerde her zaman aynı ruh, aynı kudret ve aynı imanla karşılaşıyordu. Ne Irak’ın kızgın güneşi, ne Dicle’nin taşan suları, ne gecelerce süren uykusuzluğun yorgunluğu, savaşan Mehmetlerin gücünü eksiltmiyordu. 

Ölmek için karar vermiş bu kahramanlar kitlesine, ölümü göze almadan saldırmak elbette mümkün değildi. 

Düşman Felahiye ye karşı yaptığı taarruzlarda ağzının tadını aldığı için, artık kesin neticeyi orada değil, Garaf mıntıkasında arıyordu. 1 /2. Kasım / 1916 dan itibaren Garaf mıntıkasında ciddi muharebeler başladı. 

Düşman Garaf’a karşı yaptığı taarruzları örtmek için, İmamı Muhammet’e karşı gösteriş saldırıları yapıyordu. Zayıf bir alayımız tarafından tutulan İmamı Muhammet mevzi’i Kutülamare şimalinde ve Dicle’nin sağ sahilinde, Garaf la nehir boyunca irtibatı olan köprübaşı mevzii idi. Bu mevziinin önemi dolayısıyla buraya gösteriş saldırıları yapan düşman, cephesinin tehditkar durumu sebebiyle imamı Muhammed’e karşı da ciddi hareketler yapmaya mecbur oldu. 

Bu ciddi saldırılar 4 / 2. Kasım / 1916 da başlamış ve 4, 11, 18, 22 kasım  tarihinde meydana gelen her defasında birer tugay ile icra edilen çeşitli saldırılar, azimkar subaylarımızla, kahraman Mehmetlerimizin azim ve sebatı karşısında buz kütlesi gibi erimişti.  

Düşman 27/2. Kasım / 1916 da bu cepheyi muhakkak almak gayesi ile 48 saatlik cehennemi bir topçu hazırlığından sonra, tekrar saldırıya geçti. Yüzlerce topun engin gümbürtüleri, tüfek ve makineli tüfek ateşleri altında Türk siperlerinde barınmak mümkün değildi. Buna rağmen toprağa gömülen Mehmetler yılmıyor, yıkılan siperler yeniden yapılıyor, zayiat telafi edilmemesine rağmen, Mehmet içinde saklı bulunan enerjisini derece derece yükseltiyor ve eksilen Mehmet’in yerini engin ruhlu bir Mehmet alıyordu. Düşman ateşten bir silindir arkasında siperlerimize kadar sokulmaya, bir kısım kuvveti ile girmeye muvaffak oldu. Fakat öldürücü ateşlerin kalktığı bu anda, yağız çehresiyle yalnız süngüsüne iman etmiş kahraman Mehmetlerin, en cesur insanların bile yüreğini titretecek kadar korkunç saldırışları önünde düşman geriye atıldı. 

Düşman devamlı takviye alıyor, her defasında daha büyük kuvvetle saldırıyordu. Burada tarihin kaydetmediği kanlı bir boğuşma başladı. Türk birlikleri takviye alamıyordu. Gerisindeki derme çatma bir geçitte, düşman topçu ateşi altında idi.  Düşman günlerce süren bombardımandan sonra, ellerini kollarını sallayarak gireceklerini sandıkları siperlerimizin içinde, toza ve toprağa boğulmuş Mehmetçikleri görünce hayret ve korkularından ne yapacaklarını şaşırıyorlardı. 

Alay, mevcudunun 2/3 kaybettiği halde geriden emir verilmedikçe bir adım geri adım atmadı ve bir adım attırmadı. Buna karşı düşmana mevcudunun iki misli zayiat verdirdi. Her biri birer harika olan Mehmetler, bu muharebelerde tarihinin kaydetmediği engin kahramanlıkları ile vatanseverlik ve alicenaplıkları ile Türk ruhunun ne demek olduğunu cihana ispat ettiler.   

Müslim onbaşı bölük komutanına-“ komutanım ölürsem ne olur, devlet millet yaşasın. Siz başımızda bulunun, sizin gölgeniz bize yeter.” diyordu. 

Kara Mehmet öğüt veriyor- “ Onun topu çoksa, bizim haklı davamız, allahımız var.” diyor. Bu kahraman Türk yavruları, muharebenin en feci ve en şiddetli devrelerinde İmamı Muhammet’te sağa koşuyorlar, sola koşuyorlar ve erata ( Merak etmeyin arkadaşlar. Düşmanımız korkaktır.) diyerek moral veriyordu. 

Bu iki yiğit siperlerimize atlamak isteyen beş düşman erini tepeledikten sonra, ellerindeki bombaları bıraktırarak tekrar düşmana karşı kullanan, yaralandıkları halde şehit oluncaya kadar savaşmak isteyen ve savaş alanından çekilmediler. Türklüğün cesaret timsalleri olan, bu şerefli Türk yavrularının kahramanlıkları, bizlere ve bu vatanın evlatlarına bıraktıkları en etkili ve ölmez birer hatıradır. 

İmamı Muhammet’te, düşman toplarının Sema’ya kadar yükselttiği rengarenk ve devasa ateş sütunlarının vücuda getirdiği müthiş tahribat sonucu siperlerimiz tamamen yıkılmış ve Mehmetçiklerimizin çoğu enkaz altında kalmıştı. Bu zamanda, insan asabının ve ruhunun dayanamayacağı sanılan bu tufanda, Türk subayı büyük vatanper merhum Kemalin “ Felek her türlü esvabı cefasın toplasın gelsin; dönersem kahpeyim millet yoluna hizmetten.”   Mısrasını söylüyor ve tek başına kaldığı siperinde perişan, bölüğünün 3 /4 kaybetmiş, bir avuç eratı ile son kurşununa, son bombasına, süngüsüne, dibçiğe varıncaya kadar boğuşuyor, kahramanca müdafaa ettiği ve mübarek kanı ile suladığı toprağa düşüyordu. Emirsiz terk etmeyeceklerine yemin ettikleri bu mevziide, etten bir kale vücuda getiriyorlardı.

142. Alayımızın İmamı Muhammet müdafaası, emsaline dünyada ancak Türk tarihinde tesadüf edilecek bir harikadır. Vazifesini şan ve şerefle yapan bu alay, büyük zayiata uğradığından 28/29 ikinci Kasım gecesi geri alındı ve yerine 43. Alayın 2. Taburu ile Garaf kahramanı 3. Alayın birinci bölüğü geçirildi. 29. Günü düşmanın Lahor tümeninden iki tugay bir taburluk kuvvetimize tekrar saldırıya başladı. Burada o kadar zayiat veriliyordu ki, esasen bütün Irak’ı müdafaaya tahsis edilen kuvvetlerin azlığı yanında, fazla zayiat ve bunun doldurulmaması, sonraki hareketimize tesir edebilirdi. Bu sebeplerden dolayı, burada 43. Alaydan birinci bölük bırakıldı ve diğer kuvvetlerimiz geri çekildi. 

Bu bölükte mevzii, üç gün kahramanca müdafaa etti. Koca bir taburun cephesini, aynı kuvvetle saldıran düşmana karşı, kuvvet farkını düşünmeden silah ve malzeme üstünlüğüne aldırış etmeden, durmadan azalan mevcuduna rağmen cephede tutundu ve düşmanı bir adım attırmadı. Ne yazık ki bu bölükte eriyordu. İnsan takatinin üstünde bir direnişle, kırk kişi kalıncaya kadar savaştılar. Genel durum icabı, bu cephenin tutulmasına gerek kalmadığından, emirle İmamı Muhammet mevziini terk ettiler. İşte bunu içindir ki buraya kırk kahraman adına izafeten orduca Kırk Gaziler ismi verildi.  

Akşam olmuştu. Güneş, etrafını çevreleyen bulutlar arasından sıyrılarak, bütün ışığını İmamı Muhammet’te yatan aziz Türk şehitleri üstünde topluyor, Dicle sabahtan beri kahramanlıklarına şahit olduğu Kırk Gaziden ürkmüş gibi yatağına çekilmiş sessiz ve sakin akıyordu. Düşman koca bir tümenle kırk kişiye galebe çalmış olmaktan dolayı haz içinde şenlikler yaparken, beriki sahilde mağrur ve vakur dolaşan Türk nöbetçilerinden başka kimse görünmüyordu. 

“Zaferi Mehmetler kazanmış, şenliğini düşman yapıyordu.”

           

 

    

 

24 Haziran 2013 Pazartesi

YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8


YIL 1956- BİR KASABADAN NOTLAR- 8 

ÇAĞIL
 
Uzaktan gelirken görünce, önce ot yükü ile bahçeden evine dönen biri sandım. Değildi. Eşeğin ipinden tutan adam bağırıyordu:

-      Çağıl, çağıll, çağıılll.

Eşeğin yalnız kulakları görünüyordu. Üstü yabani hanımeli çiçekleri, yapraklar, dallarla süslenmişti. Bu çiçek, yaprak yığını arasından iki meşe fıçı zor seçiliyordu. Demek adam su satıyordu. 

Çağıl, kasabanın bir su kaynağının adıydı, sonradan öğrendim. Buz gibi suyu varmış. Biraz sertmiş. Ama suyun soğukluğuna diyecek yokmuş! Havanın ısınmaya başladığı, haziran ayının ilk günlerinden itibaren, bütün yaz çağıl suyu böyle satılırmış. Fıçıların iki yanında iki musluk, adamın elinde eski bir maşrapa, durmadan bağırıyor. Çağıl, çağııl, çağıılll. 

Köylüler, kasabalılar, çoluk çocuk, hemen yanaşıyorlar. Adam bir maşrapa dolduruyor. Maşrapayı eline alan önce başını tutuyor, sonra maşrapayı kafasına dikiyor. Ağzının iki kenarından suları bağrına akıta akıta içiyor. Maşrapadan suyun arttığı hiç olmuyor. Sonra maşrapayı su satana uzatıyor. 

Sucu maşrapayı çalkalamadan ikinciyi, üçüncüyü dolduruyor. Havanın pek sıcak olmamasına rağmen, çağıl suyu içenler o kadar çok ki. Sucunun hiç boş durduğu yok. Maşrapa bir doluyor, bir boşalıyor. İçenler önce bir oh çekiyorlar, sonra şükür’ü unutmuyorlar.

-      Nasıl lan?

-      Buz gibi.

Sucu hemen yapıştırıyor.

-      Buz gibi, buz, çağıl, çağııll.

-      Ve bide bana.

-      İç gardaşım iç. Çağıl bu çağııll.

Ve böylece taslar, dolup boşanıyor. Eşek ayak değiştirip, sinekleri kovalıyor. Fıçıların üzerinden taze bahar kokuları etrafa yayılıyor. Fıçılar öylesine süslü ki, çağıl suyunu içmeden geçmeye imkan yok.. Nitekim bir delikanlı daha yaklaştı:

-      Ve bi tas, dedi. Arkadaşı sırtını dürttü.

-      Bayakdan inek gibi su içdin lan. Kurbamısın sen? Dedi.

Diğeri aldırmadan tası başına kaldırdı. Açık yakasından akıta akıta suyunu içti. Sonra arkadaşına döndü:

-      Söz temsili, bi odada oturuyok. İçeri paşa girdi, yer yok denümü? Demezsin elbet. Buyur edersin, baş köşüye otudursun deelmi? Çağıl suyu sularun paşasudur. Misal dedi. Kol kola girip gittiler.

Sonraki günlerde sucular iki, üç, dört oldular. Kır çiçekleri ile süslü eşekleri ile sabahtan akşama kadar, Pazar yerinde yaz boyunca su sattılar. 

YİVLİK     

Kasabanın, yamaçlarına yaslandığı yüksek bir tepesi var. Adı yivlik. Bu gökleri tırmalayan kayalık, kasabanın sembolü gibidir. Yarı beline kadar toprakları öyle verimli ki, bağlık, bahçeliktir. Bağ- bahçenin bittiği yerde de kayalar başlıyor. Bundan sonrası dik ve çıkılmaz bir duvardır.  Şaha kalmış bir yağız at gibi. Truva atından daha gösterişli. Atın yeleleri göğün bulutlarına değiyor. Bu kayaların dibinden, bağ- bahçelerin üstünden, yivlik suyu fışkırmış. Serin, tatlı, gözyaşı gibi dumduru bir su.  

Kasabanın bu yakasındaki mahallenin her dar sokağı, sizi sonunda yivliğin yamaçlarına çıkarır. Evler bitince, dolana dolana bir keçi yolu, bağlar bahçeler arasından geçerek kayalığa varır. Bahar gelince, yamaçlarda yabani bademler çiçek açar. Ardından bağlar yeşerir. Cevizler yeşillerini giyer. Erik ve elmalar da çiçek açtı mı bir renk cümbüşüdür başlar.   Kayalara kadar olan bu yamaç birden meram olur.  

Bahar aylarında kasabanın her yönü, yurdun hiçbir köşesinde göremeyeceğiniz ayrı bir görünüş kazanır. Hele yivliğe dolana, dolana çıktıkça, altınızda her an değişen, güzelleşen bir yeşil senfonisi ile karşılaşırsınız. Tepeleri mor kayaların süslediği iki sıra dağın, dar vadisi inanılmaz bir yeşil denizidir.

Yeşilin her tonunu, açığını, koyusunu, tatlısını acısını bulursunuz. Ceviz yeşili, badem ağaçlarının açık yeşili, kavaklar, söğütler, bağlar, yer yer arpa tarlaları… Hepsi ayaklarınızın altındadır. Yeşiller, yeşiller, yeşiller… Başınızı yukarı kaldırınca koyu morların kayalıklarda kavgasını görürsünüz. Daha yukarda, morları süsleyen bulutlar, abanı abanıverir kayalıklara. Siz yerde olduğunuz halde, bir uçağın içindeymiş gibi kasabanın üzerinde dolaşırsınız.  

Taa… Aşağılarda kasaba, yığın yığın evleriyle ayaklarınızın altında küçülür kalır. İp gibi uzayıp giden sokaklar görürsünüz. Meydanlarda yumak olan sokaklar. Elinizi uzatsanız, bir evin damını alıp açacakmışsınız gibi gelir içinize. Sanki küçük oyuncak evlerdir bunlar. Sokakları karınca gibi kaynaşan insanlar doldurur. Meydanlarda kamyonlar durur. İnsanlar, arabalar gider gelir. Evlerin arasından minareler ve kavaklar yükselir. Uludere ( meydan çayı), dolana dolana kasabayı ikiye böler. Derede oynayan çocuklar, yanınızdaymış gibidir. Karınızı bahçede çamaşır asarken tanırsınız. Her şey, bir sihirbazın aynasındaymış gibi görünür. Küçücük.
 
Fakat sesler… Sesler aksine, büyür yivlikte.  Bir radyonun fazla açılan hoparlörü gibi, oturduğunuz ağacın altından kasabanın seslerini daha büyümüş olarak duyarsınız. Pazar yerinde seslenenleri yanınızdaymış gibi sanırsınız.  

Birden gözleriniz uzaklardaki bozkırı görür. Ağaçsız, otsuz, insansız bozkır uzanır uzaklarda. Sıradağların bittiği yerde, dolana dolana Kızılırmak akar. Bulanık sularda gün ışığı yansır. Toz bulutları yükselir kenarında. Yivliğin yamaçlarından bunları da görürsünüz.  

Radyo susar, Yakın nahiye ye müşteri arayan kamyonun şoförü bağırır Bayat, Bayat.  Bozkırın çoraklığından, kendinizi bu sesle kurtarırsınız.  Ayaklarınızın altında uzanan yeşile dönersiniz. Sonra bakırcılar çarşısının çekiç sesini duyarsınız. Şimdiye kadar bu sesleri neden duymadığınıza şaşarsınız. İçinizde deniz canlanır. Doklardan gelen çekiç seslerine benzetirsiniz bunları. Yosun kokusu sarar içinizi. Ayaklarınızın altındaki deniz, burada yeşildir.  

Yivlik suyunun çıktığı yerde eskiden büyük bir pınar varmış. Yivlik suyu bir zamanlar; tamamen bu bağ ve bahçelere akarmış. Sonra suyu kasabaya almışlar. Bağlara hiç bırakmamışlar. Pınarın eski olukları, su yalakları duruyor. Pınar kurumuş, oluklar suya hasret. Bağ- bahçe su bekler olmuş.  Pınarın gürlediği altın çağda, kasaba kadınları buraya gelir, çamaşır yıkarlarmış. Her biri birkaç metre karelik çamaşır taşları artık yosun tutmuş. Bir zamanlar genç kız elleri gören yerlerde, şimdi böcekler dolaşıyor. Örümcekler ağ tutuyor. Kazanların kurulduğu ocaklar, tütmüyor artık. Güzel bir gelenek unutulup, yitip yok olmuş. Al, yeşil, beyaz çamaşırların rüzgârda savrulduğu, genç kızların türküler okuduğu bu güzel yamaç, şimdi kimsesiz, susuz, bomboş. Dağlara hüzün çökmüş. 

Koyu gölgeli ceviz ağaçlarının altında dinlenen kadın kümeleri yok artık. Yivliğin bir zamanlar kalabalık bu semti şimdi sesten, sazdan, sözden öksüz kalmış. Buralarda buğday kazanları kaynamıyor, helvalar yapılmıyor, sofra kurulmuyor gayrı. Boz kanatlı üveyikler bile eğleşmez olmuş. Karaçalılarda saksağanlar tünüyor. Nemli serin rüzgâr boşuna esiyor. Yivlik kasabalıları boşuna bekliyor.  

Yazık olmuş yivliğe. Tatlı serin suyu küçük bir pınardan akmalıydı. Yivlikten kasabaya türküler gelmeliydi. Ocaklar tütmeli, kazanlar kaynamalıydı.  

KEÇİ VE ELBİSE  

Bir memur arkadaş kasapla konuşuyor, hayat pahalılığından dert yanıyordu. Kasap’a şöyle bir hesap verdi.

-      Ben dedi, 15 yıllık memurum. İlk tayin edildiğim zaman elime 53 lira para

geçerdi.  53 lira ile 8 altın almak mümkündü. Aradan bu kadar zaman geçti. Terfi ettim, yüksek tahsil yaptım. Mesleğimde ilerledim. Şimdi elime 294 lira geçiyor. Bu para ile altı altın alabiliyorum. Demek ki ben gerilemişim. 

Kasap, bu cevap karşısında güldü. – Ben dedi: 15 sene evvel bu kasabaya en iyi cinsten 9 keçi getirmiş, tanesine üç liradan zorla alıcı bulmuş, sonra da bu 9 keçinin parası ile kendime güzel bir elbise yaptırıp köye dönmüştüm. Şimdi köyden iki kel keçi getiriyorum, 150 liraya elimden kapıyorlar. Yine 150 liraya aynı elbiseyi yaptırıyorum. Eskiden 9 keçiyle giydiğim elbiseyi, şimdi iki keçi ile giyiyorum.  

           

18 Haziran 2013 Salı

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- GARAF SAVAŞLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -1 

Cennet gibi bir ülkede, dört mevsimi doyarak yaşıyoruz.

Bu ülkede büyük bedeller ödeyerek, ecdadımızın döktüğü kanın bedelinde, çektiği sıkıntıların, haçlı seferlerinin, 93 Harbinin, Balkan harbinin 1. Cihan harbinin, Çanakkale harbinin, İstiklal harbinin, halen devam eden soğuk savaşların bedeli olarak yaşıyoruz. 

Aç kurtlar yine başımızda kanımızı içmek, birbirimize düşürmek için bekliyor.

Darbeler, yurdumuzda meydana gelen iç kalkışmalar, ses getiren ölüm hadiseleri onların eseri. Onlar organize ettiler, bizim kanımız aktı, binlerce insanımıza hapishanelerde işkence ettiler. Analar ağladı. Ülkemiz her seferinde geriye götürüldü.

Zaman uyanık olma zamanıdır.

Zaman oyuna gelmeme zamanıdır.  

Parça parça yayınlanacak bu yazı dizisinde, ülkemizin her kısmında meydan gelen, kahramanlık şeref levhaları ile unuttuklarımızı hatırlayacak, o günleri tekrar yaşayacağız. “ Anlayana sivrisinek sazdır. Dersini almayana davul zurna azdır.”  

“GARAF SAVAŞLARI- Birinci Dünya savaşı sırasında Irak cephesinde Kutülamare" çevresinde Türkler ile ingilizler arasında yapılan dört savaşa verilen ad (25 ocak 1915 -3 şubat 1917)”

Garaf Kahramanları -1 

1331- 1332 Senelerinde Irakta çok sürekli, aynı zamanda çok kanlı ve şiddetli muharebeler olmuştu. Bu muharebeler Selman Paktan Kutül’- amaraya kadar hareket harbi halinde cereyan etmiş ve Kutül’ammare etrafında ise mevzi muharebeleri şeklini almıştır.  Bu bölgede cereyan etmiş olan Felâhiye Sabes, Beyti İsa, İmamı Muhammet ve Garaf muharebeleri Irak muharebelerinin merkezini teşkil eder. Bunların her biri muazzam ve muhteşem birer eserdir. 

Yüzlerce kilometre uzunluğundaki çöllerde günlerce, kızgın güneş altında birlikler, nehir sularının taşması ile diz boyunda çamur içinde kalan cephelerde savaşan Mehmetler, gününü birkaç hurma ile geçiren subaylar. Düşmanın günlerce süren cehennemi topçu ateşi altında sarsılmayan çelikten bir kütle, bir avuç Türk birkaç misli düşmanı aylarca, senelerce hırpaladılar, kırdılar ve ondan sonra bir adım geri çekildiler. Buradaki savaşları, yalnız Türk’ün kahraman varlığı, yüksek maneviyatı, cengâverlik hasleti başarmıştır. Yoksa hiçbir tarih, on misli düşmanla çarpışarak muzaffer olmuş bir millet, bir ordu gösteremez. Bu, yalnız Türk tarihinde ve onun mütevazı sayfalarında bulunur. Garaf’takiler de eski Türk adsızları gibidir.  Garaf, insanüstü bir kudretle kanının son damlasına burada savaşan, gücünün son sınırına bir kütleden bir zerre kalmayıncaya kadar savaşan, mütevazı, fedakâr ve kahraman Türk ordusunun bir abidesi olarak tarihe geçmiştir. Nereye bakarsanız, bir kahramanlıkla karşılaşırsınız. Alayı kahramandır, taburu kahramandır, bölüğü, takımı, mangası kahramandır. Komutanlar, subaylar, Mehmetler hepsi erişilmez yılmazlıkları ile bir birleriyle yarışırcasına gösterdikleri kahramanlıklarıyla, en zor zamanlarda bile sarsılmayan maneviyatlarıyla, temiz bir mabedin kutsallığı kadar ölmez varlıklarıyla hepsi, birer kahramandır. 

“ Mevziimiz dardır. Düşman ateşi çok şiddetlidir. Durup da bu ateşin altında ezilmektense, karşı saldırıya geçmemizi müsaadelerini” diyen komutanlar, taburundan yüzlerce zayiat verdikten sonra “ bizi geri alın” demiyor, “ sebat edeceğim de demiyor, taarruz istiyor. 

Alay komutanı öğüt veriyor: “ Düşmanla süngü süngüye gelelim. Ondan sonra zaferin bizim olacağına herkes emin olsun.” Diyor. Ne yazık ki aradaki kuvvet, malzeme ve silah farkı düşman lehine çok fazladır. Buna rağmen çelikten iman, sönmeyen bir zafer azmi, Anadolu’nun sert havası ile demirleştirilmiş bu aslan yapılı Mehmetlerin insan takati üzerindeki tahammülü karşısında, yalnız maddi kuvvetle çarpışan düşman, maneviyatın ne kadar kıymetli olduğunu defalarca öğrendi. 

12/ 2 a kanun/ 332 de, günlerce yaptığı neticesiz taarruzlardan sonra, kesin bir netice elde etmeye karar vermiş olarak görünen düşman, 23 gündür durmadan dövmekte olduğu, hiçbir hayat eseri kalmadığı sandığı mevzilerimize yeniden talihini denemek cesaretinde bulundu. Düşmanın cehennemden bir levha diye tasvir ettiği Türk mevzilerinde, Mehmetler Türk’e has vakarlarıyla siperlerini güçlendiriyor, yıkılanları yeniden yapıyorlar, gece gündüz uyumuyorlar ve devamlı yağan düşmanın mermilerine, imanlı göğüslerini ve sevgili topraklarını siper ediyorlardı. 

Düşman hücuma kalkmıştı. Kendini destekleyen yüzlerce top, havan, tüfek mermilerinin baş kaldırtmayan uğultuları arasında ve önünde ilerleyen çelikten bir set himayesinde olarak mevzilerimize kadar sokulmaya muvaffak oldu. Taarruzun siklet merkezi bilhassa üçüncü alay cephesine yöneltmişti. Alay, kendinden on misli üstün 13. Kiçner tümeninin onbinden fazla olan mevcuduna binbeşyüz mevcuduyla karşı koyacaktı. Bütün subaylar ve erler kahraman alay komutanları Nazmi beyin “ Emekli Korgeneral Nazmi Solak “  Düşmanla süngü süngüye gelelim. Ondan sonra zaferin bizim olacağına emin olun” diyen kahramanca öğütlerini hatırladılar. Düşman gittikçe siperlerimize yaklaşıyordu. Mehmetler üzerlerine yağan bu çelik tufanın kalkmasını, pazunun imanın, süngünün son sözü söyleyeceği anı bekliyorlardı. Siperlerde hiçbir hareket yok, herkes yerli yerinde, süngüler takılmış, bombalar elde, gözler düşmanda. 

Düşmanla aramızdaki mesafe 20- 30 metreye inmişti. Birden bire o sessiz ve ölü sükûneti içinde sanılan siperde, bir gürleme duyuldu ve arkasından her iki tarafın fırlattığı binlerce bombanın gümbürtüleri arasında, bir dağın çökmesini andırır uğultularla, Mehmetler siperlerinden fırladılar. Bu esnada artık fikir elamanları durmuş, yalnız maneviyat ve cesaret hükme başlamıştı. Bir insan mahşerini andıran bu boğazlaşmada, karları eriten ılık bir sonbahar güneşi gibi her iki tarafta yavaş yavaş, fakat korkunç rakamlarla devamlı eriyordu. Mehmetlerin intikam ateşi ile yanan bağırlarını körükleyen ( Allah Allah ) sedaları, şakırdayan süngüler, yırtılan gırtlaklar, delinen göğüsler, kopan kafalar ve bunları çerçeveleyen acı feryatlar arasında düşman, mevcudunun yarısını Mehmetlerin ayakları altına serdikten sonra geri çekildi. Bu muharebede 13. Kışner Tümeni 5000 kadar zayiat vermiş ve 1570 mevcutla muharebeye girişen kahraman 3. Alayda akşam olduğu zaman 24 subay ve 489 erle bu cehennemi savaştan çıkabilmişti. Bu alaya mensup 1. Taburun 416 mevcudundan 69 kişi ve taburun 2. Bölüğünden yalnız bir er sağ kalmıştı. 

Bu kahraman er 2. Bölüğün kahraman ve ( yedi canlı ) diye tanınan, gözünü bir şeyden sakınmayan Memik Çavuşu idi. Memik çavuş 12/2 Kanun 332 de düşman ateşleri ve bir çok hücumları neticesinde erimiş olan, bölükten kalan birkaç erini kendi ateşi, cesareti ve nişancılığı ile takviye ye çalışırken, birden hain bir kurşun bölük komutanı’nı yere serdi. Memik bu gibi durumlarda harika olan soğukkanlılığını kaybetmedi. O yanı başında şehit olan kardeşine bile koşmamış ve gözünü düşmandan, elini tüfekten ayırmamıştı. Yalnız yaşlı gözlerini küçüğü olan Hüseyin’e dikmiş ve ona gözlerindeki kıvılcımla, içinde yanan ve bağrını dağlayan acıyı göstermişti. Memik bir taraftan düşmanın yaklaştığını, diğer tarafta komutanının kanlar içinde yatan baygın vücudunu görüyordu. Bir yandan düşmanı durdurmak, diğer taraftan bölük komutanını kurtarmak lazımdı. Memik; bu iki vazife arasında sendelemedi. Kucağında taşıdığı bölük komutanını o esnada bölükten geriye giden yaralı bir ere, Haymanalı Mehmet e teslim etti, sipere döndü. Yaralı er bölük komutanını son takatine kadar kâh sırtında, kâh kucağında götürüyordu. Fakat ne yazık ki bu fedakâr Mehmet bu emanetini götüremedi. Baygın olan Yüzbaşısını bir çalı dibine yatırdı ve kendiside orada ruhunu teslim etti. Memiğin bundan haberi yoktu. O siperde mıhlanmış, düşmanın binlerce mermisi altında sönmeyen ve gittikçe şiddetlenen bir volkan gibi ateşine devam ediyordu. 

Yanında birer birer hayata gözlerini kapayan arkadaşlarının acı iniltileri ve koca bir bölüğün cephesindeki boşluk içinde ve saatlerce süren ateşler neticesinde cephanesi tükenmiş, şehit arkadaşlarınınkini de harcamıştı. Sağındaki üçüncü bölükte de çok az sağ kalan vardı. Memik cephane bulabilme ümidi ile oraya koştu ve saatlerdir sağ kalan birkaç erle kahramanca mukavemete devam eden, 3. Bölüğün yiğit evladı Halinin yanına koştu. Düşman şiddetli topçu ateşine devam ediyor, yüzlerce Mehmet in cansız yattığı siperleri alt üst ediyor, bir adım atabilmek için çaba harcıyordu. Buna rağmen sessiz yatan Mehmetlerin bekçisi olan kahramanlar; kendilerine emanet edilen bu perişan ve iç yakıcı siperler içinde, insan gücünün üstünde bir enerji ve kahramanlıkla direniyorlardı. Bu sırada havada korkunç vızıltılarla uçuşan obüslerden bir tanesi, Halinin bulunduğu siperde patladı. Şiddetli bir gümbürtüden sonra bir toprak sütununun havaya yükseldiği görüldü. Ortalık dindiği zaman, Halil’den eser yoktu. Kafatası uçmuş, kanlar içinde olan gövdesinde konuşan bir çif gözden başka hayat eseri kalmamıştı. 

Memiğin heyecan ve telaşını gören Halil eliyle ekmek torbasını işaret etti ve bununla torbasında cephane olduğunu anlatmak istedi. Arkasından yüzünde beliren tebessümle, gözlerini ebediyen hayata kapadı. Düşman hayatta hiçbir kudretin çöktüremeyeceği kadar azimli ve cesurane çarpışan 3. Alay önünde son kudretini, son takatini, son topunu da muharebeye sokmuştu. Buna rağmen ne Mehmetleri sindirebildi, ne de bir adım atabildi. Evvela durdu ve sonra perişan bir sürü gibi karma karışık eski mevzilerine çekildi. 

Muharebe artık sükûnete ermiş, ölüm kusan namlular susmuş, ortalıkta yaralıların acı iniltilerinden başka bir ses kalmamıştı. Herkes bu sükûnete eren cehennemden sonra biraz dinlenmek, yarasını sarmak, karnını doyurmak için çömelirken, Memik fırladı ve yüzbaşısını aramaya çıktı. Bu kum deryasında sendeleyerek, dermansız vücudunu sürükleyerek yorgun gözlerle etrafı arayarak ilerledi.  

Memik bir müddet daha yürüdükten sonra uzakta yerde yatan iki kişiye gözü takıldı ve çölde, evladını kaybetmiş bir ana heyecanıyla bu istikamete koştu. Birde ne görsün! Sevgili Yüzbaşısı. Memik; başını Yüzbaşısının göğsüne koymuş uyuyor sandığı Mehmet’i evvela sarstı, fakat yana kaymış gözleriyle cansız olan yüzünü görünce “ Vah sendemi Mehmet?” diyerek bu, kardeşine dahi sızlamayan koca Memiğin gözlerinden oluk gibi yaşlar boşanmaya başladı. Evvela Yüzbaşısını kucakladı. Bütün gücünü sarf ederek tehlikede olan bu aslanı sargı yerine ulaştırdı ve sonra da Mehmet’e döndü. Onu kasaturasıyla kazdığı bir çukura yerleştirdi, üstünü örttü, fedakârlığıyla tanınmış bu kahraman arkadaşının mezarı başında gözyaşı döktü. Ona çöllerin yegâne süsü olan birkaç çalıdan ibaret çelengini koydu, kendisinden başka mürettebatı kalmayan 2. Bölüğün mukaddes mezarına doğru gitti.  

 

   

 

                     

 

 

 

 

MÜRSEL ŞAHİNBAŞ HOCA


MÜRSEL ŞAHİNBAŞ HOCA 

Rahmeti Rahmana kavuşan Mürsel hoca, 1933 yılında İskilip’te dünya ya geldi.

Babası İsmet hafız, İskilip Ulu Camisinin imamı idi. İki erkek kardeştiler. Diğer kardeşi olan Faik Şahinbaş’ta müftülük yapmış, emeklilikten sonra İskilip’e dönmüştü. İskilip’te vefat etmiştir.

Mürsel Hoca hafız olduktan sonra, İskilip’te Osman Kalfa hocadan Molla camiye kadar Arapça dersi aldı.

Şiranlı Mustafa Efendinin oğlu, Hacı Faik Efendinin kızı ile evlendi.

İskilip’te Hanönü camisinin yanında medreseler vardı. Bizim evimizde bu medreselerin yanında idi. Bu medreselerden birini Mürsel hoca kullanıyordu. 1963 Yılı yazında, bu medrese’de Mürsel hocadan kuran okudum.

Mürsel hocanın mimar olan oğlu Muhlis Şahinbaş genç yaşında vefat etmişti. Bu ölüm Mürsel hocayı üzmüştü.

Çorum’a konuşma yapmak için gelen Ahmet Taner Kışlalı, Atıf Hoca hakkında menfi şekilde konuşma yapınca, konuşulanlara katılmadığından salonu terk etmişti.

Şiranlı Mustafa Efendiye ait Çorum’da iki adet medrese bulunuyordu. Bunların onarılarak, eski işlevine kavuşması için, Mürsel hocaya müracaat ettiklerinde; kendisinin yapması gereken ne varsa, yapmaya hazır olduğunu bildirmişti.

Ben kendisi ile telefonla görüşmüştüm. Eşi konuşmamıza aracılık ediyordu. O sıralarda, Şiranlı Mustafa Efendi hakkında yazmakta olduğu kitap hakkında konuşmuştuk. Kitap konusundaki çalışmalarını kutlamış, sağlık dilekleriyle konuşmamız sona ermişti. 

Mürsel Şahinbaş hocamız arkasında güzel bir seda, eserler bırakarak yalan dünya’dan ayrılıp gerçek dünyasına kavuştu.

Hocama Yüce Allahtan rahmet ve mekânının cennet olmasını diliyorum. 
 

MUSTAFA YOLCU

 

 

 

 

 

29 Mayıs 2013 Çarşamba

İSTANBUL- EYÜP SULTAN HAZRETLERİ


 

İSTANBUL- EYUP SULTAN HAZRETLERİ- 1

İstanbul’da Eyüp Sultan hazretlerini ziyarete gittiğimde, her zamanki gibi büyük bir ziyaretçi kitlesi ile karşılaştım. Cümle kapısından insanlar nerdeyse sıra ile giriyorlardı.

Türbenin önünde bulunan asırlık çınar ağacının önünden duamı okuyup çıkmak üzere iken, yanımda dua okuyan insan ile tanıştım. Aslen Malatyalı olduğunu söyleyen o insan, bana burası hakkında bilgi verdi:

-Türbeyi karşımıza alıp durduğumuzda sağdaki kapı “ Sır kapısı”, soldaki kapı        “ Cümle kapısı”, arkadaki kapı” Kıble kapısıdır.

Sır kapısından, padişahlar Cuma Selamlığı Merasimine, kılıç kuşanma merasimine gelirlermiş. Üç kapının girişinde de evliya mezarlarının bulunduğunu, bunların manevi olarak burayı beklediklerini anlattı. Cümle kapısının girişinin sol tarafında da Fatih Sultan Mehmet’in ordusu ile fetih e katılıp şehit olan, iki adet yeni evli gelinin mezarının bulunduğu yeri gösterdi. Türbenin çevresinde, beş tane sahabe mezarının bulunduğunu söyledi.

Şadırvanın yanında yerde bulunan, kuşların su içmesi için mermerin oyularak su havuzu haline getirildiği yeri gösterdi. Daha önceden çınarların üzerine leylekler yuva yaparlarmış. Yuvadan inip havuzdan su içip giderlermiş. 

Bütün bu anlatılanlar beni tefekkür edip (düşünmek ve ibret almak), bu mekânları daha çok tanımak ihtiyacını doğurdu. İlk iş olarak Eyüp Sultan hazretlerine ait bir kitap bularak, okuyup cehaletimi gidermeye çalıştım. 

Rasûlullah (s.a.s.) İstanbul'un fethini ashabına anlatıp, "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir" diye müjdelemiştir. Hicrî 52. yılda Muaviye oğlu Yezit kumandasındaki Müslümanlar, İstanbul'u kuşattılar. İslâm akidesinin dünyanın dört bir yanına yayılması hususunda çok büyük gayrete sahip olan Müslümanlar, İstanbul'un fethi ve İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmasını çok arzuluyorlardı. Hz. Ebu Eyyüb el-Ensâri bu seferin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara öğütlerde bulunmuştu. Uzun bir yolculuk yapan Ebu Eyyüb, yaşının çok ilerlemesinden dolayı İstanbul'a yaklaştıkları sırada hastalanmış, Yezide öldüğü takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyet etmişti. Burada defnedilen Ebu Eyyüb, Müslümanların İstanbul'da bir sembolüdür.  

İstanbul, ashap devrinden başlamak üzere defalarca muhasara edilmiş, nihayet bu şehri fethetmek 1453 yılında Fatih'e nasip olmuştur. Ebu Eyyüb'un ölüm döşeğinde su hadisi rivayet ettiği zikredilir; "Bir İnsan Cenabı-ı Hakk'a bir ortak koşmaksızın ruhunu teslim ederse, Allah onu cennete koyar." İstanbul’a kutsallık kazandıran, Peygamber'i görme şerefine erişmiş ve onu yedi ay gibi bir süre evinde misafir etmiş Ebu El Ensari, şüphesiz İstanbul'da yatan en değerli şahsiyetlerden biridir. 

Fatih Sultan Mehmet Han İstanbul’u fethetmeden birkaç yıl öncesine kadar, Ebu Eyyüb’un mezarı biliniyordu. Hatta kıtlık ve felaket zamanlarında Bizanslılar onun mezarına giderek dua ediyorlardı. Fetih sırasında mezarın yeri kaybolmuş bilinmiyordu.

Onun mezarı neredeydi? Kayıp olamazdı. Zira Allah Resulü (S.A.S.) onun korunması için dua etmiş ve: “Ey Allah’ım! Geceyi beni koruyarak geçirdiği gibi sende Ebu Eyyüb’u koru.” “Dilerim sana hiçbir kötülük dokunmaz Ey Ebu Eyyüb” buyurmuştu. 

Sultan Mehmet Han için, İstanbul’un fethi ilahi bir emirdi. O daha 4 yaşında bir şehzadeyken, büyük tasavvuf âlimi Hacı Bayram Veli, Sultan Murat’ın daveti ile Edirne’ye gelmişti. Babası Sultan Murat Hacı Bayram’a, “Şeyhim İstanbul’u alabilecek miyim?” diye sormuştu. Hacı Bayram Veli, bir süre padişahın yanında duran Şehzade Mehmet’e bakmış ve Padişah’a- “İstanbul’un fethini ne sen, ne de ben görürüm. Onu görmek bu çocukla, şu bizim Köse’ye (Akşemsettin) nasip olacaktır.” demiştir. Şehzade Mehmet’in bilincine, İstanbul’u alma düşüncesi ilk kez o zaman ilahi olarak yerleşmişti. 

Şehzade olarak Manisa’ya gönderildiği dönemde, bütün planlarını İstanbul’u ele geçirmek üzerine yapmıştı. İkinci defa tahta çıktığın da ise ilk işi, Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinapolis’i fetih için hazırlıklara başlayıp, Nisan 1453 tarihinde, 21 yaşında genç bir padişah olarak İstanbul kapılarına dayanmak oldu. 

İstanbul’u kuşatan Sultan Mehmet Han’ın derin bir düşüncesi vardı. O, yıllar önce İstanbul kuşatması sırasında vefat eden Ebu Eyyüb’ün(r.a), kayıp mezarını bulmak istiyordu. Ama çabaları bir türlü sonuç vermemişti. Hocası Ak Şemsettin de, padişahın bu arzusundan haberdardı. Bir gece rüyasında, Ebu Eyyüp’ün (r.a) mezarı kendisine bildirildi. Padişaha müjdeyi verdi. Padişah ve hocası Ak Şemsettin önde olmak üzere, askerlerle birlikte, rüyada gösterilen yere gittiler. Vardıklarında, Ak Şemsettin seccadesini yaydı ve namaz kılmaya başladı. Namazda Ak Şemsettin’in secdesi o kadar uzun sürdü ki, askerler huzursuzlaşmaya başladı. Namaz sona erdiğinde Ak Şemsettin, gösterdiği yerin iki arşın kazılınca beyaz bir mermer çıkacağını anlattı. Orası kazıldı. Ak Şemsettin’ in dediği gibi beyaz mermer meydana çıktı. Mermerin üzerinde, “Haza kabri Halit İbni Zeyd” ibaresi yazılıydı. Ebu Eyyüb’ün, (r.a) yani o tarihten sonra İstanbul’da, Müslümanların bir simgesi olacak Osmanlı dönemindeki adı, “Hz. Halit” günümüzdeki adı ise, Eyüp Sultan Hazretlerinin(r.a) kabri bu şekilde bulunmuş oldu.

Ebu Eyyüb`ün, (r.a) kabrinin bulunması, askerler arasında büyük bir coşku yarattı. Askerler, din büyüklerinin de bu savaşta yanlarında olduğuna inandılar. Bu durum İstanbul’un fethinde önemli rol oynadı. Derler ki, bu savaş sadece ordular arasında değil, kutsallar arasında da cereyan etmiştir. Ulubatlı Hasan’ın ölürken surların üzerinde Hz. Muhammed’i (s.a.v) görmüş olması bir hayal değildir. 

Eyüp Sultan Türbesi kuruluşundan günümüze kadar Müslümanların en çok rağbet ettiği, doğum, sünnet, evlenme, ölüm nedeni ile ziyaret ettikleri, çeşitli adaklar adadıkları bir ziyaretgâh konumundadır. Osmanlı hükümdarları da taklid-i seyf (kılıç kuşanma) törenlerini Eyüp Sultan Türbesinde yapmışlardır. Bundan ötürü de türbe, Osmanlı döneminde bir bakıma devlet protokolü içerisinde yer almıştır. Bu nedenle de padişahların, hanedan ve saray mensuplarının, devlet ricalinin, ulemanın, tarikat mensuplarının ilgi odağı haline gelmiş, çevresinde Ona yakın olmak arzusu ile diğer türbeler ile mezarlıklar gelişmiştir.
Eyüp Sultan Külliyesi ile birlikte türbe de çeşitli dönemlerde onarılmış ve ek vakıf binaları yapılmıştır.
Türbenin etrafı Sultan III. Selim’in yaptırdığı som gümüşten bir şebeke ile çevrilidir. Bu şebeke Osmanlı maden sanatının barok üslupta yapılmış, en güzel madeni eserlerinden birisidir.

Türbenin altında zemin suyunun türbeye zarar vermemesi için Sultan II. Mahmud tarafından bazı dehlizlerin yapıldığı da söylenmektedir. Türbede çeşitli dönemlerde buraya vakfedilmiş olan zengin eşyalar bulunmaktadır. Bunların başında sandukanın üzerinde yuvarlak bir kandil gelmektedir. Sultan III. Ahmed (1703–1730) buraya altın ve gümüşten buhurdanlar, zemzem kapları hediye etmiştir. Türbenin duvarlarında Sultan I. Ahmed, Sultan III. Mustafa, Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmud ve Sultan Abdülaziz’in yazmış oldukları levhalar bulunmaktadır. Buradaki Sancağı Şerif 1703 yılına kadar burada korunmuş, daha sonra Topkapı Sarayı Hırka-i Saadet Dairesi’ne götürülmüştür.
Türbe içerisindeki Kuran, şamdan, el yazması gibi eserlerin bazıları Topkapı Sarayı Müzesi’nde, Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’nde korunmaktadır.

Eyüp'ün merkezini kuşkusuz, Eyüp Camii ve Eyüp Sultan Türbesi oluşturmaktadır. Fetihten hemen sonra yapılan cami, 1458'den buyana çeşitli badireler atlatmıştır.18. yüzyılda Fatih Camii'nin yıkılmasına sebep olan depremde büyük hasar gördü. III. Selim zamanında 19 yy onarılan cami, özgün özelliklerini kaybetti. Minareleri III. Ahmet zamanından kalmadır. Külliyesinden ise günümüze sadece türbe ve hamamın bir kısmı kalmıştır. Asırlık çınar burada yer alır.

Osmanlı zamanında başlayan Eyüp'ün kutsallığı günümüze kadar gelmiştir. Padişah'ın kılıç kuşanma törenin Eyüp'te yapılması ve günümüzde ramazan aylarında en çok ziyaret edilen türbenin Eyüb El Ensari hazretlerinin türbesi olması nedeniyle, Peygamber Efendimize bu kadar yakın olan değerli şahsiyetin İstanbul'a başka bir anlam kattığı kesindir.
Eyüp Sultan Hazretleri(r.a) için yaptırılan külliye tamamlandıktan sonra, etrafına evler inşa edildi. Fatih Sultan Mehmet Han, bu külliye çevresine, Bursa’dan gelenlerin yerleştirilmesini emretti. Böylece Eyüp’te, şehrin Bizans surları dışında yer alan ilk Müslüman yerleşim bölgesi kurulmuş oldu.
Osmanlı döneminde Eyüp Türbesi, Fatih Vakfiyesi gereğince cuma geceleri açık bulunur ve Kuran okunurdu. Türbede, 10 türbedar ve 72 Kuran okuyucusu olmak üzere 117 tane vazifeli bulunuyordu.

Eyüp Sultan Camiinde, minberin iki tarafında etrafı yeşil atlasla çevrili siyah Kâbe örtüsünden iki sancak vardır. Bu çifte sancaklar, Ebu Eyyub`ün (r.a) mahşer günü altında toplanılacak bayrağının hatırasını yaşatır.  

Eyüp Sultan Türbesi`nin girişinde bir hadis-i şerif asılıdır. “Bir gün, Hz. Muhammed, Ebu Eyyub’e(r.a), dönerek “Ya Ebu Eyyüb(r.a), sana cennettin hazinelerinden bir anahtar vereyim mi?” demiş ve ardından da şöyle demişti: “La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim.” Bu hadis-i şerifin Türkçe anlamı şöyledir: “Güç ve kuvvet, sadece Yüce ve Büyük olan Allah'ın yardımıyla elde edilir.”
 

Mustafa Yolcu

 

22 Mayıs 2013 Çarşamba

GÜZEL İSTANBUL

GÜZEL İSTANBUL

Boğazda beylerbeyi sarayı
Otur önüne seyret deryayı
Bir çağı kapatıp yeni bir çağı
Açan şehirdir güzel İstanbul


Her tarafı tarih kokan, içinde sırlar yatan bir şehirdir İstanbul.

14 Milyon nüfusu, boğazı, camileri ile medeniyetlere beşik olmuş şehirdir İstanbul.

Boğazın engin suları nazlı nazlı akarken, İstanbul Boğazını hayranlıkla seyreder, Allahım bu akan suyu buradan eksik etme derim.

16-17 Mayıs günleri, arkadaşımı ziyareti için İstanbul’a gittiğimde; adeta şantiye’ye dönmüş, her tarafta inşaat olan İstanbul’u buldum. Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve ilçe belediyeleri, çok güzel işler yapmışlar. İstanbul’da kaldığım iki gün içinde her yeri görmek mümkün değildi ama gördüklerim ve yapılanlar güzeldi. Sahiller işgalden kurtarılmış, Eminönü’ndeki seyyar satıcılar kalkmış, Haliç Köprüsünün Eminönü tarafında sahildeki balıkçıların kirliliği yok olmuş. Sanki Eminönü trafiği rahatlamış gibiydi.

Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul’da çok güzel çalışıyor. Yıllardır bakımsız kalmış Vakıf eserlerine; 2013 yılı bütçesinde İstanbul için 70 milyon lira ödenek konularak, yenileme çalışmaları yapılıyor. Allah Vakıflar Genel Müdürlüğünün kesesine bereket versin. Demek ki istenirse, güzel şeyler yapılabiliyormuş. Daha önceden bu kurumda irtica ya karşı önlem çalışması yapılıyor, kuruma gittiğinizde üst katlara bile çıkamıyordunuz. Bir dönemde Vakıf arsaları, çeşitli bahaneler ile elden çıkarılıyordu.

1985 yılıydı.3194 Sayılı imar kanunu tanıtma toplantısı için, Büyükşehir Belediye Başkanları Ankara’ya gelmişlerdi. O zamanki İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan’a - “ İstanbul’un Çeşme ve sebilleri ile bu tür eserlerin bakımını yapmayı düşünüyor musunuz?” diye sorduğumda- “ Bu konuyu araştırdım. Bunun için Belediye bütçesinin yarısını bu işe harcamam gerekiyor.” Demişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkililerinden aldığım bilgiye göre, tarihi çeşmelerden 100 tanesinin bakım ve onarımı için projelendirme çalışmalarının devam ettiğini, en kısa zamanda onarıma başlanacağı bilgisini aldım. İstanbul’da suyu akan tarihi çeşmeleri görmek, bunların suyundan içmek ne güzel olur.

15.900.000.-m2 alana sahip İstanbul tarihi kentte, birçok tarihi eserin restorasyonu yapılarak, yeniden hizmet verir hale getirilmiştir. Yalnızca Vakıfların, Belediyelerin çalışması ile bu tadilat ve restorasyonların bitmesi mümkün değil. Bu konuya bütün kurumların öncelik vermesi, bütçesinden pay ayırması ile eserlerimizin kısa zamanda onarımının bitirilmesi mümkün olacaktır. Son yıllarda bir kısım şirketlerin sponsorluğu ile bu çalışmalara büyük katkı sağlanılmıştır.

İstanbul yıllardır “devletin hükümlerinin geçmediği bir şehir” olarak anılırdı. Emniyet camiasında yerleşmiş bir deyim vardır. “ Türkiye İstanbul’u besler, İstanbul Türkiye’yi besler. Türkiye’de asayiş ve huzur temin edilecekse, asayiş ve huzur önce İstanbul’da temin edilmelidir.” Şehirdeki güvenlik önlemleri, Mobese kameraları belirgin şekilde İstanbul un güvenli bir şehir olmasını sağlamış, suç işleme sayısında azalma olmuştur. İstanbul’un ilk şehremini ( Belediye Başkanı ) Hızır Beyin kuralları işlemeli, padişahın kolunun kesilmesine bile karar veren adaletin hâkimiyeti sağlanmalıdır.

İstanbul’un afet karavanları konusunda da bazı şeyleri dile getirmek istiyorum. Karavanlarda bulunan teçhizatların TSE damgalı ve birinci sınıf teçhizat olmasına özen gösterilmelidir. Bu teçhizatların ihalesine çıkarken hazırlanan şartnamedeki hükümler ile hali hazırda karavanlarda bulunan teçhizatlar ( ne kadarı Çin malı ) karşılaştırılmalı, kaybolanlar ve uygunsuz olanların yerine uygun olan teçhizat konulmalıdır.

Televizyonlarda yayınlanan kamu uyarı programları ile afet sırasında alınacak önlemler ve işlemler hakkında vatandaş uyarılmalıdır. Bu husus çok önemli olup, bu programlara kesintisiz olarak devam edilmelidir.

Korunması mümkün olmayan binalar acilen tahliye edilerek, bu binalarda oturan vatandaşların geçicide olsa güvenli konutlarda oturması temin edilmelidir. Kentsel dönüşümde imar planları, TOKİ işlevi ile hareket edilerek süratle yapılıp uygulamaya konularak, bir an önce inşaatlara başlanılmalıdır.

Afet Bölgelerinde yüksek katlı binalar yerine, en fazla beş katlı binalar tercih edilmelidir. Rant değil sağlıklı kent, sağlıklı bina tercih edilmelidir.

Dünyanın incisi İstanbul’umuzu daha güzel, sağlıklı yaşanılır kent yapmak için; elimizden geleni hep birlikte yapmamız gerekmektedir. Bunun içinde İstanbul’da bürokrat zihniyeti değil, İstanbul’u seven, İstanbul aşığı insanlar yönetimde iş başına gelmelidir.

 

MUSTAFA YOLCU



 

 

19 Mayıs 2013 Pazar

YIL 1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 7


 

 

YIL 1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 7

NASIL ÇÜRÜTÜYORUZ

Dar bir vadi tasarlayın. İki yanını dik kayalıklar, çıplak tepelikler kaplasın. Uzun 15- 20 kilometre. Daha uzun. Vadi baştan sona kadar bağlık, bahçelik olsun. Dere boyu yer yer kavaklık, koruluk. Her taraf yeşil, yeşil, yeşil. İşte kasabamız bu vadinin tam ortasındadır.
Sizi götüren otobüs kasaba ya girer de, geldiğinizin farkına varmazsınız. İki yanınızı çevreleyen dik kayalıklar, çıplak tepeler ufkunuzu kapsar. Şose kıvrıla, büküle gider. Uzar gider. Ama, orta Anadolu’nun göz alabildiğine uzanan çorak yolları gibi değil. Her köşe başında, her kıvrımda bir yeşillik denizi ile karşılaştırır sizi. Görünüşü hiç değişmeyen tozlu, yeşilsiz yollardan kurtulup, bu vadiye girince tabiatı yadırgarsınız.
Birden kasaba nın kalesi karşınıza dikilir. Üstünü ze yıkılacakmış gibi. Kalenin yıkık duvarları, yamaçlarına abanmış eski evleri, daha geride yükselen Yivlik tepesiyle kendinizi eski çağların dekoru içinde bulursunuz. Vakit gece ise, elektrik ışığına rağmen, dar ufukların yarattığı kapalı karanlık, sizi ürpertir. Artık hiçbir yerde geniş ufkunuz yoktur. Gözleriniz ya yeşillik, ya kayalık, ya da kaleyi görür.
Bir iki gün geçmeden kasabayı içten seversiniz. Hele geldiğiniz mevsim baharsa KASABANIN baharı görülmeye değer!  Kayalıklar kış bulutlarını üzerlerinden attılar mı, bağlar, bahçeler süslenir.  Vadi süslenir. Kayalıklar süslenir. Köşe bucak çicek dolar. Kavaklar giyinir, yamaçlar yeşerir. Ya yamaçların yaban bademleri açınca!..
Her sabah başka bir renk, başka bir koku içinde uyanırsınız. Akasyalar ardından iğdeler açmaya görsün. Ortalığı bir koku sarar. Bahar başınıza vurur. Kırlara çıkamazsınız. Sizi bahar kokuları sarhoş edebilir. Her gün evinize kır çiçekleri ile dönebilirsiniz.  Hem de her defasında başka renklerle.
Yazı nasıldır bilmiyorum. Ama Eylülde kasaba ya dönünce, bahçelerin hasadına rastlıyorum. Yalnız ayvaların heveng heveng sarıları bile, insanı baştan çıkarabilir. Bağlar bahçeler bu mevsimde bereket yüküdür.  Allah hiçbir şeyi bu kasabadan esirgememiştir.
Yapraklar sararmaya başladığında, etrafı bir renk cümbüşü kaplar. Kıra çıkıp, yamaçlara yükselirseniz, ayaklarınızın altında bin bir renkli sonbahar denizini bulursunuz. Açık sarıdan gittikçe koyuya doğru, kiremit renginden, vişneçürüğüne kadar, her tonda sarı, kırmızı, mor yaprak denizi vardır.
Bu kadar renkli, bu kadar canlı ve yumuşak bir sonbaharın, dünyanın daha neresinde olabileceğini kendi kendinize çekinmeden sorabilirsiniz. Akşamüzeri sürüler kasabaya döner. Bağ bahçesini bozan kasabalılar evlerine döner. Yollar insan dolar. Evlerde ocaklar tüter. Kasabanın üzerini mavi bir tül kaplar. Dumandan, buhardan ibaret bu mavi tül, öylesine evlerin üzerine abanır ki, elinizi uzatıp örtüyü kaldırmak istersiniz.
Bahçelerin ortasında yer yer ateşler yanar. Dere boyundan sesler, türküler gelir. Minarelerde bir ağızdan ezanlar başlar. Etrafa bir gariplik çöker. Son otobüs veya kamyonun korna çalarak, tozu dumana katarak kasabaya girdiği görülür. Kasabanın hangi tarafındaki yamacına çıksanız, etrafı kuş bakışı görmeniz mümkündür. Kasaba, bağ bahçelerinden ibaret ağaç denizi, kıvrıla büküle kasabayı geçen çay, hep ayaklarınızın altındadır.
Ya bu güzel tabiat parçası içinde yaşayan bizler, biz insancıklar? Bu güzel dekora kendimizden ne katıyoruz? Bir koza gibi etrafımıza duvar çekiyor, onları yırtıp atamıyoruz. Yeni ve iyi gelenekler getiremiyoruz. Yabancı olanlarımız bu tabiat ortasında bunalıp kalıyoruz. Kaçmak için çareler arıyoruz. Yerli olanlar eskiye uyup eski oluyor. Kısacası kurtlu bir elma gibi çürüyor, etrafımızdakileri de çürütüyoruz. 
Yüksek tahsil yapmış birisini tanıyorum. Bir gün sıcaktan şikayet ediyordu. Başındaki şapkanın ağırlığından söz açıyordu.
Şapka giymezsin olur biter dedim. Nasıl şapka giymezmişim dedi.
Basbayağı benim gibi giymezsin, serinlersin.
Ben senin gibi yabancımıyım? Sonra beni tefe korlar dedi.
Yüksek tahsil yapmıştı ama başındaki şapkayı çıkarıp dolaşmaktan korkuyor, geleneğinin esiri oluyordu. Öylesine eskimiş kasabalı olmuştu.

Kasabaya yeni kaymakam geldi mi, o gün başlıyoruz:
-Sana bir şiy deyimmi?
-De
- Fiskos, fiskos.
Bu hep böyle. Yaşar KEMAL’in tenekesi hatırıma geliyor hep. Çok kaymakam, bizim, kasabadan teneke ile uğurlanmış! Her yeni gelen yabancıya, önce bu teneke hikâyesini anlatarak öğünürler. Gözlerinizin içine bakarak gülerler, sonra:

-Ya, işte böyle ağanın gaymahamın ardından teneke çalmış adamlaruk biz, derler. Kaymakam daha ayağının tozunu silmeden çürür kasabada.

Bir gün kasabaya yeni gelen kaymakamın yanına bir genç sokuldu:
-Beyefendi, dedi.Sana bi maruzatım va.
-Söyle bakalım maruzatını, dedi kaymakam.
-Efendim kenarda diycem.
-Burada söylesen olmaz mı?
-Olmaz, deyince genç; bir kenara çekilip konuştular.Sonra kaymakam bey bize de anlattı.Gelen kasabanın kenar mahallelerinin birinin imamıymış. Müftü kendisini sakal koyvermeye, sinemaya gitmemeye, evindeki radyoyu satmağa zorlamış. Genç imamın kaymakam beyden ricası; kendisini müftüye karşı korumaktan ibaret. İmam sakal uzatmak istemiyor. Sinemaya gitmekte din bakımından bir kusur görmüyor. Radyo dinlemekten hoşlanıyor. Eğer kaymakam bey kendisini müftüye karşı korursa, bu haklarından vazgeçmeyecek. Yoksa ne yapsın! Sakalda koyverecek, sinemaya da gitmeyecek, radyosunu da satacak.

Kaymakam beyi dinleyen bizler kasabanın hep kalburüstü münevverleriydik. Hiç bir düşüncemizi açıklamadan dinledik. Sonra kendi aramızda dedikoduya başladık:

-Kaymakam bey her işe burnunu sokarsa zor tutunur burada.
-Müftü öyle adam değildir. Yalnız bir tarafı dinlememeli.

-Bir bakıma müftü haklı ha. Mahalleli müftüyü sıkıştırıyor, müftüde hocayı, falan filan. Bu dedikodu bir iki saat sonra, bütün kasabanın malumu idi. Kasabanın en şaşılacak özelliği, havadislerin büyük bir hızla bir anda köşe bucak yayılmasıdır.Örneğin kulüpte söylediğiniz bir hikayeyi, eve gelince karınızdan dinlerseniz hiç şaşmayın.

Bu dedikodu yatışmadan kaymakamı, bir düğün dolmasına davet ettiler. Davet sahibi yüksek tahsilli yerli bir memur. Tabii dolma sofrası yere kurulmuştu ve etrafına bağdaş kurup oturmak, hep bir kaptan yemek gerekiyordu.

Kaymakam bey dolma sofrasına otururken, ev sahibini bu hareketinden dolayı ayıpladı.
-Ya hu, dedi, bizler bu gelenekleri yıkmak, kasabaya örnek olmak durumundayız.
-Bir defa böyle alışılmış beyefendi.
-İşte bu alışkanlıkları bırakmalıyız.
-Dolma buranın yerli yemeği. Bunun tadı böle çıkar siz kusura bakmayın.

Dolmayı yiyip kulübe geldiğimizde, havadisi bizden önce gelmiş,masalara yayılmış bulduk. Gördük ve duyduklarımızı bir defa daha görmeyenlerden dinledik. Hele birkaç gün sonra kaymakam bey memur arkadaşlarına yazdığı bir tezkerede, Atatürk inkılâplarından bahsederek memur bayanlarının yerli çarşaftan kurtarılmalarını, aksi halde kendileri ile çalışamayacağını bildirince her şeyi çürüttük.

-Her iş bitti, çarşafa geldi sıra!
-O,burasını geldo yer biliyi.
-Geldo gibi gitse….Falan filan.Nasıl gittiydi? Bilmiyon mu sen?
-Bu işin sonu hayır deel ya, dur bahalım.

Ve daha niceleri. İşte biz bu güzel tabiat köşesinde böle yaşıyoruz. Kozamızı öre öre, içimize kapanarak. Kurtlu bir elma gibi çürüye çürüye ve çürüterek.