GÜZEL İSTANBUL
Boğazda beylerbeyi sarayı
Otur önüne seyret deryayı
Bir çağı kapatıp yeni bir çağı
Açan şehirdir güzel İstanbul
Her tarafı tarih kokan, içinde sırlar yatan bir şehirdir İstanbul.
14 Milyon nüfusu, boğazı, camileri ile medeniyetlere beşik olmuş şehirdir İstanbul.
Boğazın engin suları nazlı nazlı akarken, İstanbul Boğazını hayranlıkla seyreder, Allahım bu akan suyu buradan eksik etme derim.
16-17 Mayıs günleri, arkadaşımı ziyareti için İstanbul’a gittiğimde; adeta şantiye’ye dönmüş, her tarafta inşaat olan İstanbul’u buldum. Belediye Başkanı Kadir Topbaş ve ilçe belediyeleri, çok güzel işler yapmışlar. İstanbul’da kaldığım iki gün içinde her yeri görmek mümkün değildi ama gördüklerim ve yapılanlar güzeldi. Sahiller işgalden kurtarılmış, Eminönü’ndeki seyyar satıcılar kalkmış, Haliç Köprüsünün Eminönü tarafında sahildeki balıkçıların kirliliği yok olmuş. Sanki Eminönü trafiği rahatlamış gibiydi.
Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul’da çok güzel çalışıyor. Yıllardır bakımsız kalmış Vakıf eserlerine; 2013 yılı bütçesinde İstanbul için 70 milyon lira ödenek konularak, yenileme çalışmaları yapılıyor. Allah Vakıflar Genel Müdürlüğünün kesesine bereket versin. Demek ki istenirse, güzel şeyler yapılabiliyormuş. Daha önceden bu kurumda irtica ya karşı önlem çalışması yapılıyor, kuruma gittiğinizde üst katlara bile çıkamıyordunuz. Bir dönemde Vakıf arsaları, çeşitli bahaneler ile elden çıkarılıyordu.
1985 yılıydı.3194 Sayılı imar kanunu tanıtma toplantısı için, Büyükşehir Belediye Başkanları Ankara’ya gelmişlerdi. O zamanki İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan’a - “ İstanbul’un Çeşme ve sebilleri ile bu tür eserlerin bakımını yapmayı düşünüyor musunuz?” diye sorduğumda- “ Bu konuyu araştırdım. Bunun için Belediye bütçesinin yarısını bu işe harcamam gerekiyor.” Demişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi yetkililerinden aldığım bilgiye göre, tarihi çeşmelerden 100 tanesinin bakım ve onarımı için projelendirme çalışmalarının devam ettiğini, en kısa zamanda onarıma başlanacağı bilgisini aldım. İstanbul’da suyu akan tarihi çeşmeleri görmek, bunların suyundan içmek ne güzel olur.
15.900.000.-m2 alana sahip İstanbul tarihi kentte, birçok tarihi eserin restorasyonu yapılarak, yeniden hizmet verir hale getirilmiştir. Yalnızca Vakıfların, Belediyelerin çalışması ile bu tadilat ve restorasyonların bitmesi mümkün değil. Bu konuya bütün kurumların öncelik vermesi, bütçesinden pay ayırması ile eserlerimizin kısa zamanda onarımının bitirilmesi mümkün olacaktır. Son yıllarda bir kısım şirketlerin sponsorluğu ile bu çalışmalara büyük katkı sağlanılmıştır.
İstanbul yıllardır “devletin hükümlerinin geçmediği bir şehir” olarak anılırdı. Emniyet camiasında yerleşmiş bir deyim vardır. “ Türkiye İstanbul’u besler, İstanbul Türkiye’yi besler. Türkiye’de asayiş ve huzur temin edilecekse, asayiş ve huzur önce İstanbul’da temin edilmelidir.” Şehirdeki güvenlik önlemleri, Mobese kameraları belirgin şekilde İstanbul un güvenli bir şehir olmasını sağlamış, suç işleme sayısında azalma olmuştur. İstanbul’un ilk şehremini ( Belediye Başkanı ) Hızır Beyin kuralları işlemeli, padişahın kolunun kesilmesine bile karar veren adaletin hâkimiyeti sağlanmalıdır.
İstanbul’un afet karavanları konusunda da bazı şeyleri dile getirmek istiyorum. Karavanlarda bulunan teçhizatların TSE damgalı ve birinci sınıf teçhizat olmasına özen gösterilmelidir. Bu teçhizatların ihalesine çıkarken hazırlanan şartnamedeki hükümler ile hali hazırda karavanlarda bulunan teçhizatlar ( ne kadarı Çin malı ) karşılaştırılmalı, kaybolanlar ve uygunsuz olanların yerine uygun olan teçhizat konulmalıdır.
Televizyonlarda yayınlanan kamu uyarı programları ile afet sırasında alınacak önlemler ve işlemler hakkında vatandaş uyarılmalıdır. Bu husus çok önemli olup, bu programlara kesintisiz olarak devam edilmelidir.
Korunması mümkün olmayan binalar acilen tahliye edilerek, bu binalarda oturan vatandaşların geçicide olsa güvenli konutlarda oturması temin edilmelidir. Kentsel dönüşümde imar planları, TOKİ işlevi ile hareket edilerek süratle yapılıp uygulamaya konularak, bir an önce inşaatlara başlanılmalıdır.
Afet Bölgelerinde yüksek katlı binalar yerine, en fazla beş katlı binalar tercih edilmelidir. Rant değil sağlıklı kent, sağlıklı bina tercih edilmelidir.
Dünyanın incisi İstanbul’umuzu daha güzel, sağlıklı yaşanılır kent yapmak için; elimizden geleni hep birlikte yapmamız gerekmektedir. Bunun içinde İstanbul’da bürokrat zihniyeti değil, İstanbul’u seven, İstanbul aşığı insanlar yönetimde iş başına gelmelidir.
MUSTAFA YOLCU
22 Mayıs 2013 Çarşamba
19 Mayıs 2013 Pazar
YIL 1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 7
YIL
1956 BİR KASABADAN NOTLAR- 7
NASIL
ÇÜRÜTÜYORUZ
Dar bir
vadi tasarlayın. İki yanını dik kayalıklar, çıplak tepelikler kaplasın. Uzun
15- 20 kilometre. Daha uzun. Vadi baştan sona kadar bağlık, bahçelik olsun.
Dere boyu yer yer kavaklık, koruluk. Her taraf yeşil, yeşil, yeşil. İşte
kasabamız bu vadinin tam ortasındadır.
Sizi
götüren otobüs kasaba ya girer de, geldiğinizin farkına varmazsınız. İki
yanınızı çevreleyen dik kayalıklar, çıplak tepeler ufkunuzu kapsar. Şose
kıvrıla, büküle gider. Uzar gider. Ama, orta Anadolu’nun göz alabildiğine
uzanan çorak yolları gibi değil. Her köşe başında, her kıvrımda bir yeşillik
denizi ile karşılaştırır sizi. Görünüşü hiç değişmeyen tozlu, yeşilsiz
yollardan kurtulup, bu vadiye girince tabiatı yadırgarsınız.
Birden
kasaba nın kalesi karşınıza dikilir. Üstünü ze yıkılacakmış gibi. Kalenin yıkık
duvarları, yamaçlarına abanmış eski evleri, daha geride yükselen Yivlik
tepesiyle kendinizi eski çağların dekoru içinde bulursunuz. Vakit gece ise,
elektrik ışığına rağmen, dar ufukların yarattığı kapalı karanlık, sizi
ürpertir. Artık hiçbir yerde geniş ufkunuz yoktur. Gözleriniz ya yeşillik, ya
kayalık, ya da kaleyi görür.
Bir iki
gün geçmeden kasabayı içten seversiniz. Hele geldiğiniz mevsim baharsa
KASABANIN baharı görülmeye değer!
Kayalıklar kış bulutlarını üzerlerinden attılar mı, bağlar, bahçeler
süslenir. Vadi süslenir. Kayalıklar
süslenir. Köşe bucak çicek dolar. Kavaklar giyinir, yamaçlar yeşerir. Ya
yamaçların yaban bademleri açınca!..
Her
sabah başka bir renk, başka bir koku içinde uyanırsınız. Akasyalar ardından
iğdeler açmaya görsün. Ortalığı bir koku sarar. Bahar başınıza vurur. Kırlara
çıkamazsınız. Sizi bahar kokuları sarhoş edebilir. Her gün evinize kır
çiçekleri ile dönebilirsiniz. Hem de her
defasında başka renklerle.
Yazı
nasıldır bilmiyorum. Ama Eylülde kasaba ya dönünce, bahçelerin hasadına
rastlıyorum. Yalnız ayvaların heveng heveng sarıları bile, insanı baştan
çıkarabilir. Bağlar bahçeler bu mevsimde bereket yüküdür. Allah hiçbir şeyi bu kasabadan
esirgememiştir.
Yapraklar
sararmaya başladığında, etrafı bir renk cümbüşü kaplar. Kıra çıkıp, yamaçlara
yükselirseniz, ayaklarınızın altında bin bir renkli sonbahar denizini
bulursunuz. Açık sarıdan gittikçe koyuya doğru, kiremit renginden, vişneçürüğüne
kadar, her tonda sarı, kırmızı, mor yaprak denizi vardır.
Bu
kadar renkli, bu kadar canlı ve yumuşak bir sonbaharın, dünyanın daha neresinde
olabileceğini kendi kendinize çekinmeden sorabilirsiniz. Akşamüzeri sürüler
kasabaya döner. Bağ bahçesini bozan kasabalılar evlerine döner. Yollar insan
dolar. Evlerde ocaklar tüter. Kasabanın üzerini mavi bir tül kaplar. Dumandan,
buhardan ibaret bu mavi tül, öylesine evlerin üzerine abanır ki, elinizi uzatıp
örtüyü kaldırmak istersiniz.
Bahçelerin
ortasında yer yer ateşler yanar. Dere boyundan sesler, türküler gelir.
Minarelerde bir ağızdan ezanlar başlar. Etrafa bir gariplik çöker. Son otobüs
veya kamyonun korna çalarak, tozu dumana katarak kasabaya girdiği görülür.
Kasabanın hangi tarafındaki yamacına çıksanız, etrafı kuş bakışı görmeniz
mümkündür. Kasaba, bağ bahçelerinden ibaret ağaç denizi, kıvrıla büküle
kasabayı geçen çay, hep ayaklarınızın altındadır.
Ya bu
güzel tabiat parçası içinde yaşayan bizler, biz insancıklar? Bu güzel dekora
kendimizden ne katıyoruz? Bir koza gibi etrafımıza duvar çekiyor, onları yırtıp
atamıyoruz. Yeni ve iyi gelenekler getiremiyoruz. Yabancı olanlarımız bu tabiat
ortasında bunalıp kalıyoruz. Kaçmak için çareler arıyoruz. Yerli olanlar eskiye
uyup eski oluyor. Kısacası kurtlu bir elma gibi çürüyor, etrafımızdakileri de
çürütüyoruz.
Yüksek tahsil yapmış birisini tanıyorum. Bir gün
sıcaktan şikayet ediyordu. Başındaki şapkanın ağırlığından söz açıyordu.
Şapka giymezsin olur biter dedim. Nasıl şapka
giymezmişim dedi.
Basbayağı benim gibi giymezsin, serinlersin.
Ben senin gibi yabancımıyım? Sonra beni tefe
korlar dedi.
Yüksek tahsil yapmıştı ama başındaki şapkayı
çıkarıp dolaşmaktan korkuyor, geleneğinin esiri oluyordu. Öylesine eskimiş
kasabalı olmuştu.
Kasabaya yeni kaymakam geldi mi, o gün
başlıyoruz:
-Sana bir şiy deyimmi?
-De
- Fiskos, fiskos.
Bu hep böyle. Yaşar KEMAL’in tenekesi hatırıma
geliyor hep. Çok kaymakam, bizim, kasabadan teneke ile uğurlanmış! Her yeni
gelen yabancıya, önce bu teneke hikâyesini anlatarak öğünürler. Gözlerinizin
içine bakarak gülerler, sonra:
-Ya, işte böyle ağanın gaymahamın ardından teneke
çalmış adamlaruk biz, derler. Kaymakam daha ayağının tozunu silmeden çürür
kasabada.
Bir gün kasabaya yeni gelen kaymakamın yanına bir
genç sokuldu:
-Beyefendi, dedi.Sana bi maruzatım va.
-Söyle bakalım maruzatını, dedi kaymakam.
-Efendim kenarda diycem.
-Burada söylesen olmaz mı?
-Olmaz, deyince genç; bir kenara çekilip
konuştular.Sonra kaymakam bey bize de anlattı.Gelen kasabanın kenar
mahallelerinin birinin imamıymış. Müftü kendisini sakal koyvermeye, sinemaya
gitmemeye, evindeki radyoyu satmağa zorlamış. Genç imamın kaymakam beyden
ricası; kendisini müftüye karşı korumaktan ibaret. İmam sakal uzatmak
istemiyor. Sinemaya gitmekte din bakımından bir kusur görmüyor. Radyo
dinlemekten hoşlanıyor. Eğer kaymakam bey kendisini müftüye karşı korursa, bu
haklarından vazgeçmeyecek. Yoksa ne yapsın! Sakalda koyverecek, sinemaya da
gitmeyecek, radyosunu da satacak.
Kaymakam beyi dinleyen bizler kasabanın hep kalburüstü
münevverleriydik. Hiç bir düşüncemizi açıklamadan dinledik. Sonra kendi
aramızda dedikoduya başladık:
-Kaymakam bey her işe burnunu sokarsa zor tutunur
burada.
-Müftü öyle adam değildir. Yalnız bir tarafı
dinlememeli.
-Bir bakıma müftü haklı ha. Mahalleli müftüyü
sıkıştırıyor, müftüde hocayı, falan filan. Bu dedikodu bir iki saat sonra,
bütün kasabanın malumu idi. Kasabanın en şaşılacak özelliği, havadislerin büyük
bir hızla bir anda köşe bucak yayılmasıdır.Örneğin kulüpte söylediğiniz bir
hikayeyi, eve gelince karınızdan dinlerseniz hiç şaşmayın.
Bu dedikodu yatışmadan kaymakamı, bir düğün
dolmasına davet ettiler. Davet sahibi yüksek tahsilli yerli bir memur. Tabii
dolma sofrası yere kurulmuştu ve etrafına bağdaş kurup oturmak, hep bir kaptan
yemek gerekiyordu.
Kaymakam bey dolma sofrasına otururken, ev
sahibini bu hareketinden dolayı ayıpladı.
-Ya hu, dedi, bizler bu gelenekleri yıkmak,
kasabaya örnek olmak durumundayız.
-Bir defa böyle alışılmış beyefendi.
-İşte bu alışkanlıkları bırakmalıyız.
-Dolma buranın yerli yemeği. Bunun tadı böle
çıkar siz kusura bakmayın.
Dolmayı yiyip kulübe geldiğimizde, havadisi
bizden önce gelmiş,masalara yayılmış bulduk. Gördük ve duyduklarımızı bir defa
daha görmeyenlerden dinledik. Hele birkaç gün sonra kaymakam bey memur
arkadaşlarına yazdığı bir tezkerede, Atatürk inkılâplarından bahsederek memur
bayanlarının yerli çarşaftan kurtarılmalarını, aksi halde kendileri ile
çalışamayacağını bildirince her şeyi çürüttük.
-Her iş bitti, çarşafa geldi sıra!
-O,burasını geldo yer biliyi.
-Geldo gibi gitse….Falan filan.Nasıl gittiydi?
Bilmiyon mu sen?
-Bu işin sonu hayır deel ya, dur bahalım.
Ve daha niceleri. İşte biz bu güzel tabiat
köşesinde böle yaşıyoruz. Kozamızı öre öre, içimize kapanarak. Kurtlu bir elma
gibi çürüye çürüye ve çürüterek.
11 Mayıs 2013 Cumartesi
SESSİZ ÇIĞLIK: ÖLÜM
Sessiz çığlık: ÖLÜM
Bazı yazılar vardır ki, onu siz yazmasanız bile
önünüze konulduğunda altına imzanızı atarsınız. O yazıda sizin hislerine
tercüman olunmuştur. Sizin düşünüp yazmadığınız konular yazılmış dile
getirilmiştir.
Yaşar DEĞİRMENCİ beyin yazdığı Sessiz Çığlık:
Ölüm yazısı da karşıma böyle bir yazı olarak çıktı. Baştan sona her
kelimesinde mutabık kaldığım yazıyı, sizlerle de paylaşmak istedim.
Yaşar beyi arayarak; yazıyı yayınlamama müsaade
istediğimde.” Hay hay yayınlayabilirsin.” Dedi. Kendisinin bu güzel yazısını
sizlerle paylaşırken, kendisine bu anlayışından dolayı teşekkür ediyor, sizleri
bu güzel yazı ile baş başa bırakıyorum.
Yaşar Değirmenci- sessiz Çığlık: Ölüm
“Ölümün
bizi nerede, ne zaman bekleyeceği belli değil, en iyisi biz onu her an, her
yerde bekleyelim.” Ne güzel sözdür. Ölüm yokmuş gibi yaşayanların halini
gördükçe insan ayrıca hüzünleniyor.
Cenaze namazı değil de “cenaze töreni!” Namaza
kabul edilmeyip, camiden içeri giremeyip dışarıda bekleyenlerin hali içler
acısı. Ya o çelenkler, yakalara iliştirilen fotoğraflar, alkışlar, (sanki
faydası varmış gibi) tabutu görev yapılan mekânlarda dolaştırmalar… Üstad asıl
hüneri ne güzel söylemiş:
O dem ki perdeler kalkar,
perdeler iner
Azrail’e hoş geldin,
diyebilmekte hüner
Eskiden mezarlıklar şehirlerin en ücra ve en uzak
köşelerine değil, mücavir alanlara, mutena yerlere ve hatta şehrin merkezine
kondurulurdu. İnsanların ölümle savaş halinde olduğu değil barış halinde olduğu
İslam medeniyetinde, insanlar ölüleriyle yüz yüze, kapı komşusu gibi
yaşarlardı. Aslında bu, kendi ölümleriyle yüz yüze yaşamak anlamına gelirdi.
Sabah perdelerini açtıklarında mezar taşlarını
görmek, onlara modern insana verdiği gibi ürküntü değil, muhasebe ve sorumluluk
hissi verir, kabirleri kendilerine devamlı nasihat eden bir
"nasihatçi" gibi değerlendirirlerdi.
Ölümü öldürmek istediği halde bir türlü bunu
beceremeyen modernite ise, çareyi ölümü hatırlatan her şeyi insandan
uzaklaştırmakta, yani insana bu en yakın ve en yalın gerçeği unutturmakta
buldu.
Hâlbuki biz ölülerini bile yaşatan bir kültürden
geliyorduk. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Yahya Kemal’in Madrid büyükelçisi
olduğu bir dönemde, kendisine Türkiye’nin nüfusu sorulduğunda Üstat,
tereddütsüz “80 milyon” der.
“Ne
diyorsun ekselans? Biz 10-15 milyon biliyorduk” dediklerinde,
Şair yine tereddütsüz cevap verir: “Biz
ölülerimizle birlikte yaşarız, mezardakiler de nüfusumuza dâhildir.” Ne
kadar güzel! Bu güzelliği, nezaheti, nezaketi, hassasiyeti unuttuk.
Mekanikleştik! O kadar ki tespihat bile tespihle
değil, ‘zikirmatik’ ile yapılıyor.
Son günlerde meşhurlar da dâhil her seviyeden
ölümler, malum tarzda konuşmaları tekrar gündeme getirdi.“Ölüm yakışmadı.
Hiç beklemiyorduk. Erken kaybettik, vs.”
Her yirmi dört saat, bir ölüm provasıdır insan
için. Gündüzü dünya, gecesi kabir, sabahı "ba'su ba'de'l-mevt"
(ölümden sonra diriliş) olan bir prova. Bu ölüm provasını vicdanında
hissedenler, gündüzün muhasebesini, kabre girer gibi girdikleri yataklarına
girince vicdanlarında yapar, yargılanmadan önce kendilerini yargılarlar. Asıl
uyanış değil midir ölüm.
Modern toplumun hiç işitmek istemediği kelimedir
ölüm! “Her nefis ölümü tadacaktır!” ilahi ikazını bile ‘moral bozucu’
bulmuştu günümüz insanı. Ölüm konuşunca herkes susmaz mı? Ölümün sesi, bütün
seslerin üstünde değil mi?
Ölüm hayatın diğer yüzüdür. Ölüm, ‘sessiz çığlık’
Ârifler, ölümle hayat arasındaki mesafeyi sadece bir ‘nefes’ olarak görmüşler.
Kur’an-ı Kerim, “Ne ölü zannettiklerimiz var ki diridirler, ne diri zannettiklerimiz
var ki ölüdürler.” Hitab-ı ilahi ile ikaz eder bizleri.
Bir yere toplanmış bir kalabalığa:
“–Bugün akşama kadar yaşayacağım, diyen ayağa
kalksın!” diye ilân edilse, bir tek kişi ayağa kalkmaz. Şaşılacak şeydir
ki, bu hakikate rağmen, bütün halka:
“–Her kim ölüme hazırlık yapmış ise, ayağa
kalksın!” diye ilân edilse, yine bir tek kişi yerinden kalkamaz!” İnsan,
hiç düşünmez mi ki; ömrü boyunca sayısız kere ölümle yüz yüze gelmektedir.
Yaşanan hastalıklar, beklenmeyen sürprizler,
meydana gelen felâketler, hayatta
her an mevcut olan, fakat insanın gaflet ve aczi
sebebiyle çok defa habersiz olduğu nice hayatî tehlikeler, ölümle insan
arasında ince bir perde bulunduğunu göstermiyor mu?
Almanya’da bir klinikte “Öleceğini hatırla!”
diye yazılı levhaya rastlamış Türk’lerden biri.
Bizde mezarlıkta bile ölümü hatırlatan âyete
tahammül edilmez. Batı’da hekimler haddini bilir. Ameliyatıyla sağlığına
kavuşan hastasına o anda bile sağlığına kavuşturanın ‘Allah’ olduğunu, bugün
iyileşirsiniz ama yarın yine de “öleceksiniz!” ikazını yapar.
Biz de ise ölümü kabullenemediği için doktorlara
saldırıyorlar, sanki onlar öldürmüş gibi.
Ecel, takdir, kader, ‘emri hak’ bu
kavramlarla tekrar düşünmeye ihtiyacımız var.
‘Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşamak!’ sıkıntı
burada. Belki de onun için ‘her an ölecekmişiz gibi ahrete hazırlık’
gerektiğini vurgulamış inanan insanlar, hayatlarının hesabını vermek için ölüme
hazırlanır ve giderken "er-Rafiku'l-a'lâ" (Yüce Dost'a!...) diyerek
giderler.
Ahrete inanmayanlar için ölüm bir kaçış, müminler
için ise ölüm bir kavuşmadır.
Peygamberimiz:“Her derdin, her hastalığın çaresi,
şifası vardır, ölüm müstesna. Lezzetleri acılaştıran ölümü çok hatırlayınız.
Dünyada tıpkı bir gurbetçi veya yolcu gibi ol. Kendini kabre girmiş say! Nasıl
yaşarsanız öyle ölürsünüz, nasıl ölürseniz öyle dirilirsiniz, nasıl
dirilirseniz öyle mahşere çıkarsınız.“ Buyuruyor. İnsan bedeninde ölüm ve hayat
her an yan yana, iç içe ve yüz yüze; insan hücre hücre, her an ölmekte ve her
an dirilmekte. Her nefes verişte ölmekte ve her nefes verişte dirilmektedir.
Hz. Ebubekir'in "Ölüm'ü nasıl
bilirsin?"
Sorusuna verdiği cevap, adeta bu gerçeği
hatırlatıyor: "Ölümü; Nefes aldığım zaman veremeyecekmiş, verdiğim zaman
alamayacakmış kadar kendime yakın bilirim."
Ölümle ilgili okuduğum dede-torun arasındaki şu
manidar konuşma ile bitireyim.
Dedeme: ‘Hayat nedir dedeciğim?’ diye sormuştum.
“Ezanla namaz arasıdır” dedi. “Bu da ne demek! Ömür o kadar kısa mı dedeciğim?”
Tebessüm ederek: “Ne zannettin ya… Evet o kadar kısa!..” dedi.
“Ama bu ezanla, bu namaz nedir bilir misin?” diye
sordu. Bilemedim. “Nedir ki?” dedim.
“O namaz: ezansız namaz, o ezan ise; namazsız
ezandır.” “Onlar da nedir dedeciğim?”
Dediğim de, başımı okşayıp: “Hani geçen gece
Talip amcanın bebeğinin kulağına o gün ezan okumuştuk ya… “Namazsız ezan” değil
miydi o ezan?” dedi.
“Ya
ezansız namaz?” diye sordum. Yüzüme baktı, baktı, baktı ve: “Bir gün deden
öldüğünde onu da öğrenirsin!” dedi.
4 Mayıs 2013 Cumartesi
İYİ BİLİNEN SÜREÇ
İYİ
BİLİNEN SÜREÇ
Doğru
bildiğinde yanılmak, Dost bildiğinden düşmanlık bulmak, içinde bulunduğumuz
günlerin haleti ruhiyesi bu işte.Birisine
inan, onu destekle, savun; sonrada inandığın en kötü işleri yapar olsun!
Hani
derler ya: “ Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık.” İşte bunu yaşıyoruz.
Buna inandığın kişiyi tanıyamamak mı denilir, oyuna gelmek mi denilir! İşte
bunu ayıramıyoruz.
Bunun
için inançları kullanıyorlar, kutsallarını kullanıyorlar, mazlum rolüne
giriyorlar, sonrada hiç aklımıza gelmeyen şeyler oluyor.
Kırmızıçizgiler
yok oldu. Asılacak gözü ile bakılan insan, kahraman oldu. Şehit ve gazi
anaları, oğlunun bu günler için mi şehit - gazi olduğunu anlayamaz oldu.
Hafızayı
beşer nisyan ile maluldür. Bundan dolayı İnsanlar, olaylar karşısında şaşırır
oldu. Ölçüyorsun, tartıyorsun bu sıklet bu vücudu taşımıyor. Bu olaylarda bir
yanlışlık var ama ben mi yanılıyorum; el mi yanılıyor. Olaylar karşısın da
kararsız kalıyoruz.
Söylenen:
Yapılacak başka şey yok. Daha fazla kan dökülmesin. Yeni fırsatlar doğuralım.
Hani derler ya: Cambaza bak, cambaza. Sen elindeki deveni kaybet, sonra da deve
ara. Bir oyun vardı, nakarat halinde şöyle söylenirdi: civciv çıkacak, kuş
çıkacak. Bu işin sonu ne olacak.
Dimağlar
tutulmuş, gözler görmüyor. Sanki insanlar büyülenmiş, çoğu aynı şeyi söylüyor. “İyi
olacak.” Nasıl iyi olacak? Bütün olaylar aleyhimize gelişiyor. Ajanda sahipleri
100 yıldır aynı planını oynuyor. Bizim burada da halen, civciv çıkacak kuş çıkacak
oyunu oynanıyor. Bazen düşünüyorum: “Ben
mi yanlış düşünüyorum, başkaları mı yanlış düşünüyor. Ortaya atılan fikirlerin
çoğunu kabul edemiyorum. Atılan fikirlerin doğruluğunu göremiyorum.
Düşünüyorum: ben mi yanlış görüyorum, başkalarımı?
Dünya
ya Türkçe öğretmeye kalkan harekete soruyorlar. “ Okullarınız Kürt’çe eğitime
hazır mı?” Cevap veriliyor- “ Biz
gerekli hazırlığı yaptık. Çoktan hazırız.”
Soruyorlar:-
“ Tüm okullarınız da Türkçe öğretiliyor mu?” Cevap veriliyor- “ Tüm okullarda Türkçe
öğretmek gibi bir kararımız yok.” Ama
tüm okullarda İngilizce öğretiliyor. Bir yanlışlık var ama nerede?
Bir
taraf savaş açtıklarını, bu savaştan zaferle çıktıklarını söylüyorlar. Biz
onların zaferini pekiştirmek için anayasa değişikliği yapıp, bölgesel yönetime
gitmeyi, Başkanlık sistemine geçilmeyi düşünüyoruz. Zaferlerine taç giydirme
merasimi yapıyoruz.
Büyükşehir
Belediyesi Kanunun da değişiklik yapılarak, Büyükşehir Belediyeleri yetki
sınırını , il sınırı olarak
değiştirildi. Yani Diyarbakır belediyesinin yetki sınırı, il sınırı olarak
yürürlüğe girdi. İl merkezinde yasaların gereğini yerine getirip, sağlıklı
planlar, nazım planları yapıp uygulayamayan belediyelere bu az, daha çoğu senin
olsun diyoruz.
Lazın
biri şehirde gezerken, minareye çıkıp oradan aşağı inemeyen birini; minareden
indirilmeye çalıştıklarını görmüş.
Yanlarına
yaklaşıp-“ Durun da pen oni indurum oradan.” Demiş.
Sonrada-
“ Bana bir urgan bulun da.” Demiş. Urganı getirmişler. Aşağıdan urganı atarak-
“Dud buni.” Demiş. Neticede minaredeki adam, urganı yakalamış. Aşağıdan
bağırmış- “Bağla belüne.” Adam çaresiz beline urganı bağlamış.
Aşağıdan
tekrar bağırmış- “Çık şerefenun uzerune. “ Adamcağız şerefenin üzerine çıkınca,
bizim laz urganı aşağı çekmiş. Adamcağız
gümmm yere düşmüş. Başına gitmişler ki adam cansız yerde yatıyor.
Laza
sormuşlar-“ Ne yaptın, adamı öldürdün.”
Laz
cevap vermiş- Da pen birinu urganla çekip kurtarmıştım ama oni kuyudan mi
çekmişdum? Yüksekden mu çekmisdum?
Bir
sıkıntılı dönemdeyiz. Bizi kurtaracaklar mı, batıracaklar mı? Bunu zaman
gösterecek.
MUSTAFA yOLCU
26 Nisan 2013 Cuma
1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 6
1956 YILI BİR KASABANIN NOTLARI- 6
ESKİ- YENİ
Boş zamanlarımda, gezmek isteği duyarım kasaba’da. Oysaki bu çok sıkıntılı olur. İnsan, gezi sırasında işine gider gibi yürümüyor. Etrafına bakına bakına, salına salına geziyor.
Kasabanın içinden geçen Uludere(Meydan çayı) kenarı boyunca, gezilmesine doyum olmaz özellikle. Hele içerlere doğru uzandıkça, yıllar yılı değişmemiş kasabayı bulursunuz. Evleri, insanları, tabiatı, bitki ve hayvanlar ile bu bölüm sanki taş devrinden beri donmuş kalmıştır. Gezdikçe seversin buraları.
Adım başında, durmadan akan çeşmeler görürsünüz. Başlarında kadınlar buğday yıkarlar, işlerini bırakır, arkalarını döner, geçmenizi beklerler. Üzülürsünüz.
Karşıdan eşeğine binmiş, bahçesine giden bir kadın gelir. Sizi görünce hayvanını duvar dibine dehler, geçmez yanınızdan. Sıkılırsınız. Dört yol ağzında sizi çaprazlamasına geçmek isteyen kadının, çok uzaktan geçmenizi bekleyişini görünce, yavaş adımlarınızı çabuklaştırırsınız. Bu anda çeşmelerin gürül gürül akan su sesi kulaklarınızdan silinir. Çevrenizi saran güzellikler kaybolur birden.
Pencerelere hevenk hevenk soğanlar, sarı sarı mısırlar asılır. Beyaz çarşaflara sürülmüş erik pestilleri sarkar. Üst katları hiçbir zaman tamamlanmamış binaların, karanlık bırakılmışlığını bunlar hafifletir. İki kenarda, bir duvar gibi yükselen dağların siluetine yemyeşil kavaklar düşer.
Mahalleleri birbirine bağlayan asma köprüler, kasabaya eski çağ özelliği verir. Ziftle karartılmış bu köprülerden, tokur tokur arabalar geçer. ( Köprülerin yerine şimdi beton olanları yapıldı. Hiçbir özelliği olmayan basit, sevimsiz şeyler bunlar. Kasabaya hiç yakışmıyor.)
Az yürürsünüz, karşınıza bir mescidin kanarya sarısı badanalı minaresi çıkar. Çıplak tepelerin, yeşil kavakların arasında uzanan bu sarı renk sizi öylesine çeker ki, oturup bir kenarda renk cümbüşünü duyularınıza tattırmak istersiniz. Olmaz. Çevrenizdekilerin bütün bakışları üzerinizdedir.
Dere boyunda konak misali büyük evler görürsünüz. Pencerelerini sardunyalar, fesleğen saksıları, hevenk hevenk kırmızıbiber demetleri süsler. İsten dumandan kararmış, üst katları yarım evlerin karanlıkları arasında birden aşı boyalı bir ev size tanıdık çıkar. Durup bakmak istersiniz. Bakamazsınız ki.
Kasabanın bu köşesi motor sesinden de öksüzdür. Otobüs ve kamyonlar buraya hiç gelmez. Yalnız o gencin sürdüğü bir traktör girer bu sokaklara. Düdüğünü öttüre öttüre. Sesi size Suadiye taraflarını hatırlatır. Çevrenizden geçen tren, pencerelerde el sallayan insan ararsınız. Ses yakın tepelerde yankılanır. Renkleri, sesleri, biçimleri seversiniz hep.
Ama rahat göremez, duyamaz, tutamazsınız. Yolunuz üstündeki çocuklar oyunlarını siz geçerken keserler. Kapı önünde oturan kadınlar, hemen evlerine girerler. Daha ilerde, kapı önünde oturmuş oynayan iki yaşındaki çocuğu, annesi bir koşuda evden çıkarak kapıp içeri alır. Ardına kadar açılmış kapıların kapanıverdiği olur. Naçar geri dönersiniz.
Kasaba şimdi çarşı tarafında yenileniyor. Kasabayı vilayete bağlayan parke caddenin iki yanı, hastane tarafındaki yamaçlar, bu günün anlayışına yakınlıkta binalarla süsleniyor.
Çarşıda öyle. Eski çarşıda şimdi yalnız sallilerle ( salıncakçılar) keçeciler kaldı. İzbe, dar sokaklar, yıkık pencereler, eğri büğrü kaldırımlar, küf kokan hava var burada. Bakırcılarla, demirciler çarşısı yeni. Pazar yeri yenidir. Hele belediye meydanın da vitrinleri İstanbul işi düzenli dükkânlar, sizi kasabanın eski havasından kolaylıkla ayırıyor.
Yeni yapılan hal binası, birçok çöp yığını dükkânların canına kıydı. Evlere elektrik, su girdi. Memur kadınları çarşı pazara alıştı. Uludere’nin iki yanı rıhtım oldu. Dışla ilişkisi olanlar eskiyi yıkıp yerine yenisini koyuyor. Yeni yavaş yavaş, alıştıra alıştıra kenar sokaklara doğru gidiyor.
SALLİ
Kasabaya yeni geldiğim günlerdeydi. Satranç takımımın piyadelerini çektirecek bir tornacı arıyordum. Yerli arkadaşlar sallileri salık verdiler. Önce dediklerinden bir şey anlamadım. O zaman arkadaşlar:
- Belediyenin arkasındaki sokağa gir. Sağlı sollu dükkânlara bak dediler. Aradığını orada bulacaksın.
Akşamüstü dedikleri sokağa girdim. Dar, basık, pencereleri kirden, isten kararmış, kaldırımları eğri büğrü bu sokak meğer bir hazine saklarmış! İstanbul’un Tahta kalesindeki hamur tahtası, oklava, havan, tahta tabak yapan el tezgâhlı tornacılarıydı bunlar. Farklı tarafları renkli oluşlarıydı. İsli pencerelerin ardında acı morlar, gök yeşiller, ateş kırmızılar, çivit maviler, kanarya sarılar görülüyordu. Şaştım.
Dükkânlardan birine girdim. Beşik takımları çekiyordu. Kırmızı, sarı, yeşil, mor ve mavili beşiklerden. Duvarlarda bitmiş, büyüklü küçüklü beşikler müşteri bekliyordu. İçlerinde oyuncak olanlarda vardı. İpinden çekince dönen iki tekerlek, dingile bağlı dişliyi çeviriyor, bu dişlilerde araba üstünde sıralanmış dibek tokmaklarını sıra ile kaldırıp indiriyor. Araba yürüdükçe tik- tak- tok diye sesler çıkarıyor.
Daha sonraları bu sallici ile ahbap oldum. Ona bacakları uzun hasır iskemleler çektirdim. Ağaç kısmı süslü iskemleler. Ama iskemlenin bacaklarını masaya uygun yükseltinceye kadar akla karayı seçtim. Adam bir türlü eski geleneklerini bozup, sandalyeyi yükseltmiyordu. Fiyat umurumda değildi. Her ısrarımda:
- “Napıcan, bu leylek yuvasını böyle. Dingil üstünde oturulumu?” diyordu.
Ona bir türlü, masada yemek yerken alçak iskemlede oturulamayacağını anlatamadım. Sonunda:
- “Etme usta. Benim canım böyle dingil üstünde oturmak istiyor, daha diyeceğin varmı?” dedim.İskemleler oldu. Ama verdiğim ölçüden 10 santim noksandılar!
Çarşambaları vaktim oldukça bu dükkâna uğrar, köylülerin beşik siparişlerini dinlerim. Buğdayını satanlar, karı- koca, korka korka sallilere gelirler. Kadının iki eli belindeki kuşağına sokuludur. Adam önden gider. Sallicinin kapısına dikilirler. Konuşmazlar. Sallici onları görmemezlikten gelir. Sonunda erkek içeri girer. Selamlaşırlar. Kadın kapıda kalır. Adam yere çömelir. Eline aldığı talaşları karıştırır. Dudaklarında bir gülümseme birikir. Göstermemek için başını yana çevirir.
Aslında çarşıda hazır beşik satan yerde vardır. Ama hazır beşiklerin pek müşterisi olmaz.
Adam sonunda konuşur:
- Bi beşik istiyok hemşerim.
- Yapalım, nahal bişiy olsun?
Pazarlıkta çabuk uyuşurlar. Aslında sallicilerdeki hazır beşiklerden istedikleri fark, sadece boncuk ve süsleridir.
- Şorasına bi gat daha çık. Veya- Şoruya boncuk çok goy. Özellini de unutma olumu.
Anlaşma bitince erkek tekrar sorar:
- Ne vahıt gelelim usta?
- Öndeki Pazar deel, gelicek bazara.
- Geç deelmi ustam?
Erkek böyle derken kapıda dikilen karısına bakar. Sonra ustaya döner:
- Zabı beklemiyi! Der. Böyle derken gülümser. Artık kadınında
yabanlığı kalkmıştır üstünden. Yavaşca dükkâna oda girer. Hazır beşiklerden birini hafif hafif okşar. Parmakları ile mavi buncukları çevirir. Beşiği bir iki iteler. Şimdi sallanan beşikte, Mehmedi veya Ayşe’si vardır sanki.
Bazen bitmiş bir beşiği almaya gelenleri rastlarım. Beşiğin her tarafını bir bir yoklarlar. Evirip çevirirler. Her rengin halkasını parmakları, ya da gözleri ile dolanırlar. Sonra kuşaklarından çıkardıkları keselerinden, beşiğin bedelini öderler. Erkek beşiği koltuğunun altına aldığında, bir köşk satın almış kadar keyiflidir. Yavaşça dükkândan çıkarlar.
Pazar dönüşü atların, eşeklerin üstünde köy yolunu tutmuş beşiklerin kervanını görürsünüz. Hele baharda! Kadın atın üstünde, kucağında beşiği, geleceğe ümitle bağlı geçer giderler.
24 Nisan 2013 Çarşamba
BURSA DA İKİ GÜN
BURSADA İKİ
GÜN
Çocukluk arkadaşımın
oğlunun düğünü için Bursa’ya gittim. Bursa ya daha öncede iki kez gitmeme
rağmen, şehri tanımadığımdan bilinçli olarak gezememiş tanıyamamıştım.
Bu kez Bursalı
arkadaşım ile gezerek, tanıdığım Bursa’nın üç temel özelliği olduğunu gördüm.
Bursa’dan 25 km.
uzaklıkta, deniz kenarındaki Mudanya ya ulaşabiliyorsunuz. Burada denizden
yararlandığınız gibi kolayca İstanbul’a gidebiliyorsunuz. İstanbul’un Bursa’ya
bu kadar yakın olması, sayısız avantajları sağlamaktadır.
Bursa Osmanlının baş
şehri olmuş, daha sonra da şehzade kenti olmuştur. Bu özellikleri ile İstanbul’dan
sonra gelen örnek bir şehir olmuştur. Bursa’ya gelen Evliya Celebi şöyle
demektedir:
“Keşiş Dağı’nın
eteklerinden güneşin parıltısı şehre düşer, gök renkli kurşunlar ile süslenmiş
hanlarını, hamamlarını, mescitlerini, selâtin camilerini, kurşun örtülü kat kat
çarşılarını görenler seyretmeye doyamazlar. Filadar Ovası’ndan şehrin görünüşü
çok ihtişamlıdır. Gördüğüm şehirlerin hiç birisine benzemez. Üzerinde nur dolaşan “Ruhaniyetli bir şehirdir.” Zira burada olan büyük evliyalar,
tefsirciler, hadisçiler başka yerde yoktur.
Diğer özelliği de 2543 metre rakımı ile Uludağ’ın
eteklerinde kurulmuş olmasıdır. Uludağ’da
kayak yapılır, kış her şeyi ile yaşanır. Şehre güzellik katar. Kışın yağan
karlar, eriyerek su olur tüm şehre hayat verir. Çeşmeden akan suyun içildiği, ender şehirlerden biridir Bursa. Akan sular
dere olup, nehir olup tarım alanları sular. Böylece birçok ürün yetiştirilir. Dut
ağaçlarının dutu yenilir. Yapraklarından ipek böceği yetiştirilir. Dünyanın en
güzel ipeklerinin üretildiği yerlerden biridir Bursa. Yazın sıcağı, kışın
Uludağ’ının kışı ile bulunmaz bir yerdir Bursa.
Ulu camiye gittiğimizde, orada kalabalık ziyaretçileri
bulduk. Malezya’dan, İngiltere’den gelen turist kafileleri de vardı camide. Anadolu’nun
çeşitli yerlerin den gelen genç öğrenciler de vardı. Turist rehberleri camiyi
anlatıyordu. Yerli insanlarımız cami hakkında ne kadar bilgi öğreniyordu
bilmiyorum. Orada gönüllü rehberlerin gelenlere bilgi vermelerinin sağlanması
iyi olurdu. Cami hakkında anlatılacak o kadar çok bilgi varki.
Ünlü seyyah Evliya Çelebi'nin ifadesiyle,
Ulu Camii Bursa'nın Ayasofya'sıdır. Ulu Cami’yi ziyaret etme imkânı bulanlar,
bu tarihi camiinin 3 tane kapısı olduğunu bilirler. Bir rivayete göre, büyük
zatlardan Somuncu Baba caminin yapıldığı sıra buraya gelir ve işçilere hayrına,
kendi fırınında pişirdiği somunları dağıtırmış. Somuncu Baba bir gün gene;
camii kapılarının önünde ekmek dağıtırken, daha önceki kapılarda ekmek verdiği
bir kişinin başka bir kapı önünde ekmek almak için beklediğini fark etmiş. Somuncu
Baba bir kapıdan diğer kapıya, bu kadar büyük bir hızda ve kalabalık bir
izdihamın yaşandığı bir ortamda hızır gibi hareket edebilenin, sadece Hızır
Aleyhisselam olabileceğini düşünmüş ve bu kişinin kolundan tutup “ sen Hızırsın
anladım” demiş. Buraya gelip her gün namaz kılacağına dair söz vermezsen,
buradaki herkese senin Hızır olduğunu söylerim demiş. Hızır A.S. Hızır olduğunu
doğrulamış ve bunun üzerine: “Somuncu Baba'ya her gün namaz kılmak için camiye
geleceğine dair söz vermiş.” ama Hızır A.S.da Somuncu Baba'dan bir istekte
bulunmuş. “Hangi vakit geleceğim bana kalsın demiş. Bunun üzerine Hızır A.S. o
gün bu gündür, Ulu Cami’deki VAV
harfinin önünde her gün gelip namaz kılarmış.” Beni Ulu Camiye getiren arkadaşım” Bu camiye gidip,
VAV harfinin bulunduğu yerde namaz kıldığında, ettiği duaların kabul olduğunu.“
söyledi.
Konya Mevlana müzesinde ancak bu kadar
yoğunluk vardır. Oraya müze olarak girildiğinden, cami cezbesi ortadan
kalkmaktadır. Bu yanlıştan dönülerek, Konya Mevlana müzesine ziyaret için
girilmeli, para ile ziyaret kaldırılmalıdır.
Güzelim Bursa’da şehircilik açısından bazı
mahsurları gördüm. Ankara Bulvarı üzerinde yapılan raylı tren yolu, bu bulvarı
çok olumsuz bir şekilde bölmüş ve boğmuş. Keşke buraya metro yapılsaydı. Metronun
üzerinden geçecek olan yol ulaşımına çözüm aransaydı. Alternatif yol üretip,
mevcut yoldaki yoğunluğun bir kısmı buraya verilebilseydi.
Eski Bursa evleri yoğun olarak yenilemeye
alınarak, bakımlı ve düzenli hale getirilebilir. TOKİ evleri Bursa’nın siluetini
bozmuştur. Bundan sonra böyle bir hataya düşülmemeli, diğer tarihi kentlerimizde
bu hatadan ders çıkarmalıdır.
Tarihimize, tarihi kentlerimize karşı
hepimizin sorumluluğu var. Tarihi dokuları kirletmeye, tahrip etmeye kimsenin
hakkı yoktur.
Mustafa Yolcu
8 Nisan 2013 Pazartesi
BÜLBÜL HASAN
BÜLBÜL HASAN
Kış
ortasıydı. Öğle yemeğine eve gidiyordum. Yolumun üstünde kulağıma bülbül sesi
geldi. Öylesine yanık, öylesine içli şakıyordu ki, şaştım. Gözlerim etrafta bir
kafes aradı. Sonra sesin geldiği yönü buldum. Yerli, birkaç kişinin çevrelediği
topluluktan geliyordu ses. Ama içlerinde ne kafes, ne bülbül vardı.
Daha
sonra bunu Mahmut paşada düdük satan satıcılardan birinin mucipliği sandım. Gerçekten
halka içinde temiz giyinmiş biri vardı. Sesi veren oydu. Ama ağzında düdük
yoktu. Üstü başı temiz, kravatlı, düzgün giyimli, tıraşlı, çevresindekilerden
çok farklıydı. Kumral saçlarını yandan ayırmış, sağdan sola taramış, genç,
yakışıklı delikanlının arada sırada yüzünde beliren tikleri olmasa, eski kalem
efendisi sanılırdı.
Bülbül
taklidi ötüşü bitince kendisini “ yaşşşa” diye alkışladılar. Ötenin ağzından
düdük veya herhangi bir şey çıkarmasını bekledim. Yolumdan kalmış, merakla işin
sonucunu gözledim. Delikanlı sağ elini dizine vurdu. Sonra işaret parmağını
ısırarak boşluğa baktı.
Beni
görenler, bir solukta Bülbül Hasan’ın hikâyesini orada ayaküstü anlatıverdiler.
Sonraları Hasanı her gördüğümde bu hikâyeyi tekrar tekrar dinledim. Aslında Hasanı
görüpte hikâyesini birdenbire anlatmayan kimseyi bulamazsınız kasaba da. Önce
Hasan bülbül gibi öter. Sonra çevresindekiler, onun hayatını dilden dile
anlatıverirler. İhtimal aşıkların manileri de böyle tekrarlana tekrarlana
günümüze kalmıştır.
Bülbül
Hasan yakın zamana kadar, kasaba köylerinden birinin çocuğu imiş. Sığır güden
garip kişiymiş. İr gün yine kırlarda hayvanlarının peşinde dolaşır, çilesini
doldururken bir bülbül sesi duymuş! Allahtan bülbül gibi ötmesi için dua etmiş.
Allah ta ona vermiş.
Bülbül
Hasan, yanında kendi hayatını kim bilir kaç yüzüncü tekrarını boşluğa bakarak
dinler sonra yine söz kesiminde gözlerini boşluktan ayırmadan:
-
Ya
der, Allah verir. Allah büyüktür, verir.
Hasan
gerçekten hiç zorlanmadan bülbül gibi ötmektedir. Onun dilini ağzında kıvırması
ile şakıması bir olur. Ötüşünü gerçekten bülbül sesinden kolay kolay
ayıramazsınız. Uzun uzun öter. Ötüşü
sırasında yüzünde derin bir melankoli sezilir. Gözleri buğulanır. Nereye
baktığını, neyi görüp görmediğini sezemezsiniz. Dudaklarında belli belirsiz bir
gülümseme birikir. O öterken çevresindekiler de hiç kımıldamadan bu sesi içerek
dinlerler. Ötüş bitince Hasan, hikayesinin anlatılmasını bekler!
Birinci
ötüş sonunda çoğu zaman hikaye anlatılır. Sonra, Hasan:
-
Ya
der, Allah verir, Allah büyüktür, verir.
İkinci
ötüşün sonunda Hasan sorgu yağmuruna tutulur. Ona:
-
Lan
hasanderler, Allah bize niye vermiyo ya?
Hasan
yine tekrarlar:
-
Allah
verir. Allah büyüktür. Verir, bana verdi, der.
İşaret
parmağını ısırarak, hafifçe başını öne eğerek birden dikilir Hasan. Bakışları
uzaklardan kendisini arayan birisini arar. Ben Hasanı kasabada kaç defa
gördümse, hep böyle oldu.
Hasanın
kasabada kaldığı günler sayılıdır. Bir bakarsınız ortalıkta görünmez. Sonra
değişik bir elbise, değişik bir kravat, yeni bir kıyafetle ortaya çıkar. Her
gelişinde çevresindekilere gösterecek, yeni bir şeyi bulunur Bir altın yüzük,
gümüş hacı yüzüğü, kehribar tesbih, allı morlu kravat, bazen ördekbaşı yeşil
bir pardösü, montgomeri.
Hâsılı
Hasan, kasabadan daha şehirlidir. Onu tıraşsız hiç görmedim. Ayakkabıları daima
boyalıdır. Beyaz gömleğinin yakası az kirli de olsa ütülüdür. Kravatı, bir
şehirlinin titizliliği ile sıkı ve biçimli bağlanmıştır. Ceketinin mendil
cebinden ipekli mendil sarkar. Her ahbabına hacı yağı ikram eder. Saat cebinden
çıkardığı küçük şişesinden bir damlayı alnınıza zorla sürer. “ Allah verir,
der. Allah büyüktür, verir.”
-
Lan
Hasan derler, sen bu parayı nerden buluyon? Yerini bize de göster.
Hasan
kasabadakilerin pek seyrek çayını içer. Yalnız bülbül gibi öter. Sonra
boyunbağını düzelterek yanlarından kalkar. Halkadan ayrılmasıyla ikinci hikâyesi
anlatılmaya başlanır.
Bülbül
Hasan bu derler. Geçenlerde Ankara’da Daşhan da bi bülbül gibi ötmüş. Tevatür
ötmüş emme. Otobüsler kamyonlar durmuşla. Yolcular, polislerde durup
dinlemişle. Sona Hasana :- Lan bidaha öt demişle. Hasan bi daha ötmüş.
Sonracıma şapkasını çıkarınca, paralar su gibi akmış. Hasan köşede bi saymış,
25 kayme. Hasan’da para çoook.
-
Geçenlerde
Samsuna neyi bi uzandıydı. Banana bi altun yüzük taktı’da geldi.
-
-
Bannandaki Hacı yüzü essahtır. Geçen yıl …. Kadın hacca gidemeyince, Hasanı
yerine gönderdi Hasan hacıdır haaa..
-
Tevekkel
oğlan, essahtan tevekkeldir. “ Allah verir diyi. Allah ta veriyi.
-
Bi
de oğlana deli neyi diyola. Neresi deli lan, bizden ahıllı.
-
Şunun
şurasın da bey gibi geciniyi. Oğlanın yün döşeği, yün yorganı va. Bi de garyola
uydurmuş.
Bir
Pazar günü arkadaşlarla kulüpte oturmuş konuşuyorduk. Uzaktan Hasanın geçtiğini
gören bir arkadaş koştu, tutup getirdi. Hasan sanırım kulübe ilk defa
giriyordu. Böylece memurlar arasında da ayrı bir önem kazanışından sevinmişe
benziyordu. Bütün ısrarlara rağmen ötmedi. Çayını içti. Sorulanlara kısa kısa
cevaplar verdi. “ Allah verir” sözünü sık sık tekrarladı. Onun şık, temiz hali,
kendisini aramıza getiren arkadaşın nedense gücüne gitmişti. Bir aralık Hasana:
-
Biz
boşuna okumuşuk ağanın, senin bülbülün kadar da etmiyok, diyecek oldu.
Hasan
kendi diliyle konuşan bu arkadaşı işaret parmağını ısırarak süzdü sonra:
-
Sen
okumuş değilsin! Dedi.
-
Nerden
anladın ağanın ? dedi öteki.
Hasan
birden ciddileşti. Sonra arkadaşın kıyafetini işaret ederek:
-
Okumuşun
pantolon, gomlee böyle olmaz. Bi kravatın bile yok. Tıraş bile olmamışsın dedi,
yürüdü gitti.