9 Eylül 2013 Pazartesi

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 10 YEDEK TEĞMEN AFİF


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 10 

YEDEK TEĞMEN AFİF 

Afif, uzun boylu, narin yapılı, nazik tavırlı, halim ve kalbi meftun kılacak kadar cana yakın, samimiyeti gözlerinden okunan, keskin zekâsı ile gerek aile muhitinde ve gerekse tanıyanları arasında çok sevilen bir gençti.  İstanbul’da Yesarizade ailesinden deniz Kurmay Albayı Fahrettin in oğludur. Babası biricik yavrusunun, her hususta milletine ve memleketine yarar bir insan olması için; maddi ve manevi bütün fedakârlıkları yapmış, Avrupa ya tahsile göndermiş, bununla da kalmamış kendi mesleği olan askerliği ve askeri tanıtmıştır. Bu suretle sivil hayatta iyi bir memur olan yavrusuna çok iyi bir askeri terbiye de vermişti. 

1914 Senesinde, büyük harp ilan edilmişti. Bu sıralarda herkesin pekiyi tanıdığı halim ve nazik bir genç olan Afif, ortadan çekilmiş, yerine ecdadının kahramanlık mirası gözlerinden fışkıran seferi kıyafetli bir subay dikilmişti.
 
Şimdi onun ruhunda, kültürlü ve zarif bir genç yerine, milli gururu okşanmış, vakur, civanmert bir Türk subayının cengâverlik hüviyeti beliriyordu. Afif senelerce bu meslekte hizmet etmiş bir asker tavrı ile arkadaşlarını selamlıyor, sevimli bakışlarında kazanılmış bir emelin şetaretini söyleyen ifadeler uçuşuyordu. Tanınan bir sesle, gidiyorum… Diyordu. Fakat biliyor musunuz nereye?  Kafkas cephesine ve ilave ediyordu. 

Evet, beyaz çehresiyle bikes bir bakir gibi aciz ve mütevekkil yolumuzu gözeten o dağlara gidiyorum. Ben ve bütün Türkler akacak kanlarımızla onun beyaz örtüsüne, güller, laleler işleyeceğiz. Soğuk göğsünü sıcak nefesimiz ile ısıtacağız. Düşman boyunduruğunda inleyen onsuz yurttaşlarımızı kurtarmak için öleceğiz… Diyordu. 

Afif, hakikaten bir süre sonra RUSLARA karşı Kafkas cephesinde görüldü. Bütün arkadaşları Afifin içinde yanan intikam ateşini ve büyük hayalinin mücessem hakikatlerini gördüler. O vazife için çırpınıyordu. Erleriyle onların her haliyle uğraşıyor, onların istirahatı için çok gecelerini feda ediyor, onlarla yaşayış, yiyiş, düşünüş itibarı ile daima beraber oluyordu. 

1916 Senesi Şubat ayının pek fırtınalı ve soğuk bir kış sabahı idi. Güneş, üç günden beri devam eden kanlı muharebelerin, son buhranını yaşayacak olan bu günün elim hakikatlerini görmek için titrek parmaklarıyla ufku yırtmaya çalışıyordu. Ortalığın ağarmasıyla birlikte başlayan Endek tepesindeki muharebenin pek kanlı olacağı daha başlangıcından anlaşılıyordu. Tepede bulunan ileri karakol bölüğü şiddetle üzerine gelen bu saldırıdan ürkmedi. Kendisinden 20 misli üstün kuvvette olan düşmana karşı imanla savaşıp, düşmanı kıra kıra canlarını çok pahalıya sattılar. Tepeyi, bir tek er kalıncaya kadar savundular. Düşman yüzlerce kaybına karşı, birkaç siper parçasını işgale muvaffak olmuş, orada vazifesini büyük kahramanlıkla yapan ve son erine kadar bu uğurda can veren bölüğün varlığından başka bir şey görememişti. Tepenin küçük bir kısmı elden çıkmıştı. Lakin bu kısmın hâkimiyeti diğer kısımlara da tesir yapacak bir durumda ve bu kısım düşmanda kalırsa, mevzide tutunmak mümkün olsa dahi çok kan dökülecekti. Bu tepenin geri alınması gerekiyordu. 

Veli baba bölgesinde müdafaada bulunan 28. Tümen kendisinden belki onbeş misli kuvvette düşmanla üç gündür savaşmış ve her ne kadar mevziini müdafaa imkânı bulmuşsa da girdiği kanlı muharebeler neticesinde mevcudunun yarısını kaybetmişti. 

Bu sebeple, tümenin zayiatını doldurmak ve muharebe gücünü artırmak gerekiyordu. Bunun içinde, 17. Tümene mensup 51. Alayın 2. Taburu 28. Tümen emrine verildi. Tümenin emrinde başka ihtiyat olmadığından, bu tabur tepenin geri alınması için görevlendirildi. Bu sırada topçularımız taarruzu hazırlamak, düşman topçusu bizimkileri susturmak için düelloya tutuştular. Hedefleri zıt bu iki kütle, birbirini boğazlamaya çalışıyordu. Her Mehmet’in yüzünde ölmeye karar vermiş bir insanın azmi görünüyor, her subayın ruhunda ölmeye karar vermiş Mehmetçikten ayrılmanın ıstırabı seziliyordu. Askerler birbirleriyle helalleşiyor, Hasan sen sağ kalırsan anama selam söyle, Mehmet hakkını helal et. İşte bu sıralarda Afif takımın başına geçmiş, şimşekler çakan gözlerini tepeye dikmişti. Bu gün onda bir fevkaladelik vardı. Görünen sessizliğinin incelikleri arkasında biriken intikamının coşkunluğu hissediliyordu. Arkadaşının omzuna hafifçe dokundu ve heyecanlı bir sesle – “ Reşat hakkını helal et… Ben şehit olmaya gidiyorum.” Dedi. Sabırsızlanan takımına ileri… Komutunu vererek kendisi en önde düşmana doğru atıldı.  

Düşman büyük bir inatla müdafaa ediyor, tükenmeyen, dinmeyen, susmayan bir cehennem yağdırıyor, ölüm saçan nesi varsa hepsini ortaya atıyor, buna rağmen bu mermi tufanı altında Mehmetler vakit vakit sıçrıyor, yere yatıyor, ilerliyordu. Bütün bu kütlenin önünde şahlanmış, cesaretini çevresine yayan bir kahraman görülüyordu. Yedek teğmen Afif… 

Tüfek muharebesi bir saat kadar sürmüş, kesin netice zamanı gelmişti. Afif yıllardır içinde sessizce yanan intikam ateşini, bütün kinini bir volkan gibi fışkırttı… Süngü tak… Hücum… Ve yıldırım gibi düşmana saldırdı. Afif artık hisseden ve duyan biri olmaktan çıkmış, o, yağan ateşe, parıldayan süngülere doğru koşan ve yalnız tepeye vazifeye doğru koşan ateş kütlesi olmuştu. Bir kurşun, sağ ayağını deldi bir misket sağ bacağını yardı, fakat o, artık sızlamayan ve acı duymayan bir asap yığınından ibaret kalmıştı. Bütün dimağı, varlığıyla bir şey düşünüyordu. İntikam… Tepeye yaklaşıldı. Uzun mesafeleri, diz boyunda karları cehennemi ateşler altında geçmiş bir tabur asker, diğeri zinde silahı, cephanesi bol, savunmadaki iki tabur düşman, birinde yanan ateşe mukabil, diğerinde kül olmuş, sönmüş bir enkazın dumanları tütüyordu. İki taraf birbirine girmişti. Mehmetler süngülerini bütün kuvvetleri ile saplıyorlar, gırtlakları koparıyor, beyaz karlar üzerinde kanlar akıyordu. Düşman ümitsizce bütün toplarını tepeye cevirdi. Bir saniyelik volkan iki tarafında yarısını yaktı. Esasen düşmanda bozgun başlamış, sağ kalanlar canlarının derdine düşmüşlerdi. Günlerce süren bu muharebelerde, tabiatın bütün şiddetine, yorgunluğa ve açlığa rağmen bu gaye uğruna çarpışan, ne için savaştıklarını bilen kalpleri iman dolu Mehmetler, düşmanlarını yendiler. Akşam yaklaşıyordu. Tepe şehitler ve yaralılarımızla dolu, bu günün yarasını sarmak için herkes bir işle meşgul oluyordu. Bir taraftan şehitler gömülüyor, yaralılar geriye gönderiliyordu. Afif, bu kahraman Türk evladı, goncalar açmış nazik gülfidanı, göğsünden aldığı bir süngü yarası ile şehit olmuş ve patlamayan bir obüs mermisine yaslanmış bulunuyordu. Çehresi hala manalı, gözleri ateşli idi. Şimdi dağlardan kopan ve vadileri titreten acı bir rüzgâr esiyor. Bu karlı tepeleri sulayan mübarek şehit kanları, tepede muzaffer ve vakur dalgalanmakta olan bayrağa kızıl rengini verirken, büyük bir tümenin gıpta ve özlemi içinde Afif, yine bir düşman mermisinin açtığı ebedi istirahatgahına tevdi ediliyordu. Onun ruhu kar, bora, tipi fırtınaları arasında beyaz çehresiyle bikes bir bakir gibi aciz ve mütevekkil, onu bekleyen dağlara gidiyordu. 

Zair bu aziz naaşı hürmetle selamla
Mihrabı emel, aşkı vatan mahzenidir bu
Afif ne bahtiyarmış, yüce sonunu anla
Yurt uğruna oldu feda, son meskenidir bu
Pek sevdi hüda kıldı anın ruhunu ila
Yerde kalan naş, şehidin mezarıdır bu 

myolcu@ttmail.com     

 

2 Eylül 2013 Pazartesi

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI-9


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -9  

22. AKINCI MÜFREZESİ
Elli, atmış kişiden oluşan mütevazı bir kuvvet olan 22. Akıncı Müfrezesi istiklal savaşında, ta Afyondan Aydın köprüsüne kadar olan geniş cephe kesiminde gösterdiği faaliyet, kahramanlık ve yararlılıkla; yalnız ordumuza büyük hizmetler yapmakla kalmamış, aynı zaman da düşmanı da çok yıldırmıştı. Geçmişte balkanları titreten ve Vistül’den, Tuna’dan atlarını sulayan serdengeçtilerin torunu olan bu kahramanlarda, onların geleneğine uyarak verilen hedefe doğru hiçbir mani ve engel tanımayarak akın yapıyorlardı. Müfrezede esir olmak hatta yaralı düşseler bile teslim olmak gibi harp gereklerine uymak prensipleri haricinde idi. Onların parolası” ya zafer, ya ölümdü.”  

Bu kahraman müfrezeye, o zaman genç ve ateşli bir üsteğmen olan ve bu gün 22. Jandarma mülhakı bulunan binbaşı İbrahim Akıncı komuta ediyordu. İstiklal Savaşı boyunca yüzlerce kahramanlık destanı yaratmış olan bu müfrezenin, başarılarını burada anlatmaya imkan olmadığından, İbrahim Akıncıdan naklen müfrezenin bir baskınını anlatacağım. 

6 Nisan 1922 günü; Altıncı tümen emrinde bulunan müfrezemize Tümen Komutanı şu emri verdi. “ Düşmanın, Toklu sivri’si Dumlupınar mevkiindeki kuvvetlerinin değiştirildiği anlaşılmaktadır. Köfi boğazı ve Öğrencik civarında bulunan 22. Akıncı müfrezesi; Toklu sivri, Ahır dağı ve Çivril mıntıkaların da münasip bulacağı düşman karakollarına ve karargahlarına baskın yaparak alacağı esirlerden, düşmanın sınıf ve numaralarının öğrenilmesini temin edecek ve Tümene bildirecektir.” 

Tümenden emir alınca müfrezeden Aydınlı Küçük ve Büyük İbrahim çavuşları, Manisalı Mustafa onbaşıyı alarak bulunduğumuz yerden 20 km. mesafede Uşak kazasının Sivaslı nahiyesi civarında mevzilenen düşman vaziyetini tetkik ve ne suretle baskın yapılabileceğini keşfetmek maksadı ile hareket ettik. Öğleden sonra hedefimize ulaşmış, arızalı ve sık ormanlı araziden yürüyerek ve sürünerek takım karargahı olduğu anlaşılan Pınarbaşı köyünün hemen doğusundaki tepeye

kadar ulaşmıştık. Akşama kadar gerekli keşifleri yaptıktan sonra ertesi günü, 7 Nisan 1922 de fecirle bütün müfreze ile birlikte Pınarbaşı istikametinde hareket ettik. Düşmana 7-8 kilometre mesafeye kadar yaklaştıktan sonra hayvanlardan indik. 27 Piyade mevcutla Sivaslı sırtlarına çıktık. Akşamın olmasını bekliyorduk. 7 – 8 nisan gecesi saat 24 idi. Hava bulutlu ve rüzgarlı, çok soğuktu. Kuzeyden gelen kesif bulut dalgaları, ara sıra mehtabı perdeleyerek ortalığı karanlığa boğuyor ve bazen bulut dalgaları Güneye doğru sıyrılarak etrafı aydınlatıyordu. 

Zeminliklerin kapıları bize doğru idi. Düşmandan ne bir ses nede hareket görünüyordu. Yalnız iki zemin arasında dolaşan nöbetçi, baskın saatimize ertelemeye neden oluyordu. Bunun için bu erin sessizce ortadan kaldırılması lazımdı. Derhal Mustafa onbaşıya seslendim. Nöbetçiyi sık boğaz edip getireceksin dedim. Mustafa “ Başüstüne şimdi icabına bakarım dedi.” Resmi selamını da ifadan sonra, sürünerek düşman nöbetçisine yaklaşmaya başladı. Düşman nöbetçisine on adım yaklaştıktan sonra, birden ayağa kalktı ve yıldırım hızıyla nöbetçinin üzerine atladı. Hık bile dedirtmeden boğazından yakalayıp yanımıza getirdi. Nöbetçi bizi görünce işin vahametini anlamış olacak ki olduğu yere yığıldı. Artık vakit geçirmeden baskın işareti verdim. Biranda bütün müfreze düşman zeminliklerine hücuma geçtiler. Zeminliklerin kapı ve pencerelerinde delik olmadığından, düşmanı uyku halinde bombalamak mümkün olmadı. Kapılar tekme ile kırılmaya başlandı. İşte bu dakikadan itibaren silah ve bomba sesleri, boğuk insan iniltileri, dipçik ve süngü sesleri ile gırla gidiyor, cehennemi bir vaveyla gecenin sessizliğini ortadan kaldırıyordu. Düşman zeminlikleri darmadağınık edilmişti. Bir çok düşman öldürülmüş, kalanı da kurtuluşu kaçmakta bulmuştu. Bu sırada etraftan şiddetli ateş sesleri gelmeye başlamıştı. Hemen önümüzden bir kafile ve bunu takiben ikinci kafile geçti. Hiç ses çıkarmıyorduk. Bombalarımız olmadığından ikinci kafileyi ateşle karşıladık. Tam bu sırada Mustafa onbaşı ayağa kalktı ve gür sesiyle “ Dur teslim ol yakarım” diye bağırdı. Koşarak bir düşman erinin üzerine atıldı. Koşarak yanlarına gittiğim zaman Mustafa düşman erini altına almış, şiddetli bir boğuşmaya tutuşmuşlardı. Düşman eri devamlı çabalayarak, sağ elinde tuttuğu bombanın emniyet tokasını çıkarmaya çalışıyordu. Bombayı zorla elinden aldım ve elini kolunu bağlayarak yerden kaldırdık. Er sol kolundan ağırca yaralı idi. Bunu gören Mustafa, bu düşman erinin mukavemet ve cesaretinden etkilenmişti. Dayanamadı düşman erini alnından öptü.
Korkma hemşerim, sen bizim misafirimiz olacaksın dedi ve cebinden çıkardığı sargı paketi ile onun yarasını sardı. Bu sıra da uzaktan yabancı sesler ve gürültüler duymaya, bazı karartıların üzerimize geldiğini gördük. Oracıkta bizim postadan ben ve Mustafa onbaşıdan başka kimse kalmamıştı. Düşmanı pusuya düşürmek için yere yattık ve şiddetli bir ateş açtık. Kafile önce neye uğradığını anlamadı. Biraz sonra onlar da yere yattılar. Bizi tüfek ve makineli tüfek ateşine, biraz sonrada bomba yağmuruna tuttular. Biraz sonra bu kafile de çekildiği zaman, onbeş adım sağımda olan Mustafa onbaşıya seslendim. Fakat cevap alamadım. Yanına yaklaştığım zaman sönük sesle cevap verdi. “ Yaralandım komutanım…” dedi.
Yarasını elimle yokladım. Bomba parçası karnın sol tarafını tamamen parçalamış ve sağ kaşı üzerine de hafif bir misket isabet etmişti. Yanındaki düşman eri de ağırca yaralanmıştı. Sargı paketini çıkardım, Mustafa’nın yarasını sarmak üzere iken, üzerimize doğru gelen diğer bir düşman gurubunun geçmesini bekleyerek sindim. Kahraman Mustafa ağır yaralı halde, doğrulmak ve ateş etmek istedi. Fakat artık dermanı kalmamıştı. Biraz sonra Mustafa’nın yanına geldiğim zaman Mustafa kısık bir sesle:- “ Komutanım… benim yaram sarılacak gibi değil… Vatanıma karşı vazifemi ödedim ve şimdi severek ölüyorum… Yalnız sizden iki ricam var… Birisi, inanıyorum ki Manisa’ya gideceksiniz. İşte o zaman sevgili vatanım Manisa’nın toprağını benim için öp. İkincisi, şu yanımda kıvranan erin kolunu çöz… Ve yarasını sar. Bizden ayrılıp başının çaresine baksın.” Dedi.  

Bir süre önce hasmının üzerine bir aslan hızıyla atılan kahraman Mustafa, şimdi yanında aciz yatan düşmanı için yardım istiyordu. 

Gözlerim yaşararak düşman erinin kollarını çözdüm. Yarasını sardım. Fakat onda da kurtulacak hal yoktu. Bir sigara yaktım, bir Mustafa’ya ve düşman erine verdim. Her ikisi de hürmetkar ve melül bir çehre ile bazen bana, bazen de birbirlerine bakıyorlar, artık dilleri ile bir şey söyleyemiyorlardı. 

Mustafa eliyle devamlı gitmemi işaret ediyordu. Etrafıma baktım, ne düşmandan ne müfrezeden hiçbir ses işitilmiyordu. Ayağa kalktım, etrafı aradım, düdükle işaret verdim. Fakat hiçbir cevap alamadım.

Mustafa onbaşıyı arkama alıp götürmek üzere tekrar yanına döndüğümde, mehtap bulutlardan tamamen sıyrılmış ve yeryüzünü bir pırıltı kaplamıştı.
“Mustafa nasılsın.” Diye seslendim… Cevap alamadım…
Başını dizlerimin üstüne koydum, elini elime aldım. Nabzına baktım, kalbini dinledim… Hiç birinden cevap yoktu ve o zaman anladım ki Mustafa Allah’ına kavuşmuştu.Düşman erinin de nabzına baktım, onda da hayat eseri kalmamıştı. 

Mustafa ile düşman erini yan yana yatırdım ve son defacık olsun, bu kahraman onbaşımın nurlu yüzünü, kanlı gözlerini kemali huşu ile öptüm. Onun mukaddes kanıyla kanlanan dudaklarımda hissettiğim ilahi zevkle ve onun varlığından aldığım kuvvetle, biraz evvel cehennemi andıran Pınarbaşı sırtlarından yığılmış düşman cesetleri arasından geçerek, ikinci bir vazife için beni bekleyen kahraman müfrezemin evlatlarına kavuşmak ümidi ile ondan ayrılabildim. 

Ey şehit oğlu şehit, isteme benden makber,
Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber. 

myolcu53@gmail.com

24 Ağustos 2013 Cumartesi

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI 8- 2 AYDIN KAHRAMANLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 8-2 

AYDIN KAHRAMANLARI- 2 

Düşman güzel ege bölgesini istilaya yeltendikçe mukavemet gittikçe artıyor    ve her gün yeni bir gurup dağlara çıkarak bu saldırıyı durdurmaya çalışıyordu. Dağa çıkan bu kahramanlardan Gökçen namıyla anılan Fatal’lı Hüseyin efe ve Puslu Mestan efe düşmana baskın yapmakta mahir kimselerdi. Aydın ve Ödemiş cephelerinde düşmana o kadar korkunç darbeler indirmişlerdi ki, düşman bu efelerin isminden bile ürkmeye başlamıştı. Hüseyin efe kara yağız çehresiyle, levent boyuyla heybetli bir babayiğitti. Onu tanıyanlar, kahramanlıklarına şahit olanlar, bu aslanda yanan vatan aşkının ne kadar yüksek olduğunda aynı fikirdeydiler. Gökçen efe mütevazı, fedakâr, merhametlidir. Onun bu şahsiyetine rağmen, düşman karşısına çıkınca bütün sinirleri gerilmiş yırtıcı bir kaplan gibidir. Düğüşü sert, attığı mermi ölümdür.  

1919 Senesi temmuz ayında idi. Gökçen Hüseyin efe Ödemişin Birgi civarındaki sırtları tutmuş, ilerlemek isteyen düşmana mani oluyordu. Düşman kendisinden 100 misli güçlü olmasına rağmen, kahraman efe tereddüt etmeden tuttuğu sırtlarda direniyor, yanındaki kızanlar bir bir şehit olmasına, düşmanın şiddetli ateşine rağmen savaşa devam ediyorlardı. Efe ikindiye kadar devam eden 7-8 saat zarfında düşmanı bir adım attırmamış, kendiside bütün maiyeti şehit olduktan sonra tek başına kalmıştı. Çekilmeyi onuruna yediremeyen aslan yüreli efe, tüm cephanesini harcayıncaya kadar savaşmıştı. Tek başına akşama kadar devam etti. Artık ne beklediği yardım, nede cephane gelmiyordu. Cephanesi tükenmiş olmasına rağmen yine çekilmedi. Poturuna asmış olduğu gümüş kakmalı kamasını çekti ve elinde mavzeri olduğu halde –“ Alçaklar! Teslim mi olacağımı sanıyorsunuz?” diye düşman üzerine atıldı. Boğaz boğaza savaşıp, birçok süngü yarası aldığı halde son takatine kadar savaşa devam eden efe, birkaç düşmanı daha yere serdikten sonra düşman süngüleri ile şehit edildi. 

Puslu Mestan efede kahraman Gökçenin tabiat ve karakterinde bir kahramandı. Hüseyin efenin ölüm haberini aldığı zaman “ Yandım bu baba yiğide “ diyerek gözyaşlarını zaptedemiyen efe hüngür hüngür ağlamış ve birden dağları titreten gürleyişi ile “ Allah şahidim olsun ki Gökçen; senin canına  karşılık yüz düşmanın canını bedel alacağım.” Diyerek kızanları önünde yemin etmişti.
Mestan efe, dağların kartalı puslu efe hakikaten Hüseyin’in bedeli olarak yüz değil, binlercesinin canını almıştı.  

O artık ateş külçesi olmuştu. Girdiği savaşlarda ya ölür, ya da öldürürdü. Esir olmak, esir almak yoktu. Savaşa çekinmeden atılır, yağan düşman ateşi altında ayakta mavzer atardı. Her kahramanın olduğu gibi bir gün kendisinin de şehit olacağı belli idi. Kızanlarının ricalarına, bir şimşek gibi sert olan gözlerini diker ve “  Korkaklar öğüt vermeyin, bir kez daha bu lafları duymayayım.” Diyerek ona canını esirge diyenlerin de ağzını böyle kapardı.  

Mestan efe Haziran 1920 senesinde, Nazilliye girmek isteyen düşmanla meydana gelen muharebe de heyecanını ve kinini zapt edemedi. Tufan gibi yağan düşman ateşi altında, siperinden fırlayarak düşman üzerine atıldı. Düşman çok korktuğu hedefi önünde bulmuştu. Birden yüzlerce namlu bir heykel gibi dik duran mağrur efeye çevrildi ve bir dakika sonra delik deşik vücuduyla halen düşmana doğru sürüklenen efenin cesedinin düşman tarafından alınıp götürüldüğü görüldü. Mestan efede göçüp gitmişti. Fakat Aydında her göçen kahraman yerine binlercesi doğuyordu.
 
Düşman Aydını almıştı. Aydının işgaline tahammül edemeyen kahramanlar, düşmanı tahliyeye mecbur etmek için bütün kuvvetleri ile savaşıyorlardı. Fırsat buldukça düşmana baskınlar yapıyor, gerideki faaliyetlerini bozuyor, birliklerini ateşe veriyor, düşmana bir dakika huzur ve emniyet vermiyorlardı. 

Mestan efeden açılan gediği Kadri bey doldurmuştu. Kadri bey etrafına topladığı kuvvetlerle, düşmanı epey hırpalıyordu. Bir gün Kadri beye düşmanın Aydın’ın 20 km. batısında olan Erikli istasyonunun hangarına, bir müfreze askerle geldiği haberi verildi.   

Bunun üzerine harekete geçen kahramanlar, 20-21 Haziran 1920 yılı gecesi Menderes köprüsüne gelerek bahçelikler arasında hangarı çevirdiler. Düşman da ne bir ses, ne bir hareket vardı. Müfrezeden ayrılan bombacılar, 55 yaşında Çineli Mehmet ağanın komutasında, sessizce hangara yaklaştılar. Mehmet ağa bombasını hazırladı ve gecenin sessizliği içinde düşmanın ortasına fırlattı. Birkaç dakika sonra bunu takip eden yüzlerce bombanın gümbürtüsü koca ovayı sarsarken, havaya uçan hangardan, neye uğradıklarını anlamayan yüzlerce düşman askerinin fırladığı görüldü. Gece karanlığında düşman rastgele ateş ediyor ve kendini toplamaya çalışıyordu. Çarpışma uzun sürmedi. Esasen görevde yapılmıştı. Düşmana 80- 90 kişi zayiat verilmiş ve bizden de yedi kişi şehit olmuştu. Bu sıra da kahraman Mehmet ağa da kasığından ağırca yaralanmıştı. Müfreze bu kahraman ihtiyarı omuzlarında taşıyarak, yuvaları olan dağlara taşıyorlardı. Bu sırada Mehmet ağanın sesi duyuldu. “ Kızanlar bırakın ben yürüyeyim. Size yük olmayayım.” Diyordu. Ağa bütün ısrarlara rağmen, koluna giren iki delikanlının desteğiyle, bir saat yürüdükten sonra takatten kesildi ve olduğu yere yığıldı kaldı.
 
Kahraman ihtiyar artık götürülmesine razı değildi. “ Ben anlıyorum oğullarım, göçüyorum gayrı siz varın gidin, düşman sizi tutmasın.” Diyerek onlara devamlı yalvarıyordu. Muhterem ve kahraman ihtiyar arkadaşlarının kolları arasında son nefesini verirken, köylüsü olan gence dönmüş ve- “ Oğluma haber sal, babasının yerini boş komasın, hakkımı helal etmem sona  .” demiş ve çehresinde acı bir ızdırabın son tebessümleri belirirken o da öteki kahramanlar gibi Türk Milletinin sıcak ve vefakâr bağrına göçüp gitmişti. 

myolcu@ttmail.com

 

 

 

 

 

 

 

18 Ağustos 2013 Pazar

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 8 AYDIN KAHRAMANLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 8

AYDIN KAHRAMANLARI- 1 

Düşman Anadolu ya ayak bastığı gün güzel İzmir matemlere bürünmüş; yüz yıllardan beri hürriyet, şeref, istiklal uğrunda savaşmış vakur ve mağrur Türk evlatları en hakir muameleye tabi tutulmuştu. Yurdun düşman çizmesi altında ezildiğini gören halk, yas içinde kaynayan volkan haline gelmişti.

Kasabalar, köyler, şehirler yanıyor,  halk evini barkını terk etmiş dağlara kaçıyordu. Şimdi, ne Menderes kenarında sürüsünü otlatan temiz ve mert çobanlar, ne bağlarında üzüm toplayan genç kızlar ve nede yağ akan topraklarını süren çiftçiler görünüyordu.

Halk muhacir olmuş, erkekler dağa çıkmış, şehirler virane olmuştu. 27 Haziran 1919 günü idi. Etrafı yakıp yıkarak, vatandaşlarımıza olmadık zulmü yaparak ilerleyen düşmanın, Aydına yaklaştığı haberi bütün şehirde bomba tesiri yapmıştı. Halk heyecan ve nefretle sokaklara dökülmüş, bir tarafta halkı savaşa çağırmak için coşkulu nutuklar atan hatipler, diğer taraftan şehri korumak için taş, toprak taşıyan yüzlerce arabalar gidip geliyor ve herkes yarın başlayacak olan savaş için hazırlanıyordu.  

Bir gün evvel “ Vatan ve millet uğrunda kanımızın son damlasına kadar muharebe etmeye hazırız. Birbiri üzerine yığılacak şehitlerimizle ikinci bir kale teşkil edeceğiz. Bütün aile ve çocuklarımızla, bu mesut gaye uğrunda öleceğiz ve ölmeden bu şehri terk etmeyeceğiz.” diyen Aydınlılar, Allahın ulu adını anarak, tekbir getirerek, sokaklarda dolaşıyor, şehri savunmak için ve yarın tarihe geçecek olan aydın savaşlarına hazırlık yapıyordu. 

28 Haziran günü düşman Aydına yaklaşmış ve şehri işgale başlamıştı. 28-29-30 Haziran günlerinde aydında durmadan, dinlenmeden geceli gündüzlü üç gün savaş yapıldı.

Korkunç uğultularla şehir üzerinde patlayan mermilerin yıktığı evlerin, Sema’ya yükselen alevleriyle bir cehenneme dönen Aydında, eli silah tutan herkes vazife almıştı. Bir yanda gözü yaşlı analar, ihtiyarlar, kadın, erkek çiftçisiyle, balta, kazma, satır bulamayanlar sopa ile sokaklara döküldüler. Sokaklar mahşer olmuştu. Yaşlı analar bohçalarla ekmek, testilerle su taşıyor, kahramanlar seline yanık memleket türküleri söyleyerek, intikam ateşini körüklüyorlardı. Menderes köprüsünün hemen yakınında bulunan Balta köylüler, Aydında gerçekleşen ve tarihin kaydetmediği kahraman Aydınlıların savaşına seyirci kalmadılar. Büyük harpte kaybettikleri, evlatlarını, kocalarını, kardeşlerini hatırlayarak, ortaya atılan ak saçlı bir Türk anası: 

-      Daha ne duruyorsunuz kızanlar, elimiz, kolumuz bağlı seyir mi edeceğiz?
Diyerek ileri atılmışlar ve bu kızgın alev çemberinin içinde savaşan kahramanların arasına onlarda katılmışlardı.  

Umurlu istikametinde ilerleyen milli kuvvetlerimize de, bu kahraman milletin fedakâr evlatları aynı hizmette bulundular. Ayşe, Emine, Fatma gibi genç ve güzel kızlarımız silahlandılar ve muharebe meydanlarında şehit olan babalarının, kocalarının, kardeşlerinin intikamını almak için, yetimlerini komşularına bırakarak onlarda Aydına ve onun ateşine katıldılar.
“Türk kadını feragat, hamaset ve kahramanlığını bir kere daha, altın sahifelerle tarihe geçiriyordu.”

Bir taraftan bağrına bastığı yavrusunun acı iniltilerini susturmak için emzirirken, öte taraftan malına, ırzına kıymak isteyen düşmana karşı elindeki satırla karşı koyan genç dullar. Ötede yavrusunun şehit olduğuna bakmayarak kurşun sıkan gözü yaşlı analar, beride anasının düşman kurşunu ile kanayan yarasını sarmadan ilerleyen yiğit yavrular, daha ötede gelinlik duvağı ile yavuklusunun yarasını saran genç kızlar görülüyordu. Sonunda ölümü göze almış ve şerefi ve yurdu için savaşan bu kahramanlar önünde düşman, topuyla, tüfeğiyle ve muntazam ordusu ile Türk azmi önünde geriledi ve Aydına saldırmaktan vazgeçti. 

Aydınlılar; 14 yaşındaki gencinden, 80 yaşındaki aksakallı ihtiyarına kadar bu savaşa katıldılar. Düşmanın onbinler’ce askerini perişan ve mağlup ederek, geri çektirdiler. Ne yanan evlerine, yıkılan ocaklarına, ölen hemşerilerini düşünmediler. Ya bağımsız yaşayacağız veya Aydında yanıp kül olacağız dediler. Bu güçlü ordunun önünde silahsız, cephanesiz yalnız bedeniyle savaşan Aydın bir süre sonra düşmanın eline geçti. Bunun üzerine bir şair:
 Aydın Türk’ün ana yurdu.
Vermez onu Altın ordu
Düşman İzmir’e girerken,
Bütün millet ağlıyordu.
Aydın Aydın güzel Aydın
Ah bir kere kurtulaydın.

Doğma güneş yasımız var,
Git haber ver diyar diyar
Türk’ün kolları bağlandı
İzmir’i ondan aldılar.
Aydın Aydın güzel Aydın
Ah bir kere kurtulaydın
.

Derken bütün bir Aydının kahramanlarına ve onların ruhlarına hitap ediyordu. 

Aydın-Didim Altunkum’a, Didim Belediyesince Yunan Tanrısının heykeli yaptırılmıştır. Bu heykeli gördükçe içim sızlıyor, buraya bir efenin heykelinin yapılması daha uygun olurdu diye düşünüyorum. 

Mustafa Yolcu

11 Ağustos 2013 Pazar

TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 7


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI- 7

ÇANAKKALEDE MUSTAFANIN HİLESİ 

Büyük harpte Türk askeri, bütün cihanda saygı ve sevgi ile anılan, dost ve düşmanca takdir edilen, eşi emsali bulunmaz kahramanlardı. Onun mert tabiatı, en korkunç ve tehlikeli anlarda bile koruduğu soğukkanlılığı ve ince zekâsıyla, yaratıcı gücüyle Mehmet bir harikadır. 

Mustafa’nın menkıbesini bölük komutanının hatıra defterinden okuyalım:
 
“ Hiç unutmam, bir sabahtı. Fakat pek gürültülü bir sabahtı. Komuta mahallinde oturuyordum, bölük erlerinin bağırmalarını işittim.
-      Vay Mustafa ülen bunlar ne? Nerden? Diyorlardı.
Nihayet Mustafa’yı katırı ile birlikte içeri tıktılar. Mustafa kabalağının sivri tarafından fıldır fıldır bakan, al yanaklı ince burunlu, tostoparlak bir erdi. 

Sert bir tavırla elini alnına götürdü; bekledi. Gözlerinde korku ile karışık bir         “ affet komutanım” deyişi vardı ki, “ rahat dur.” Demeye mecbur oldum. 

-      Nereden geliyorsun, seni buraya niçin getirdiler? Dedim. Eliyle işaret
ederek: “ Ta öte yandan!” diye cevap verdi. “ komutanım yolu kaybettim, zabaha karşıydı. Tabura su lazım geldi, gatıra fıçıları yükledim, dereye indim. Çıkarken düşman gine zam zuma başladı. Hele şöyle siper alıyım dedim, göz açtırmadı. Önüme çalılık bir yol çıktı. Hayvanı çektim, meğer bayırmış, ikimizde kendimizi tutamadık, gülle gibi indik içlerine. Düşman ( fan, fin, fon ) diye bağırıştılar. Gözün kör ola Mustafa dedin, emme velâkin iş işten geçmişti. Herifler etrafımı sardılar, emme kurtuldum, gatırı tekrar yükledim.  

Sonra bir yarım sağa döndü. Uzunca kulaklı bir katır, arkasında duruyordu ve safiyetle devam etti: “ Vallahi çocuklar, ne deveni nede balığın guldünü gormedim emme bu gatır gulüyordu. Bu gadar yükden bu gatırın beli nasıl kırılmamıştı bilmiyom “ 

Su fıçıları inmiş, onun yerine çikolata kutuları, gevrekler, bonbonlar, peynirler, pastalar, konserveler, reçeller konmuştu.
-      Bunlar ne? Diye bağırdım. Rengi solarak:
-      İte, kaka beni sürdüler, bağırdılar. Tekme, tokat, yumruk gırla gidiyodu.
Bir iki bende yerleştirdim emme, napıyım çokdula. Gatırın ipi elimde, bırakmıyodum. Git gide bol ışıklı bi yere, gözü tek camlı bi İngilizin karşusuna dikdile. Sırmasından anadım, subaydı. Resmi selamı yerine getüremedim. “ Ülen beni çözün diye bağırdım. Etrafına bişiyler söyledi. Tercüman getüdüle. Herüfe dedim ki: “ Gomutana söyle, gendine bi diycem va.” Bunun üzerine beni çözdüle, hemen zıpladım. Resmi selamı mı vedim. İri dişlerini gosterip guldü. Ben dayağı yerken ne diycemi düşündüydüm. Tercumana sorup suale başladı: 

-      Gaçakmısın? Dedi…
-      Gabul etmen, dedim.
-      Nerelisin? Dedi.
-      Gastanbolluyum, dedim.
-      E, burada ne haltediyodun, dedi.
-      Azını bozma depelerin, dedim. Silleyi patlatıcadım emme önüme geçtile.
 Ülen sen beni bırak, yüzbaşıya bi diycem va, dedim. Meramımı onun diline çevürdü. Ben de hemi gıvırmaya başladım. Bi guzel ösürdüm, sona dedim ki:
“ beyim ben gırba eriyim. Yaniya bölüğe su taşırın. Bizim tarafta Cenabı Mevla’ya şükür, sudan bol ne va? Emme sizin taraf da su az. Bizim binbaşı beni çağırdı:
“ Mustafa, fıçıları doldur, gatıra yukle. Garşu siperde düşman susuzluktan ölüyü, biz karşumuzda süngümüzle geberecek düşman isteruk, susuzluktan deel. Yüzbaşıya selam söyle, seni geriye bırakmak, gayrı onun erliğine kalmış bişiy. Haydi, yolun açık olsun, dedi. 

 Amanın … bir çığluktur kobdu; herüfler gızdıla, depeliycekler dedin emme baktım ki, sıcraya sıcraya biri bağırıp, biri sarılarak suratımı öpücük içinde bırakdıla. Hele durun be yahu dedim. Ülen beni avrat mı sandınız? Subay gulerek yanıma yanaştı. Garşısına oturttu. Demin beni tekmeletip tohatlayan herüflere şöyle bir yan bakdım. Subaya söyleyip hepsine sopa attırmak işten bile deldi. Emme hadi gammazlık etmiyeyin dedin. 

Erin biri, tövbe estağfurullah, rakı dolu bi maşraba dayamasınmı?
-      Eyvallah emme haramdur, hemde bize yasakdur, dedim.
 Subay tercümanla dedi ki:
“ Vay Türkoğlu, korkuyorsun ha? Gullelerimizden, tüfeğimizden, gemilerimizden gorkmuyon ha öylemi? İşte biz insanoğlunu mutlaka bişiyle korkuturuk demez mi? 

Vallahi korkan köpekdür diye bağırdım. Mevlam affetsin. İstersen öldür. Subayla bi toha ettim, gadehi bi kalduruş da bütürdüm. Allahın belası gozumden alev çıharttı emme, İngiliz’e: Türk içkiden ağlıyor dedirtmemek için yaşımı göstermedim. 

Erler el çırptılar. Subay bana beraber yemek yiyelim dedi emme ben gabul etmedim. Sona öyle üstü beni aldıla, sahallı bi gomutana gotüdüle.  

Etrafımda sırmalı subaylar fırıl fırıl dönüyolarıdı. Anadım ki bizim paşalar gibi bişiy; onada zohayı yutturdum, paşaynanda tohalaştuk. Paşa:  

-      Binbaşına selam söyle; bizim     hediyeyi de o gabul etsin, dedi. Resmi salamı verip yanından çıktım, yahalandoom yere geldük.
Orada bizim yırtık palanlı gatır, nah böyle geline dönmüşüdü.
-      Bunlar ne? Dedim.
-      Yemiş, yemiş dedile.
-      Biz, hediyeyi kabul etmek dedim.
Olmaz daruluruk dedile. Herüflerin canına ohuyok, bari dargın ölmesinle dedim. Gatırı çektim, yola düştük. Subay yanıma biraz daha sohulup elime, bi kese sıhıştırmaya galkmaz mı ? geri vedim.
-      Biz su satmıyok, dedim. Şaşurdu.
Atuk bizim siperler yahındı. Arhamdan:
-      Eyvallah, eyvallah diye bağırışdıla.
Ben de döndüm: - Guggug! Diye bağırdım.                          

8 Ağustos 2013 Perşembe

MOMMOM NURİ


YIL 1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 9
 

MOM MOM NURİ


Karşıdan gelirken görseniz, İngiliz konsolosu sanırsınız. Eksik olan bastonudur. Gelişini çok uzaklardan fark edersiniz. Dik yürür. Sağına soluna bakmaz. Uzun boyludur. Bir İngiliz gibi zayıftır. Kuru yüzünde asalet vardır. Daima aynı adımları atar. 

Sabahın erken saatlerinde, fırından aldığı pideleri eve götürürken görürsünüz. Bin bir özenti ile pideleri sol kolunun üzerine alır. Sağ elinde bir sepet vardır. Onu hep bir acele içinde bulursunuz. Sık ve kesik adımlarla, hemen eve varmanın telaşı içindedir.  

Sabahları yolculuğu olaysız geçer. Fakat küçük yaramazların okula gidiş, okuldan dönüş saatlerinde mom-mom Nuri, hiçbir zaman evine rahat gidemez. 

Onu, daha köşeyi dönerken görenler, birbirlerine: “ geliyor.” Diye haber verirler. Kendilerine doğru geliyorsa, yanlarından geçmesini beklerler. Sonra, Nuri biraz uzaklaşınca ona döner, bazen hep bir ağızdan:
-      Mom mom Nuri, şapka beeenimmm. Diye bağırırlar.
Nuri, çoğu zaman birinci bağırışa aldırış etmez. Ama ikinci bağırışta, elinde ne varsa yere atar. Birden anlaşılmayan sesler homurdanır. Sonra, güç fark edilir bir dille en ağır küfürleri savurur. Daha sonra yerden taş arar. Bulursa taşı alır, gelişi güzel fırlatır. 

Nuri, önceden normal bir delikanlı imiş. Sevda yüzünden böyle olduğunu söylerler. İhtimal doğrudur. Çünkü Nuri mahallemizden geçerken kendisine yapılanlardan içlenerek, sessizce ağladığını çok gördüm. Gözyaşlarının, adaleleri kasılmış yüzünden aralıksız, sessiz inişi, katı yürekleri üzecek niteliktedir. İyi bir ailenin çocuğu. Gelgelelim çocuklar söz dinlemiyor.  

Onun bu içli halini büyükler görseler, bu eziyete son verirler sanırım. Ne felaket ki bacaksızların ateşlediği ilk olaylar, sonraları büyükler tarafından da yardım görür. Bazen kahvelerin önüne oturan delikanlılar da küçüklerin bağırışlarına katılırlar: 

-      Mom mom Nuri, şapka benim.

Nuri sara nöbetleri geçirir. Parmaklarını ısırır. Şapkasını çıkarır, yırtar, yere atar. Onun bu ızdırablı durumu etrafındakileri neşelendirir. Bağırışlarını artırırlar: 

-      Mom mom Nuri, ceket benimmm.

Nuri bu defa ceketini çıkarır, ayakları altında çiğner. Yerden bulduğu taşları oraya buraya atar. Bazen kendini yere atardı. Çocuklar onun bu haline bayılırlar. Büyüklerin aynı sevinç içinde:- Şapkayı çiğniyi, lannnn, diye kahkahalarla güldükleri olur.  

Bir gün yine Nuri’yi kızdırmışlardı. Kendileri köşe başlarını tutmuşlar, o ana   yol üstündeydi. Nuri, elindeki sepeti yere atmıştı. Evine dönüyordu herhalde. Sepet içindeki tabak yere düşmüş, çarşıdan aldığı tahin yere dökülmüştü. Küçükler yine heyecan içindeydiler. Pazara odun getiren köyüler de onları seyrediyor, onlarda gülüyordu. Dükkânlarından çıkmış ayakkabıcı çırakları hem önlüklerini silkeliyor, hem de bağırıyorlardı:

-      Mom mom Nuri, şapka benimmm.

Nuri şimdi şapkasını eziyordu. Öyle üzüntü içindeydi ki, etrafını hiç görmüyor, homurdanıyor, ağlıyordu. Onu insan içinde ağlarken ilk defa görüyordum.  

O sırada yan sokaklardan gelen bir köylü, odun yüklü eşeğini caddeye geçirmek istedi. Hayvan yol kenarındaki şarampolü geçemedi. Ayağı kaydı, yattı. Köylü eşeğin kuyruğundan tutup çekti. Eşeği kaldıramadı. Nuri ile uğraşanlar başlarını bu yeni olaya çevirdiler. Her gün gördükleri önemsiz bir yük devrilmesi olduğunu görünce, tekrar Nuriye döndüler.  

Köylü eşeği kuyruğundan tutup kaldıramayınca, bu defa dayak faslına başladı. Elindeki sopayı bütün gücü ile hayvanın neresine gelirse gelsin vuruyor, ağza alınmadık küfürler savuruyordu.  

Biraz ötede Nuri, kaderi ile boğuşmaktaydı. Onu bu kadar perişan hiç görmemiştim. Küçük yaramazların, ayakkabıcı çıraklarının, köylülerin neşesine diyecek yoktu. Bu karmaşa içinde uzaktan bir muhterem adamın, bu kalabalığı yararak geldiğini gördüm. Çok şükür Nuri’yi savunacak biri çıktı diye içimden seviniyordum. Yaşlı adam:

-      Dur lan, dur lan diye yürüdü. Fakat Nuri’yi geçti. Eşeğini kaldırmak için uğraşan köylünün yanına gelip durdu

-      İnsafsız teres, dedi. Senin dinin imanın yok mu? Ne istiyon elin dilsiz hayvanın’dan. Şu bastonu gafana indürürüm şindi! Dedi. 

VAKTİ- SALAAAA EY MÜSLİİMİNNNN

Kasabanın öyle yerleşmiş gelenekleri var ki, hiç değişmiyor. Bunlardan biride, en ufak olayları dahi halka tellal ile haber vermektir.  Belediyenin bu işler için ayaklı bir adamı var. Onun, ufak tefek belediye işleri yanında asıl vazifesi: her türlü haberi halka ulaştırmaktır.  

Saat değil dakika geçmez ki, tellalın sevimli sesini duyar görürsünüz.  Kasabaya gelen her yabancının yadırgayacağı bu yumuşak, fakat anlaşılmaz ses, size eski zamanları hatırlatır. Köşe başında, iyi giyimli elbisesi, tıraşlı, sevimli yüzüyle, elleri ceplerinde bir centilmenin durduğunu görürsünüz. Sol elini yavaşça ceketinin cebinden çıkarır, sol kulağı ile yanağının üzerine kor. Sonra derinden gelen tatlı bir sesle:

-      Buugüüüünnn, seat filanda…

Diye bağırmaya başlar. Birçok şeyler söyler. Dinleyenlerin çoğu söylenenleri anlamaz. Hele yabancılarla köylüler hiç anlamazlar. Fakat yerliler onun her dediğini anlarlar. Anlamayana da anlatırlar.  

Onun sesini tanımayan yerli yoktur. Daha ilk haberi okumaya başlayınca işlerini bırakır, dinlerler. Bakkalların şekeri kese kâğıdına dökerken, onun sesini duyunca, işlerini bırakıp, kepçedekileri yere döktüklerine çok rastladım.

-      Gine ne diycek bizimki! Der, gülerler.

Onun bir işi de çarşı esnafına ezan vaktini önceden haber vermektir. Öğlen ve ikindi ezanlarının okunmasına 10- 15 dakika kala, onu çarşı meydanında bulursunuz. Bu vazifesini büyük bir ciddiyet ve zevkle yapar. Her köşe başında tekrarlar. Taki bütün çarşı esnafı duysun diye.

-      Vaati- salaaaa eyyy müslimiiiinnn.
 
 

31 Temmuz 2013 Çarşamba

ERZURUM AZİZİYE KAHRAMANLARI


TARİHİN ŞEREF LEVHALARI -6  

ERZURUM AZİZİYE KAHRAMANLARI
 

8/ 9 Kasım/ 1877 Gecesi. Günlerden beri Erzurum etrafında cereyan eden kanlı boğuşmanın sükûnete erdiği tek gece, şehir kendini kahraman evlatlarına emanet etmiş uyuyor. İstihkâmlarda dolaşan nöbetçilerin ayak sesinden başka ses duyulmuyordu.  

Sabaha daha iki saat var.

Birden Top dağı üzerindeki Aziziye istihkâmında şiddetli bir ateş başladı. Biraz sonra bütün istihkâmlar gece karanlığında birer ejderha gibi gürlemeye başladılar.

Ne oluyordu? Bunu hiç kimse bilmiyordu. Hatta ordu komutanı Mareşal gazi Ahmet Muhtar bile.

Emir subayları konuşuyor, telgrafla tabyalardan bilgi isteniyordu. Erzurum halkı uyanmış, heyecan içinde olup biteni anlamaya çalışıyordu. Biraz sonra her tarafta ateş durdu. Fakat Aziziyede halen devam ediyordu.

İş anlaşılmıştı. Tabya baskına uğramıştı.  

Düşman Aziziyeye komşu olan ERMENİ köylerinden istifade ederek, arazi hakkında bilgi edinmiş, bunlardan rehber edinerek öğrendikleri parola sayesinde önce nöbetçilerimizi, sonra tabyalarda uyuyan Mehmetçiklerimizi kıyasıya süngüden geçirmişlerdi. 

Bir gün önce ordu komutanına “ Vatan ve millet uğrunda, kanlarımızın son damlasına kadar savaşmaya hazırız. Birbiri üzerine yığılacak şehitlerimizle ikinci bir kale teşkil edeceğiz. Bütün aile ve çocuklarımızla bu ulvi gaye uğrunda öleceğiz, ölmeden bu şehri terk etmeyeceğiz.” Diyen Erzurumlular, ettikleri yemini ve verdikleri sözü hatırladılar. Hürriyete tutkun, esarete düşman Türk ruhu, bir yanar dağ gibi coştu. Bir anda uyuyan şehir ayaklandı.
 
Ortalık henüz ağarıyordu. İç kalede Ayaz paşa müezzini olan, 80 yaşındaki hacı Abdullah, aksakalıyla, güngörmüş temiz olan yüzüyle içinde yanan intikam ateşini, her sabah Allaha yakın olmak için çıktığı minaresinden söndürmeye çalışıyordu. Hacı Abdullah, gecelik entarisi ile minareye çıkmış, var gücüyle “ Ey Erzurumlular, aziziye istihkâmına düşman girdi. Eli silah tutan herkes, düşman üzerine hücum etsin.” Diye bağırıyordu. 

Her sabah bu minareden Allahın yüce adını duyan halk, bugün minareden bu acı haberi aldı. Aziziye ye baskın yapılmış, yüzlerce askerimiz uykuda iken şehit edilmişti. Bu kahpeliğe hangi Türk dayanır? Bir anda Erzurum, gözü yaşlı analar, ihtiyar, çoluk, çocuk, kadın kız, erkek, çiftesi, balta, kazma, satırıyla, bulamayanlar sopasıyla bir anda mecidiye istihkâmına doğru akmaya başladılar. Sokalar mahşer olmuştu. Yaşlı analar bohçalarıyla ekmek, testileri ile su taşıyor ve coşkun kahraman seline, yanık memleket türküleri söyleyerek intikam ateşini körüklüyorlardı. 

Bu sırada Mareşal Gazi Ahmet Muhtar ve General Kaptan Mehmet komutasındaki ihtiyat taburları Mecidiye istihkâmına gelmiş, her taraftan akıp gelen bu kahramanlarla karşılaşmışlardı.

Güneş yeni doğuyor, ortalık aydınlanmamıştı. Yapılan gözetleme ve keşifler sonucu üç tabya ve bir müdafaalı kışlası bulunan Aziziyenin yalnız bir tabyasında karşılıklı ateş devam ediyordu. Bu tabyayı savunan kahramanlar, başlarında Albay Bahri olduğu halde; sayıca çok üstün düşmana karşı korkusuzca bu tabyayı koruyorlardı. Kolundaki yarasına rağmen genç bir atlet çevikliği ile her tarafa koşan albay, bir avuç kahramanın arkasında binlerce tabur değerinde bir kuvvetti. 

Onu görenler ölümden korkarlar mı? Ceketini daha giymeye fırsat bulamamış, kanlı gömleğiyle, ah demeden namusuna emanet edilmiş bulunan tabyayı son erine kadar savunmaya azmetmiş bu aslan karşısında düşman bir adım atamadı. Diğer iki tabya ve bir müdafaalı kışla düşman elinde idi. 

Mareşal gazi Ahmet Muhtar, çok az bir kuvvetle düşmanı defalarca mağlup ve perişan etmiş, cesur, bilgili, soğukkanlı bir komutandı. Bir taraftan General kaptan Mehmet’e, düşmanın çekilmesine meydan verilmeden yok edilmesini emrederken, diğer taraftan da devamlı sel gibi akmakta olan kahraman Türk evlatlarına keskin ve vakur bakışlarıyla zafer saatinin yakın olduğunu müjdeliyordu. Halk dakikaları sayıyor, sabırsızlanıyor ve her ne pahasına olursa olsun ileri atılmak istiyorlardı. Fakat baştaki komutanlarına güvenen eğitimli askerler gibi içlerinde taşan hırsa, alevlenen intikama rağmen ondan işaret bekliyorlardı. Bu uzun süren bekleme anı, birden Mecidiyenin onbeşlik toplarının gürlemesiyle sona erdi. Asker ileri atılırken halk koşuyor, yağan ateşe, önlerine serilen cehenneme bakmadan devamlı koşuyorlardı.  Düşman,   Türk evlatlarının etten duvar gibi omuz omuza ilerlemesinden çok faydalandı. Bütün ateşini bu imanlı topluluğa çevirdi. Yer yer boşluklar oluşmaya başladı ve çok zayiat veriliyordu. Bütün bunlara kimse aldırmıyordu. Şehit sayımız çoğalmıştı. Ötede yavrusunun şehit olduğuna bakmadan, kurşun sıkan analar, beride düşman kurşunu ile kanayan yarasını sarmadan hücuma devam eden yiğitler, daha ötede gelinlik duvağıyla askerinin kızıl kanlarını dindirmeye çalışan genç kızlar görülüyordu. 

Topçumuzun gittikçe artan ateşleri ve coşkun bir sel gibi taşan Türk şahlanışı önünde düşmanın eli ayağı tutmaz oldu. Yalnız vatan ve namusunu düşünen kahramanlar önünde, binlerce elden fırlayan bombasıyla, sopaya karşı süngüsüyle, intikam için çarpışan bu kahramanlar önünde Ruslar duramadı, tutunamadı. 

Halk ve asker yan yana kışlanın iki tarafından akarak istihkâmların içine girdiler. Burada asker süngüsünden ve kundaktaki yavrusuna sabah sütünü vermeden fırlayan anaların değneğinden harikalar doğdu.  

Parçalanan yavrusunun intikamını almak için, yarasından boşanan kana ehemmiyet vermeden eline geçirdiği bir düşmanın gırtlağına dişini geçirmiş analar, kaçan düşmanı yerden kaptığı taşla kovalayan genç dullar, yetimler, bütün Erzurumlular, evlatlarının akan her damla kanına karşılık avuç dolusu kan akıttılar. 

Aziziyede tarihin kaydetmediği kanlı ve korkunç bir boğuşma başladı. Durmadan, dinlenmeden savaşıldı ve nihayet düşman binlerce cesedini, sağlam ve kırık binlerce silahını bu kahramanların ayağına sererek kurtuluşu kaçmakta buldu. 

Aziziye sağlam toplarıyla, cephanesiyle mağrur askerlerimizin eline geçmiş ve saatlerdir hasret kaldığı bayrağını tekrar dalgalandırmıştı. Düşman akşama kadar kovalandı. Gittikçe sertleşen hücumlarımız karşısında geldiği yere, Deve boynuzu mevziine kadar çekildi. 

Akşam olmuştu. Bu günün batan güneşi, Türk’ün yüce zaferini selamlarken bu kanlı savaşın ağır yükünü ve büyük şerefini paylaşan kahraman Erzurum halkı da zafer türküleri söyleyerek yuvalarına döndüler.